(Muhtasar-ı Kurtubî) doksanaltıncı sahîfesinde diyor ki, (Ce-
-313-
hennemdekilerin hepsi çıkacak. Cehennemin hepsi boş kalacak diyenler, Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere karşı gelmiş oluyorlar. Cehennem azâbının kâfirlere ebedî olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri ve âdil imâmlar sözbirliği ile bildirdiler. (Nisâ) sûresinin 169.cu âyetinde, (Kâfirler Cehennemde ebedî kalacaklardır) buyuruldu. (Mü’minlerin yolundan ayrılanları Cehenneme atarız) meâlindeki âyet-i kerîmeler, bunlara cevâbdır. Mü’minlerden günâhı çok olanların bulundukları Cehennemin birinci tabakası boşalacakdır. Kâfirlerin bulundukları başka tabakaları hiç boşalmıyacakdır. Mü’minler şefâ’ate kavuşarak azâbdan kurtulacak, yalnız bunların yerleri boşalıp, Cehennemin yalnız birinci tabakasının dibinde otlar bitecekdir. İmâm-ı Kurtubî yukardaki hadîsin (Mevkûf) olduğunu yazıyor. Resûlullahdan işitildiği bildirilmemişdir, diyor. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de, Cehennemin kapıları hiç açılmaz. Kâfirler Cehennemde ebedî kalırlar, diyor. Cehennemden çıkılacak diyenler, mü’minlerin çıkacaklarını bildirmişlerdir.) İbni Teymiyye, mü’minlerin Cehennemden çıkacaklarını bildiren Hadîs-i şerîfleri kâfirlere teşmîl ederek, âyet-i kerîmeleri ve tevâtür ile icmâ’ı inkâr etmiş oluyor. Ehl-i sünnet âlimlerine kâfir demek, insanın küfrüne sebeb olur. Selef-i sâlihînin başka başka te’vîl yapmadıkları âyetleri ve tevâtür hâsıl olmuş hadîsleri inkâr etmenin küfr olduğu (Redd-ül-muhtâr)da (Kâdîlık) bahsinde de yazılıdır. Tancalı (İbni Battûta) adı ile meşhûr olan mâlikî âlimlerinden Muhammed bin Abdüllah, (Tuhfetünnüzzâr) târîhini İbni Cezî adındaki kâtibine yazdırmış, bu kitâb çeşidli dillere terceme edilmişdir. Türkçeye ikinci tercemeyi Muhammed Şerîf beğ yapmış ve 1335 [m. 1917] yılında İstanbulda basılmışdır. Bunun 9. cu sahîfesi sonunda (İbni Teymiyyenin ilmi çokdu. Fekat, aklında bozukluk vardı) diyorlar. İslâmiyyete uymıyan çeşidli sözlerini bildiriyorlar. Meselâ (Şâmda idim. Cum’a nemâzında idim. İbni Teymiyye hutbe okudukdan sonra, benim şimdi indiğim gibi, cenâb-ı Allah dünyâ göküne iner diyerek merdivenlerden indi. Mâlikî âlimi (İbni Zehrâ) bu sözün kötülüğünü cemâ’ate uzun anlatdı. Cemâ’atin çoğu câhil olup, İbni Teymiyyeyi hak yolda sanıyor. Onun yaldızlı sözlerini çok seviyorlardı. Bu mâlikî âliminin sözü ile İbni Teymiyyenin üzerine yürüdüler. Elleri ile, na’lınları ile döğdüler. Yere yıkıldı. Sarığı düşdü. İpek takkesi meydâna çıkdı. Bunu behâne ederek, hanbelî kâdîsına götürdüler. Kâdî tarafından habs ve ta’zîr olundu. Mâlikî ve şâfi’î âlimleri, bu ta’zîrin haksız olduğunu söylediler. İş, melik Nâsıra intikâl etdi. Kurulan âlimler heyeti, İbni Teymiyyenin fitne çıkardığına karar verdi. Sultânın emri ile, Şâmda habs edildi) diyor. İbni Battûtanın bu yazısı, Yûsüf-i Neb-
-314-
hânînin (Cevâhir-ül-bihâr) kitâbında, Abdülganî Nablüsî isminde de yazılıdır. Zemânının âlimlerince ve bütün müslimânlarca sapıklığı anlaşılmış ve cezâsı verilmiş olan bir kimseyi mezheb imâmlarımızın üstüne çıkaranlara ve bunlara inananlara, Allahü teâlâ dirâyet ve hidâyet ihsân eylesin. Müslimân yavrularını sapıklara aldanmakdan korusun! Âmîn.
İbni Hacer “rahime-hullahü teâlâ” hazretleri, (Cevher-ül-munzam) kitâbında buyuruyor ki, İbni Teymiyyenin hurâfelerinden, saçmalarından biri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile istigâse, tevessül olunmasını inkârıdır. Ondan önce hiçbir islâm âlimi böyle söylemedi. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” bildiriyorlar ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile her zemân tevessül etmek çok iyidir. Yaratılmadan önce ve yaratıldıkdan sonra, dünyâda da, âhiretde de, Onunla tevessül olunur. Yaratılmadan önce Onunla tevessül olunacağını gösteren şeylerden biri, Peygamberlerin ve ümmetlerindeki Velîlerin Onunla tevessül etmiş olduklarıdır. İbni Teymiyyenin iftirâ olan sözü ise hiçbir asla ve esâsa dayanmamakdadır. Hadîs âlimlerinden Hâkim-i Nişâpûrînin bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Âdem “aleyhisselâm” hatâ edince, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hakkı için beni afv ve mağfiret et dedi. Allahü teâlâ da, Muhammed aleyhisselâmı dahâ yaratmış değilim. Sen Onu nasıl tanıdın buyurdu. O da, yâ Rabbî! Beni yaratıp rûh verdiğin zemân, başımı kaldırdım. Arşın kenârlarında, lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah yazılmış gördüm. Kullarının içinde en çok sevdiğinin ismini, kendi isminin yanınakoymuş olduğundan anladım dedi. Allahü teâlâ da, yâ Âdem! Doğru söyledin. Kullarım arasında en çok sevdiğim Odur. Onun hakkı için benden afv dileyince, seni hemen afv etdim. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı seni yaratmazdım buyurdu) buyurulmuşdur. Burada Muhammed aleyhisselâmın hakkı demek, Allahü teâlânın Onu çok sevmesi, Ona çok kıymet vermesi demekdir. Yâhud, Onun başka kullar üzerinde olan hakkı demekdir. Yâhud da, Allahü teâlânın Ona ihsân ederek, Onun için kendi üzerinde tanıdığı hak demekdir. Bunun gibi, bir Hadîs-i şerîfde, kulların Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir? diye soruldukda, (Burada hak demek, lâzım, vâcib olan şey demek değildir.) buyurulmuşdur. Çünki, Allahü teâlânın hiçbirşeyi yapması lâzım, vâcib değildir. Dilerse yapar. Dilemezse, yapmaz. Allahü teâlâdan Resûlullah hakkı için bir dilekde bulunmak, Resûlullah için istemek değildir ki, buna şirk denilsin. Allahü teâlâ Resûlünü çok sevdiğini, Ona yüksek mertebe verdiğini bildiriyor. İşte bu sevginin, bu yüksek derecenin hakkı, ya’nî hurmeti, kıymeti için, Allahü teâlâdan iste-
-315-
nilmekdedir. Allahü teâlânın, Resûlüne olan ikrâmlarından, ihsânlarından biri de şudur ki, ya’nî Onun hakkı için, Onun yüksek derecesi için yapılan düâları kabûl buyurur. Buna inanmıyanın bu ni’metden mahrûm kalması, kendisi için en büyük zarardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile, hayâtda olduğu zemân da tevessül edilmişdir. Nesâî ve Tirmüzî bildiriyorlar ki, Resûlullahın yanına bir a’mâ geldi. Gözlerinin açılması için düâ etmesini diledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona (İstersen düâ edeyim, istersen sabr et. Sabr etmek, senin için dahâ iyi olur) buyurdu. Düâ etmeni istiyorum. Beni güdecek kimsem yokdur. Çok sıkılıyorum deyince, (İyi bir abdest al! Sonra bu düâyı oku!) buyurdu. Düânın tercemesi şudur: (Yâ Rabbî! İnsanlara rahmet olarak gönderdiğin sevgili Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden istiyorum! Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Dileğimin hâsıl olması için Rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allahım! Onu bana şefâ’atci eyle!) Bunu imâm-ı Beyhekî de haber veriyor. Ayrıca (kalkdı, gözleri görerek gitdi) de diyor. Bu düâyı okumağı ona Resûlullah öğretdi. Kendisi düâ buyurmadı. Onun teveccüh eylemesini, yalvarmasını, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile istigâse etmesini, dilediğinin böyle hâsıl olmasını arzû buyurdu. Resûlullah hayâtda iken de, vefâtından sonra da kendisi ile istigâse olunurdu. Selef-i sâlihîn, Resûlullahın vefâtından sonra bu düâyı çok okumuş, bununla murâdlarına kavuşmuşlardır. Halîfe Osmân “radıyallahü anh” birinin bir dileğini kabûl buyurmuyordu. Bu kimse, Eshâbdan Osmân bin Hanîf hazretlerine gelip, yardım etmesini istedikde, ona bu düâyı okumasını öğretdi. Okuyup da, halîfenin yanına gidince, dileğinin kabûl olunduğunu Taberânî ve Beyhekî haber vermekdedirler. Taberânînin haber verdiği bir Hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” düâ ederken, (Peygamberinin ve Ondan önce gelen Peygamberlerin hakkı için) buyururdu. Resûlullah ile veyâ başka Peygamberler veyâ Velîler ile (Teveccüh) etmek, (Tevessül) etmek, (İstigâse) etmek ve (Teşeffu’) etmek, hep aynı şey demekdir. Ameller ile, ibâdetler ile tevessül etmenin câiz olduğunu islâmiyyet bildirmişdir. Eski zemânda, bir mağaraya girip kapalı kalmış olanların, Allah için yapmış oldukları hâlis işlerini söyliyerek yalvardıkları zemân, mağara ağzını tıkamış olan taşın açılarak kurtulduklarını Hadîs-i şerîf haber veriyor. İşleri vesîle ederek yapılan düâ kabûl olunca, işlerin en iyilerini yapanları vesîle ederek yapılan düâlar elbette kabûl olur. Ömer-übnül-Hattâb “radıyallahü anh”, hazret-i Abbâsı vesîle ederek yağmur düâsı yapdı. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri buna karşı birşey demedi. Resûlullahı ve Onun mubârek kabrini vesîle etme-
-316-
yip, hazret-i Abbâsı vesîle etmesi, kendini çok aşağı bildiği ve Resûlullahın akrabâsını kendinden üstün gördüğü için idi. Hazret-i Abbâs ile tevessül etmesi, aslında Resûlullah ile tevessül etmekdir. Tevessül, teveccüh ve istigâse sözleri, kendisi ile teveccüh, istigâse edilen kimsenin her zemân, teveccüh ve istigâse edenlerden dahâ üstün tutulduğunu gösteriyor denilemez. Resûlullah, bir düâsının kabûl olması için, Mekke muhâcirlerini vesîle yapmışdır. İstigâse, birisinden birşey istemek için, bunun çok sevdiği bir kimseden yardım istemekdir. Ya’nî bu kimse vâsıtası ile istemekdir. Bu kimse vâsıtası ile istenince, o şeye kavuşmak kolay olur. Düânın kabûl olması için, Resûlullah ile veyâ kabrdeki bir Velî ile istigâse olunur. Böylece düâ kabûl olunur. Düâyı kabûl eden, yalnız Allahü teâlâdır. Buna sebeb, vesîle olan, Peygamberdir. Allahü teâlâ, hakîkî gavsdır. Resûlullah, mecâzî gavs olmakdadır. Buhârînin haber verdiği Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, önce Âdem ile, sonra Mûsâ ile ve sonra Muhammed aleyhimüsselâm ile istigâse ederler) buyuruldu. Bundan başka, Resûlullah ile tevessül, istigâse etmek demek, Onun düâ etmesini istemek demekdir. Çünki O, kabrinde diridir, istiyenin istediğini anlar. Sahîh haberde bildirildi ki: (Emîr-ülmü’minîn Ömer “radıyallahü anh” zemânında kaht [kıtlık] oldu. Eshâb-ı kirâmdan birisi, Resûlullahın kabri yanına gelip, yâ Resûlallah! Ümmetine yağmur yağması için düâ eyle! Ümmetin helâk olmak üzeredir, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, buna rü’yâda görünüp yağmur yağacağını haber verdi. Öyle de oldu. Rü’yâda ayrıca (Ömere git, Selâm söyle! Yağmur yağacağını müjdele. Keys ile hareket etmesini söyle!) de buyurdu. Keys, yumuşak davranmakdır. Ömer “radıyallahü anh” sert idi. Dînin emrlerini yerine getirmekde şiddet gösterirdi. Bu kimse, Halîfenin yanına geldi. Olanı anlatdı. Halîfe dinledi ve ağladı. Bir habere göre rü’yâyı gören, Eshâbdan Bilâl bin Hâris Müzenî idi. Burada, rü’yâyı değil, Sahâbînin, Resûlullahın kabrine gelerek tevessül etmiş olduğunu bildirmek istiyoruz. Görülüyor ki, Resûlullahdan, hayâtda iken olduğu gibi vefâtından sonra da, dileklerin hâsıl olmaları için düâ buyurması istenilir. Onun düâ ve şefâ’at etmesi ile dilekler hâsıl olduğu gibi, hayâta gelmeden önce ve hayâtda iken ve vefâtından sonra, Onu vesîle ederek yapılan düâ ve tevessüller de kabûl olmakdadırlar. Kıyâmet günü de ümmeti için Rabbinden, şefâ’atde bulunacak ve şefâ’ati kabûl olunacakdır. Böyle olduğunu, islâm âlimleri (İcmâ’) ile ya’nî sözbirliği ile bildirmişlerdir. Abdüllah ibni Abbâsın “radıyallahü anhümâ” bildirdiği Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma, yâ Îsâ! Muhammed aleyhisselâma îmân et! Senin ümmetinden, Onun zemânına
-317-
yetişecek olanların, Ona îmân etmeleri için de ümmetine emr et! Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Âdem Peygamberi yaratmazdım. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Cenneti, Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yaratdım. Hareket etdi. Üzerine, Lâ ilâhe illallah yazınca durdu, buyurdu.) Bu Hadîs-i şerîfi, Hâkim sahîh senedlerle haber vermişdir. Böyle yüksek derece ve ölçülemiyecek kadar çok kıymetli olan ve mevlâsının ni’metlerine kavuşmuş bir Peygamberi vesîle ederek Onun şefâ’atini dileyerek yapılan düâ kabûl olmaz mı? (Cevher-ül-munzam)ın yazısı (Şevâhid-ül-hak)dan alınarak buraya kadar terceme edildi. Nûh, İbrâhîm ve diğer Peygamberlerin de Muhammed aleyhisselâmı vesîle ederek yapdıkları düâlar, tefsîr kitâblarında yazılıdır.
