Dolayısıyla: "Seyyie'yi Hasene ile yok ederler" kuralı DȗniHİ algıyı Billahi algıyla silmek, yok etmektir. Ayetten bu kuralı fark edip yaşayanların Lüb sahipleri olduğunu görüyoruz.
-
"DȗniHİ algı"yı tanıyarak başladık. DȗniHi algı, insanın kendisini, Allah’ın dışarısında "müstakilen var ve muhtar" zannederek böyle bilmesidir ki: İnsan bu algısı için bir gayret göstermez, olay kendiliğinden yürür.
Kurtuluş için tespit ettiğimiz yöntemin ilk maddesinde dȗniHİ algıyı Billahi algı ile silmemiz gerektiğini gördük. Silmemiz, kurtulmamız gereken algının kendiliğinden su gibi aktığını bilmek ve takip etmek ve o algıyla mücadele etmede ve o mücadeleyi sürekli kılmada önemlidir; yani tanımak ve önemsemek şarttır.
-
"Billahi algı" için ise özel bir gayret göstermek gerekir. Ayrıca, "Billahi algı" kesintisiz yürütülebilmelidir. Ancak; bu durumda Fuad, Billahi algının tesiri altında kalabilir ve sonuçta Fuad Billahi algıyla bağlanabilir. Kulun "Billahi anlamda gayreti" demek; o kula Rabbi destek verecek demektir. Buyuruyor:
"Kulum bana yürürse, Ben ona koşarım." (Hadis-i Kudsi).
"O halde zikredin BEN'İ (ki), zikredeyim sizi. Şükredin bana. Ve (sakın) küfretmeyin." (Bakara-152).
Bize bu kapsamda bir yöntem öğretiliyor: Zikredin Ben'i ki, sizi zikredeyim. Eğer Ben'i hatırlarsanız sizi hatırlarım, Ben'i anarsanız sizi anarım. Ben'i unutmazsanız sizi unutmam.
"Kulun Allah'ı zikretmesi" ne demek ki? Ve "Allah’ın kulunu zikretmesi" nedir, nasıl bir şeydir acaba? Ve bu ikisi kıyaslanabilir mi? Bu öyle bir şeyi bize müjdeliyor ki: Eğer siz Billahi algıya girerseniz, Ben de sizi zikrederim...
ALLAH'I ZİKRETMEK kesinlikle Billahi algı demektir; bunun başka bir yolu, başka bir yeri, başka bir kelime ile tanımlaması yoktur. Bizim kul olarak dünyada "Billahi algı"dan başka zikrimiz olmaz. "Billahi algı" ile gelen ikramı fark edin: Eğer siz DȗniHİ algıdan kurtulur da Billahi algıya girerseniz Ben de sizi zikrederim, Ben de sizi anarım, Ben de sizi umursarım.
"Şükredin bana. Ve sakın küfretmeyin." Şükretmek; her şeyi Allah'tan bilmek olduğuna göre "ŞÜKREDİN" uyarısı "her şeyi Ben'den bilin" demektir: Ben'den bilin! Ben'i anmaya başladınız ve Billahi algıyla meşgulsünüz. Bu algıyla beraber size ulaşanları DȗniHİ güçlere bağlamayın; size ulaşanı, verileni, geleni DȗniHİ algı sonucu başka güçlere, başka sebeplere bağlamayın.
Ve sakın KÜFRETMEYİN! Sakın DȗniHİ algıya yaklaşmayın!
Bakara-152 bize, gayret ettiğimiz zaman yardımın açılacağını, böyle bir müjdeyi hissettirir. Enfal Suresi ise bize bu müjdeyi açıklar:
"Ey, iman edenler! Eğer Allah’tan ittika ederseniz (fıtrî ahdinize ve Rasulullah ile size ulaşanlara sahip çıkarsanız, hıyanet etmezseniz) (Allah) sizin için FURKAN (Hakk ile Batıl'ı hızla ayırt eden ve Hakk’tan yana davranan akıl) oluşturur, Seyyie'lerinizi siler ve sizi mağfiret eder. Allah, Zül fadlil Aziym’dir." (Enfal-29).
Billahi algı için özel gayret göstermek gerektiğini ayetlerden görüyoruz: "Ey, iman edenler! Siz Allah’tan ittika ederseniz.." buyruğu bu gayretin ne olduğunu somutlaştırıyor: İttika etmek! Bu çağrı Kur'an-ı Kerim'de o kadar çok geçer ki... Önemi yüzünden onu anlamamız, fark etmemiz gerekiyor. Şimdi onu içinde yaşadığımız hayattan bir örnekle anlamaya çalışalım: Birisine bir konuda söz verdiniz. Söz verdiniz ama bir türlü de yerine getiremiyorsunuz. Oysa vaadiniz var, vaadinizle ilgili bir zaman var ve verdiğiniz söz de önemli. Yerine getiremediğiniz bu söz yüzünden onunla karşılaşmamaya çalışıyorsunuz, ama karşılaştınız. Ne yaparsınız? Sözü yerine getirememişseniz sakınırsınız, ondan çekinir, utanırsınız, bir an önce de o sözü yerine getirmeye çalışırsınız. Bu halinizle siz ondan ittika ediyorsunuz demektir. Kur'an'ın "İttika edin" dediği de bu duruma benzer gibidir: "Söz verdiniz, sakının. Bana söz verdiniz, ona göre edepli durun" manasını taşır, en fazla bu manadadır. İttika etmek, o verdiğimiz sözle ilgili olarak Allah’tan öyle bir sakınmaktır ki.. Kul böyle bir ittika ile yaşama gayretine girmişse o zaman müjde verir: Ey, iman edenler! Eğer Allah’tan ittika ederseniz; yani fıtratınızda işlenmiş olan o sözünüze, ahdinize sadık davranırsanız, o sözle ilgili olarak Rasulullah ile size ulaşanlara sahip çıkarsanız, desteklerseniz, o gelenlere hıyanet etmezseniz Allah sizin için FURKAN oluşturur. "Furkan" Allah’ın çok önemli, çok güzel bir hediyesidir. Bu öyle bir şeydir ki: Eğer size Furkan lutfedilmişse, ne duyarsanız duyun, ne ile karşılaşırsanız karşılaşın o Hakk mıdır, Batıl mıdır hemen anlarsınız. Bu ilk kez duyduğunuz, gördüğünüz yeni bir bilgi, bir fikir, bir arzu, bir iş olabilir ve o bir yerlerde yazılı da değildir; ama sizde Furkan oluşmuşsa o Hakk mı, Batıl mı hemen anlarsınız ve davranışınız kendiliğinden Hakk'tan yana olur, Hakk tarafa uygun fiil ortaya koyarsınız. Ayetin müjdelediği budur: Eğer ittika ederseniz böyle bir akıl size verilir! Allah size öyle bir akıl verir ki; onunla hayatınızdaki dȗniHi ve Billahi olanları anlarsınız ve vücudunuz otomatik bir şekilde Billahi fiile kayar, kendiliğinden... Bunu yapan "Furkan Sistemi"dir. İşte siz o gayrette olursanız Allah size bu Furkan’ı ikram eder, verir. "Gayret edersen, kıpırdarsan, kalkar ve davranırsan yardım edecektir" diyorduk değil mi, o cümleyi ayetlerden öğrenip paylaştığımızı fark ettiniz mi?
Müjde henüz bitmedi: Furkan’ı verir, ayrıca dȗniHi oluşturduklarını da senin için siler; onları da bağışlar, mağfiret eder. Ve sonuçta Zül Fadlil Aziym olan Allah senin dȗniHi algını da siler...
-
Eğer, bir gayretle oluşturulan Billahi algısının beyindeki izi dȗniHi algıdan daha derinde olmazsa, fiiller dȗniHi algıya göre şekillenir, "Billahi algı" beyinde bilgi olarak kalır. "Biliyorum ama uygulayamıyorum" sonuçlarıyla karşılaşırsınız.
Bu madde işi çok önemsememiz için bize onun mekanizmasını anlatıyor ve yapmamız gerekenleri tekrarlıyor: Gayret et, sabırlı ol, işi önemse ve üstüne git, mutlaka derin bir iz yap! Eğer derin iz yapmazsan, konuyu iyi bildiğin halde, sorulduğu zaman da bir bilgi yarışmasına katılmışsın gibi cevabı söylediğin halde senden öyle fiiller çıkmaz. O zaman senin için "söylediğiyle yaptığı uymuyor" derler. Aslında, en başta bunu kendine kendin söylersin. Neden? Çünkü oluşturduğun dȗniHi iz, yeni oluşturmaya çalıştığın Hakk izden daha derinde.
-
Billahi algıda insan eğer gerçekten o algıyla meşgulse o algı içerisinde bilir ki; Allah’ın dışı, dışarısı diye bir şey söz konusu değildir. "Allah’ın dışarısı" konusu zihinden çıkarılınca, "müstakilen var ve muhtar" olabilecek varlık iddiaları kendiliğinden düşer.
Eğer siz zihninizden "Allah’ın dışı, dışarısı var"ı silebilirseniz ki; sileceğiz inşaAllah, onun yolunu, yöntemini görüyoruz, işte o zaman "dışarısı" diye zannettiğiniz yerde oluşturduğunuz, rol verdiğiniz herşey kendiliğinden düşer, sizin onları artık tek tek silmeniz gerekmez; kendiliğinden silinir.
Yine insan bilir ki; kendisi de, bütün yaratılmış kullar da İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretidirler ve İlmullah’ta "var gibi" görünenlerdir.
Ve yine insan bilir ki; var görünen bu haline "BEN" demesi, Allah’ın BEN demesinden insana verdiği "Sen de ‘Ben’ diyebilirsin" yetkisidir. "İzzet'in Allah'a ait" olduğunu paylaşırken gördüğümüz bir ayeti şimdi yeniden hatırlayalım:
"Kibriya (Benlik) Semavat'ta ve Arz'da O’na aittir. O Aziyzül Hakiym’dir." (Casiye-37).
Dolayısıyla: İnsanın "BEN" demesi bu çerçevededir. Billahi algısında "BEN" böyle söylenir. Billahi algıda olan da düşüncesinde, hayalinde, zannı ve yaşantısında "BEN" der, dȗniHi algıda olan da! Billahi algıdaki kul bilir ki; bu "BEN" demesi, Allah’ın kendi "BEN" deyişinden ona verdiği bir izindir, "Sen de bu haline ‘Ben’ diyebilirsin" yetkisidir.
Dolayısıyla: Önemli olan mesele "BEN" kelimesini telaffuz edip etmemek değildir ve bununla uğraşmak boş iştir. Önemli olan; "BEN" diyebilmek için neye sahip olman gerekiyor, onu bilmendir. Bir kişinin "BEN" diyebilmesi bir sonuçtur. Sende ne var ki senden bu sonuç çıkıyor ve "BEN" diyebiliyorsun? Bu sonucu çıkarabilmen için sende ne var acaba? Bir bak bakalım ona... Bu konuda bütün bulunması gerekenleri içeren en önemli mesele budur. Sende ne var ki, Allah sana "BEN" dedirtiyor. Kul, kendisindeki ne ile "BEN" diyor? İncelediğinde bak bakalım; nasıl "BEN" diyorsun? Şu cümle başlangıç için çok yumuşak bir alt sınırdır: "Sana Sen de "BEN" diyebilirsin yetkisi verilmiştir, bu yüzden "BEN" de.
-
Beşinci madde kapsamında "İnsan bilir ki" diyerek yöntem olarak sıraladıklarımız için kurtuluş yöntemimizin altıncı maddesi ve önemli noktası şu açıklıyor olduğumuzdur: "İnsan bilir ki" dediğimiz bu bilgiler, "Billahi algı"da aynı zamanda mutlaka bir hayale dönüştürülerek zihinde devamlı tutulmalıdır.
Mutlaka bir Billahi hayal. Talibin başka bir hayali olmayacak. O bütün bu anlatılanları hayale dönüştürecek ve sürekli o hayal zihninde olarak yaşayacak! Çünkü bu iş algı işidir, malzememiz yalnızca algıdır ve hayal bunun önemli bir yanıdır. O mutlaka bir Billahi hayalle yaşayacak: "Ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin sureti olarak var görünenim. 'Ben' deyişim, O'nun "BEN" deyişinden bana verdiği bir yetkidir. Allah’ın dışarısında, dışında, "müstakil var ve muhtar" bir varlık değilim"i bir hayale, kendince bir hayale dönüştüreceksin ve sürekli zihninde bu hayali devamlı tutacaksın. Öyle tutacaksın ki bu hayali ve öyle kuvvetlendireceksin ki; bu hayale göre davranmaya başlayacaksın. Bu hayal çok önemli bir ZİKRULLAH'tır. Zihninde başka bir şey ve elinde tesbih, olmaz! Yalnızca tesbih tutma sevabı alırsın. O tesbihte söylediklerin neyse, hayalinde onu mutlaka yapabilmelisin ki o da bu söylediğimizdir. Bunun dışındaki bir şey dȗniHİ algı kapsamında olur.
Billahi hayal kurmak şarttır. BİLLAHİ ANLAMINDA HAYAL KURMAK ise; Allah’ta, Allah’la, Allah’tan olan bir yaşantının, bir kul olmanın hayalini kurmaktır. Özellikle salatta mutlaka böyle durabilmek gerekiyor, mutlaka. Bunun için de Biiznillah gayret, gayret, gayret...
-
Ayrıca talib; "Billahi algıda mıyım, yoksa dȗniHİ algıya mı düştüm?" diye devamlı bir test uygulamalıdır. Ve DȗniHİ algıya düşerse, o düşüşüne ve düşüşlerine kuvvetle buğz etmelidir. Ve derhal Billahi algıya, hayaline dönmelidir. Billahi algı hayaline bürünüp düştüğü dȗniHİ haline levm etmelidir, tövbe etmelidir ve dua etmelidir. Yani: "Levm, Tövbe, Dua" üçlü mekanizmasını çalıştırmalıdır.
Bir yöntem olarak bu anlattığımız, normal yaşadığımız hayatta başka kelimelerle ifade ettiğimiz ve günlük normal yaşantımız içerisinde yaptığımız şeylerdir. Yaşadığın hayatta bir konuda başarılı olmak istiyorsan bunları zaten uyguluyorsun, o yaşantıda bunları fark etmeden kendiliğinden yapıyorsun. Basit bir örnek verelim, bir öğrenci sınıfın birincisi olmak istiyor. Yolu nedir? Bir: Önce sınıfın birincisi olamadığı için çok ciddi rahatsız olacak. "Birinciyim veya değilim" rehavetiyle bu olmaz. Rahatsızlık en önemli ilk şarttır. Bu örneği verince yanlış da anlaşılmasın; "mutlaka her çocuk birinci olsun" demiyorum, bir örnek vermek için söylüyoruz. Önce çok rahatsız olacak: "Neden birinci olamıyorum, birinci olmalıyım..." Elbette ki konumuz içerisinde bu rahatsızlığı dȗniHİ algıyla değil Billahi algı içerisinde duyacak ve yaşayacaksınız, dȗniHİ yaşarsanız çok yanlış bir iştir, tümü boşa gider... Billahi kapsamında rahatsız oldu, ama rahatsız olmak (LEVM ETMEK) hedefe ulaşmak için yetmez, sonra bir şey daha yapmalıdır. O nedir, ne yapacak? Karar alacak. Bu yolda karar TÖVBE'dir. Kararlı olmaya karar veriyorsun, tövbe ediyorsun. Bu ikisi de yeterli değildir, sonra da kendine bir hedef koyacaksın. Hedef de DUA'dır. Nedir o? Birinci olmalıyım. Böyle deyip o hedefe giden yolların gayretine girecektir. Fark ettik ki bu yöntem, normal hayatta zaten kullandığımız bir teknikmiş; bir işi başarmak için önce rahatsız olmak, sonra karar vermek ve bir hedef sahibi olmak. Şimdi soruyoruz: Bunu normal hayatta yapıyoruz da isimleri değişince niye korkuyoruz, yapamayız zannediyoruz. Rahatsız olmak levm etmektir, karar vermek tövbe etmektir, hedef koymak dua etmektir, öyleyse niye korkuyoruz? Eğer; rahatsızlık, karar ve hedef işini Allah’la ilişkilendirirsen anlarsın ki: Levm etmek, "Allah’a karşı yanlışım" rahatsızlığıdır. Tövbe etmek, kendine "bir daha yapmamalıyım" deyip karar vermektir. Sonra da dua ederek Allah'tan Billahi algı hayalinle, hedeflerinle ilgili nusret, ikram ve lütuf talep edersin: "Allah’ım şöyle yapayım, böyle yapayım, bana yardım ediver" demekle hedefini oluşturdun ve istiyorsun. Bu bir mekanizmadır; Allah ve sistemi hakkındaki yanlışına, dȗniHİ algı haline hemen levm etmek ve tövbe etmek ve dua etmek. Bunu çalıştırmalıyız... Bu paylaştıklarımızı kişi önemser de alışkanlık edinirse, bir ileri hali fark eder:
-
"Billahi algı"nın bilgisi ve hayali ve uygulanan test, insanı "Daima Allah Huzuru'nda" tutar. Elbette bu da hayaldir, bir zann'dır, ama bu Hakk zann'dır. Siz bu anlatılanların gereğini yaşayınca artık daima Allah huzurunda olursunuz. Aslında onu zannedersiniz. Siz o zannla yaşamaya başlayınca Allah'ın Huzuru'na yeni geldiniz zannedersiniz. Oysa bütün kulları zaten daima Allah huzurundadır. Öyledir ama, bu gerçeği başlangıçta insan hayalen/zannla gerçekleştirir ve çok önemli bir makam başlar.
Bu zann, bu hayal önemlidir. Eğer siz bu hayalle Allah’ın huzurunda olmaya başlarsanız, daima ve Billahi algıdaysanız, önemli bir olayın, önemli bir mertebenin başlangıcına gelmişsiniz demektir: İHSAN MAKAMI. Siz o zaman İhsan makamını yakalıyorsunuz demektir. Ve İhsan Makamı, İhsan Hali ancak böyle başlar.
Ayetlerle yaptığımız bir laboratuar çalışması vardı, Hz. Musa aleyhisselam'ın firavun önündeki halinden bir kesit görmüştük. Şimdi de Yusuf Suresi'nden göreceğiz. Yusuf Suresi de farklı bir özellik taşır. O özelliği sure başlarken özellikle üçüncü ayetinde Rabbimiz bize söyler: "Kıssaların en güzelini sana kıssa ediyoruz" der ve yedinci ayette de şöyle buyurur:
"And olsun ki; Yusuf ve Kardeşleri hakkında, sual edip isteyenler için ayetler vardır." (Yusuf-7).
O günün şartlarında daha çok Efendimiz (SAV)’i kendilerince köşeye sıkıştırmak amacıyla yahudiler ve diğer müşrikler sorular oluştururlardı. Günümüzde ise; Billahi anlamda çözülmesini istediği soruları olan varsa, şüpheleri değil de soruları olan varsa ve bu kapsamda ne tür sualiniz varsa cevaplarını Yusuf Suresi'nde bulursunuz.
Yusuf Suresi aslında neyi de anlatıyor? Zahiren anlattığı Yusuf ve Kardeşleri'dir. Hz. Yusuf aleyhisselam ve kardeşlerinden Hz. Bünyamin aleyhisselam bir annedendir, diğerleri başka annedendir ve bize ders olacak kesitlerle sure onları anlatır. Sureye konumuz açısından baktığımızda olaylar tamamen Billahi algı ve dȗniHİ algı özelliklerini sergilemektedir. "DȗniHİ algı ve zann"larının oyunlarını, kumpaslarını, heva ve heveslerini "diğer kardeşleri" üzerinden anlatılıyor görürüz, "Billahi algı"yı da özellikle Hz. Yusuf aleyhisselam ve anladığımız kadarıyla kardeşi olan Hz. Bünyamin aleyhisselam üzerinden açıklanıyor buluruz:
"(Yusuf) ergenlik çağına erişince ona bir hüküm ve ilim verdik. Muhsinleri işte böyle mükafatlandırırız." (Yusuf-22).
"Muhsin" kelimesini özellikle kullandık; ihsan sahibi; muhsin. Bu kelimeyle Kur'an'da çok karşılaştığımız için bir onarımda bulunmak istiyorum: Meallerde genellikle "muhsin" yerine "güzel davranan" gibi ifadeler yazılıyor; "güzel davrananları böyle mükafatlandırırız" gibi yazılıyor. Peki, o yazılan Muhammedî midir? Siz öyle meal yazdığınızda İslam'da olmayan kişi de kendince güzel davranıp mükafat bekleyebilir. "Muhsin" başka bir manadır; ihsan sahibidir ve Billahi algıdadır, hayatında Billahi algıda olandır. Billahi algıda "nereye bakarsa O'nu görerek yaşıyordur. Muhsin neye bakarsa önce Allah'ı, sonra Allah'ın o surette ne yarattığını görendir. Şimdi bu tanıma göre siz ihsan sahibine "güzel davranan" deyip geçebilir misiniz, doğru olur mu?
Ayetten edindiğimiz önemli sonucu geldiğimiz yerden okuyalım: Eğer sen Billahi algıyı sürekli yaparsan, sürekli Fuad'a onu pompalar da bu hayali oluşturursan Allah'ın huzurunda olursun, bu idrakta olursun. Böylece İhsan Sahibi olmaya başlarsın. Yusuf-22'den ihsan sahipleri ile ilgili olarak öğreniyoruz ki: "Allah İhsan Sahipleri'ni hemen mükafatlandırır. Eğer bu Hakk hayalle yaşamaya devam ederseniz, Biz İhsan Sahiplerini mükafatlandırırız." Bu ilk ikramdır, başka mükafatlar da gelecek.
Hazreti Yusuf aleyhisselam ile ilgili şu hissettirme de dikkatimizi çekmelidir: Ayet bize "Yusuf ileride ihsan sahibi bir muhsin olacaktı, onu bu yüzden mükafatlandırdık" demiyor. O zaten Muhsin, öyle doğmuş ve Billahi algıda yaşıyor, ama farkında değil. Nasıl, biz dȗniHİ algıda yaşıyoruz farkında değiliz, o da Billahi algıyla yaşıyor farkında değil. Hazreti İsa aleyhisselam örneğini ders yaptığımız ayetleri hatırlayın lütfen: Billahi algıda yaşıyor; o da kendiliğinden muhsin, ihsan sahibi. Bu ayetten de Yusuf aleyhisselamın doğuştan Billahi algıda bir muhsin olduğunu anlıyoruz, anladığımız şeyin birisi budur: Algısı bizden farklı.
Yusuf-22. ayetin bize müjdesi bu yüzden şudur: "Biz sadece Yusuf'u mükafatlandırdık" denmiyor; "Biz muhsinleri mükafatlandırırız." Dolayısıyla: Tanımladığımız şekliyle İhsan Makamı'nı önemsersek, "bunlar başkasının işi" demezsek, o zaman bu mükafatların kapısı bize açılır. Dikkat edin, ayet bize "bunlar başkasının işi, bunlar başkasının özelliği (hayat tarzı)" demiyor: "Bunlar muhsinlerin işi, bunlar sizin işiniz" diyor.
"...Biz böylece ondan kötülüğü ve fahşa'yı uzak tutarız. Çünkü o ihlaslı kullarımızdandı." (Yusuf-24).
Bu ayetten, Hazreti Yusuf aleyhisselamın başına gelen olaylar içerisinden onun nasıl kurtarıldığını görüyoruz: İhlaslı kullardan olduğu için mükafatlandı, korundu.
Önceki ayette ihsan sahibi "muhsin" ile, burada ise "ihlaslı kul" ile karşılaştık. İhsan sahibi gibi İhlas'ın manasına da bir kaç cümleyle hemen, yerinde bakalım: İhlas "samimiyet" demek değildir ve bu yaklaşım tamamen yanlıştır. Muhammedî olmayan birisi bir işi yaparken samimi olamaz mı? "Şu işi ihlaslı yap" denildiğinde "samimi yapmak" anlaşılırsa bu yüzden doğru olmaz. Bu konudaki iki ipucunu değerlendirelim. Bir: Önce yapılan tanımlamanın Muhammedî olup olmadığına bakacağız. Görüyoruz ki değil. Çünkü başkası da bunu yapar, kendince daha samimi de yapar. İki: Bu tariften bir amel çıkıyor mu? Dikkat ediniz, Allah'ın söylediğinden amel çıkar. Oysa buradan bir amel çıkmıyor. "Samimi yap" denildiğinde deyin ki, haydi bana bir tarif et de öyle yapayım. Çünkü herkes "samimiyim" diyor. Bir bakın çevrenize, "samimi yapmadım" diyen birisi var mı, yani "ayranım ekşi" diyen var mı? Bu yanlış tarif yüzünden herkes kendisini "ihlaslı" zannediyor. "İhlas, samimi olmaktır" meali yanlış olduğu için, herkes samimi/ihlaslı. Değil! İHLASLI kişi halis kişidir, yaptığı işe "DȗniHİ" karışmamıştır. İşi o kadar halis ki hep Billahi, hiç DȗniHİ yok... Ve Hazreti Yusuf aleyhisselam öyle bir Billahi anlamda ki; o bir muhsin/ihsan sahibi. O kadar Billahi anlamda ki; duygu ve düşüncelerine, arzu ve heveslerine, hal hareket ve davranışlarına DȗniHİ algı ve zann'ları girmiyor; işte HALİS KUL! "Halis zeytinyağı nasıl olur?" denince biliyoruz: İçine başka yağ karışmamış olan! İşte bu da öyle: Halis müslüman nasıl olur, o kimdir? İçine küfür karışmamış olandır, samimi olan değil! Samimiyet ne demektir ki? Bir kere ondan bir amel çıkmıyor. Tarifi doğru yapıldığında "ihlas"tan bir amel çıkarırsın, işte şimdi kendine bir amel çıkarabilirsin: DȗniHİ algı ve zann'larından uzak yaşayacağım. Ayette Yusuf aleyhisselam için "O ihlaslıydı" denirken bu anlatılıyor ve böyle ihlaslı kulların korunup kurtarılacağı, onların kötülük ve fahşa'dan uzak tutulacağı müjdeleniyor.
Öyleyse: Bu geldiğimiz noktada ayetlerden öğrenmiş olduk ki; biz bu yola böyle devam edersek, sırf hayaliyle bile gayret ettiğimizde bize mükafatlar vardır. Çünkü, Talib bu söylediklerimizle şu ayet kapsamına girer:
"...O halde nereye dönerseniz VECHULLAH oradadır. Muhakkak ki; Allah Vâsiun Aliym'dir." (Bakara-115).
Billahi anlamda yaşamaya, o idrakta tutunmaya kendisini zorlayan birisi, başlangıçta zorlamayla da olsa, nereye dönerse (Allah'ın dışı/dışarısı olmadığına göre) Vechullah'ı görür. Vechullah'ı görmek önce şöyle başlar: Allah'ın Emri'ni görür, Talib önce onu görür. Ne varsa... Bu yüzden önce de ki; ne varsa bunu Allah emretmiştir, bunun sahibi Allah'tır. Önce emr'ini görürsen sonra vech genişler, vech'in vechi genişler. Yeter ki bir yerinden tut onu, yeter ki, bir yerinden vech'e gir... Talib bu noktaya geldiğinde artık o ne yöne dönerse, nereye bakarsa böyledir. Bu öyledir ki; kesret aleminde en zahiri manada insanın bir yere/yöne dönmesinden, mekansızlık hali neyse oraya kadar (bilir ki) DȗniHİ bir vech yoktur, herşey Billahi...
Bakara-115 bir esma ile tamamlanıyor; Vâsiun Aliym. VÂSİ; DȗniHİ bir vech yok demektir: Muhakkak ki; Allah, Vâsiun Aliym'dir. Allah Vâsi'dir esması her yeri kaplamıştır, kaplayandır, boşluk yoktur; Vasi... "Her yeri kaplamışlık" dışı/dȗnu yok demektir. Kur'an "Vâsiun Aliym" derken bize yine bu konuyla ilgili bir şeyi öğretiyor: ALİYM: Allah bilir; her yeri kaplamış olarak bilir; Vâsiun Aliym'dir. Nasıl? "Allah'ın bilmesi" dışındaki bir şeyi bilmesi değildir, dışındaki bir bilgiyi bilmesi de değildir. Bildiği kendi ilmidir. Kendisi dışında bir şeyi biliyor değildir, öyle bir şey "yok" çünkü. Onun yokluğunu bize öğretiyor: Muhakkak ki; Allah, Vâsiun Aliym'dir.
Billahi algının hayalini çok önemsemeli ve kendimizi "Billahi algı" halinde tutmak için büyük bir gayretle zorlamalıyız, kendimizi o hayalde yaşatmak için çok zorlamamız gerekiyor... Onu çok önemsediğinizde ve bu gayreti gösterdiğinizde yaşantı ve rüyalarınızda o hayalinizle ilgili onu kuvvetlendiren çok farklı destekler göreceksiniz...
-
Ancak: DȗniHİ algı ile varlığına vehmedilen Müstakil ve Muhtar GÜÇ hayalinden kurtulmak için "VE LA HAVLE VE LA KUVVETE İLLA BİLLAH" zikrullahı yapılarak DȗniHİ Güç iddialarını ret etmek ve silmek gerekir.
Yöntemlerimizden birisi artık bir "Zikrullah" cümlesi oldu. Bunlara "zikir" çalışmaları denir, ama doğrusu "Zikrullah"tır. Başka öğretilerin de zikirleri var, Muhammedî yolda onun adı Zikrullah'tır; Allah'ı zikir, Allah'ı anmak, Allah'ı bilmek; Allah'ı unutmamak'tır. EN ÖNEMLİ ZİKR Allah'ı unutmamaktır.
Başlangıçta; düşüncelerinizde, fikirlerinizde, hayatınızın neresinde filiz veriyorsa "DȗniHİ olan bir güç varmış" algısını fark edip siliyoruz. Çünkü işimiz algıyla. Mesela gün içerisinde biriyle konuşuyorken baktınız ki, ona DȗniHİ bir güç öneriyorsunuz, yani onu Allah'tan uzaklaştırıyorsunuz. Bir an dalınca kendinizi böyle bir konuşmanın içinde buldunuz. Bunları silmek için "testi kırılmadan önce" kendimize onun dersini vermek lazım. Kırılınca iş ayrıdır... Siz kırılmadan bunu yapın ki; onun yolu, "Ve La havle ve La kuvvete illa Billah"tır. Artık işimiz yalnızca algı. Billahi bir iz için DȗniHİ algıda neler varsa sileceğiz. DȗniHİ algıdaki tüm güçlere La havle ve La kuvvete! "İlla Billah" ile Billahi hayalimize döneceğiz. Bunu çok önemseyerek ve daima yapacağız. Sonra da "Müstakilen Varım ve Muhtarım" iddiasıyla ilahlık makamında bulunmayı "LA İLAHE İLLALLAH ve LA İLAHE İLLA HU" Zikrullahı ile reddedeceğiz. Sabırla ve devamlı! Sonuca bakmadan devamlı Zikrullah... Böyle uyumak, hemen aklınıza gelince bunlara devam etmek, devamlı bu hayaller ve bu zikrullah ile yaşayacağız.
"La havle ve La kuvvete İlla Billah" ile tüm DȗniHİ güçleri sildik, "La ilahe illallah/La ilahe illa HU" ile DȗniHİ varlık ve ilahlık iddiasını reddettik.
-
Billahi algı ve gösterilen bütün gayretler, öncelikle DȗniHİ algıyı yenmek içindir. Çünkü DȗniHİ algı sıfırlandıktan sonra ALLAH lutfederse biiznillah, artık "Billahi" anlamı, algı olmaktan kurtularak ikan halinin ilk basamağına ulaşır, Talib artık onu "hayal" etmekten kurtulur; "Aslı"yla karşılaşır. Billahi algı "gerçek var"ın algısı olduğu için "gerçek var" konusunda Talib nefsini mutmain bulmaya başlar ki; böylece, algısı olmayan ve ikan sistemine dayalı yeni bir hayat tarzı başlar. Bu yeni hayat tarzı, yeni ve çok farklı bir konu olarak yürür...
Dostları ilə paylaş: |