Kurtuluş Yolu yöntemimizi on madde halinde paylaştık. Şimdi talibiyle, uygulamada önemli ve dikkat edilmesi gereken bazı hususları görelim.
Bir imanlının karşılaşmak istemediği olaylara "musibet" gözüyle bakması doğaldır. Musibet'in iyi anlaşılması ve mücadelemizde ondan yararlanmak için şimdi onunla ilgili dört temel tanımlama yapacağız, musibetle ilgili dört ana nokta için dikkat çekeceğiz:
BİR: "Musibet" denildiğinde birisi şudur ki; Amentü Billahi demiş olanın, Billahi algı gayretinde olanın, Billahi anlamında iman edenin karşılaşmak istemediği olaylar onun için musibettir, musibetin bir tarifi budur: İmanlının karşılaşmak istemediği olaylar o kişiye göre musibettir.
İKİ: Oysa: İnsanın başına gelen en önemli musibet "DȗniHİ algı"dır. "Esas Musibet" kişinin kendisini içinde bulduğu DȗniHİ algıdır.
ÜÇ: Şimdi musibetin ne olmadığı üzerinden bir başka tarif yapıyoruz. DȗniHİ algının bir musibet olduğunu fark eden, artık musibet olarak bunu gören bilir ki; musibet Esfele Safiliyn'in hoşuna gitmeyen şeyler değildir. Öyle zannediliyor ama değildir, bu yaklaşım Kur’an'a uygun da değildir, yanlıştır. Çünkü; DȗniHİ algıda yaşayan Esfele Safiliyn bir kişi, o algı ve zann'larıyla yaşarken beğenmediği, arzu etmediği şeylere "musibet" diyor ve o musibetlerle ilgili de Kur’ân'da çare arıyor. Kur’ân onun musibet diye anladığına musibet demiyor ki. "Senin her halin musibet" diyor. Diğeri musibet içinde musibettir.
DÖRT: Hal böyle olunca; yani, musibet dediklerinin gerçek musibetle ilişkisinin olmadığını, asıl musibetin DȗniHİ algı ve zann'ları olduğunu anlayan Talib Kur'an'a döner, ondan bir çare arar. Ve bulur inşaAllah.
"B" imanında olanın musibet dediklerini tanımladık. Billahi algıda olan kul karşılaşmak istemediği şeylere musibet gibi bakar, ama Billahi kapsamında olduğu için Rabbi ona çok destek verir. Bu yüzden de o hal onunla Rabbi arasında çok ayrı bir muhabbettir. Bu iş için Allah "Kulum neyi sevmiyorsa Ben onu sevmem" diyor. Fark eden kul için bu ayrı bir iştir, bu o kula göre özel bir muhabbet işidir... Ama bir tarif daha yaptık, dedik ki: Esfele Safiliyn'de yaşayanlar da hoşuna gitmeyen şeylere "musibet" derler. Ancak bu tarif bizi ilgilendirmiyor. Bu da bir tariftir ama bizim için değildir. Biz konumuz olan dȗniHİ algı ile ilgili olan "esas musibet" tarifine talibiz: Başına gelen esas musibetin DȗniHİ algı ve zann'ları olduğunu fark eden Talib, musibetin esas tarifine şimdi ulaşmıştır. Öğrenir ki; musibet, kendisini Allah’tan uzak düşüren her şeydir. Onu ne perdeliyorsa onun için o musibettir; zenginlikse zenginlik, güzellikse güzellik... Fizyonomisi öyle güzel insanlar vardır ki, onunla ulaştıkları ün, şöhret ve hayat tarzları yüzünden Allah’tan uzak düşüyorlar. Çok yakışıklı, çok güzel görülen o insanlara özenle bakanları Hz. İsa aleyhisselam efendimiz uyarmıştır: Neyine özeniyorsunuz, bunların çoğu yanacak! Çünkü onlar o güzellikle perdelenmişler. Hz. Yusuf aleyhisselam'ı da düşünün, o da çok güzel; ama Billahi anlamda yaşıyor, o algıda! Demek ki, Allah’tan uzak düşürmeyen önemli! Allah’tan uzaklaştırıyorsa o musibettir. İnanın ki; bu gerçeği görmüşseniz, ahirette o sağlığı bile istemezsiniz. Seni Allah’tan uzaklaştıranın sağlığın olduğunu ve onun musibet olduğunu görünce onu bile istemezsin... Dolayısıyla, yaşarken bir şeye "şu musibettir" etiketi yapıştırılamaz, adı böyle konulamaz, çünkü herkese göre musibet değişir. Ama genel tarif değişmez: Kulu Allah’tan uzak düşüren herşey musibettir. Ve nihayet kişi dedi ki: Benim için musibet DȗniHİ algı ve zann'larıdır. Hal böyle olunca, kul musibeti öğrenince döner Kur’an'dan çare arar, kurtuluş için yolu ayetlerde arar:
“Onlar ki kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman "İnnâ Lillahi ve innâ ileyHİ râciȗn" "Doğrusu biz Allah’a aidiz ve O'na dönücüleriz" derler.” (Bakara-156).
Musibete karşı bu öğüte dikkat edecek olursak: Onların "İnnâ Lillahi ve innâ ileyHİ râciȗn" demeleri tamamen Billahi algıdır ve sonuç olan da "İkan"dır. Kur'an bize "Billahi algı"yı çare olarak göstermektedir. Bir bakıma bize; "Sen dȗniHİ algıdan kurtul, çaren Billahi algıdır" demektedir.
Sorunu ne olursa olsun,Talib kişi sorununu duaya dönüştürüp o manada Kur’ân'a yönelirse, Kur'an'a bakarsa hemen hemen her okuduğu ayetin kendi sorununa cevap olan bir mealini bulur. Şimdi, bu yöntemle bir örnek uygulama yapalım. DȗniHİ algı musibetinden kurtulmak istiyoruz, bu kurtuluşu hedef yapıp, yani duaya dönüştürüp, o gözle Vel Asr Suresi'ne bakıyoruz:
“Yemin ederim O Asr'a ki; muhakkak ki, insan bir hüsran içindedir. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve Sabr'ı tavsiye edenler müstesna.” (Asr; 1-3).
"Asr" kelimesinin ifade ettiği birçok manadan birisi de, her insanın kendi zamanı, kendisinin ömrü, ona dünya hayatı için verilen mühletin zamanıdır. İşte bu insan kendisine tanınan bu dünya hayatı zamanı içerisinde bir hüsranın, bir musibetin içerisindedir. Bu musibet o insanın dȗniHi algısı ve ürettiği zann'larıdır. Ancak, bu hüsrandan kurtulmak istiyorsa hüsranına sebep olan algısını silmeli, Billahi anlamında bir iman ve bu imanı sürdürülebilir yapacak Billahi algı sahibi olmalı ve bu idrakına göre de bir hayat tarzı oluşturmalıdır. İnanan kardeşlerine ve devamlı olarak da kendisine "Müstakilen Var olan ve Muhtar olan ancak Vahid'ül Kahhar olan Allah’tır; bu durum onun Hakkı'dır" tavsiyesini, telkinini yapmalı ve Allah’ın, bu dȗniHi algı musibetinden kendilerini kurtarması için vereceği hükmü, sabrla beklemek gerektiğini tavsiyelerine eklemelidir.
Bu amaçla A'raf Suresi 205 ve 206. ayetlere bakalım. Secde ayetidir, inşaAllah fırsat bulduğunuzda secde yapınız.
“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam Rabbini an. Gafillerden olma. Muhakkak ki, Rabbinin indindekiler O'na kulluk etmekte müstekbir davranmazlar. O'nu tesbih ederler ve O'na secde ederler.” (A'raf; 205, 206).
