Fikir sahibinin kararlarını uyguladığı, bir eyleme dönüştürdüğü anlar da önemlidir



Yüklə 211,1 Kb.
səhifə4/5
tarix05.12.2017
ölçüsü211,1 Kb.
#33912
1   2   3   4   5

Kur'an'ı incelediğimizde ilgili ayetlerden öğreniyoruz ki; ara yerde bulunmanın önemli bir belirteci salât ikamesinde tembel olmaktır, salâta kalkarken isteksiz davranmaktır. Çünkü dȗniHİ algı salâtı sevmez, ona salâtı sevdiremezsiniz. Ve hatta dikkat edin: Eğer dȗniHİ algı salâtı sevecek olursa, öyle hissederseniz size bir tuzak kuruyor demektir, sizi "Allah’la kandıracak" demektir. Çünkü o salâtı sevmez, istemez. Ancak; bu isteği kuluna verecek Allah olduğu için, öyleyse korkarak duamızı yapalım: Allahım salâtı bize çok kolaylaştır, çok sevdiriver. Senin indinde makbul olacak şekilde salât ikame edebilmemizi bize lutfediver ve salâtı gözümüzün nuru yapıver Allah’ım. (ÂMȊN).

Kendimizde izleyeceğimiz, görebileceğimiz "ara yer" belirteçlerinden bazıları da şunlardır:

Konuşma arzusu! Lütfen konuşma arzunuzu izleyin. Ancak kendinizi izlerken çok iyi hâkim ve hakem olmanız lazım. Yalan yere kendinizi aklamamak için kendinize hakem ve hâkim olmayı öğrenmek lazım. Bu hassasiyetle konuşma arzunuzu inceleyin.

Bir cümle söyleyeceksiniz ve o cümle birinin hakkını teslim ediyor, birinin güzel yaptığını söylüyor veya sana menfaat sağlamayan bir uyarı içeriyor. Bir bu nitelikteki cümlenizi izleyin, bir de sizin menfaatlerinizi koruyan, sizi haklı yapan, siz güçlüyken yaptığınız konuşmaları, oralardaki konuşma enerjilerini izleyin, hangisinde konuşma enerjiniz fazla? Birinin hakkını teslim eden cümlelerin konuşma enerjisini zihninizde incelediğinizde, size menfaat sağlamayan o cümlelerde düşük/sönük bir enerji bulacaksınız. Niye? Birini takdir ediyorum, birinin hakkını veriyorum, bunun bana bir menfaati yok ki. Ona bir uyarıda bulunuyorum, kendim için değil. Kendim için bir şey istemiyorum... Bu yüzden düşük bir enerji var. Ama dikkat edin. Eğer suçlayacaksanız, incitecekseniz, alaya alacaksanız, intikam için konuşacaksanız enerjinizin peşinden zor yetiştiğinizi görürsünüz. Kendinizi izleyin, peşinden zor yetişeceğiniz bir enerjiyle konuşuyorsunuz, cümleleri takip edemiyorsunuz. Kendinizde dȗniHİ algıyı tanıdınız mı, esfele safiliyn'i gördünüz mü? Daha dȗniHİ algı içindeki yaşantıda bile size iyi bir şey yaptırtmıyor, hücum edeceğiniz zaman size nasıl bir enerji veriyor gördünüz mü? Dikkat edin: Allah muhafaza etsin, birisine kötü bir dua yapacak olsanız, kötü dua cümlelerini peş peşe sıralarsınız. Sonra da "Ne söylediğimi bende fark etmedim" dersiniz. Ama bir hayr duası yapacak olsanız ağzınızdan bir hayr cümlesi çıkmıyor, bir cümle kuramıyorsunuz. İşte bunları yakalayıp da levm etmezseniz, sonra tövbe etmezseniz, sonra da dua/hedef oluşturmazsanız olmaz.

Şu önemli gösterge açısından da kendinizi inceleyin: Yaşarken zor ve zavallı anlarınızı, bir de işlerinizin çok iyi gittiği güçlü anlarınızı araştırın, hatırlayın. Zavallı anlarınızda iyi, munis bir insan mısınız? Çünkü sizi zavallı hale getirdiler, bir şeyiniz gitti, size birşey oldu, sesin kısıldı, zavallı bir haldesin, herkese "evet efendim" davranışındasın. Ama gün oldu güçlendin; birşey öğrendin güçlendin, bir şey oldun güçlendin, bir şeyin oldu güçlendin. Bir de şimdi bedenine bak? Dikleştin, işaret parmağın kalktı, ukala olmaya başladın. Bunlar Esfele Safiliyn'i yakalaman için. Çünkü o durdukça kurtuluş olmaz. Gör, fark et; sende yaşıyor.

Dolayısıyla: kendindeki gücün hangi güç olduğunu araştırmalısın. Eğer sende "Rahmani Güç" varsa o korur, merhametlidir, Hakk'ı gözetir. Çünkü Rahmani Güç Allah ahlakındandır. Ama sendeki Esfele Safiliyn ahlaklı güç ise; o EZER, YOK EDER, İNSANI KULLANIR. Hatta şunu fark edersiniz ki; Esfele Safiliyn için diğerinin bir şeyi hep alay konusudur, hep insanları "ti"ye alır. Birisinin bir şeyi hep sizin alay konunuzdur. İki arkadaş yan yana gelse birisinin bir şeyini konuşur konuşur gülerler. İşte Esfele Safiliyn, o kişinin etini çiğ çiğ yiyorlar. Ayet gereği "ölü kardeşinin" etini yiyor.. Bunları kendimizde sürekli aramamız gerekiyor.

Yine kendinizi iyi inceleyin: Birşey izliyorsunuz veya camdan bir yere bakıyorsunuz, dikkat edin. Siz camdan bakıyorsunuz, yolda da birisi yürüyor. Bir anda bir şey oldu, ayağı kaydı, elinden bir şey düştü, onu camdan izleyen hemen güler. Birisinin kusuruna nasıl gülüyorsun? Birisi konuşurken dili sürçüyor veya bir kelimeyi şaşırıyor, hemen kahkahayı basıyorsun veya yüzünde müstehzi bir ifade kendiliğinden beliriyor. Oysa o halden dolayı kişi üzüldü. Bir kardeşinin üzüldüğü, mahcup olduğu şeye sen nasıl gülersin? Bunu Billahi anlamındakinin aklı alır mı? Şu reflekse bak ki, senin haberin yok ama o çalışıyor. Esfele Safiliyn boş durmuyor, çalışıyor... Sen kiminle mücadele ediyorsun, bir farkına var! O sende canlı, ölü olan sensin. Bunları kendinde yakalayacaksın, daima mücadele ile yakalayacaksın...

Ve işte bu zalim en fazla kimi ezer biliyor musunuz? Sevenlerini ezer. Biri onu sevsin onu ezer. Çünkü ezecek birisini buldu. Ama aynı Esfele Safiliyn kişi zalimlere ise yaranmaya çalışır, bir zalimin de gözüne girmeye çalışır. Bu yanlarınızı yakalayın...

Karşılıklı şikayetleşmek onun sohbet tarzıdır; işi budur. Saatlerce telefonda şikayet, bir yerde buluşurlar şikayet ve bunun adı sohbet!

Bütün bu işler için kendi bilgi ve gücü yetmez, artırmak için sihir, büyü, fal gibi yanlışlardan da medet umarlar, Allahım muhafaza buyur Rabbim. Bunlara meyilli oldukları için Esfele Safiliyn'ler Din'i de böyle algılar, Din'e de böyle yaklaşırlar. Biraz dindar birini bulursa gider ona sorar: Şu işimin falı nasıldır; şu işimde en iyi seçenek hangisidir? Hep bir güç peşinde olduğu için Din'den de böyle yararlanmaya çalışır. İşte bunun için ayette; "Onlar Allah’ı kandırmaya çalışıyorlar, ama Allah onları kandırır" buyruluyor. Ona sorulsa, "Allah’ın sisteminden yararlanıyorum" der, ama sistemden yararlanarak kendi gücüne bir şeyler katmaya çalışır. İş halis olmaz! Dikkat edin, "sihir, büyü, fal" vardır, hatta sonuçları doğru da çıkabilir. Ama yine dikkat edin ki; "sihir, büyü, fal gibi şeyler nelerse" bunların hepsinin veri tabanı ve hedefi dȗniHİ algıdır. "Ama doğru çıkıyor, bildi" deseniz de, bu gibi yöntemlerle süper başarılar elde ediyor olsalar da onun veri tabanı Billahi değil dȗniHİ algıdır, hedefi de dȗniHİ algıdır, sonu da dünya ve ahirette hüsrandır. Oradaki doğrulara, başarılara bakıp da Allah’tan perdelenmeyin. Neden bunların bu kadar üzerinde duruyoruz? Seslendiğimiz ara yerdekiler bunlarla uğraşıyor olduğu için.

Çok derinlere nüfuz etmiş bir diğeri Şikayet'tir. Lütfen karar alalım; "hiç şikayet içeren cümle kurmayacağım" diyelim ve konuşurken hemen kendimizi deneyelim. Çocuğunuzla, arkadaşınızla, anne babanızla, tanıdığınızla, sevdiğinizle konuşurken bir cümle kuruyorken kendimizi test edelim. Şikayet edecek gibi olan cümle ve kelimelerinizden hemen vazgeçin, başka bir söyleme tarzı bulun, söyleyecek başka birşey bulun. Çünkü şikayet kesinlikle Şaki'nin dilidir, şikayet küfür ehlinin dilidir. Billahi anlamındaki kul şikayet dili kullanmaz. Bilir ki, o tür cümlelerin hepsi Allah’a isyandır. Öyleyse, şikayet cümlelerini silin. O kadar çok köşe yazarı var ki, şikayet cümlesini silsin bir satır yazı yazamaz. O kadar konu anlatan var ki, şikayeti kaldırsın konuşacak bir cümle kalmaz. Etiketi ne olursa olsun, onlar Şaki'nin dili ve göstergesidir.

Konuşma arzunuzu ve konuşanı kontrol edin. Cümle kurarken "BEN" diyen, o sırada dȗniHİ mi, Billahi mi? DȗniHİ olandan vazgeçin, Billahi algıyla "BEN" demeye çalışın. Yani: Allah adına, Allah için, Allah’ın verdiğini kullanarak "BEN" deyin. "Varım ve Müstakilim" algısıyla" BEN" diyeni boş verin, ona ters dönün.

Bu sözümüz de gençleredir ve ara yerde kalmak veya kurtulmakla ilgili olarak önemlidir: Eş seçiminde önce kendi çelişkini düzeltmelisin. Bu henüz o fırsatı olanlar için: Birisini şikayet etmeyi bırakın ve eş seçiminde önce kendi çelişkinizi düzeltin. "Evleneceğim ama o öyle, bu böyle, şu şöyle" değil, önce kendi çelişkini kaldır. "Bu çelişki nedir, nasıl düzeltilir?" anlatacağız. Ancak bu söylediklerim ara yerde olup da kurtulmak isteyen Talib insan içindir, seslenişimiz onadır! İnanan birisi var, evlenecek. Bir kriter buluyor: Evleneceğim kişi dindar olsun ama topluma da uyum sağlasın. Dışarıda böyle bir kural var, o da kendince kuralı koyuyor ve buna uygun da birini buluyor. "Dindar ama topluma uyum sağlamış olanlar"ın sayısı çoktur, bu yüzden kolay bulursunuz, bunlar birbirlerini çok çabuk bulurlar. Buldu, evlendiler. Genellikle ne olur biliyor musunuz? Kadının "topluma uyum sağlasın" yanı evlendikten sonra gittikçe artar. Onun o kadar uyum sağlamasını kıskanan erkek eğer ara yerdeyse o kıskançlıkla gittikçe dindar olur. Kadının o kadar uyum sağlayacağını bilmiyordu! Bu kadar toplumsal uyuma dayanamaz, işin içinde dindarlık olduğundan bir kıskançlık da geliştirir, kıskandıkça daha dindar olur. Kıskançlığını anlatabilmek için eşine dini anlatır, "kıskanıyorum" diyemez "hani sen dindardın, ne oldu?" der. Süreç böyle gelişirse kadın gittikçe topluma uyar, erkek gittikçe dine... Ve başlarkenki eşitlik bozulur, hem de yakın zamanda. Başlarkenki eşitlik yanlışta eşitlikti, bozuldu ve uçurum büyümeye başladı. Bu hikaye hep böyle değildir, elbette tersi örnekler de vardır.

Efendimiz (SAV) bu konuda önemle uyarıyor: "Hayrlı mal edinin." Sahabe efendilerimiz sürekli O'na bakıyorlar. Olarınki de ayrı bir şans... Risalet Nuru'nun içerisinde bizzat sahibinden; o ağızdan, o dilden, o nurdan öğrenmek için devamlı bakıyorlar. Hatta, arının peteğe veya çiçeğe yapışması gibi o kadar çok yapışıyorlar ki; uyarılıyorlar: Rasülü rahat bırakın da dinlensin. İşi öyle fark etmişler ki böyle yapışıyorlar. İşte onlara Efendimiz (SAV) dünyada edinileceklerin hayrlı olanından ve öneminden bahsedince telaşlanıyorlar, iyice öğrenmek için “neye dikkat edelim?” diyorlar. Efendimiz (SAV): ”Cennete gitmenizi kolaylaştıracak kadınlar edinin” buyuruyor. Bu öyle önemli bir şeydir ki... Henüz o şansı olan için bundan daha önemli bir şey yoktur! Kriter, “şöyle malı, şöyle kariyer" değil, "şunum var, bunum var” değil! Cennete gitmenizi kolaylaştıracak eşler...

Biz böyle anlatınca ara yerde olup şöyle de diyenler elbette olacaktır, şu mazeretler ileri sürülecektir: "Ama çoğunluğa baksanıza, herkes böyle yapıyor." Evet, ama bu da bir aldatmacadır. Ara yerde olup da bu konuda böyle mazeret uyduranları Kur’an uyarır:

“Eğer Arz'da bulunanların ekseriyetine itaat edersen, seni Allah yolundan saptırırlar... (Çünkü) onlar ancak zanna tabi olurlar ve onlar ancak tahmin üzere konuşup, saçmalarlar.” (En'am-116).

Çünkü:


“...İnsanların ekseriyeti iman etmezler.” (Ra'd-1).

“...Muhakkak ki, insanların çoğu gerçekten fâsıktırlar.” (Maide-49).

Şimdi oluşan tabloya bakın: İnsanların çoğu iman etmiyor, çoğu da fâsık ve sen de "çoğunluk böyle yapıyor" diyorsun. Doğru olur mu? Çoğunluk iman olarak yanlıştaysa onların yaptığını nasıl ölçü alırsın? Hatta insan ölçü alacak bir kişi bile bulamaz, doğruyu yapan tek başına kalır, tek başına... O tek başına halinle doğruyu yaparken öyle tek başına olmalısın ki, senin o doğruyu yapmandan kimse rahatsız olmamalıdır, o hassasiyetle yaşamalısın. Öyle güzel, saklı bir sevdayla; Allah sevdasıyla...

Hicret edeceğimiz algıya "Billahi algı" dedik ve bir hedef koyduk: Billahi algı sürdürülebilir olmalı ve o algı ikana dönüştürülebilmelidir. İşte bunun olabilmesi için dikkat edilmesi gereken iki önemli husus vardır.

Billahi algının sürdürülebilir olması ve sonra ikana dönüşebilmesinde dikkat etmemiz gereken iki husustan birisi, talibin mümkün olduğunca kesintisiz olarak kendisine telkinde bulunmasıdır. Talip bu amaçla kendisine kesintisiz telkinde bulunacaktır: "Allah’ın dışı yoktur, ancak Allah: Bütün yaratılanlar İlmullah'ta Allah’ın dileğinin suretleridir, İlmullah'ta var gibi görünenlerdir. Güç Allah’ındır, Mülk Allah’ındır, Hüküm Allah’ındır." Bir başka deyişle diyoruz ki: "Allah’ın dışarısı yoktur, ancak Allah: Müstakilen var ve muhtar olan yalnız Allah’tır." Allah’ın dışarısı diye bir kavram olmayınca Allah’tan başka müstakilen var ve muhtar bir varlık düşünmek tamamen yanlıştır, yani boştur, yani BATIL'dır."

İşte bu telkin, yapılacak zikrullah çalışmasının ANA MANASINI, TEMELİNİ, ESASINI oluşturur. İşte bu telkin "Kelime-i Tevhid"dir: "La ilahe illalllah." Yukarıdaki telkin, "La ilahe illallah" Zikrullahı sırasında zihnimizde olması gereken bilinçtir: Onu artık "Allah’tan başka ilah yoktur" diye de manalandırabiliriz. Neden Allah’tan başka ilah yoktur? Çünkü Allah’ın dışarısı yoktur. İlah'ı tanımladık: Müstakilen Var ve Muhtar olan! Allah’tan başka "müstakilen var ve muhtar" olan olmayınca, Allah’ın dışarısı olmayınca, başka "müstakilen var ve muhtar" olan da yoktur. Sonuç tek cümle olacaksa; "Allah’ın dışarısı yoktur, ancak Allah"tır. İşte bu telkin "Zikrullah"tır ve kalbler ancak Zikrullah ile mutmain olur:

“Dikkat edin! Kalbler zikrullah ile mutmain olur.” (Ra'd-28).

Sen bu telkini yaparsan, işte bu telkin ile;



  • Rabbine yönelenlerden olursun; İnsan-29 ayeti gereği,

  • Haniyf olursun, Rum-30 ayeti gereği,

  • Allah’a firar etmiş olursun; Zariyat-50 gereği,

  • Allah ve Rasulüne hicret etmiş olursun; Nisa-100 ve Ankebut-26 gereği,

  • "Senden sana sığınırım" demiş olursun; Tevbe-118 gereği,

  • Evvabiyn (özüne dönen) olursun; İsra-25 ve Kaf-32 gereği,

  • Kalbin Kalb-i Munîb (hakikatine dönen kalb) olur; Kaf-33 gereği,

  • Kalbi ihbat edenlerden (dȗniHİ algı ile irtibatını kesmiş ve böylece kalbi mutmain) olmuş olursun; Hac-54 ve Hud-23 gereği,

  • Kalb-i Selim (marazdan kurtulmuş kalb sahibi) olursun; Şuara-89 ve Saffat-84 gereği.

Özetlersek, bu telkinle sen:

  • Muttaki olursun; Bakara-2 gereği,

  • Nefs-i Levvame'ye girmiş olursun, Kıyamet-2 gereği,

  • Umulur ki, Rabbim sana Nefs-i Mutmain kapısını açar da O senden razı, sen de O'ndan razı cennete dahil olursun; Fecr; 27, 28, 29 ve 30. ayetler gereği.

Bu telkine/zikre uyan Talib için hal böyleyken, bu telkine karşı âmâ davranıp da görmezden gelen insanın akıbeti ayette bahsedildiği gibidir:

“Onlara "La ilahe illallah" (denildiğinde) telkin edildiğinde muhakkak ki, onlar müstekbir (Allah’ın dışında ben de müstakilen var ve muhtarım idrakiyle) davrandılar.” (Saffat-35).

Eğer durum Saffat-35 ayetindeki gibi olursa;

“Kim dȗniHİ (algı ve zann'larıyla) Rahman’ın zikrinden (Kur’ân'ın öğrettiği Billahi algı ve ikanı yaşantısından) âmâ (uzak) olursa, ona yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz. Şüphesiz ki şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf; 36, 37).

"Yanlarından ayrılmayan şeytan" iki tanedir, ikisini birden düşünmek lazım. Birisi kendisindeki Esfele Safiliyn yapıdır, diğeri cin taifesinden olan şeytandır. Aslolan onun Esfele Safiliyn yapısıdır. İşte o zaman onun bu yapısını o kadar kuvvetlendiririz ki, o yapı onda öyle bir kişilik olur ki ve kişi o kişiliği öyle yaşar ki ve yaşadığını da öyle doğru zanneder ki... Bu söylenen tablo, kişi ne yaparsa oluşur? Rahman’ın zikrinden âmâ olursa! Bu durumda; Kur’ân'ın "bu sizin düşmanınızdır, cin taifesindendir, secde edin dedik etmedi" dediği, cin taifesinden şeytanlık görevini yüklenmiş bir görevli size verilir ki, sizi daima saptırtsın.

Ancak bilmelisiniz ki, size görevlendirilmiş cin taifesinden olan o şeytan; sizden daha akıllı, sizden daha sinsi, sizden daha kurnaz, sizden daha kafir değildir. Sizin Esfele Safiliyn yapınız o şeytana pabucunu ters giydirir. Çok enteresandır ki; insanlar kendi Esfele Safiliyn yapılarını korumak için o şeytandan Allah’a sığınırlar, adeta "Allahım, benim şeytan yapımı o şeytandan koru" derler. Oysa Billahi algıda olan "Eȗzü Billahi" ile her ikisinden korunmaya çalışır. Kişi Esfele Safiliyn'de yaşıyor ve şeytandan da korunmaya çalışıyorsa buna hiç gerek yok, çünkü bu halinde şeytan senden kaçıyor. Onun seninle ayrıca uğraşmasına gerek yoktur, senin Esfele Safiliyn yapın zaten çok kuvvetli bir şeytandır. O yüzden, "Allahım beni kendimden koru, Allahım beni kendimden ve şeytandan koru" deyip sığınmak lazım. Özellikle "Allahım beni kendimden koru" sığınışını unutmamak gerekiyor.

Billahi algının sürdürülebilir olması ve bir algıyken ikana dönüşebilmesi için ilk husus "La ilahe illallah" anlamındaki telkinlerin ve Zikrullah'ın kesintisiz olmasıydı. Bunların hayalinin beyinde kesintisiz olması Billahi algı oluşacak, o algı olmadan olmaz. Billahi algı olmadan, onun derin beyin izi olmadan dȗniHİ algı silinmez. İşte bu kesintisizlik için:

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler (her vakit Billahi algıdadırlar).” (Al-u İmran; 191).

"Billahi algı"nın sürdürülebilir olması ve ikana dönüşebilmesi için ikinci husus; Billahi algı kapsamında fikir, fiil ve amel içeren hayat tarzının mümkün olduğunca kesintisiz olmasıdır, buna gayret etmektir. Billahi anlamında telkinleri kesintisiz hale getirdikten sonra şimdi de ona uygun hayat tarzının sürdürülebilir ve kesintisiz olmasına gayret ediyoruz. Bu hayat tarzını sağlayan ve sürdürülebilir kılan bir şey vardır: Billahi algıya ait hayat tarzının sürdürülebilir ve kesintisiz olmasını, "daimî rukȗ halinin muhafazası" sağlar. Yeni bir davranış biçimi ile karşı karşıyayız: Daimî rukȗ… Daimî rukȗ hali… Daimi Rukȗ Halini Muhafaza Etmek…

RUKÛ HALİ aslında bir hayat tarzıdır ve Allah’tan utanmak diye kısaca tanımlanabilir. İşin esas tanımı budur. Tanım ne kadar kısa olursa anlamak o kadar kolaylaşır deyip çok kısa bir tanım yapıyoruz: Rukȗ Allah’tan utanmaktır. Salât ikamesinde de (Efendimiz (SAV)'e ve Muhammedî'lere lutfedilmiş bir hediye olarak) rukȗ vardır ve aslında "salâttaki rukȗ" da bu manadadır. Salâttaki rukȗ, "hayat tarzı olan rukȗ"nun Rabbimize sunuluşunu ve Rabbimizin de inşaAllah kabulünü bize yaşatır. Bu manada bakıldığında o bir dildir, o dili göreceğiz. Salât hali zaten kendisi öyle bir şey ki; siz isteseniz de istemeseniz de, başka şey düşünseniz de orada "Billahi algı"da kabul ediliyorsunuz, salâtın böyle bir özelliği var; aklınıza ne gelirse gelsin orada siz "Billahi algı ehli" kabul ediliyorsunuz. Bu kabul müslümana nasıl bir hediyedir... Salâttayken "Billahi algıdaymış gibi" muamele görmek nasıl bir ikramdır... Dolayısıyla: Bu kabulledir ki; sizin yazınız okunur, salâtın hareketleriyle yaptığınız harfler okunur. İşte o salâtın içindeki rukȗ; siz normal hayatta "daimi rukȗ" halinde Allah’tan utanma rukȗsunu yaşadığınızda onu Allah’a sunma noktasıdır, sizin "daimi rukȗ" halinizin kabulü noktasıdır. Onun içindir ki, rukȗdan kalkarken "Allahuekber" demezsiniz, yani müjdenizi alarak kalkarsınız; Size; "Allah hamdınızı kabul etti/işitti" denir: "Semiallahu limen hamideh" kabulü sizin ağzınızdan size söylenir ve siz secde için kalkarsınız. Oradaki dil; sizin hayattaki rukȗnuzun kabul olduğunun ifadesidir. Rukȗnun kabulünden sonra size secde yolu açılır. O ayrı bir hayattır; ama rukȗ ile açılır.

"Sizin Veliy'niz ancak Allah’tır, Onun Rasulü'dür ve (şu) iman edenlerdir ki, onlar salatı ikame ederler ve rukȗ halinde zekatı verirler." (Maide-55).

Ayetten öğreniyoruz ki: Rukȗ bir hayat tarzıdır. Bu tariften hayat tarzı olan rukȗyu öğreniyoruz. Bir de ayet bize "velilerimizi" öğretiyor. Daha önceki ayetlerden "dȗniHİ velileriniz yok"u öğrendik, şimdi ise; sizin veliniz ancak Allah'tır: "Ancak Allah; O’nun Rasulü ve O'na iman edenler; sizin veliniz dȗniHİ olmaksızın bunlardır" buyrulup Rasulullah'ın ve mü'minlerin özellikleri, hayat tarzları tanımlanıyor: Onlar salâtı ikame ederler ve rukȗ halinde zekatı verirler: Dikkat edilirse, "Rukȗ halinde zekatı verirler" tarifi ile biz yeni bir özellik öğreniyoruz. Bu öğretilen aslında bir hayat tarzıdır: Onlar Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcarlar. Onlar Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcarken rukȗ halindedirler.

Ancak: Hayatta Allah'tan utanma işini başlatan esas şey bir halin fark edilmesidir, insan onu fark ettiği zaman hayatta rukȗ hali başlar: DȗniHİ algı ve zann'larıyla Allah’a karşı ilahlık tasladığını fark eden insanın bu tasladığı ilahlık yüzünden Allah’tan utanmasıyla dȗniHİ algıya sırt dönen yeni bir yaşantı başlar, rukȗ hayat tarzı başlar. Kul'da Allah utanmasını başlatan esas şey budur ve bu sırt dönüşün edebidir. Olması gereken de budur, ulaşılması gereken de budur...

Ancak: Normal hayattaki, yaşantımızdaki günahlar buna ulaşmayı engeller. Dolayısıyla, biz önce hayatımızdaki normal günahların utanmalarını yapmalıyız. Bunun için kişi nafile salâtlarından yararlanabilir. Kurtulmak istediği bir günahını utanç noktasına getirip normal hayatta ondan utanırken onu rukȗsuna taşır. O utançla, o günahın utancıyla salâtta rukȗya gider; kabul olduğunu öğrenir; birinci secdeye gittiğinde o günahın yokluğunu yaşar; o günahın yokluğunu görünce ikinci secdede Allah’ına şükrederek secde eder. Böylece salât aynı zamanda normal günahlarınızdan kurtulmanın da yöntemidir. Salât Miraç’tır, Mirac’a gitmenin yoludur ama aynı zamanda da Burak’tır. Salât sizi Mirac’a taşıyacak Burak’tır, önce Burak’a binmek lazım. Biz Burak’a binmeden Mirac’a gitmek istiyoruz. Salat’ı önce Burak olarak kullanıp, sonra Mirac’ı görmemiz gerekir. BURAK; Rukȗ'da bütün günahlarımızdan kurtulmanın utancını yaşamaktır, utanarak Allah’tan af dilemektir. Bu utanma öyle bir hale gelir ki, siz artık salata durduğunuzda "müstakilen varım ve muhtarım" iddiasının utancıyla durursunuz. Bu utanma yüzünden "birinci secde"de o iddia yok olur, o yüzden ismi YOKLUK SECDESİ'dir, daha doğrusu onun adı YOK EDEN SECDE'dir. Birinci secdeye "Yok Eden Secde" demek daha manalı olur, "Yokluk Secdesi" denildiği zaman kişiler onu tam anlayamaz, neyin yok olacağını tam fark edemez. O Yok Eden Secde'dir, "YOK" eden! Oraya bir şey götürmek lazım ki, "YOK" olsun...

"Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcamak" olayı bütün harcama çeşitlerini kapsayınca, o olay "Billahi anlamında hayat tarzı" yani, "Billahi algı ile yaşamak" diye tanımlanabilir. Billahi anlamında yaşamak isteyen Talib vermeye başlıyor, dȗniHİ hayata ait ne varsa hepsini vermeye başlıyor; Allah için hepsini terk ediyor! Bunun diğer bir ismi HİCRET'tir. Esas Hicret dȗniHİ'den Billahi’ye gelmektir. Dolayısıyla, bu geldiğimiz yerde "Billahi algı ile rukȗ halinde yaşamak" sonucuna varırız. "Billahi algıda ve Allah’tan utanarak, huzurda edeble duruş" RUKÛ HALİ olur. Onun tarifi artık budur: Billahi algıda ve Allah’tan utanarak huzurda edeble duruş! Burayı biraz açacağız ki, anlatılanı, yaşayabilelim.

Bize rukȗ hayat tarzını öğreten Maide Suresi 55. ayetin iniş sebebiyle ilgili birkaç rivayetten birisi şimdi konumuza ışık tutacaktır:

Ebu Zerr radıyallahu anh’den: Bir gün Mescid'de öğle salâtı ikame etmiştik. Bir dilenci: "Ey, Rabbim! Şahid ol, Rasulullah’ın mescidine geldim, dilendim, kimse bana bir şey vermedi" diye şikayet etti. Hz. Ali daha salât ikamesindeydi ve rukȗda idi. Dilenciye serçe parmağındaki bir yüzüğü işaret etti, o da gitti aldı..."

Rivayet devam ediyor, biz konumuz kapsamındaki kısmı ele alıyoruz. Mübarek insanlar fiillerde çok önemli canlandırmalar yaşamışlardır, sırf "biz öğrenelim" diye. Biz Büyük Hacet Duası'na sahip olalım diye, hacet duasından yararlanalım diye Efendimiz (SAV) Taif’te taşlanmış olarak kanlar içinde dua etmiştir. Düşünün, Rasulullah o pozisyonda dua ederek "bir dua" oluşturuyor; bunu yaşıyor ki, biz o duayı yapalım. Böyle bir hal vardır. Bu rivayette anlatılanı da ona benzetirseniz böyle bir olay rukȗda cereyan ediyor. Hz. Ali radıyallahu anh efendimiz rukȗdayken bir dilenci inananları Allah’a şikayet ediyor ve Hz. Ali efendimiz bir mü’min olarak Allah’a karşı utanıyor; çünkü, Rablerine şikayet edildiler; yani öğretmenlerine şikayet edildiler. Bu duygularla, rukȗda parmağındaki yüzüğü işaret ediyor, kişi de gidip o yüzüğü alıyor.

Bu olaya bir yöntem dahilinde bakarsak: Bir; Müslümanları Allah’a bir şikayet eden var. İki; bu şikayeti duyup Allah’tan utanan var. Üç; bu utanan kişi rukȗ halinde. Dört; bu utanan, bu şikayete karşı ne yapacak? Nihayet: Rukȗ halinde telaş gösteriyor; Elhamdülillah… Serçe parmağında bir yüzük var ve onu veriyor. Yaşanan olayları, Hz. Ali radıyallahu anh efendimizin halini ve bu durumla ilgili gelen bir ayeti halimize, amellerimize, idrakımıza taşırsak yukarıdaki sonuçları elde ederiz...

Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurmuşlardır ki: "İman yetmiş küsur şubedir. Utanmak da imanda bir şubedir."


Yüklə 211,1 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin