Ulaştığımız sonuç şu ki; beynimizde oluşan ve bütün fiillerimize sebep olan batıl izi daha derin Hakk iz ile silmeliyiz. Bu tespit 'bu konuyu bilmek' değildir, bu iş için konuyu bilmek yetmiyor, hele duymak hiç yetmiyor. İnşaAllah şimdi, ulaştığımız bu sonuçla ilgili Kur'an’dan bir laboratuar çalışması görelim:
"(Musa): "Siz atın" dedi. (Sihirbazlar) atınca, insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. (Sihirbazlar) aziym bir sihir getirdiler. Biz de Musa’ya: "Asa'nı at" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, o asa onların uydurdukları şeyleri kapıp yutuyor! İşte böylece, Hakk vaki oldu ve onların yapmakta oldukları batıl olup (boşa) gitti." (A'raf; 116-118).
Bir çok konunun çözümünde buradan sonuç ve fikir çıkarmak mümkündür. Şimdi biz çözmeye çalıştığımız sorunla, sorunumuzla ilgili sonuca bakalım. Bu kıssayı şimdi uzun anlatmak vaktimizi alacağı için anlaşılması için ana hatlarıyla özetleyelim: Hz. Musa firavun’un karşısında ve sihirbazlara "haydi siz başlayın" diyor. Sihirbazların illüzyonlarını, oluşturdukları illüzyonları, konumuzun diliyle "batıl görüntü"lerini daha derin bir iz olan Hz. Musa’nın Asası yuttu...
Biraz sonra Yusuf Suresi'nde de hatırlatacağız; önce Kur'an'ın mesajını anlamak gerekiyor, yani bize lazım olan esas fikri Kur'an'dan almak gerekiyor. Kur'an’ın esas mesajını aldıktan, anladıktan sonra o fikirle ayetlere baktığınızda "bir çok şey göreceksiniz" demiyorum; Rabbim size bir çok şeyi gösterecektir. Kuran’dan görülecek olanı Rabbim gösterir. Onu o zaman bizzat yaşayacak ve göreceksiniz inşaAllah.
Sihirbazlar firavun’un önünde ayetlerden öğrendiğimiz bir illüzyon yaptılar. Ama onların oluşturdukları görüntüleri/illüzyonu, sihirle oluşturdukları korkuyu Hz. Musa’nın Asası yuttu. Çünkü o derin bir izdi, o derin Hakk izin temsiliydi. Sihirbazların yaptıkları batıl fiillerin temsilidir, konumuz için böyledir. Bu olaylar olmamıştır demiyorum, o da çok ayrı bir konudur. Ayette anlatılan olaylar zahiren aynen olmuştur ve o çok incelememiz gereken ve incelediğimiz zaman da hayretimizin artacağı ayrı bir konudur. Şimdi biz oradan bize lazım olanı, konumuz için gereken kadarını çekiyoruz. Küfür ehlinin oluşturdukları illüzyonu, Hz. Musa’nın Asası yuttu, Hakk iz daha derin bir iz olarak onları yuttu. Musa’nın Asası'na Allah "Kün" dedi ve feyekün; Asa bir ejderhaya dönüştü. Sihirbazların oluşturduğu yılancıklara benzer şeylerin/görüntülerin hepsini o ejderha teker teker yuttu ve yok etti. Sihir ile temsil edilen batıl bir idrak vardı. Yani, illüzyon olarak batıl bir algı vardı, o algıdan kaynaklanan bir yanılgı ve görüntüler vardı, ama Hakk iz geldi, onları sildi, götürdü. Bu yüzden, bu ayetin sonunda diyor ki: İşte böylece, Hakk vaki oldu ve onların yapmakta oldukları batıl olup (boşa) gitti. Hepsi boşa gitti... Ayetler Hakk ve Batıl'la sonuçlanınca yaşanan olayın ve o görüntülerin neyi temsil ettiğini de böylece anlıyoruz: Hz. Musa’nın Asası Hakk, sihirbazların yaptıkları da Batıl'ı temsil ediyor. Ancak dikkat edin: İllüzyonları sihirbazlar yapmıştı, ona dȗniHİ algıdakiler sebep olmuştu. Fakat Hakk’a Allah emir verdi. Ayet Hz. Musa yaptı demiyor, Musa’ya "asanı at dedik" diyor. "Hakk ortaya çıktı ve Batıl silindi" prensibi bizim için çok önemlidir. Öyleyse onu çok önemsemek lazım ve o prensibi kullanabilmek lazım. Bu prensip İsra Suresi'nde bizim için vurgulanır:
"De ki: "Hakk açığa çıktı, Batıl silindi. Muhakkak ki, batıl silinmeye çok mahkumdur." (İsra-81).
"De ki: Hakk ortaya çıktı! Batıl ne yeni bir şey oluşturabilir, ne de eskiyi yeniden ileri sürebilir." (Sebe-49).
Hakk olan derin izin gücünü gördük, fark ettiniz mi? Bu bölüme kadar dȗniHİ algının ne kadar güçlü olduğunu ve bizi nasıl yönettiğini görmüştük, şimdi onu silecek olan Hakk izi tanıyoruz. Hakk iz öyle bir şey ki, ortaya çıkarsa Batıl kaybolur. Beyinde bu derin (Hakk) izi oluşturabilmek için ne yapmamız lazım? Bu derin iz için ne gerekiyor, basamaklarıyla görelim.
İşi "yalnızca beyin" zannedenler bunu çözemez. "Her iş beyinde başlıyor ve bitiyor" zannedenler çözemezler, ancak insanca çözümler bulurlar. Esas olan Kur'an’ın çözümüdür, ayetlerle olan o çözümü birlikte incelemeye çalışacağız.
Beyinde derin iz oluşturabilmek için Fuad’ı yanlış zapturapttan kurtarıp yeni bir zapturapta almak gerekiyor. Esfele Safiliyn hal, dȗniHİ algı ile Fuad’ı bağlamış, zapturapt altına almıştır. Bu işleyişi "Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Mekanizması" olarak İnşirah kitapçığında incelemiştik, "Fuad nedir, Kur'an onu bize nasıl öğretiyor?" bakabilirsiniz. Yine de bir cümleyle hatırlatalım: Fuad kalıbımızın/kalbimizin analiz-sentez merkezidir. Bu analiz-sentez merkezi işini yaparken "doğru mu, eğri mi?" diye bakmadan Sadr’da ne hakimse, o hakimiyet doğrultusunda sonuçlar çıkarır. Esfele Safiliyn hal, dȗniHİ algı Sadr’ı kapladığı için Kalbi de, kalbin analiz-sentez işlevi olan Fuad’ı da esir etmiştir:
"Hayır (asla)! Bilakis, kazanmakta oldukları (dȗniHİ algı sonucu zann'larıyla oluşturdukları kişilikleri), onların kalblerinin üzerini (bir kılıf gibi) örtmüştür." (Mutaffifîn-14).
Buyruluyor ki: Siz bir algıyla bir kişilik oluşturuyorsunuz, kazanmakta olduğunuz budur. Bu kişiliği dȗniHİ algıdan ulaştığınız zann'larla oluşturuyorsunuz, o zann'larla bir hayat tarzı kurarak bir kimlik inşa ediyorsunuz. Ve sonuçta size ait bir kişilik çıkıyor. Oluşturduğunuz DȗniHİ hayat tarzına bir etiket yapıştırıyorsunuz; kişilik olarak. İşte bu oluşturduğu kişilik, yani bu kazandığı, kulun "kalb"ini bir kılıf gibi kaplamıştır. Bahsedilen bu KALB; insanın ahseni takviym yapısını ortaya çıkaracak olan fıtratını taşıyan kalıbıdır. İşte Fuad bu kalbta çalışan bir sistemdir, oradaki analiz-sentez sistemidir. Oluşturulan bu kişilik o kalıbın, yani kalbinizin üstünü kapladığında aynı zamanda Fuad'ı da kapladığı için, onu da örttüğü için, artık Fuad’dan dışarı çıkacak olan sonuçlar bu hakimiyete göre çıkar, onu örten bu kılıfa göre çıkar. Çünkü: Fuad bu kılıfı doğru zanneder ve buna göre sonuçlara ulaşır, o sonuçları da fiile dönüştürmesi için beyne gönderir. Sürekli böyle sonuç göndereceği için, Fuad’ın devamlı gönderdiği bu algı sonuçları beyinde bir iz yapar. Nihayet beyin, otomatik olarak o ize göre fiil üretir hale gelir. Öyleyse biz, önce Fuad’ı bu esaretten kurtarmalıyız. Sonra da Fuad’a beyne göndermesi için öyle analiz-sentez sonuçları çıkarttırmalıyız ki ve bu öyle sürekli olmalı ki, öncekinden daha derin bir iz oluştursun. Derin bir Hakk iz oluşturuncaya kadar buna çalışılmalıdır ki, kendimizi içinde bulduğumuz DȗniHİ algıdan sıyrılabilelim. Eğer biz Fuad’ı bu esaretten kurtarıp Hakk ile bağlamayı, Hakk ile zapturapta almayı başarırsak, bu durumda kalb beyne Hakk emirler gönderecektir, kendiliğinden.
Şu çok önemlidir: Beyin ne yapacağını Kalb'ten öğrenir, Kalb söylemeden beyin bir şey yapamaz, ne yapacağını ona Kalb söyler. Günümüzde insanlar beynin nasıl çalıştığını inceliyorlar, yaptıkları doğrudur. Ama iki farklı konuyu karıştırmayalım: "Beynin nasıl çalıştığı" ve "beyni kimin çalıştırdığı" birbirinden çok farklı iki şeydir. Beynin nasıl çalıştığı tamam, ama onu kim çalıştırıyor? Beyni Kalb çalıştırır; onu sizin kalbiniz, sizin kalıbınız çalıştırır. Beyne ne yapacağını o kalıp bildirir. Ancak: Kalıbınızın üstünü dȗniHİ algı kapladığı için, beyne giden emirleri gönderen sanki kalbmiş gibi bir durum olur, Sadrınız böyle davranır. Bu durumda beyniniz, kendisine emir Kalb'ten geliyormuş zannederek, Kalbin üstünü kaplayan Esfele Safiliyn emirlerini alır ve yapar. Yani, bu durumda beynin yerine getirdikleri aslında dȗniHİ algının emirleridir. Kalb'ı ve Fuad’ı esir etmiş olan bu kılıftan Kalb'ı kurtarmamız gerekiyor. Kurtarırsak, yani Sadr'da Kalb hakim ve hükümdar olursa beyin o zaman Kalb'ten Hakk emirler almaya başlar ve bizden çıkan fiiller Hakk fiillere dönüşür. Bu demektir ki, o zaman Kalb, beden sistemini Bil-Kıst yönetir. Bil-Kıst yönetimin sürekliliği ve sürdürülebilirliği sonucunda beyinde derin bir Hakk iz oluşur ki; Batıl silinir. Yani: Bu Bil-Kıst yönetim, Kalb'in beyni Bil-Kıst yönetişi sürekli ve sürdürülebilir olursa, Kalb'in sürekli gönderdiği bu emirler yüzünden, bu sürekli baskı ile beyinde yeni bir iz başlar. Böylece, beyinde Hakk bir iz oluşmaya, "Billahi anlam" beyinde bir iz oluşturmaya başlar. "Hakk" beyinde iz oluşturunca "Batıl" silinir. Batıl silinirse, o insan için bir korku ve mahzunluk kalmaz; bu insan, dünya hayatında da, Diyn Günü'nde de mahzun olmaz inşaAllah.
Yöntemimiz gereği, konumuzu basamak basamak ilerletip bir sonuca, oradan da yeni bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz, "Tamam böyle, ama öyle davranabilmek için ne yapacağız?" sorularıyla ilerliyoruz, bu yöntemle bir sonuçtan başka bir sonuca ulaşıyoruz. Bu sonucu da ilerletelim.
Dünya hayatındaki insanın bir tek sermayesi, bir tek malzemesi vardır: Zannetmek! Yalnızca bu! Onun zannetmekten başka kullanabileceği hiçbir şey yoktur. Dünyada biz sadece "zannetme" malzemesini kullanıyoruz. Onunla bir şeye "var", bir şeye "yok" diyoruz. Ne yapıyorsak bu malzemeyle; zannetmekle, yani algıyla! Malzememiz dünyada yalnızca algı. Biz kurtuluş için beyinde derin bir Hakk iz, Billahi iz oluşturmak istiyoruz, bunun için de kullanabileceğimiz tek malzeme zannetmektir, algıdır.
ZANN bir mekanizmadır ve iki ana ürünü vardır, Allah ve sistemi idrakıyla bakınca zannetmek/algı iki ana gruba ayrılır: Batıl Zann ve Hakk Zann. "Yok" olanı varmış zannı BATIL ZANN'dır. "Yok" olanı çok kuvvetle gerçekten varmış zannı Batıl'dır ve zannın bir ürünü budur. "Yok" olanı çok kuvvetle gerçekten varmış zannı Batıl'dır, zannın bir ürünü budur: Allah’a göre yok olanı, olmayanı, Allah’ın "yok" dediği şeyi kuvvetle var zannetmek! Diğer zann ürünü ise Hakk Zann olup; "Asıl Var Olan"ın varlığının iman ve his ile zannıdır.
Dünya sistemi gerçeği içerisinde gözünüzle görebildiğiniz için Batıl Zann'ı tanımlarken "iman ve his" ifadelerini kullanmıyoruz. Oradaki zann zaten bu yüzden çok kuvvetlidir, sistem o zanndan yanadır; aslında sistem o zannın somutudur. Ama bizim şimdi yerine derin iz yapmak istediğimiz sistemin, o zannın somutu değildir bu dünya. Ama zanndan/algıdan başka sermayemiz de yok! Demek ki, bu durumda biz Hakk Zannı somut kullanamayız, yaşadığımız şartlar öyle değil. Kişi "ikan" boyutuna gelince öyle olabilir ama başlangıçta işimiz öyle somut değildir. Bu yüzden biz şimdi "Asıl Var Olan"ı, "Asıl Var Olan"ın varlığını iman ve his ile zann edeceğiz. Neden zann? Çünkü başka malzememiz yok: Zann. Batıl Zann veya Hakk Zann. Biz "Asıl Var Olan"ın varlığını iman ve his ile zann edeceğiz ki, daha derin Hakk bir algı izi oluşturalım. Çünkü: Hakk gelecek batıl silinecek... Ama sistem gereği içinde bulunduğumuz hayatta Batıl kuvvetli! Onun malzemeleri somut, o zanlar suretlenmiş, suret bulmuş; o algının zannları suretlerde etiketlenmişler. Oysa Hakk için bizim öyle bir avantajımız yok. O nedenle, "iman ve his" yöntemini çok kuvvetle uygulayıp yaşarken Hakk zannı, Hakk zann malzemesini kullanacağız.
İnsan hayata DȗniHİ algı ile başlıyor. Bu yüzden, DȗniHİ algı ile başlayan insanın, DȗniHİ algının zann'ları için bir gayret göstermesi gerekmez; DȗniHİ algı üretmek için ve bunun zann'ları için onun hiç bir gayret göstermesi gerekmez. Çünkü o kendiliğinden çalışır ve "gerçekten var"mış gibi de algılanır, bu yüzden de somut zannedilir. Yaratılanların "birbirlerine göre var" oluş özelliği de DȗniHİ algı ve zann'larını kuvvetlendiren bir avantaj oluşturur. Dolayısıyla Fuad bu sistem ile bağlanmış olur. Fuad’ı bu sistem bağlamıştır. Bu durumda Kalb gibi davranan Sadr, Fuad'ın bu bağlanmışlığının yanlış sonuçlarını uygulanmak üzere beyne gönderir. Böylece beyin, kendiliğinden DȗniHİ algının fiillerini yerine getirir.
Özetlememiz gerekirse: Anlamış olduk ki, tek malzememiz algıdır. Böyle olduğu için biz de mecburen beyinde daha derin bir algı izi oluşturmalıyız. Bu yeni ve derin iz için, Fuad’ı zapturapta almak zorundayız. Onu zapturapt altına almak için de algı/zann malzemesinden yararlanmalıyız. Fuad’a öyle bir algı pompalamalıyız ki, nihayet Fuad pes etsin. Yine öyle bir algı pompalamalıyız ki, Kalb'teki Lüb faaliyete geçsin. Ve: Öyle bir algı pompalamalıyız ki, bu faaliyetten Allah razı olmalı ve yardım eylemelidir.
Geldiğimiz noktada soru şudur: Bunun için nasıl bir yol izlemeliyiz? Yöntemleri on madde halinde görmeye çalışacağız: Nasıl bir yol izleyelim ki...
-
Malzememiz "algı" olduğu için, ilkin bize "yeni bir algı" gerekiyor, çaremiz yeni bir algıdır. Bu nasıl bir algı olmalıdır? Bu Billahi algısıdır. Çare; kendimizi içinde bulduğumuz DȗniHİ algıya karşı Billahi algı ile mücadele etmektir. Bunun için de bize "Billahi algı ile mücadele"yi anlatan, öğreten ayetlere bakalım:
"Âminȗ Billahi ve RasȗliHİ (Billahi anlamında Allah ve O'nun Rasulü'ne iman edin) ve sizi hakkında tasarruf sahibi kıldığı şeylerden infak edin. Sizden iman eden ve infak eden kimseler var ya, onlar için ecr-u kebiyr vardır." (Hadîd-7).
"Âminȗ Billahi ve RasȗliHİ" özellikle bizim için çok önemlidir. İdrakımız için bir onarım olsun diye ona yüklediğimiz manayı mealde parantez içinde verdik. Bu ayet genellikle "Allah’a ve Rasulü'ne iman edin" şeklinde meallendiriliyor, halbuki öyle değildir. "Âminȗ Billahi ve RasȗliHİ" daveti "Allah’a ve Rasulü'ne iman edin" diye anlaşılırsa olmaz, "yanlış" olmasa da "noksan" olur. Böyle çevirirseniz yanlış iman eden birisi de "ben Allah’a ve Rasulü'ne iman ediyorum" der. Oysa ayet diyor ki: "Allah’a Billahi anlamında iman edin, Billahi anlamında algıyla iman edin." Meal yapılırken bu vurgulanırsa, o zaman "iman ettim" diyen veya iman etmek isteyen düşünecektir: Billahi anlamında iman nedir ve acaba benim imanım Billahi midir? Ama genellikle "Allah’a iman edin" yazıldığı için "okuyan "tamam, ben zaten o sınıftayım" deyip geçiyor, ayette verilen öğüdü alamıyor.
Bu ayete konumuz kapsamındaki vurgu ile bakınca "Âminȗ Billahi ve RasȗliHİ" ile bize öğretilen şudur: Allah’a dışı varmış gibi düşünmeden iman edin. Rasul'ü de O'nun dışında biri gibi algılamadan, ona da Billahi anlamında iman edin.
Kurtuluş için izleyeceğimiz yolu öğrenmeye çalıştığımıza göre, bu ayette bize önerilen kurtuluş yolu nedir? Ayetten anlıyoruz ki, kurtuluş yolu "Billahi algı"dır, öğrendiğimiz bir kere budur, Kur'an’ın bize fark ettirdiği gerçek, gösterdiği yol budur: Siz DȗniHİ algıdasınız, Billahi algıya geçin, yolunuz budur. Demek ki, yolumuz Billahi algı ile ilerliyor.
Öğrendiğimiz diğer bir öğüt var ki; zannediyorum o öğüt Kur'an’da yalnızca bu ayette geçiyor: "Tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak edin." Bunun nasıl göz ardı edilen bir mana olduğunu Fatiha kitapçığında "İyyaKE na'budu VE iyyaKE nestaiyn" ayeti içinde geniş gördük. "Tasarruf sahibi kılındığınız" demek; "tercihini size bırakarak yetkili kıldığımız" demektir ki, bu bizim Muhtariyeti Tercih Gücü dediğimizdir. Ayette kurtuluş için önerilen budur: Billahi algıya girin ve tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak edin.
Hadîd-7 bize sonucu da bildiriyor: Billahi algıya girersen ve tasarruf sahibi kılındığın şeyden de infak edersen senin için ecr-u kebiyr vardır... ECR-U KEBİYR; çok büyük, anlayamayacağın, kavrayamayacağın bir sonuçtur. Demek ki, bu yolda böyle bir mükafat var.
"Tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak edin" denildiğinde kişi eğer yaptığı başka hayrları düşünürse noksan düşünmüş olur ve sonuca varamaz. Bir kişi düşünün, bu ayet gereği, bu ayete uymak için bir malından hayır yapacak. Bu hayrı yaparken: "Bu maldan hayır yapıp yapmamak benim elimde. Dolayısıyla ben ayete uydum, işte tasarruf sahibi kılındığım şeyden hayır yaptım." Be adam! Diyorsun ki; bu mal hakkında ben tasarruf sahibi kılındım, hayr yapıp yapmamak elimde. Böyle diyorsun ya, işte vermen gereken önce o! "Şu maldan hayr yapabilirim" derken bunu sana dedirten bir yetki var, işte esas infak etmen gereken odur! Diğer infak ettiklerin zaten hep bu yetki kapsamındadır, buna bağlıdır. Ne tür infak yapıyorsan hepsi bunun altındadır; onları hep Muhtariyeti Tercih Gücü'nle yapıyorsun.
Yaptığın bütün infaklar için "isteyerek mi yaptın?" diye sorulsa "evet" dersin. "Kimin için yaptın?" dense "elbette Allah için" dersin. Peki: Senin "isteyerek yaptım, Allah için yaptım" demeni sağlayan mekanizma nedir hiç düşündün mü, onu fark ettin mi? İşte sen onu infak edeceksin, onu infak etmen isteniyor...
Dikkat et, sen oraya "BEN" diyorsun, "O güç, o yetki benim" diyorsun, bu yüzden de orayı vermiyorsun. Ve Kur'an onu vermeyene CİMRİ diyor. Demek ki, "cimrilik" denince akla önce gelecek olan budur.
Öneriliyor ki: Önce Billahi algıya gireceksin ve seni ne için tasarruf sahibi yapmış, yetkili kılmışsa onu Allah için infak edeceksin. Bunu duyan insan, eğer kendisini iyi analiz ederse, aslında bütün verdiklerinden daha fazla o yetkiyi sevdiğini görür. Esas sevdiği şeyin kendisindeki MTG yetkisi olduğunu, bu güç olduğunu görür. Oysa İNFAK; Allah'ın verdiklerini Allah için kullanmaktır ve siz sevdiklerinizden infak etmedikçe olmaz...
Yanlış bir anlaşılma oluşmasın diye söyleyeyim: O güç Allah’ın insana verdiği yetkidir; Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisidir. Peki; tasarruf sahibi kılındığımız o yetkinin infakı nasıl olur?
"İşittik ve itaat ettik" diyerek! Zihninizi konumuzun ilk kısmına taşırsanız "Semi'na ve Eta'na; işittik ve itaat ettik"i hatırlarsınız. Allah’ın buyruklarını duyuncaya kadar bu yetki sana aittir, duyar duymaz "işittik ve itaat ettik" diyerek onu infak edersin. O yetkinin infakı için gerekenin birisi budur: İşittik ve itaat ettik...
Bir diğeri ise bu yetkinin haddi aşan kısımlarından vazgeçmektir. Vazgeçeceksin! Sileceksin! Haddi aşan kısmı Allah için silmek de bir infaktır, çok önemli bir infaktır. Sende bir Tercih Gücü var, o gücün yetkisi var. Ve sen dünyada bir "mühlet sistemi" içerisinde olduğun için onu haddi aşan biçimde kullanabiliyorsun. Onun haddi aşan kısmından vazgeçmek, orayı silmek önemli bir infaktır, hatta "işittik ve itaat ettik"ten ileri bir infaktır, kanaatimce. Çünkü orayı silmekle çok önemli bir ayetin kapsamına girersin. Öyleyse orayı sileceksin! Yapamıyorsan bile "Allahım, sildim" demelisin. Sonra da: "Allahım, 'sildim' dedim ama silmemde bana yardım et, sildirtiver" diye dua edeceksin: "Onu sildim, bana onu sildirt Allahım" dediğinde hiç değilse "Sildim" diyenler sınıfına girmiş olursun. Çünkü "Sildim" diyenler sınıfı doğru caddededir ve önce o caddede olmak önemlidir. O caddedekiler "yapan" ve "yapamayanlar" olarak ayrı sandalyelerde oturuyor olabilir, ama önce doğru caddeye bir düşmek lazım. Bu yüzden "Sildim" de, "Sildim" dersen seni bekleyen bir ayet vardır:
"Sevdiklerinizden infak etmedikçe asla BİRR'e (hayra) eremezsiniz." (Al-u İmran; 92).
Ayeti okuyunca; "ben neyi seviyorum acaba?" diye arayıp, bulup vereceğin şey bir mal değildir, bunu yapman istenmiyor, istenen bu değil. Önce iyi inceleyip en sevdiğiniz şeyi fark edin. Ki; insanın en sevdiği "özgürlük" ve "muhtariyet" zannıdır. Dolayısıyla EN SEVDİĞİN ŞEY; sevdiğini zannettiğin diğer şeylere hükmeden sendeki bu yetkidir, "Sizi hakkında tasarruf sahibi kıldığı" yetkidir! İşte sen en sevdiğin o şeyden, o yetkinden infak etmedikçe "asla" diyor! Sana verilen bu yetkinin dünyadaki mühlet yüzünden "kullanıyorum" zannettiğin fazlasını, haddi aşan kısmını seviyorsun ya, işte o sevdiğinden infak etmedikçe, yani orayı silmedikçe asla! Ondan vazgeçmedikçe asla Birr'e (Hayr'a, Doğru'ya, Hakk’a) eremezsin. Çünkü oranın fazlası küfürdür.
Bize bu yolda gereken ilk şey bir algı değişikliği idi. Hadîd-7'den, Billahi algı ve İnfak'ı kurtuluş yolunun şartı olarak gördük. Ra'd Suresi de hem soruyor hem bize öğretiyor:
"Ancak, Rabbinden sana inzal olunanın Hakk olduğunu bilen kimse, (senin tebliğine) âmâ (bakan) kimse gibi midir? (Bu farkı) yalnızca Lüb sahipleri tezekkür eder. Onlar (Lüb sahipleri) Allah ahdi'ni (ezeli hükmü) ifâ ederler, miysak'ı (söz verdikleri fıtratlarını) bozmazlar." (Ra'd; 19-20).
"Amentü Billahi" diyerek iman etmiş bir kişinin hayat tarzı, ölümü, dirilişi, hesabı ve ahiret hayatı ile dȗniHİ algı ve zann'larını benimsemiş olanınki bir olmaz. Eğer bir kul Billahi algıya girmişse, diğeri de dȗniHİ algıda ısrarlıysa; bunların hayat tarzları, sonra ölümleri, sonra dirilişleri, sonra hesap ve ahiret hayatları bir ve aynı olmaz. Ayet bu öğüdüyle bize yararlanabileceğimiz bir ipucu gösteriyor. Ama yararlanan var mıdır? Billahi ve dȗniHİ algılar arasındaki bu farkı daha dünyada yaşarken fark eden olur mu? Ayet bize "evet, var ve olur" diyerek Lüb Sahipleri'ni tanıtıyor. Bu hayatların farkını Lüb sahipleri "gözleriyle görür gibi" görürler ve onu size "gözünüzle görüyor gibi" anlatırlar, Lüb sahipleri bunu yapabilir. "Öyleyse, onların bu özelliklerini öğrenin, örnek alın" diye bize bir yol gösteriliyor.
Özellikleri nelerdir, Lüb sahipleri ne yaparlar? Ayet öğretiyor: Onlar Allah ahdi'ni yerine getirirler; yani onlar iyi bir "işittik, itaat ettik" grubudurlar. Allah Ahdi'ni yerine getirmek zaten böyle olur. Onlara hiçbir şey söylemezsiniz, yine de durmadan "işittik, itaat ettik" derler... "İşittik, itaat ettik" zikri ve yaşantısındadırlar, daima. Bu, en zâhirî hayat tarzı için de böyledir, daha bâtınî manalara gittiğimizdeki ileri hayat tarzlarında da böyledir. Dolayısıyla İŞİTTİK ve İTAAT ETTİK demek; "zâhirî olandan bâtınî olana kadar bütün manalar, ancak daima "Billahi" kapsamındadır" demektir.
"Onlar Miysak'ı (fıtratlarını) bozmazlar." MİYSAK; Allah fıtratı üzere, söz verdiği halidir. Ahseni Takviym ile ona verilmiş olan Allah’ı hakkıyla bilebilme özelliğini taşıyan fıtratı, dȗniHİ algı yüzünden örtülmüştü. İşte, Lüb sahipleri bunu fark eder ve o fıtratın dȗniHİ algı yüzünden bozulmasına izin vermezler; onu saf tutarlar. Kur'an talibe bu özellikleri anlatırken "sen de böyle yap" diyor.
Onlar miysaklarını, fıtratlarını bozmazlar, saf tutarlar; çünkü onlar "Kâlȗ belâ, şehidnâ" demişlerdi: "Evet, Rabbimizsin ve buna şahit olduk." Verdikleri bu sözü daima takip ederek fıtratlarını devam ettirirler. Bu amaçla ne yaptıklarını da Ra'd Suresinin bir başka ayetinden öğreniyoruz ki, bu bizim için önemli ve dikkat edilmesi gereken bir noktadır:
"... Seyyie'yi Hasene ile yok ederler." (Ra'd-22).
Meal ve tefsirlerde en zahiri manadan başlayarak bu ayetin meallerini ve açılımlarını görürsünüz. Hepsi doğrudur, ama idrakımız için bazen yeterli olmayabiliyor. Günümüzün çok önemli sözü var; evet ama yetmez, doğru ama yetmez. "Nasıl yetmez, neden yetmez" şimdi onu bu ayetteki tanımlarla görelim. Seyyie ve Hasene! Siz, Seyyie'ye kötü/çirkin, Hasene'ye güzel/iyi diye meal verirseniz ayetten alınması gereken sonuç çıkarılamaz. Ki genellikle böyle meallendiriliyor: Onlar kötülükleri iyilikle yok ederler. Bu mealler karşısında "çok önemli olan test"imizi yapmalıyız: Muhammedî olmayan birisi bunu yapabilir mi? Meal böyle olursa yapar! Çok dikkat ediniz: Bir Muhammedî olmayan da yapabiliyorsa o Kur'an’ın öğüdü değildir, Efendimiz (SAV)'in öğüdü değildir! Bu size çok önemli bir ipucudur, önemseyin: Kur'an’ın ve Efendimiz (SAV)in öğüdünü yalnızca Muhammedî’ler yapabilir. Çünkü, onu yaparsa kişi Muhammedî olur, o zaman Muhammedî olacaktır. "Hem Muhammedî değil hem Kur'an’ın dediğini yapıyor" gibi bir durum mümkün değil, olmaz! Öyle bir şey yoktur! Ama öyle bir meal yazılmış ki, o orada yazılanı yaşıyor, yapıyor. Olmaz, böyle meal yeterince doğru olmaz. "Onlar kötülükleri iyilikle yok ederler", demek ki onlar Polyanna gibiler. Öyle değil bu yol, bu iş öyle değil. Bir imanlı için o cümle de doğrudur, ama başlangıç o değildir. Şimdi paylaşmaya çalıştığımız "algı" değişikliğinden sonra o meal de doğrudur.
"Onlar Seyyie'yi Hasene ile yok eder"i Muhammedî manası ile şöyle anlamaya çalışalım: SEYYİE, özellikle dȗniHİ algı ile yapılmış olan şeylerin hepsidir. HASENE ise, Billahi algı ile yapılmış olanlardır. Çünkü tek sermayemiz "algı"dır. Böyle yaklaşınca ayet diyor ki: Onlar Seyyie'yi, yani dȗniHİ algının ürettiklerini Hasene ile, Billahi algı ile yok ederler. Bunu öğrenen sen, hayatında "seyyie" olan dȗniHİ algı ve zann'larından çıkan fikir, düşünce, arzu, istek, heva, heves, fiil ne varsa onları Billahi algı ile silmeye başladıktan sonra, ayrıca normal hayatta insanlarla olan ilişkinde de bunu prensip edinirsen yine "güzel" bir şey yapmış olursun. Ama bu algı değişikliğinden sonra! Sen, bu dȗniHİ algıyı silmeye gayret etmiyorsun, ama "ben kötülükleri iyilikle siliyorum" diyorsun. Eğer böyle yaparsan sana o zaman, yaşadığın dȗniHİ algının dünyasında "salak" derler. Onun için, o dünyada oluşmuş bir söz, bir kural vardır: Kazık yemek istiyorsan merhamet et! Bu onların dȗniHİ dünyasının sözüdür. O yaşantıda insanlar bu yüzden birilerine iyilik yapmazlar, yapmaya korkarlar. Sen öyle bir ortamda "kötülükleri iyilikle yok etme"ye çalışırsan gününü görürsün... Oranın kuralı "ben varım demektir, ben en üstünüm" demektir ve bunun gereğini yapmaktır. Allah muhafaza etsin, orada küfür yarışı vardır. Eğer o dȗniHİ algı dünyasında yaşayacaksan oyunu oradaki küfür yarışına göre oynayacaksın. Ama sen futbol oynamaya girmişsin, topa elinle değiyorsun, olmaz. Orada kural neyse oyunu kurallarına göre oynayacaksın. DȗniHİ algı ve zann'larının "Varım ve Muhtarım" yarışı yapılan dünyasında sen "kötülükleri iyilikle yok" edemezsin. Böyle bir gayrete girersen seni; "Ferrari'sini satmış adam" diyerek yalnızca anarlar, işte o kadar. Bir salak olursun. Bu anıştaki nüansa da dikkat edin: Bağışlayamamış da satmış! Vazgeçip gidememiş yani! Kitabın ismini bile doğru koyamıyor, çünkü dȗniHİ algıda!