(Şevâhid-ül-hak) İmâm-ı Sübkîden alarak diyor ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile tevessül etmek iki dürlü olur: Birincisi, Onun yüksek mertebesi, bereketi için Allahü teâlâdan istemekdir. Böyle düâ ederken, (tevessül), (istigâse) ve (teşeffu’) sözlerinden herbiri kullanılabilir. Üçü de, aynı şeyi bildirmekdedir. Bu kelimeleri söyliyerek düâ eden, Resûlullahı vesîle ederek, Allahü teâlâdan istemekdedir. Onu vâsıta kılarak Allahü teâlâdan istigâse etmekdedir. Dünyâ işlerinde de, bir kimseden, onun çok sevdiğini vesîle ederek birşey istenilince, hemen vermekdedir. Tevessülün ikincisi, dileğe kavuşmak için, Resûlullahın Allahü teâlâya düâ etmesini, Ondan istemekdir. Çünki O, kabrinde diridir. İstenileni anlar ve Allahü teâlâdan ister. Kıyâmet günü de şefâ’at etmesi istenilecek ve şefâ’at edecekdir ve şefâ’ati kabûl olunacakdır.
(Şevâhid-ül-hak)da, Şihâbüddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinden alarak buyuruyor ki, (Peygamberler ve Velîler öldükden sonra da, kendileri ile tevessül, istigâse olunur. Peygamberler ölünce mu’cizeleri bitmez. Velîler ölünce de, kerâmetleri kesilmez. Peygamberlerin mezârda diri olduklarını, nemâz kıldıklarını, hâc yapdıklarını, Hadîs-i şerîfler açıkca bildirmekdedir. Şehîdlerin de diri oldukları, kâfirlerle harb ederken, yardım etdikleri bilinmekdedir).
43 - İslâmiyyete en büyük düşmânın, müşrikler ile yehûdîler olduğu, (Mâide sûresi)nin seksenikinci âyetinde açıkca bildirilmişdir. İslâmiyyeti içerden yıkmak için, ilk fitneyi çıkaran yehûdî, Yemenli Abdüllah bin Sebe’dir. Hakîkî müslimân olan (Ehl-i sünnet)e karşı, (Şî’î) fırkasını kurdu. Şî’îlerin en bozuk fırkası (Nusayrî)lerdir. Bu kâfirler, Allah Alîye ve çocuklarına hulûl etmişdir, esrârı yalnız bunlar bilir, diyorlar. İkinci cihân harbinden sonra,
-318-
Hâfız Esad isminde bir Nusayrî, sapık, Şâmda kanlı bir ihtilâl ile Sûriye devlet reîsliğini ele geçirdi. İlk iş olarak, Hama ve Humus şehrlerinde katlî-am yaparak, binlerce sünnî müslimânı şehîd eyledi. İngiliz hükûmeti, yehûdîler ile anlaşarak, islâmiyyet ile mücâdele etmek için, Londrada (Müstemlekeler nezâreti) kuruldu. [İngiliz hükûmetinin papazların emrinde olduğunu, İngiltereyi papazların idâre etdiğini kitâbımızın başında bildirmişdik. Hıristiyanlardan, Îsâ aleyhisselâmda ülûhiyyet sıfatları bulunduğuna inananların ve bunun için kendisine ve heykellerine tapınanların, müşrik olduklarını da yazmışdık.] Burada, yehûdî hîleleri öğretilip, her memlekete gönderilen câsûslardan Hemfer, 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada avladığı Necdli Muhammedi, senelerce aldatarak, (Vehhâbî) fırkasını kurdular. Bu husûsda, (İngiliz câsûsunun i’tirâfları) kitâbımızda geniş bilgi vardır.
Muhammed bin Abdülvehhâb, ibni Teymiyyenin ve talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyyenin kitâblarını okuyarak, Hemferden öğrendiği, bölücü bilgilerini artdırdı.
1206 [m. 1792] senesinde vefât eden Muhammed bin Abdülvehhâbın yolunda gidenlere (Necdî) ve (Vehhâbî) denir. (Fırka-i mel’ûne) de denilmekdedir. Beşinci sahîfeye bakınız! Abdülvehhâb oğlu diyor ki:
(Altıyüz seneden beri dünyâya yayılmış olan müslimânların hepsi müşrik imiş, kâfir imiş. Doğrudan doğruya Allaha ibâdet etmek farz olduğundan, ibâdet için, birşey vesîle edilmez. Allahdan başkasına düâ etmek, yardım istemek, şirk olur ve hiç afv edilmez. Peygamberlerden ve Evliyâdan birini söyliyerek bunlardan yardım isteyenler ve türbelere, adak ve sadaka ve başka şeyler yaparak hürmet edenler hep müşrikdir. Biz onların şefâ’atini umarız. Allahü teâlâya yaklaşmak için, onları vesîle yapıyoruz demeleri, onları şirkden kurtarmaz. Resûlullahın zemânındaki müşrikler de, sıkışınca yalnız Allaha düâ eder. Allaha yalvarırlardı. Râhata kavuşdukları zemân, meleklere, Evliyâya ve putlara düâ ederlerdi. Şimdiki müşrikler de sıkışdıkları zemân filân pîre, falan şeyhe yalvarıyorlar. Bu müşrikler, eski müşriklerden dahâ kötüdürler. Bir şeyhe yalvaran müşrikler şöyle dursun, yâ Resûlallah, bana şefâ’at et, imdâdıma yetiş diyenler de kâfir olur).
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, buna cevâblar yazarak, bunun yanlış yolda olduğunu bildirdiler. Muhammedin kardeşi olan Abdülvehhâb oğlu Süleymân da, bunu kötüliyen büyük bir kitâb yazdı. (Savâık-ı ilâhiyye) ismindeki bu kitâb İstanbulda basdırılmışdır. Basra âlimlerinden Kabânî ismi ile
-319-
anılan meşhûr molla Alî bin Ahmed Basrî şâfi’înin, (Fasl-ül-hitâb) ve (Keşf-ül-hicâb) kitâbları, bunun doğru yoldan sapdığını isbât etmekdedir. Ahmed Kabânî 1235 [m. 1819] da vefât etdi.
(Delâil-i hayrât) kitâbında, Seyyidinâ, Mevlânâ gibi kelimeler bulunduğu için, bu kitâbı yakdırdı. Hâlbuki, sultân ikinci Abdülhamîd Hân, hergün Delâil-i hayrât okurdu. Abdülvehhâb oğlu, elimden gelseydi, Hücre-i se’âdeti yıkardım. Kâ’be üstündeki altın oluğu atar, yerine tahta oluk kordum derdi. Kendisine inanmıyanlara kâfir derdi. Ömer bin Fârıd ile Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kâfir olduklarını söylerdi. (Ümmetimin mezheblere ayrılması rahmetdir) Hadîs-i şerîfi ile alay ederdi. Vakflara inanmaz, islâmiyyetde evkâf yokdur derdi. Kâdîların, hâkimlerin aldıkları ma’âş rüşvetdir derdi. Kabânî Alî efendi, bunlara birer birer cevâb yazmış, hepsini vesîkalarla çürütmüşdür.
İbni Teymiyye, nehr, kaplıca, kaynarca, ağaç, dağ ve mağara gibi yerlere şifâ için gitmek, mezârlara adak yapmak, hep günâhdır, derdi. Kabr ziyâreti ve türbelerde kurban kesilmesi ve ölülerden yardım istenmesi şirkdir derdi.
Ehl-i sünnet âlimlerine göre, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kabrini ziyâret etmek sünnetdir. Vâcib diyenler de oldu. İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde diyor ki, (İbni Teymiyyeden önce, hiçbir âlim kabr ziyâretini yasak etmedi. O, yeni bir bid’at çıkardı. Bütün müslimânların gözünden düşdü). Müslimdeki Hadîs-i şerîfde, (Kabr ziyâretini yasak etmişdim. Şimdiden sonra, ziyâret ediniz!) buyuruldu. Necmeddîn Ömer bin Haccî (Elcevâb fî reddi alâ İbni Teymiyye) kitâbında türbeleri ziyâret etmek câiz olduğunu isbât etmekde ve İbni Teymiyyeyi kuvvetli delîllerle red etmekdedir. Burhaneddîn İbrâhîm bin Muhammed de, aynı ismde güzel bir kitâb yazmışdır. Bu iki kitâb, Süleymâniyye kütübhânesi, Beşir Ağa kısmında mevcûddur.
Abdülvehhâb oğlu, İbni Teymiyyenin yasak dediği şeylere küfrdür dedi. Türbelere adak yapanlara, türbelerde düâ edenlere, etrâfında dönenlere, örtüsünü öpenlere, toprak alanlara ve Evliyâdan “rahime-hümullahü teâlâ” yardım istiyenlere kâfir dedi. Bunları yapanlara kâfir demiyenler de kâfir olur dedi. (Keşf-üşşübühât) kitâbında, (Şefâ’at, yâhud Allaha yakınlık niyyeti ile Peygamberlere, Evliyâya istigâse, ya’nî tevessül edenlerin kanları ve malları halâldır) diyerek müslimânları öldürmeği, mallarını yağma etmeği emr etmekdedir. Bu kitâbı türkçeye de çevrilmişdir. Hâlbuki, dinde zarûrî olarak bilinen şeylere, meselâ Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, beş vakt nemâzın farz olduğuna inanmı-
-320-
yan kâfir olur. Yoksa, açık bildirilmiş olan şeylere inanan bir müslimâna, bir şübhe ile kâfir denilemez. İbni Teymiyye de; bunlara şirk demiş ise de, küçük şirk demek istemişdi. Abdülvehhâb oğlu Muhammed ise, küfr demek olan şirkdir diyor. Putlara tapınmak şirkdir. Buna açık şirk denir. (Şirk-i hafî) denilen gizli şirk ise, Allahü teâlâdan başkasından birşey istemekdir. İnsanlar, bu gizli şirkden kurtulamaz. Peygamberler “aleyhimüsselâm” bile, bu şirkden kurtulmak için, Allahü teâlâya yalvarmışlardır. Bu gizli şirkin çeşidleri vardır. Nefse, şehvete uymak, gizli şirk olduğu gibi, riyâ da, şirk-i hafîdir. Gizli şirk, ibâdetin sevâbını giderir. Fekat, (Riyâ yapan kâfir olur; bunu öldürmek, mallarını almak halâl olur) diyen hiçbir âlim yokdur.
Güneşe, aya, yıldızlara, putlara, heykellere tapınarak secde etmek küfrdür. Başka şeylere, tapınmadan saygı secdesi yapmak küfr değildir. Günâhdır. Bir şeye tapınarak onun için kurban kesmek de küfrdür. Fekat, Allahü teâlâya tapınıp da, başka şeylere tapınmadan kurban kesmek, küfr olmaz. Harâm olur. (İbâdet) etmek, ya’nî tapınmak demek, her fâidenin, her zararın ondan geldiğine, herşeyi onun yapdığına inanarak, ona yalvarmak demekdir. Allahü teâlâya tapınanların türbelerden toprak almaları, türbe etrâfında dönmeleri mekrûh olur denilmişdir. Vehhâbînin kitâbı ise, bunların hepsine şirk ve küfr diyor. Gelmiş geçmiş milyonlarca müslimâna kâfir diyor. Müseyleme-i kezzâb ile gazâ ederken şehîd olanların mezârlarını, tanınarak Fâtiha okunması için bir arşın kadar yüksek yapdıklarından dolayı, Eshâb-ı kirâma da “rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecma’în” dil uzatıyor. Bu yazıları Müseylemeci olduğunu göstermekdedir.
Mezârlar üzerine türbe, câmi’lere minâre yapmak, kaşık ile yimek bid’atdir dediler. Kerbelâdaki hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anh” türbesini yıkıp, içindeki milyonlar değerinde kıymetli eşyâyı yağma etdiler. Tâif şehrini yakıp, yıkıp, kadın, çocuk demeyip, Ehl-i sünneti öldürdüler. Mallarını yağma etdiler. Buhârî ve Müslim gibi en kıymetli kitâblar, birçok hadîs, fıkh ve her fenden binlerce kitâb, ayaklar altında kaldı. İçlerinde Kur’ân-ı kerîm de vardı. Korkudan bunları kimse kaldıramıyordu. Yerleri bile kazıp mal aradılar. Şehri yangın yerine çevirdiler. Mekke-i mükerremedeki türbeleri yıkdılar. Mevlidinnebî olan evi ve hazret-i Ebû Bekrle hazret-i Ömerin ve hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” mevlidleri olan mubârek yerleri yıkdılar. Müezzinlerin ezândan sonra salât ve selâm okumalarına şirk dediler. Sigara kutularını ve çalgıları yakdılar. Vehhâbîlerin Ta’îfdeki müsli-
-321-
mânlara yapdıkları zulmler ve işkenceler, (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının 338.ci sahîfesinde uzun yazılıdır.
(Sizlere fâide ve zararı olmıyan, Allahdan başkasına düâ etmeyiniz) ve (Allahü teâlâ ile birlikde başkasına düâ etmeyiniz!) meâllerindeki âyet-i kerîmeleri ve (Düâ, ibâdetin özüdür) Hadîs-i şerîfini göstererek, Allahdan başkasından birşey istiyen kâfir olur dediler. Hâlbuki, âyet-i kerîmede yasak edilen düâ, ilm dilinde kullanılan düâ demekdir. Ya’nî tapınarak yapılan düâdır. Bu düâ, ancak Allahü teâlâya olur. Fekat, bir kimse, yalnız Allahü teâlâya tapınılacağını, yalnız Ona düâ edileceğini, Allahü teâlâdan başka kimsenin yaratıcı olmadığını, herşeyi Onun yapdığını bilerek, Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle eder, onların Allahü teâlânın sevgili kulları olduklarını ve Allahü teâlânın, onların rûhlarına, insanlara yardım edebilmek kuvvetini verdiğini düşünerek, rûhlardan yardım beklerse, câiz olur. Onlar, mezârlarında, bilmediğimiz bir hayâtla diridirler. Rûhlarına, kerâmetler ve tesarruf kuvveti ihsân edilmişdir. Böyle inanan kimseye müşrik denemez. Böyle olmakla berâber, müslimânlar, Evliyânın rûhlarından, kalblerinin temizlenmesini, feyz, ma’rifet ister. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden, onun kalbine kadar, kalbden kalbe akıp gelmiş olan bilgilerden, kendisine de vermesini ister. Mal, mevkı’ gibi dünyânın geçici şeylerini istemezler. Bunları düşünmezler bile.
Allahü teâlâ, (Zümer) sûresinde, (Allahü teâlâdan başka şeylere tapınanlar, bunlara ibâdetimiz, ancak Allahü teâlânın yanında bize şefâ’at etmeleri içindir derler) meâlindeki âyet-i kerîmede, bu sözlerinin onları Cehennemden kurtaramıyacağını bildiriyor. Ehl-i sünneti putlara tapınan kâfirlere benzeterek, Allahü teâlâya yaklaşmak için, Allahın sevgili kullarını vesîle yapıyoruz demeleri, onları şirkden kurtarmaz diyorlar. Evet, puta tapınanlar müşrik olduğu için, müşriklerin bu sözleri, kendilerini şirkin cezâsından kurtarmaz. Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle yaparak düâ etmek şirk değildir ki, Ehl-i sünnetin şirkden kurtulmağa ihtiyâcları olsun. Bir kimse, bir adamı kasden öldürse, mahkemede (Bu adamı öldürmeği düşünmemişdim. Adam öldürmenin suç olduğunu biliyordum) dese bu sözü dinlenmez. Cezâsı verilir. Hâlbuki, bu sözü doğrudur. Cezâsı, bu sözleri için değil, adam öldürdüğü için verilmişdir. Suçsuz birisi de, bu sözleri söylese, bunun bir düşmanı, bunu mahkemeye verip (Bu sözleri söylemiş olana cezâ vermişdiniz. Buna da cezâ verin!) dese, buna cezâ verilmez. Çünki, önceki kimseye verilen cezâ, adam öldürdüğü içindi. Kâfirlerin Cehenneme gitmeleri de, bu sözleri söyledikleri için değildir. Al-
Dostları ilə paylaş: |