Bu mealden konumuzla ilgili bir meal kompozisyonu oluşturalım: DȗniHi algı musibetinden kurtulabilme duasıyla Allah’a yalvarırken "dȗniHi algı'da kalmamalıyım" korkusunu da yaşar ve öğrendiği Billahi anlamının haşyetiyle ürperir; sabah-akşam, her an Billahi algı oluşturmak amacıyla Rabbini hep hatırında tutar, Rabbinin huzurunda durur. Böylece, "Rabbinin dışına atılmış algısı"ndan kurtulup Rabbiyle olanlar artık "müstakilen varım ve muhtarım" diyen bir müstakil vech ile Rablerine bakmazlar; "İşittik ve itaat ettik" hayatı yaşarlar. Allah’a "Sen Sübhan'sın" derler ve kendilerinde bu gerçeğe uymayan her şeyden sıyrılarak SübhanAllah’a teslim olurlar.
"SübhanAllah’a teslim olurlar" için bir küçük hatırlatma yapalım: DȗniHi algıda olan birisi, işte o algısı yüzünden İhlas'ı tarif edemez, Muhsin'i tarif edemez, İhsan'ı tarif edemez; SübhanAllah’ı da tarif edemez, Elhamdülillah'ı da tarif edemez. Çünkü dȗniHi algıdan tarif olmaz, hem o algıda olup hem de Allah’ı hakkıyla tarif edemezsiniz. DȗniHi algıda olanın "SübhanAllah" diyeceği hiçbir şey yoktur. "Neye sübhanAllah diyorsun?" diye sorsanız; neden ve neye söylediğini bilmez, tarif de edemez. "SübhanAllah"ı ancak Billahi algıdaki söyler, ona o ihtiyaç duyar. O idrakta kul yanlış düşünmekten korkar, çünkü ne yana baksa Vechullah'tır. "Allah’ı kayıt altına alacağım" diye korkar ve "SübhanAllah" diye seslenir. Bu yüzden; "İnşaAllah, MaşaAllah, SübhanAllah, ElhamdüLillah" Billahi algıda yaşayanın dilidir, bunlar onun sevdiği şeylerdir. Bundan rahatsız olan dȗniHi algıdadır. O duyunca rahatsız olur ve "bizim inşallahla maşallahla işimiz yok" diyerek tarafını belli eder. Doğru söylüyor; onun inşaAllah'la maşaAlllah'la işi yok! Peki, senin onunla ne işin var? O doğru söylüyor, "benim bunlarla işim yok" diyor. Senin Allah’la işin varsa onunla ne işin var? O ağzıyla söylüyor; "ben şeytanım" diyor: "Ben inşallahı maşallahı sevmem, nereden çıkarıyorsun bunları?" diyor. Çünkü: O manaları severek dile getirmek Billahi algı'nın işidir. O; olan her işi Allah’ın izniyle oluyor bildiği için MaşaAllah der. Yanlış yapmamak için SübhanAllah der: Her emri, her şeyi takdir edenin Allah olduğunu, takdir etme yetkisinin Allah’ta olduğunu bildiği için ElhamdüLillah der. Bu yüzden, Billahi algıda SübhanAllah'a teslim olmak ve SübhanAllah sığınışı çok önemlidir. O algıyla yaşayanın işidir o. Çünkü: "Dışarısı yok, dȗniHi değil" yaşanınca Allah'ı kayıt altına alma tehlikesi ile karşılaşılır, insan bundan korkar o zaman.
Ayetlerden örnekleri çoğaltabiliriz. Eğer siz dȗniHi algıdan kurtularak "Billahi algı ve ikânı"nı oluşturmak konusunda belge ararsanız tüm ayetleriyle karşımıza Kur’ân çıkar. Çünkü:
“Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki: "Haydi siz de onun misli on sure getirin. Dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettikleriniz) kim varsa çağırın. Eğer, sözlerinizde sadıklarsanız.” (Hud-13).
“De ki: "Onu Ruh'ul Kudüs, senin Rabbinden Bil-Hakk indirmiştir; iman edenlere sebat vermek ve müslimler için de hüdâ ve müjde diye.” (Nahl-102).
“Bu Kur’ân dȗnillahi (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) güçler tarafından uydurulmadı. Ancak, kendinden öncekileri tasdik eden ve (Ümmül) Kitab'ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, O Rabbül Alemiyn'dendir. Yoksa, "O'nu (Muhammed) uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Haydi siz de onun misli bir sure getirin. Dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) kim varsa çağırın. Eğer sözünüzde sadıklar iseniz." (Yunus; 37, 38).
“Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, haydi onun mislinden bir sure getirin. Eğer sadıklarsanız dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) şahitlerinizi de çağırın.” (El Bakara-23).
Billahi algı oluşturma yolunda bu anlattıklarımızı yaşarken dikkat edilmesi gereken bazı hususları da paylaşmak istiyorum. Bunlar düşündüğümüz zaman bize başka hususları açar, benzetir.
Bu önemli hususlardan birisi şudur: Talib, kendisindeki dȗniHİ algı sonucu, kendisini Allah’ın dışarısında müstakilen var ve muhtar zannederek Tanrılığını ilan edişini ret ettiği gibi, başka insanların dȗniHi algılarını ve tanrılıklarını da ret etmelidir. Burayı çok iyi yakalayalım. Talib kişi kendisinde inceledi, aradı, buldu ve "bunlar dȗniHi'dir, bunlar tanrısaldır, bunlar Allah’a karşı varlık güç gösterisidir" deyip onları reddedişi gibi diğer insanlardakini görünce de reddetmelidir. Aksi halde hedefe hiç bir zaman ulaşamaz.
ESAS BUĞZ sendeki veya başkasındaki dȗniHi olana yapılır. Eğer tüm dȗniHi'ler böyle ret edilmezse hedefe hiçbir zaman ulaşılamaz. Başkalarının dȗniHi algı ve zann'larıyla ortaya koydukları fikirler, eylemleri takdir etmek, onlara hayran olmak, özenmek hatta örnek göstermek tam manasıyla dȗniHİ algı ve iddiasını tasdiktir; "gizli tasdik"tir. Kendisinde ret ediyor ama başkasının dȗniHİ algıyla yaptığı "Ben Varım ve Muhtarım" iddiasına dayanan fikirleri, görüşleri, hareketleri ve davranışları takdir ediyor, başkasına da övüyor, hatta gizlice hayran! Talib'sen olmaz, yani başaramazsın. Billahi algıdaysan çevren de Billahi algıda olacak, her şeyin Billahi olacak yalnız kendin değil. Demek ki: Billahi algıyla yaşamak demek, kendin dışında da nerede dȗniHİ algı varsa, nerede Allah’ın Vahid'ül Kahhar oluşuna, Ehad oluşuna, Samed oluşuna karşı bir fikir, bir yorum, bir fiil varsa ona en azından buğz edecek, "ben katılmıyorum, bunlar küfürdür, bunlar İhlas Suresi'ne uymaz " diyecek. Bir de bunun yanında onlara hayran olmak, onları takdir etmek, birilerine "şunun gibi ol" deyip önermek dȗniHİ algı ile yaşıyor olmanın göstergesidir. Adam Efendimizin açıkladığı Allah'a inanmıyor, yani dȗniHİ algıda, ama onun yazdığı felsefi kitaplar elinden düşmüyor. Olmaz. Kendinde dȗniHİ algıyı reddettiğin gibi, kendinde "müstakilen varım ve muhtarım"a dayalı fikirleri reddettiğin gibi başkasınınkini de reddedeceksin. Hatta bir kimsenin dȗniHİ algısını kuvvetlendirecek, motive edecek veya kışkırtacak davranışlardan da sakınmak gerekir. "Çok önemli" dediğim husus budur. Bunları sadece kendinde reddetmen yeterli olmaz, çünkü bu reddediş ihlaslı değildir. Ayrıca şunu önemseyiniz; "reddetmek" onlarla yanlış bir savaşa girmek demek değildir.
Bunları okuyan Talib hemen der ki; ben bu reddi nasıl yaparım? "Bunu nasıl yapacağım acaba?" dediğinizde önemli olan önce niyettir, önce buna niyet etmektir. Sonra önünüze çıkan ama ayet ve hadislere uymayan şeyleri reddetmektir. Bunu yapınca, bu gayrette olunca artık sizde FURKAN açılacaktır, bunu gözünüzle göreceksiniz: Konu ne olursa olsun hemen Hakk'la Batıl'ı ayırabileceksiniz ve "Hakk'tan yana akıl" kendiliğinden çalışacaktır inşaAllah.
Talib; Hakk ile Batıl'ı çok hızlı ayıran, fark eden Furkan Sistemi'ni kendisinde geliştirmeli ve karşılaştığı dȗniHİ algı ve zann'larına karşı hemen buğz etmelidir. İdrak yükseltmek ve korunmak amacıyla Kâfirun Suresi'ne de Zikrullah olarak müracaat etmelidir. Salâtlarımıza veya Zikrullah olarak ödevlerimize koyarsak Kâfirun Suresi dȗnillah algı ve zann'larına karşı iyi bir hücumdur. Dȗnillah olana karşı hassasiyet (reddetmekle beraber hassasiyet) o kadar önemlidir ki, önemini ayetten öğreniyoruz:
“Dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) isimlendirdiklerine, dua ettiklerine sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini cazip gösterdik. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (En'am-108).
Öğüdümüzü aldık: Bir; buğz ve reddediş esnasında büyük bir hassasiyet lazımdır. İki; DȗniHİ algı ve zann'larıyla onur kırarak, rencide ederek gizlice kavga etmeler de yanlıştır. Tam aksine bu reddedişte, bu buğzda o kadar hassas davranacağız ki...
DȗniHi algı sahiplerini reddetmek, fikirlerine "katılmıyorum, kabul etmiyorum" demek başka şeydir, onlarla kavga etmek, onlara hakaret etmek başka şeydir. Ayet bize "onlara hassas davran, onun dȗniHİ yaşantısına küfretmeyin" diye uyarıyor: Onun yaşantısını dürtme, yoksa o da Allah’a küfreder. Böylece onu günaha sokmuş olursun. Bir de, onu günaha soktuğun, dürttüğün ve dȗniHİ algısında ısrarına sebep olduğun için yanlış yapmış olursun. Böyle yapmakla sen de dȗniHİ algıya bulaşmış olursun. Ayet uyarıyor: DȗniHİ olana bu kadar bile bulaşmayın.
Diğer bir husus, dȗniHİ algı ve zann'larıyla gerçekleştirilen bir davranışın, insanın kulvarını derhal dȗniHİ algı yönüne kaydırmasıdır. Siz çok büyük zorluklarla Billahi algıda durmaya çalışırken, dȗniHİ algıyla ilgili bir özentiniz, bir fiiliniz sizin her şeyinizi o algıya kaydırır, artık Billahi algıda kalamazsınız, duramazsınız:
“Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, mahiyetini bilmedikleri şeylere (putlara) pay ayırıyorlar. Allah’a andolsun ki; iftira etmekte olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Nahl-56).
“Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah’a pay ayırıp zanlarınca, "bu Allah’a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza)" dediler. Ortakları için ayrılan Allah’a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar.” (En'am-136).
Daha iyi anlayabilmemiz için Efendimiz (SAV) o dönemde bu ayetle ilgili bir açıklama yapıyor:
"Muhakkak ki; Allah, şöyle buyurdu: Ben ortağın hayrlı olanıyım. Her kim benimle beraber bir ortak koşarsa, o (ameller) ortağıma aittir (onu ortağıma bırakırım). Ey, insanlar! amellerinizi Allah’a halis kılınız. Çünkü; Allah, ancak kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder. "Bu Allah için bu da akrabalık hakkı için" demeyin; çünkü, o sadece akrabalık için olur, ondan Allah için hiçbir şey olmaz. Bu "Allah için ve sizin hatırınız için" demeyin; çünkü, o "sizin hatırınız için" denilen yerin olur, ondan Allah için birşey olmaz." (Hadis).
Hayatımızda bir işi halis yapmak, onu Allah'a halis kılmak çok önemlidir, ama halis olmak nedir? İhlaslı olmak (halis olmak) çoğu kere "samimi olmak" denilerek, anlaşılmaz ve uygulanamaz bir şekilde tarif ile geçiştirilmektedir. "Ben samimi değilim" diyen birsini hiç gördünüz mü, hiç böyle birisi çıkar mı? Münafık bile kendisini samimi biliyordur. Kulluğu Allah'a halis özellikte yapmak İHLASLI olmaktır. Bunun için de; ancak, dȗniHİ algı ve zann'ları karışmamış haller HALİS olur, buna "ihlaslı" deriz. Bu bakışla: "Allah’a halis kılınız" demek "dȗniHİ algı karıştırmayın" demektir, HALİS KILMAK budur. DȗniHİ algı ve zann'ları olmaksızın yapmak "halis kılmak" olarak tanımlanmıştır ki: Allah, ancak kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder. Ancak dȗniHİ algı karışmamışı kabul ediyor.
"Bu Allah için bu da akrabalık hakkı için" demeyin, o sadece akrabalık için olur. Bu "Allah için ve sizin hatırınız için" demeyin, o "sizin hatırınız için" denilen yerin olur. Bunlardan Allah için birşey olmaz."
Hayatımızın her anı için nasıl önemli bir uyarı ile karşı karşıyayız: Kime ne yapıyorsanız, kime ne söylüyorsanız önemseyin. Dilimizi Billahi'ye alıştırmalıyız, normal cümlelerde bile "Allah’ım senin için.." diyerek dilimizi alıştırmalıyız: Uyanıyoruz "Allah’ım senin için", yatıyoruz "Allah’ım senin için", yiyoruz "Allah’ım senin için". Nihayet "Allah’ım senin için" hali hayat tarzımız olur: Konu neyse, iş neyse hepsi senin için Allahım. Birisi için değil hep senin için Allah’ım...
Konumuz için öncelikli ve her zaman da önemli olan şu manayı tekrar edelim: "Allah, ancak kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder." Konumuzun diline bir paragraf olarak çevirirsek: DȗniHİ algı ve zann'larıyla yapılan amelleri, hayr niyetiyle dahi olsa Allah kabul etmez, boşa gider. Billahi algısı ile yapılanlar halistirler; ancak onlar, yalnız Allah’a aittir, Allah bu amelleri kabul eder.
Bu gerçekten hareketle şu tarifi yapalım: DȗniHİ algı ve zann'larıyla yapılanların karşılığı günah olarak yazılır ve bunlar dünya hayatında da, ahirette de pişmanlığa dönüşür. "Billahi algı ve ikanı" ile yapılanların karşılığı ise sevab olarak en az on misli ile yazılır ve dünya hayatında ve muhakkak ahirette mükafata dönüşür.
Bu hadisteki son bir notu paylaşıp yeni bir önemli hususu paylaşacağız. Hadisi Kudsi'de Rabbimiz "Ben ortağın hayrlı olanıyım" buyurdu. Bu ifadeler ayet ve hadislerde Türkçeleştirilirken "en hayırlı olanı" şeklinde yazılıyor. Bu tariften esas çıkacak mana "Ben ortağın hayrlı olanıyım"dır. Şöyle ki: Bunu normal hayatımızdan bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bir kişi "varım ve muhtarım" diyerek bir ortak oluşturmuşsa, Allah’a karşı "var ve müstakil bir güç" oluşturmuşsa en az iki tane varlık var demektir. Bu durumda en az iki tane zat var; Allah ve diğer zann, yani diğer ortak. Rabbimiz buyuruyor ki: Bu ortaklardan Hayr olan benim, o Batıl'dır. "Ortakların hayrlı olanı benim" demek "Hayr olanı, Hakk olanı benim" demektir. Bu asla "ben daha iyiyim" demek değildir, bu ifadede bir kıyas yoktur. Onu, çocuklarından birisi için "şu daha hayrlı" demek gibi anlamayın. Küfürle Allah kıyaslanmaz.
Kurtuluş yolundaki Talib için bir başka önemli husus da şudur: Eğer bir insan, kendisindeki dȗniHİ algı ve zann'larını hala önemsiyor ve gizli bir sevda ile dȗniHİ fiiller ortaya koyuyorsa veya başkalarının dȗniHİ algı ve zann'larını kabulleniyor, hatta takdir ediyorsa; en acısı, "dȗniHİ algı ve zannları olmazsa hayat çekilmez" zannediyorsa, "ama onlarsız da olmuyor ki" diyorsa, bütün bunların sebebi inanan o insanın ARA YERDE olmasıdır. Yeni ve önemli bir tabirle karşılaştık; Ara yer! "Ara yer" dünya hayatının hemen hemen en huzursuz yeridir.
"DȗniHİ algı ve zannları"nı özümsemiş, buna göre bir hayat oluşturmuş, batılı benimsemiş kişi için batıl kolaylaştırılmıştır; arzuladığı fırsat ve imkanı buldukça dünya hayatı onun için huzurludur. "Billahi algı" oluşturma yoluna girmiş ve "ikan" için gayret sarf eden kişiye de Hakk yol ve amelleri kolay gelir. Ve bu kul Billahi algıdan çıkmazsa dünya hayatında cenneti yaşamaya başlar. Ancak, bir kişi var ki: Öğrendikleri yüzünden batıldan korkuyor ama kopamıyor, Hakkı istiyor ama yapamıyor. Bu kişi ara yerde kalmış insandır, bu insan huzursuzluğun içine düştü demektir. Batıl için "Neden yaptım?" pişmanlığını duyarken, Hakk için de "Neden yapamadım, neden yapamıyorum?" pişmanlığını yaşar. Yani her halükarda hayatı pişmanlıktır. Amelleri de, ondaki dȗniHİ algı vazgeçilmezliği yüzünden boşa gitme tehlikesi altındadır.
İki tane "ara yer" karakteri vardır: Birisi, ara yerde ve huzursuz olandır. Bunlar, inanmak isteyen ancak yeterince başaramayanlardır ve bizim sesleneceğimiz bunlardır. Bir grup daha vardır ki, onlar ara yerde huzuru bulmuşlardır, bizim muhatabımız değillerdir. Onları Kur’an şöyle tanımlıyor:
“Onlar ki, Allah ve Rasulünü inkar ederler; Allah ile O'nun Rasulünü birbirinden ayırmak isterler ve "bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız" derler. (Böylece) arada bir yol edinmek isterler. İşte onlar hakiki kafirlerin ta kendileridirler. (Biz) kafirler için alçaltıcı bir azab hazırladık.” (Nisa; 150,151).
Ayette anlatılan "ara yerde" bulunanlar; kendilerinin doğru olduklarına inanıyorlar ve hallerini savunuyorlar, bunlar için bir huzursuzluk da söz konusu değildir. Günümüzde bu ayet kapsamına giren çok önemli ekoller var: Allah ve Rasulünü ayırmaya çalışan, "Kur’an yeter" diyen, Efendimiz (SAV) yokmuş gibi davranan, yalandan hürmet gösterip, yani hürmet ediyormuş ve önemsiyormuş gibi konuşup O'nun Sünneti'ni bozmaya çalışan düşünce tarzlarını duyuyoruz, görüyoruz. Onlar da bu ayetin kapsamına girer, hep arayı bozmaya çalışanlardır. Ve onlara bakın hiçbir huzursuzlukları yoktur, mutlu yaşadıklarını zannederler. Onlar bizim gündemimiz değil, biz ara yerde huzursuz olanlara sesleneceğiz. Bu yüzden, "Allah’ım bizi o grupta bulunmaktan ve o grubun şerrinden koruyuver" diye yalvararak onlara ait ara yerden uzaklaşalım. Ve seslendiğimiz gruba bakalım.
“Muhakkak ki, münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, oysa O onları aldatır. Ve (o münafıklar) salata kalktıklarında tembelce kalkarlar, insanlara riya yaparlar ve Allah’ı çok az zikrederler. Arada yalpalayıp duranlardır. Ne bunlara, ne onlara (katılırlar). Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol bulamazsın.” (Nisa; 142, 143).
Bizim konumuz bu ayetin bahsettiği "ara yer" ve ara yerdekiler. Burada bir "münafık" kelimesi geçiyor ama bundan ürkmeyelim ve ötelemeyelim, şimdi onu biraz inceleyeceğiz Ancak; ayetten öğreniyoruz ki, bu durumda yaşamakta ısrar ederse bir kişi Allah onu saptırır ve ona da birisi kurtuluş bulamaz. Burada da şöyle sığınalım: Allahım bizi ara yerde bırakma, ve derecelerimizi yükseltiver. (ÂMȊN).
Ara yerden kurtulabilmenin yolunu arayana, bir yolunu Kur’ân bir öğütle bize göstermektedir.
“Ey, iman edenler! Mü'minleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin. (Bunu yaparak) Allah’a aleyhinize açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa-144).
Bir diğer ipucu şudur: Kafirler "ruhen, Billahi anlamında" çok temizlenenleri sevmezler. Onlar dȗniHİ algının kirini çok severler. Bir kişi o dȗniHİ algıdan ısrarla kurtulmaya, çok temizlenmeye çalışıyorsa o temizliği onlar sevmez. Kafirlerin bu manada çok temizlenenleri sevmediklerini Hz. Lut aleyhisselam için söylediklerinden anlıyoruz:
“Kavminin cevabı ancak: “Çıkarın onları şehrinizden. Çünkü onlar çok temizlenen insanlardır” demek oldu.” (A'raf 82).
Hz. Hud aleyhisselam da kavmine meydan okumuştu:
“DȗniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) şeylerinizden (beriyim). Haydi hepiniz bana tuzak kurun, sonra da hiç mühlet vermeyin.” (Hud-55).
"Onlarla dost olmayacaksınız" demiştik, zaten isteseniz de olamazsınız. Çünkü onlar sizi sevmiyorlar; dȗniHİ algı seni sevmiyor, onlar temizlenenleri sevmiyor. Ayetten böyle öğreniyoruz, böyle öğütleniyoruz.
Kur’ân bize Rasullerin dȗniHİ'lere meydan okuyuşlarından bahsederken der ki: Hazreti İbrahim de kavmi için "üff!" demişti:
“Üff, size ve sizin dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar güçler zannedip) taptıklarınıza! Hâlâ akletmiyor musunuz?” (Enbiya-67).
Ve Allah, Rasulüne dedi ki:
“Allah kuluna kafi değil mi? Seni dȗniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettikleri) kimselerle/güçlerle mi korkutuyorlar? Allah kimi saptırırsa onun için hidayet edici yoktur.” (Zümer- 36).
“(Ey, Allah’a eş koşanlar!) Siz de dȗniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiklerinizden) dilediğinize kulluk edin.” (Zümer-15).
Rasulullah Efendimiz (SAV)'e de dedi ki:
“De ki: “Muhakkak ki ben, dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) çağırdıklarınıza kulluk etmekten nehyolundum. De ki: "Sizin hevalarınıza (dȗniHİ algı sonucu uydurduklarınıza) asla uymam. Uyarsam gerçekten sapmış olurum ve ben doğru yolu bulanlardan olmam.” (En'am-56).
Dostları ilə paylaş: |