Nass ve iÇTİhat nass karşisinda iÇTİhat biRİNCİ BÖLÜM: ebu bekir ve yandaşlarinin iKİNCİ BÖLÜM: ÖMEr ve yandaşlarinin kur’



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə3/32
tarix15.09.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#81846
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32

Üsame hareket etmede yavaş davrandı orduda bulunanlar da ona uydular. Peygamber (s.a.a) o hastalığıyla (bazen durumu ağırlaşıyor bazen de düzeliyordu) ordunun bir an önce hareket etmesini vurguluyordu. Öyle ki Üsame Peygamber (s.a.a)’e: “Annem babam size feda olsun! Allah (c.c) size şifa verene dek kalmamıza izin verir misiniz?” dedi. Ama Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: “Hayır! Çık ve Allah’ın bereketi üzere hareket et.”

Üsame: “Ya Resulellah! Siz bu haldeyken hareket edersem içim rahat etmez.”

Resul-i Ekrem (s.a.a): “Git, zafer ve esenlik üzeresin.”

Üsame: Ya Resulellah! Süvari birliğinin hazır olmadığı hakkında size bir şey söylemek istemiyorum.

Peygamber: “Sana emrettiğim şeyleri icra et.”

Daha sonra Peygamber (s.a.a) bayıldı. Üsame kalkarak hareket için kendini hazırladı. Peygamber (s.a.a) ayılır ayılmaz Üsame ve hareket etmesi gereken orduyu sordu. Peygamber (s.a.a)’e harekete hazırlandıkları söylendi.

Peygamber (s.a.a) sürekli: “Üsame’nin ordusunu harekete geçirin. Kim ondan yüz çevirirse Allah ona lanet etsin” diyordu.

Üsame sancağın altında ve sahabe de etrafını sarmış olduğu halde harekete geçti. Curf’a ulaşınca Ebu Bekir, Ömer ve muhacirlerin bir çoğu, Şübeyr b. Sa’d ve Ensar’ın bir çoğu onunla beraber karargahta konakladılar.

Tam bu sırada Ümmü Eymen’in[27] gönderdiği elçi gelerek, Üsame’ye: Geri dön, Resul-i Ekrem (s.a.a) can vermek üzeredir, dedi. Üsame bunu duyar duymaz kalkıp sancağı da yanına alarak Medine’ye girdi ve sancağı Peygamber (s.a.a)’in evinin kapısına astı. Tam bu anlarda Peygamber (s.a.a) bekâ alemine göçtü.” (Ebu Bekir-i Cevheri’nin sözünün sonu.)

Bir grup tarihçi de bu hadiseyi nakletmiştir. İbn-i Ebi’l-Hadid-i Mutezili de onlardan biridir. Şerh-i Nehc’ül-Belağa, c. 2, s. 20,. Mısır baskısı.

MUELLEFET-U GULUBİHİM[28] PAYININ KALDIRILMASI

Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’de gönülleri İslam’a ısındıracak şahıslara zekattan bir pay ayırmıştır:

“Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[29]

Peygamber (s.a.a) bu payı kalpleri İslam’a ısındırılması gereken şahıslara vermekteydi. Bu şahıslar birkaç gruptu: Arap’ın ileri gelenlerinden bir grup. Peygamber (s.a.a) zekattan bir payı onlara ihtisas kılarak Müslüman olmalarını sağlamak istiyordu. Diğer bir grup ise sözde İslam’ı kabul etmiş kimselerdi. İmanlarının kuvvetlenmesi için Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara büyük bahşişlerde bulunuyordu. Bu gruptan bazıları şunlardır: Ebu Süfyan. Muaviye b. Ebu Supyan, Uyeyne b. Hisn, Akra’ b. Habis ve Abbas b. Merdas. Üçüncü grup ise Arap’tan diğer bazı şahıslardı. Bu bahşişler ile Arap’ın diğer şahıslarının gönülleri İslam’a ısındırılmak isteniyordu.

Büyük bir ihtimalle Peygamber (s.a.a) birinci gruba kendi malı olan humusun altıda birini veriyordu. Muellefet-u Gulubihim babında zekat verilen bir başka grup da kafirlere karşı yapılan savaşlarda Müslümanlara yardım etmesi istenilen kişilerdi.

Peygamber (s.a.a), söz konusu ayeti kerimenin nüzulünden, beka alemine göçene dek gönülleri İslam’a ısındırılması gerekenlere bu payı vermiştir. Tüm İslam fırkalarının icması ile de bu payı vefatından sonra her hangi bir kimsenin kaldırılmasına izin vermemiştir.

Ama Ebu Bekir iş başına geldiği vakit bu grup aynen Peygamber (s.a.a)’in zamanındaki gibi kendi paylarını almak için onun yanına gittiler. Ebu Bekir de onlara hakları verilmesi için bir emir yazdı. Onlar Ebu Bekir’in bu emrini Ömer’e göstererek onu şahit tutmak istediler. Ama Ömer Ebu Bekir’in yazdığı emri alıp parçalayarak: “Size ihtiyacımız yoktur. Allah İslam’ı değerli kılmıştır, size ihtiyacı yoktur. Eğer Müslüman olursanız olmuşsunuz; aksi takdirde aramızda kılıç çatışacaktır” dedi.

Onlar Ebu Bekir’in yanına dönerek: “Halife sen misin, yoksa Ömer mi?” dediler

Ebu Bekir cevaben: “Allah’ın isteğiyle o halifedir!” diyerek Ömer’in bu işini onayladı.[30]

Ömer’in bu türden olayları oldukça fazladır. Örneğin tarihçiler şöyle nakleder: Uyeyne b. Hisn ve Akra’ b. Habis Ebu Bekir’in yanına gelerek şöyle dediler: Bizim yanımızda hiç ot bitmeyen bir toprak vardır, onu bize bağışla. Onu ıslah edebilsek Allah bu yolla bize bir menfaat verir.

Ebu Bekir yanındakilerle istişare etti. Onlar da kabul ettiler. Ebu Bekir de bir mektup yazarak o araziyi onlara bağışladı. Ama Ömer bu kağıt parçasını onlardan alıp tükürerek yazılan yazıyı sildi. Onlar Ömer’i kınadılar ve ona karşı kaba bir şekilde konuştular. Daha sonra hiddetli bir şekilde Ebu Bekir’in yanına gelerek: “Allah’a yeminler olsun ki biz, halife Ömer mi yoksa sen misin? bilmiyoruz” dediler. Ebu Bekir de: O Halifedir, dedi!

Tam bu sırada Ömer çıkageldi ve Ebu Bekir’in karşısında durarak hiddetle şöyle dedi: Bunlara bağışladığın yer senin kendi malın mıdır yoksa diğer Müslümanlar da ona ortak mıdırlar?!

Ebu Bekir: “Onda diğer Müslümanların da hissesi vardır.”

Ömer: “Peki neden onu bu ikisine bağışladın?!”

Ebu Bekir: “Bu konu hakkında yanımda bulunanlarla istişare ettim.”

Ömer: “Acaba tüm Müslümanlar sizin istişarenizden razıdırlar mı?”

Ebu Bekir: “Ben sana, hilafete benden daha layık olduğunu söyledim ama sen kabul etmedin ve beni bu iş için kani ettin.”

Bu olayı İbn-i Ebi’l-Hadid,[31] İbn-i Hacer Askalani[32] ve diğerleri kendi kaynaklarında nakletmişlerdir.

Keşke Ebu Bekir ve Ömer de (Beni Saide Sakıfesi’nde) tüm Müslümanlarla istişare etselerdi. Bir müddet sabrederek Beni Haşim’in Peygamber (s.a.a)’in gusül ve defninden ayrılmazken beklemeleri ve onların da bu şurada yer almaları ne kadar da iyi olurdu! Zira halife seçiminde onlar diğerlerine oranla daha büyük bir hakka sahiptirler...

Her neyse usul ilmi üstatlarından birinin güzel bir sözü vardır. Ulaştıracağı faydaları göz önüne alarak onu nakletmek istiyoruz:

Üstat Devalibi[33] “Usul-u Fıkıh” adlı kitabının 239. sayfasında zamanın değişmesiyle değişkenlik gösteren hükümlere örnekler verdiği bölümde şöyle yazıyor: “Ömer’in içtihat ederek Kur’ân-ı Kerim’in Muellefet-u Gulubihim için ayırdığı bağışı kesmesi belki de zamanın ve maslahatın değişmesiyle hükmün de değişmesi ahkamın mukaddimesinde yer almaktadır. Halbuki Kur’ân’ın nassı sabittir ve kesinlikle feshedilmez!”

Sizler de onun sözlerinde biraz düşünün ve onun sonraki sözlerine dikkat edin. Şöyle diyor:

“Mevzu şudur: Allah (c.c) İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanların zayıf olduğu bir zamanda şerlerinden korkulan ve gönülleri İslam’a ısındırılabilecek bir gruba verilmek üzere bir bağış hissesi ayırdı. Bu gruptaki şahıslar, Kur’ân’ın zekatın verilmesi gerektiği şahıslarla aynı seviyededirler. “Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, yolcuya mahsustur.”[34]

Böylece Kur’ân-ı Kerim “Muellefet-u Gulubihim”i zekatın verilmesi gereken kimselerin sırasına koymuştur. Aynen günümüz devletlerinin, siyasi amaçları için bazı şahıslara belirli ölçüde bütçe ayırdığı gibi Kur’ân-ı Kerim de onlar için belli bir hisse ayırmıştır.

Daha sonra ise şöyle diyor: “Şu farkla ki İslam güçlenip kuvvetlenince Ömer Kur’ân’ın nassıyla vacip olan bu bağışı keserek iptal etmesi gerektiği kanaatine vardı!”

Biz de diyoruz ki: Üstat Devalibi ikinci bir defa Ömer’in Kur’ân’ın açık bir nasla verilmesini farz kıldığı hisseyi kestiğini itiraf etmektedir. O, halifeyi şu şekilde mazur bilmektedir:

“Ömer’in bu hisseyi kaldırması, onun Kur’ân’ın nassını ayaklar altına aldığı, ayetin hükmünü batıl ettiği anlamında değildir. Bilakis Ömer nassın zahirine değil sebebine bakmaktaydı. O, bu gruba verilmesi gereken hisseyi belli bir zaman zarfı ile sınırlı bilmekteydi. Şu anlamla ki onların gönüllerinin İslam’a ısındırılması veya şerlerinden korkulması İslam’ın zayıf olduğu dönemle ilgiliydi. Ama İslam güç ve kuvvet sahibi olunca bu hissenin onlara verilmesi gereken zaman da değişmiş oldu. Zaman nassın sebebine amel edilmesini ve onların bu hisseden mahrum edilmesini gerektirmekteydi.”

Biz diyoruz ki: Muellefet-u Gulubihim’e verilmesi gereken hisseyi belirleyen Kur’ân nassı kayıtsız ve şartsızdır. Bir başka değimle mutlaktır. Bu durum ayette bile açıkça görülmektedir. Bu hiçbir ihtilaf ve şüphenin bulunmadığı bir konudur. Bizim bu ayeti kayıtlı veya sebepli yapmaya hiçbir hakkımız yoktur. Elbette Allah ve Resulünün hükmü hariç. Bu konuda Allah ve Resulü tarafından hiçbir hüküm veya nişane yoktur.

Peki buna rağmen bu gruba verilmesi gereken bu hisseyi nasıl sebepli ve geçici bir döneme ait bilebiliriz? Nasıl, “Bu hükmün sebebi, İslam’ın zayıf olduğu dönemde kalplerinin İslam’a ısındırılmasıdır” diyebiliriz?!

İlave olarak eğer herhangi bir zamanda (Muellefet-u Gulubihim) şerrinden güvencede bile olsak, onların İslam’a eğilim göstermeleri onlara verilen bu bağışlar sayesinde gerçekleşmekteydi. Bu yüzden sadece bu sebeple bile olsa onların bu hissesi kaldırılmamalıydı. Hatta İslam’ın güçlenmesi ile bu hissenin de çoğalması gerekirdi. Bu ümitle bile olsa onların bu hissesinin kesilmemesi gerekirdi.

Peygamber (s.a.a) bu hisse ile birçok grubun gönlünü elde etmekteydi. Peygamber (s.a.a) bir gruba Müslüman olmaları ve bu yolla kabilelerinin de Müslüman olması, zayıf bir imana sahip olan diğer bir gruba da imanlarının güçlenmesi ve başka bir gruba da şerlerinden uzak kalmak için bağışta bulunuyordu.

Buna binaen eğer biz bu grubun şerrinden güvende isek yine de Peygamber (s.a.a)’in yolunu takip etmemiz gerekir. Peygamber (s.a.a) bu gruba bağışta bulunarak onların ve kavimlerinin İslam’ı kabul etmelerini sağlamak veya iman ve inançlarının güçlenmesine sebep olmak istiyordu. Allah’ın en iyi kulları da, O’nun Resulüne uyan ve O’nun yolunu takip eden kimselerdir.

Bunların tümüne ilave olarak, Müslümanların düşmanlarını mağlup eden ve onların tehlikesinden güvencede kalmalarını sağlayan İslam’ın gücü, daha sonraları Müslümanların zararı doğrultusunda değişkenlik gösterdi, ecnebiler onlara hakim oldular ve Müslümanlar mecburen onların bağış ve yardımlarına göz dikmek ve onlarla uyuşmak zorunda kaldılar. Zira bu asırda gözlerimizle görmekteyiz ve bu durum geçmişe oranla daha da fazla göze çarpmaktadır.

Bu yüzden, İslam’ın kuvvetlendiği bir zamanda bu grubun hissesinin iptal edilmesi o dönemde bazı şahıslarda bulunan gururdan kaynaklanmaktaydı. Ama yüce Kur’ân’ın belirttiği bu emir, her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Allah tarafından gelmiştir ve Allah (c.c) tüm zaman ve asırları göz önüne almıştır.

Şimdi mutlak nassı, onun maslahatıyla kayıtlanmasını ve zamanın gereksinimine göre bazı şeriat hükümlerinin değişime uğraması mevzusunu ele alıyor, bu mevzuu kendine has şartları ile inceliyoruz:

Biz İmamiye Şiası, icma ve tek bir görüşle maslahatı, genelin tahsisinde ve mutlakın kayıtlandırılmasında muteber bilmiyoruz. Elbette şeriatte onun muteber olduğunu belirtecek özel bir nass olursa bu durum hariçtir. Buna göre şeriatte maslahatın muteberliğine olumlu veya olumsuz bir şey olmadığı zaman bizim açımızdan eser ve etki sahibi değildir. Bu yüzden iddia edilen maslahatların varlığı ve yokluğu bizim açımızdan aynıdır. Şafii ve Hanefi’nin de görüşleri budur.[35]

Hanbeli fırkasının görüşüne gelince; bu fırka iddia edilen maslahatı kabul etmiştir. Şu farkla ki onlar bu maslahatı naslarla çelişen olarak değil, bilakis nastan geride kabul etmektedir.

Buna göre Hanbeliler “Muellefet-u Gulubihim” nassını iddia edilen maslahatlarla kayıtlı kılmamaktadırlar. Hanbeliler nassın bulunduğu yerlerde İmamiye, Şafii ve Hanefiye’nin metoduna göre amel etmektedirler.

Maliki fırkasının görüşüne gelince; bu fırka da sözü geçen nass ve benzeri durumlarda aynı şekilde amel etmektedir. Zira gerçi onlar iddia edilen maslahatları muteber ve naslarla çelişkili biliyorlarsa da yine de onu sabitliği kat’i olarak ispatlanamayan haber-i vahid (tek haber, rivayet) ile çelişkili bilirler. Yine onlar iddia edilen maslahatı, Kur’ân’da gelen ve delaleti kat’i olarak belirlenemeyen bir takım genel ve mutlak ayetlerle çelişkili bilirler. Ama “Muellefet-u Gulubihim” gibi sabitliği ve delaleti kat’i olanlarla kesinlikle çelişkili bilemezler.[36] Zira bu nassın dalalet ve sabitliği kesindir.[37]

Sözün kısası: Üstat Devalibi’nin beyanına ve bizim de açıklamamıza binaen tüm mezheplere göre Usul-u Fıkıh “Muellefet-u Gulubihim”in mahrum bırakılmasına izin vermemekte ve câiz bilmemektedir.

Eğer Ehl-i Sünnet’in birinci ve ikinci halifenin Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra Kur’ân nassı ile vacip olan “Muellefet-u Gulubihim” hissesini iptal etmeleri konusunda icmaları[38] olmasaydı şöyle söylememiz mümkündü: Her ne kadar birinci ve ikinci halife o gün onların hakkını vermedilerse de bu davranışları ayetin hükmüne muhalefet değildir. Zira Allah (c.c) sekiz gruptan oluşan (fakirler, miskinler, memurlar, muellefet-u gulubihim, köleler, borçlular, Allah yolunda cihat edenler ve yolda kalmışlar) bu şahıslara zekat verilmesini emretmiştir. Yani zekat bu sekiz gruptan her birisine verilirse emir yerine getirilmiş olur. Bu sekiz gruptan birisi veya birkaç tanesi istisna edilirse, hiçbir muhalefet edilmiş sayılmaz.

Buna göre kim zekatını bu sekiz gruptan birisine verecek olursa, üzerine farz olan görevi yerine getirmiştir. Aynı şekilde kim zekatını bu sekiz grup arasında bölüştürecek olursa, görevini yapmış demektir.

Bu, tüm Müslümanların icma ettiği bir konudur. Peygamber (s.a.a)’den sonra tüm Müslümanlar böyle yapmışlardır. Buna göre Ömer ve Ebu Bekir, hiçbir zaman değişmeyen nassın hükmünü iptal etmeselerdi ve Ebu Bekir sadece Ömer’in davranışını onaylasaydı artık sorun çıkmazdı.

Bu konuyu sona erdirmeden evvel bir mevzuu hatırlatmak istiyorum: Üstat Devalibi, İmamiye Şiası’na, mürsel (zayıf) maslahatı muteber bildiğine dair bir nispet vermiştir. Şöyle diyor: “Şia mürsel maslahatları muteber bilir ve onu kat’i nastan öncelikli bilir.”[39]

Bu sözün aslı yoktur. Şia’dan bir alim bile bu sözü söylememiştir. Süleyman Tufî ise guluv edenlerdendir. Biz sürekli onu düşman bilmişizdir. Onların suçlarını bize yüklemekteler.

Şia’nın bu konudaki görüşü bir sayfa önce söylediğimiz şeyin aynısıdır. Hatta Şia arasında icmanın bulunduğunu söyledik. Şia’nın usul kitapları da her yerde mevcuttur. Üstat Devalibi, İbn-i Hanbel’in kitabı yerine (Üstat, Şia’nın akidesinde o kitaba müracaat etmektedir) bizim kendi kitaplarımızda nakledilenlere müracaat etsin.

(6)


Zİ’l-KURBA HİSSESİNİN KALDIRILMASI

Zi’l-Kurba hissesini belirten Kur’ân’ın nassı şudur:

“Eğer Allah’a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün, (Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.”[40]

Arapça’da “Ğenem, Ğanimet ve Muğnem” insanın yararlandığı her şey hakkında söylenir. Lügat kitapları da bu konuyu çok açık bir şekilde belirtmektedirler. Bundan dolayı ganimeti sadece savaşta elde edilenlerle sınırlamamızın hiçbir anlamı yoktur.

Ayette geçen “Min şey’in” kelimesi de “Ma ganimtum” cümlesindeki “Ma”nın beyanıdır. Buna göre ayetin anlamı şöyle olmaktadır: “Yararlandığınız şeylerin ister az olsun ister çok beşte biri (humusu) Allah’a, Resulüne, onun yakınlarına... aittir.”

Buhari ve Muslim kendi sihahlarında İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) Abdülkays’tan gelen heyete, bir olan Allah’a iman etmelerini söyleyerek şöyle buyurdu:

“Bir olan Allah’a iman etmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?” Onlar: Allah ve Resulü daha iyi bilir dediler. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “İman; Allah’ın birliğini, Muhammed’in risaletini ikrar etmek, namaz kılmak, zekat vermek, ramazan ayında oruç tutmak ve elde ettiğiniz her şeyin humusunu (beşte birini) vermektir.”[41]

Ayette geçen şartlı cümlenin (Allah’a inanmışsanız) manası şudur: Humus ayette zikredilen grupların şer’i haklarıdır. Humsun onlara verilmesi ayetin hükmüyle farzdır. O halde ondan vazgeçin ve onu asıl sahiplerine teslim edin, elbette eğer Allah’a inanmış iseniz. Ayette de görüldüğü üzere humusun verilmesi konusu vurgulanmış, onu terk edenlere ise ihtar verilmiştir.

Kıbleye doğru yönelen tüm Müslümanların, humustan bir hissenin Peygamber (s.a.a)’e ve diğer bir hissenin de onun yakınlarına ait olduğu konusunda görüş birlikleri vardır. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe bu anlam ve mana işlevliğini sürdürmekteydi.

Ama Ebu Bekir işbaşına geçtikten sonra humus ayetini yorumlayarak Peygamber (s.a.a) ve akrabalarının hissesini O’nun vefatı ile kaldırdı. Bu hisseyi Beni Haşim’e vermeyi uygun bulmadı. Onları da (Beni Haşim) ayette geçen yetimler, fakirler, miskinler ve... grupları ile aynı redife koydu. (Bu konuyu Zemahşeri ve diğer Ehl-i Sünnet alimleri zikretmiştir.)

Zemahşeri “Keşşaf” adlı tefsirinde humus ayeti hakkında şöyle yazıyor: “İbn-i Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Humus altı hissedir: Allah ve Resulüne iki hisse, bir hisse de Peygamber (s.a.a)’in akrabalarına. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe durum böyle devam etti. Ama Ebu Bekir humusu üç gruba (yetimler, miskinler ve yolcu) indirgedi. Ömer ve ondan sonraki halifelerden de onun şöyle dediği nakledilir: Ebu Bekir Beni Haşim’i humustan mahrum bıraktı...

Buhari ve Müslim kendi senetleriyle Aişe’den şöyle naklederler: Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’den Allah Resulünün mirasını, kendilerine bağışladığı Fedek bağını ve Hayber’in humusundan geri kalan kısmını kendisine teslim etmesini istedi. Ama Ebu Bekir sakınarak Hz. Fatıma’ya hiçbir şey vermedi.

Hz. Fatıma (a.s) bu konuda Ebu Bekir’e itiraz etti ama o itina etmedi. Hz. Fatıma (a.s) da ondan incinerek hayatta olduğu müddetçe onunla konuşmadı. Hz. Fatıma (a.s) Peygamber (s.a.a)’den sonra altı ay yaşadı. Şehit olduğu zaman kocası Hz. Ali (a.s) onu gece vakti toprağa vererek ona cenaze namazı kıldı. Ebu Bekir’e ise hiçbir haber vermedi...[42]

Sahih-i Müslim’de Yezid b. Hormuz’dan şöyle nakledilir: “Necdet b. Amir Abdullah b. Abbas’a bir mektup yazdı. İbn-i Abbas mektubu okuyup cevap yazdığı zaman ben onun yanındaydım. İbn-i Abbas şöyle yazdı: Benden Zi’l-Kurba (Peygamber (s.a.a)’in akrabaları) hissesi hakkında soru sorarak onların kim olduklarını söylememi istiyorsun. Biz sürekli onların bizler olduğunu biliyorduk. Ama bizim kavmimiz onu bize vermekten sakındı.[43]

Bu hadisin aynısını Ehl-i Sünnet’in hadis imamı Ahmed b. Hanbel İbn-i Abbas’tan nakletmiştir.[44] Birçok müsned sahipleri bu hadisi değişik yollarla nakletmişlerdir. Bu, Ehl-i Beyt İmamlarından mütevatir olarak nakledilen rivayetlerle aynı doğrultudadır.

Ama buna rağmen Ehl-i Sünnet’in birçok imamı birinci ve ikinci halifenin reyini onaylayarak Peygamber (s.a.a)’in yakınlarına mahsus kılınan humustan hiçbir pay ve hisse ayırmamışlardır.

Malik b. Enes, humusun tümünü Müslümanların önderine vererek nerelerde maslahat bilerse kullanabileceğini ve Peygamber (s.a.a)’in yakınlarının, yetimlerin, fakirlerin ve yolcuların onda hiçbir şekilde haklarının olmadığını söylemiştir.

Ebu Hanife ve yandaşları, Peygamber (s.a.a) ve akrabalarının hissesini Resulullah’ın vefatı ile noktalanmış bilmektedir. Humusun, geri kalan üç grup (yetimler, fakirler ve yolcu) arasında eşit bir şekilde paylaştırılması gerektiğini söylemişlerdir. Ama bu üç grup arasında Beni Haşim ile diğerleri arasında hiçbir fark bırakmamışlardır.

Şafii ise humusu beş bölüme ayırmıştır. Bir hisse Peygamber (s.a.a)’e aittir. Peygamber (s.a.a) bu hisseyi savaş teçhizatı; at, silah vb. gibi Müslümanların maslahatına olan yerlerde harcardı. İkinci hisse ise Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in Beni Haşim’den olan akrabalarına verilirdi. Ama Abdüşşems’ten olan akrabalarına bir şey verilmezdi. Bu hisse verilirken erkeklere iki pay kızlara ise bir pay verilirdi. Geri kalan üç hisse ise diğer üç grup (yetim, miskin ve yolcu) için verilirdi.

Ama biz “İmamiye Şiası” humusu altı hisseye ayırıyoruz.[45] Allah ve Resulü için iki hisse. Bu iki hisse, üçüncü hisse (Peygamber (s.a.a)’in yakınları hissesi) ile Peygamber’in yerine geçen İmama mahsustur. Geri kalan üç hisse ise Peygamber (s.a.a)’in evlatlarından yetim, fakir ve yolda kalmış yolcuya aittir. Bu hususta diğerleri onlara ortak değillerdir; zira Allah (c.c) sadakalar ve zekatları onlara haram kılmıştır. Bunun karşılığında ise onlara humusu vermiştir. Bu anlamı Taberi de tefsirinde İmam Ali b. Hüseyin ve evladı Hz. İmam Bakır (a.s)’dan nakletmiştir.

Hatırlatmalar: Bizim fakihlerimiz, şu konuda icma etmişlerdir: Humusun insanın ticaret, iş, çiftçilik, hurma, üzüm vb. gibi yararlandığı şeylerin tümünden verilmesi vaciptir. Aynı şekilde humus, hazine, madenler ve deniz altından çıkarılan eşyalar, fıkıh ve hadis kitaplarında adı geçen diğer şeyleri de kapsamaktadır.

Bu konudaki delilleri ise şu ayet-i kerimedir: “Bilin ki bir şeyden ganimet elde ettiğinizde...” Zira ğenem, ğanimet ve muğnem, insanın yararlandığı şeylerin kapsamına girmektedir. Bu anlamı lügat kitapları da açık bir şekilde belirtmektedir.

Bu konu kendi yerinde (Şia’nın fıkhi kaynaklarında bulunan humus kitaplarında) açıklanmıştır. Buradaki bahsimizin mevzusu, ayet-i şerifenin açık nassına rağmen Ebu Bekir’in içtihat ederek Zi’l-Kurba (Peygamber (s.a.a)’in yakınları) hissesini iptal etmesi ve onun hükmünü kaldırmasıdır.

(7)


PEYGAMBERLER DE MİRAS BIRAKIRLAR

Peygamberlerin de miras bırakabildiklerinin delili aşağıdaki ayetin genel anlamıdır:

“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana- babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır.”[46]

“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder...”[47] miras ayetinin sonuna kadar.

Bütün bu ayetler genel anlamı ile Peygamber (s.a.a)’i ve ondan aşağı makamdaki tüm fertleri de kapsamaktadır. Aynen oruç ayeti gibi:

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.”[48]

Ayetin devamı şöyledir: “Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder.”[49]

Aynen şu ayet gibi: “Allah size ancak ölüyü (leşi)... haram kıldı.”[50]

Ve diğer fıkıhsal ayetler. Bu hükümlerde Peygamber (s.a.a)’le diğer Müslüman fertler arasında hiçbir fark yoktur. Ama şu farkla ki bu ayetlerin muhatabı Hz. Peygamber (s.a.a)’dir. Sebebi ise ilk olarak onun amel etmesi, daha sonra diğerlerine duyurması içindir. Bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.a) şer’i hükme uymada diğerlerinden daha önceliklidir.

Genel olarak Peygamber (s.a.a)’i de kapsayan ayetlerden birisi de şu ayettir: “Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (varis olmağa) daha uygundur.”[51]

Allah (c.c) bu ayette miras hakkını herkesten önce vefat eden şahısın en yakın akrabalarına mahsus kılmıştır. Miras hakkı Cebrail (a.s) tarafından Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’e ilan edilmeden önce dindeki velayet hukukunun bir parçasıydı. Ama Allah (c.c) İslam ve Müslümanları aziz kıldıktan sonra daha önceleri miras hakkı olan kimselerin payları iptal edildi. Böylece miras hakkı vefat eden şahısın yakın akrabaları ile sınırlandırılmış oldu. Elbette yakın akrabalar hususunda da yakınlık derecesi gözetilmiştir. Bu konuda Hz. Resulullah da istisna edilmemiştir. Aşağıdaki ayet-i kerimeye dikkat ediniz.

“Hani o gizli bir sesle Rabbine niyaz etmişti: Rabbim! Dedi, benden (vücudumdan), kemiklerim zayıfladı... Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli (oğul) ver. Ki o bana varis olsun; Yakup hanedanına da varis olsun. Rabbim onu rızana layık kıl.”[52]

Hz. Zehra (a.s) ve onun evlatlarından olan imamlar bu ayeti delil getirerek peygamberlerin de mal mirası bıraktıklarını veya miras aldıklarını söylemişlerdir. Bu ayette geçen irs (miras bırakılan şey) ilim ve nübüvvet değil bilakis “mal”dır.


Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin