İlk önce; ilâhi ilim mertebesinde a’yân-ı sâbiteleri vardır.
İkinci olarak; ilmî vücûtlarının örneği misâl âleminden mevcûttur.
Üçüncü olarak; şehâdet mertebesinde her ikisi de karışık olarak gözükmektedir. Çünkü şehâdet mertebesi âhiretteki görünme yerlerine göre daha geniş değilse de, daha birleşmiştir. Ve elem ve lezzetin karışımını her zaman bu âlemde bizzât idrâk ile biliriz.
Dördüncü olarak; insanın kendine ait âleminde mevcûttur. Çünkü rûh ve kalp makâmı ve kemâlâtı nîmetlerin aynıdır. Ve nefis ve heves ve bunların gerekleri cehennemin aynıdır. Bunun için kalp ve rûh makâmına dâhil olan ve güzel ahlâk ve râzî olunan sıfatlar ile vasıflanmış olanlar, türlü nîmetler ile nîmetlenen olurlar. Ve nefis ve lezzetleri ve heves ve şehvetleri ile meşgûl olanlar türlü belâlar ile azablanan olurlar. Nitekim Hak Teâlâ: “inne cehenneme le muhîtatün bil kâfîrin” ya’nî “Muhakkak ki cehennem kâfirleri ihâta eder.” (Tevbe,9/49) buyurur.
Celâleddin Devvânî (k.s) hazretleri Zevrâ Hâşiyesi’nde buyururlar ki: “Bu âyet-i kerîmeyi te’vîle lüzûm yoktur. Çünkü kâfirlerin inançlarının kötülüğü ve râzî olunmayan ahlâkları, ahiretteki oluşumda cehennem sûretinde açığa çıkıp kâfirleri azab içinde bulunanlar kılacaktır. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz buyururlar: “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, veyâhut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
Â’râzdan ibâret olan insanın ahlâk ve amellerinin berzahta benzer uygun sûretler ile açığa çıkacakları gerek misâl âlemi ve gerek berzah bahislerinde beyân olundu.
Beşinci olarak; cahîm ve naîmin en son görünme yeri, âhiret yurdundadır. Ve bunlar rûhânî değil cismânîdir. Velâkin, bu cismâniyyette rûhâni oluşum gâliptir. Nefsâni oluşumlar gâlip olan nefsin zevklerinin üstün olduğu bu şehâdet âleminin hâllerine bakıp da, cismânî cennet ve cehennem hakkında delil getirerek hüküm verenler hatâ ederler. Meselâ bu âlemin maddeye ait sûretleri bir karar üzere olmayıp bozulur. Çünkü küllî kanunları bunu gerektirir.Fakat cismânî cennet ve cehennemin sûretleri sâbit ve karâr üzerinedir ve onların küllî kanunları îcâbı budur. İşte bu sebebe dayanmaktadır ki, bu âlemde akıl ve mantığın kabûl edemeyeceği hâller, cismânî cennet ve cehennemde ma’kuldur. Ve orada bu hâllere hayret olunmaz. Bunun benzeri bu âlemde de mevcûttur. Meselâ şehâdet âleminde insanın havada uçması ve denizin üzerinde yürümesi mümkün olmadığı halde, uykuda olan kimse havada uçar ve su üzerinde yürür. O kimse kendisinin hayâl âleminde gerçekleşen bu hâline o âlemin içinde bulundukça şaşırmaz. Normal bir hal sûretinde kabûl eder. Uyanıp şehâdet âlemindeki hükümler çevresine döndüğünde, rüyadaki hâline hayret eder ve şaşırır; çünkü o anda hayâl âlemindeki hükümlerden çıkmıştır. İşte gerek berzah hâlleri, gerek cennet ve cehennem yerleri bu hâle benzemektedir. Kitâbullâh’ın haber verdiği bu mekânların hâllerinin gariplikleri gaflet ehli tarafından şehâdet âlemine kıyâslandığı için, olmaycak şey sanılır ve inkâr edilir. Çünkü onlar bu âlemin hükümleri içinde boğulmuş ve hapsolmuşlardır.
Şimdi, cismânî cennet ve cehennem hakkındaki Kur’ân âyetleri ve hâdîs-i şerîfler benzetme yoluyla anlatım üzere yüksek beyânları içermektedir. Müşâhede makâmına ulaşamayan her bir mü’min, bu haberler üzerine kendi hayâlinde var ettiği sûretlere inanmıştır. Oysa Hak Teâlâ Hazretleri kudsî hadîsinde “Ben sâlih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer kalbinin hatıra gelmeyen şeyler hazırladım” buyuruyor. Gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği ve beşer kalbinin hatırına getiremediği şeyler elbette bu şehâdet âleminde görülen ve işitilen ve hayâl edilen şeylerin hâricinde olacaktır. Bu âlemde cennet hakkındaki târifler ve ayrıntılar ise, beşer kalbince hatırlanan hayâllerden ibârettir. Bundan dolayı gerek cennet ve gerek cehennem bizim hatırımıza gelen hesap ve tertiplerin hâricindedir.
Cennet sözlükte, “sık ağaçlarla kaplı olan bir zemîn”den ibârettir ki, ağaçların sıklığından dolayı gölgeleri yerin yüzünü örter. Ve cennet “setr-örtmek” ma’nâsına gelen “cenne” kelimesinden türemiş olup, bu kelimenin binâ-i merre mastarıdır. Zâhir âlimlerinin terimlerinde, âhiret yurdunun temiz ve pâk makâmlarıdır. Ve bu makâm güzel fiiller ve sâlih amellerin cennetidir. Fiillerin amellerin azlığı ve çokluğu i’tibârıyla bu cennetin birbirinden farklı dereceleri vardır. Ârifler derler ki, bu fiiller ve ameller cennetinden başka da cennetler vardır. Onlara “sıfat cennetleri” derler. Ve o kulun ilâhi kemâl sıfatlarıyla vasıflanması ve ilâhi ahlâk ile ahlâklanmasıdır. Bu cennet dahi, kemâl ehlinin mertebeleri sebebiyle çeşitlidir. Ve bunlardan başka cennetler de vardır ki, onlara “zât cennetleri” derler. O da hâs kullarına, Rabbü’l-erbâb olan Allah zü’l-Celâl Hazretlerinin ve her birinin muhtelif rabblardan kendisine âit olan rabb’in zâti tecellî ile zuhûrundan ve kulun zât’ta, kendi zâtının ortadan kalkması ile o cennetlerde örtünmesinden ibârettir. Hak Teâlâ Hazretlerinin zâtı için dahi üç cennet vardır ki: “vedhulî cenneti” ya’nî “ve cennetime gir”(Fecr, 89/30) mübârek sözünden anlaşılmaktadır. Hak Teâlâ, bu cennetleri kendi zâtına izâfe buyurur.
Birisi; “a’yân-ı sâbite cenneti”dir ki, Hak Teâlâ onunla örtülü olmuş ve kendi zâtını, kendi zâtı ile a’yân-ı sâbite arkasından müşâhede buyurmuştur.
İkincisi; “rûhlar cenneti”dir ki, Hak Teâlâ o rûhlarda öyle örtülü olmuştur ki, ne melek ve ne de beşer ona vâkıf değildir.
Üçüncüsü; “şehâdet ve varlıklar âlemi”dir ki, Hak teâlâ o perdeler arkasında, öyle örtünmüştür ki, başka hiçbir kimse vâkıf olamaz.
Cismâni cennet nîmetler yurdudur. Bu durağa ulaşıncaya kadar kulun hiçbir durakta râhatı ve nîmetlenme hâli yoktur. Ve cismânî cennet, saidlerin a’yân-ı sâbitesinin gidecebileceği yolun en sonudur. Kemâlin oluşması ancak bu durakta gerçekleşir. Ve cennet ehli bu nîmet içinde devamlılık ve ebediyyet üzeredir. Bunların a’yânına aslâ fenâ gelmez; ve hepsi seyr-i fillâhdır. Çünkü seyr-i fillâhın nihâyeti yoktur.
Cehennem ehli birisi geçici ve diğeri dâimî olmak üzere iki kısımdır:
Geçici olanlar ezelî isti’dâdları günahlarının örtülmesini gerektirmeyen mü’min olan günahkârlardır. Bunlar Müntakım(intikam alan) tecellîsinden sonra cennete dâhil olunurlar.
Dâimî olanlar şirk ve küfür ve nifâk ehli olup, aslâ cehennemden çıkmazlar. Çünkü ezelî isti’dâdlarının gereği budur. Onlar Hakk’ı ancak cehennemde hatırlarlar; ve cehennem onların ma’bedidir. Fakat çok uzun devrelerden sonra cehennemin ateşi soğuyup, ateşi kaybolmuş ve: “Rahmeti gazabını geçmiştir” sırrının ortaya çıkmasından dolayı bu hâl cehennem ehli hakkında bir nîmet olur. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Bitkilerden circîr ağaçı oradadır” buyurulmuştur. “Circîr” gâyet sulak yerde biten bir bitkidir. Ve Kur’ân-ı Kerîm’de “lâ bisîne fîhâ ehkabe” ya’nî “orada çok uzun müddet kalacaklardır” (Nebe’, 78/23) âyet-i kerîmesi ile azâbın sonuna işâret buyurulur. Çünkü “hukub” seksen yıl ma’nâsına gelir. Ve “ahkâb” “hukub”un çoğulu olup çok uzun müddetin kastedilmesinden dolayı, bir son ma’nâsını ifâde eder.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde, cehennemin ateşe ait havâdan ibâret olup, içinde ateş olmadığını ve onun kor ateşlerinin günahkârlar olduğunu ve cehennem ehlinin bu ateşe ait havâ içinde yanmakla berâber “küllemâ nadicet culûdühüm beddelnâhüm culûden gayrehâ li yezûkûl azab” ya’nî “her defasında onların derileri yandıkça azâbı tatmaları için derilerini değiştireceğiz”(Nisâ, 4/56) âyet-i kerîmesi hükmünce, mahvolmayarak bu şiddetli yanmaya tahammül edebilecek bir vücûda sahip olacaklarını beyân buyururlar. Bu yüksek beyânlara bakarak cehennemin, güneşe ait maddeden ibâret iri bir küre olacağı anlaşılıyor. Oysa bilimsel verilere bakarak bu gibi ateş akışkanı hâlinde bulunan kürelerin milyonlarca sene sonra uzayda soğumaları ve katılaşmaları olmaktadır. Bu hal ise cehennem ehli hakkında tabii ki bir ilave nimet olur. Fakat cennet ehlinin nîmeti gibi, hâlis nîmet değildir. Cismânî cehennem de, şekâvet ehlinin a’yân-ı sâbitesinin, gidebileceği yolun en sonudur. Ve onların kemâlinin gerçekleşmesi ancak bu durakta olur.
Şimdi cehennem ehlinin nîmeti, cennet ehlinin nîmetine zıttır. Velâkin lezzetlenme ve nîmetlenme husûsunda her ikisi eşittir. Çünkü cennet ehline göre, cennetin nîmetleri ne ise, cehennem ehline göre de cehennem azâbı odur. Çünkü tabîatlarına uygun olan nîmetler bunlardır. Cennet ehli, cehennemden nasıl kaçarsa, cehennem ehli de cennet ehlinden öylece kaçar. Bunun bu âlemde örnekleri pek çoktur. Meselâ insan pislikten nasıl tiksinip kaçar ve gül kokusunda hoşlanırsa, pislik böceği de gülden öylece tiksinip, kaçar ve pislikten hoşnut olur. Velâkin bu iki nîmet arasında çok büyük fark ve zıtlık vardır. Vücût işinde temiz ve pis bir dîğerinden farklı olduğundan, cennet ehlinin nîmeti temiz olanlar ve cehennem ehlinin nîmeti de pis olanlar cinsindendir. Cennet ehlinin nîmeti ihsan etmenin halisliği ile “Rahmânü’r- Rahîm” hazretinden ve cehennem ehlinin nîmeti ise Müntakım tecellîsinden ve elîm azâbtan sonra “Erhamü’r-râhimîn”in rahmetinden zâhir olur. Ve cehennem ateşinin sona ermesinden sonra, cehennem ehlinin bu katılaşmış küre üzerindeki yaşayışları gâyet süflî ve hâkir ve diğer azâblar içindedir; ve ebediyyen oradan çıkmazlar. “Hâlidîne fîhâ mâ dâmetis semâvâtu vel’ardu illâ mâ şâe rabbüke” ya’nî “Semâlar ve arz var oldukça onda ebedi kalırlar” (Hûd, 11/107)
SONUÇ
Önceki bahislerden anlaşıldığı üzere, insânî fertlerden her bir fert şehâdet âleminde nakışlanmış olan sûretlerden bir sûrettir. Ve bu sûret ancak ma’nâsından dolayı nakşolunur. Ma’nâsız sûret nakşı abestir ve hikmete uymaz. İnsan bu âlemin cevherinden yapılmış ve bütünün parçası derecesinde olup, kendi nefsînde ma’nâsız nakışlar ile vakitlerin açığa çıkmasını abes gördüğü halde, kendi bütünü olan hakîkî vücûtta, böyle bir meziyetin vücûdunun yokluğunu iddiâ eder ise, açık bir cehâlet ve çirkin bir sapıklık olur. Bu şekil düşünce ile aklen sâbit olur ki, insâni fertler, şehâdet âlemi kitâbında, ma’nâlarından dolayı nakşolunmuş birer sûrettirler. Hak Teâlâ Hazretleri bu hakîkati: “Ennemâ haleknâküm abesen” ya’nî “abes olarak hálk ettiğimizi mi zannettiniz” (Mü’minûn, 23/115) ve “lev eradnâ en nettehıze lehven lettehaznâhü min ledünnâ” ya’nî “Eğer bir eğlence edinseydik kendi katımızdan edinirdik” (Enbiyâ, 21/17) ve benzeri Kur’ân âyetlerinde beyân buyurmuştur.
İnsan, vücûdun en son tecellîsi olduğu için, mertebelerin tümünü toplamıştır. Onun taayyünü ulûhiyyetin içine aldığı sıfat ve isimlerin fiilen hükümlerini açığa çıkarmasına müsâittir. Ya’nî ulûhiyyet bir ma’nâ olup, insan sûreti âlem kitâbında ancak o ma’nâyı meydana çıkarmak için nakşolunmuştur. Ma’nâ sûretin aynı olmadığı gibi, gayrı da değildir. Bundan dolayı sûret ma’nâdan ve ma’nâ da sûretten ayrılmaz. Ulûhiyyetin küllî ma’nâsı için nakşolunmuş olan insânî sûretler, sayısız ve hesapsızdır. Fakat bunların çok olması, tekil olan o bütünsel ma’nâyı arttırıp çoğaltmaz. Nitekim, insânîyyet bütünsel bir kavram olduğu halde, bu kavrama işâret etmek üzere, kâğıt üzerine, şöyle bir insan kelimesini yazarız. Bu nakış bir sûretten ibârettir. Bunu gördüğümüz zaman, bilmesi, görmesi, işitmesi, istemesi, gülmesi, ağlaması, yürümesi, oturması, uyuması vb. ne kadar işleri varsa hepsi dâhil olmak üzere, insânîyyet kavramına işâret ettiğini anlarız. Bu kelimenin on, yüz, bin ve yüz bin mislini yazsak, tamamı bu kavrama işâret eder. O bütünsel kavram parçalara ayrılarak bu kelimelere bölünmedi; belki her birine bütünsellik ile ait oldu. Ve bunları sildiğimizde, insan bütünsel kavramı yine kendi âleminde durur. Bunlar ile berâber silinmez. Çünkü o kavram bu sûretlerin gayrıdır. Fakat bu sûret olmaksızın o ma’nâyı anlatmak da mümkün değildir. Bu nakış görülünce, o ma’nâya geçiş yapılır. Bundan dolayı bu nakış o ma’nânın gayrı da değildir. Ve o ma’nânın o sûrete ait oluşu nasılsızdır, târife sığmaz.
İnsanın vücûdunun oluşumu, hakîkî vücûdun insânî sûrette taayyünü ve o taayyünde a’râzdan ibâret olan elementsel parçacıkların birbirleriyle birleşerek aldığı vaziyetler, akıl dediğimiz fıtrî bir nûr husûle getirmiştir. İnsan bununla dünyevî işlerinde doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayırır. Bunda cins ve mezhep ayrımı olmaksızın insâni fertler ortaktır. Buna “akl-ı maâş” ya’nî “geçimlik akıl” derler ki, aklın çocukluk mertebesi derecesindedir. Ve insânî fertlerin farklı akılları oluşu bünyelerinden dolayıdır. Ve bünye ve taayyün farklılıkları da onların şahsi hakîkatleri ve şahsi hakîkatlerinin kābiliyyeti gereğindendir. Ve ilmin ait olduğu mahal akıl olduğundan, onların ilimlerinin dereceleri dahi akıllarına bağlı olarak farklıdır. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri bu farklılığa işâretten buyurur: “Ve fevka küllî zî ilmin âlim” ya’nî “bütün ilim sahiplerinin üstünde daha iyi bilen vardır” (Yûsuf, 12/76)
Şimdi, mâdemki “akl-ı maâş” ya’nî geçimlik akıl çocukluk mertebesidir; bir çocuk nasıl eğitim ve öğretime muhtâç ise, “akl-ı maâş” ya’nî geçimlik akıl da öylece eğitim ve öğretime muhtâçtır. Şehâdet âleminde akılların öğretmeni iki türlüdür:
Birisi nebîler (a.s.)’dir ki, bu akılları Hâdî isminin hükümleri çerçevesinde terbiye edip, “akl-ı maâd” ya’nî ileriyi düşünen akıl mertebesine yükseltirler. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, بعشت معلما buyururlar. Akıl bu mertebede keskin bir bakış oluşturup, âhiret işlerinde doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayırır. İnsan bu akl-ı maâd çerçevesinde nebî’nin şeriatına en güzel şekilde tabi olur ve sâlih ameller ile uğraşarak nefsini terbiye edince, artık kâmil olup “akl-ı kül” çerçevesine dâhil ve hálk ediliş gâyesine ulaşmış olur. Bu akla ait olan ilim Hak ilmidir.Çünkü ilmi, hakîkat-ı muhammediyyeden ibâret olan akl-ı külden alır. Hakîkat-ı muhammediyye mertebesi ise vücûdun vahdet ve ulûhiyyet mertebesidir.
İkinci tür öğretmen de nebîlere tâbî olmayı önemsemeyen ve onları inkâr eden gruptur ki bunlar İblîs’în vekillleridir. Kendilerine tâbî olanların akl-ı maâşlarında Mudill isminin hükümleri çerçevesinde tasarruf edip, gerek kendilerinin ve gerek kendilerine tâbî olanların akıllarının yükselmesine mânî olurlar. Ve hakîkati bulacağız diyerek evhâm çöllerinde ve tabîat âleminin karanlık sâhalarında, serâp peşinde susuz ve şaşkın olarak koşarlar. Hak Teâlâ bunların hâllerinden haber verip buyurur: “Vellezîne keferû a’mâlühüm ke serabin bi kîatin yahsebühüz zam’ânu mâe hattâ izâ câehü lem yecidhü şey’en” (Nûr, 24/39) Ya’nî: “Nebîleri ve onların getirdikleri kitâpları inkâr edip kâfir olanların amelleri çöllerdeki serâp gibidir. Susamış olan kimse onu görüp su zanneder. O serâp mevkîine geldiği vakit, onu hiçbir şey bulmaz.” Bunlar vücûdun zâhiri olan tabîat kitâbı ile yetinen inkâr edenler zümresidir. Bir zaman, hakîkat zannettikleri şey diğer bir açılım ile kökünden sökülmüş olur. O sökülmüş olan zannettikleri hakîkat ise serâptan başka bir şey değildir. Bu grup böyle tabîat kitâbını tetkîk etmek sûretiyle nihâyet bir gün hakîkate ulaşabileceklerini zannederler. Denizin yüzeyindeki köpükler ile meşgûl olanlar denizin derinliklerine ulaşabilirler mi? Heyhât! Bu tâifenin Voltaire’leri, Shakespeare’’leri, Darwin’leri, Böhner’leri vb. hakîkatı anlamadan gittiler. Ve bunlara tabî olan zamânımızın inkârcıları da onlar gibi gideceklerdir. Çünkü tabîat âleminde ve tabîatta var olan insan vücûdunda hükümrân olan vehim, hakîkat yolunun en büyük bir yolkesicisidir. Velâkin nebîlerin ve onların vârislerinin küllî taraftan getirdikleri ilim, vehmin tasarrufundan soyutlanmış ilimdir. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “Ve mâ erselnâ min kablike min resûlin ve lâ nebîyyin illâ izâ temennâ elkaş şeytânu fî ümniyyetihî fe yensehullâhu mâ yulkış şeytânu sümme yuhkimullâhu âyâtih” (Hacc, 22/52) Ya’nî “Ey Habîbim! Senden evvel bir nebî veyâ resûl göndermedik, İllâ ki kendi nefsinden bir şey temennî ettiğinde, şeytan onun niyetine ilkâ etmemiş olsun. Allah Teâlâ ise şeytanın ilka ettiği şeyi bozar, daha sonra âyetlerini sağlamlaştırır ve yerleştirir.” İşte görülüyor ki, nefsin istekleri nebîler’de bile gerçekleşse, ona vehim şeytanı karışıyor; ve daha sonra vehmin telkinleri Hakk tarafından kaldırılır. Artık her an kendi nefislerinin hükümleri altında ezilmekte olan filozoflara vehmin te’sîr ve tasarruf derecesi kıyâs edilsin!
Şimdi nebîler(a.s.)’e hakkıyla tâbî olup onların ayak izleriden kıl ucu kadar sapmayanlar kendi asıllarına ulaşmışlardır; ve öğretim işinde onların vâris ve halîfeleri olmuşlardır. İlim saltanatı ile açığa çıkan bu kitâbın yazarı Hz. Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî efendimiz, o kâmil vârislerden ve yeryüzündeki halîfelerden birisidir. Ve onların ilimleri Hak Teâlâ’nın “ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ” ya’nî “Ledünnümüzden ilim öğrettiğimiz” (Kehf, 18/65) mübârek sözünde işâret buyurduğu ledünnî ilimdir. Bu ledünnî ilim yakın ehline, akla ait deliller ile ve nakiller ile değil, ilâhî öğretim ve rabbânî anlatım ile bilinir ve anlaşılır. Bu da üç kısım üzerine olup,
birincisi “vahy”, ikincisi “ilhâm”, üçüncüsü “firâset-sezgi”tir.
“Vahy” nebîlere has olup iki türlüdür: Biri ilâhî kelâm, diğeri nebevî hadîstir; çünkü nebîlerin sözleri “ve mâ yentıku anil hevâ * in hüve illâ vahyun yuhâ” ya’nî “hevâsından konuşmaz, o vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/3-4) âyet-i kerîmesi gereğince vahiydir. İlâhî kelâm Cibrîl vâsıtasıyla Resûl (s.a.v.)’in mübârek kalblerine indirilmiştir. Nebevî hâdisin bazısı müşâhede mahallinde Cibrîl vâsıtasıyla gelmiştir. “Fe evhâ ilâ abdihi mâ evhâ” ya’nî “Böylece kuluna vahyedeceğini vahyetti”(Necm, 53/10) âyet-i kerîmesinde ona işâret olunur. Ve bazısı da Cibrîl’in inmesi vâsıtasıyla ve bazısı da mübârek kalbine “nefs” ya’nî Cibrîl’in üflemesi ile gelmiştir. Cibrîl’in inmesinden kasıt, onun melek sûretinden beşer sûretine inmesi ve cisimlenmesidir. Ve “nefs”den kasıt Cibrîl’in bir sûrete girmeksizin ilâhî vahyin ma’nâsını nebînin mübârek kalbine koymasıdır.
“İlhâm” evliyâya mahsûstur. O da doğru ve mevcût olan bir ilimdir ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ onu gayb âleminden evliyânın seçkinlerinin kalblerine koyar. Tasavvuf ehli buna “hakkanî hâtır” derler. Bu ilim Hâdî ismi hazretinden ilka olunduğundan, bunda Mudill ismine ait evhâmın te’sîri yoktur.
“Firâset-sezgi” bir ilimdir ki, sûretin eserlerinin sezilmesi sebebiyle gayblerden açılmış olur. Bu ilim evliyâ ile mü’minlerin seçkinleri arasında ortaktır. Nitekim hadîs-i şerîfte “Mü’minin firâsetinden sakının çünkü o Allah’ın nûru ile bakar” buyurulur. İlhâm ile firâset arasındaki fark budur ki, firâsette gayba ait işlerin açılması, sûret eserlerinin sezilmesi ile olur; ilhâmda ise sûret eserlerinin sezilmesi sebep değildir. Vahy ile ilhâm arasındaki fark dahi budur ki, ilhâm vahye tâbi’dir; vahy ilhâma tâbî değildir. Ya’nî evliyâ’ya ilhâm, Resûl’e tâbî olmak vâsıtasıyla hâsıl olur.
Şimdi akılları, Hâdî ismi çerçevesinde eğitip öğreten öğretmene olan ilmi telkinler bu sûretle olduğu gibi, akılları dalâlet çukuruna atan öğretmene de, Mudill ismi hazretinden vahyolunur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “inneş şeyâtîne le yûhûne ilâ evliyâihim” ya’nî “muhakkak şeytanlar kendi dostlarına vahyederler” (En’âm, 6/121) Ve aynı şekilde diğer âyet-i kerîmede de buyurur: “Ve kezâlike cealnâ liküllî Nebiyyin adüvven şeyâtınel insi vel cinni yuhî ba’dûhüm ilâ ba’dın zührufel kavli gurur” ya’nî “böylece nebîlerin hepsine insan ve cin şeytanları düşman kıldık, onlardan bazısı bazısına aldatmak için süslü sözler vahyeder” (En’âm, 6/112) Ve şeytanın dostlarında ilhâma karşılık “evhâm” ve firâsete karşılık “ahmaklık” hükümrân olur.
Nitekim Hz. Mevlâna (R.a.) buyurur: Mesnevi:
Tercüme: “Böyle bir kimse mutlak zeki olsa bile, kendisinde bu ayırt etme ve firâset olmadığı için ahmaktır”; ya’nî kendi akıllarına tâbî olan inkâr edenler, her ne kadar tabîat ilimlerinde mutlak zeki olsalar bile, mâdemki onlarda, geldikleri yerin ve döneceklerin yerin hakîkatini ayırt edebilecek kuvvet yoktur, ahmaktırlar.
Aslında bu kişilerin ilmi de bir tür ilimdir. Fakat aklı saptırdığı için kıymeti yoktur. Nitekim Hak Teâlâ onlar hakkında: “Ve edallehullâhu alâ ilmin” ya’nî “Allah onu ilim üzere dalâlette bıraktı” (Câsiye, 45/23) buyurur. “Ve “kalû mâ hiye illâ hayâtuned dünyâ nemûtu ve nahyâ ve mâ yuhlikûnâ illed dehr ve mâ lehüm bi zâlike min ilmin in hüm illâ yezunnûn” (Câsiye, 45/24). Ya’nî “nebîleri inkâr edenler derler ki, hayât ancak dünya hayatımızdır. Madde, mâden ve ölü hâlinde iken özel oluşumlar çerçevesinde hayât eseri meydana gelir; ve bizi ancak zaman helâk eder. Oysa onların bu hükümlerinde hakîkî ilim cinsinden bir şey mevcût değildir. Belki zannî ve vehmî ilimleri vardır.” âyet-i kerîmesinde de onların ilimlerinin kıymetinin derecesini bizlere duyurur.
Şimdi faydalı ve faydasız olarak ilmin türleri çoktur. Bu önsöz onların ayrıntılanmasına müsâit değildir. Bunlardan tasavvuf ilmi, ledünnî ilimden olduğu yönle hepsinin üstündedir. Filozoflar, felsefe ile ilgili mesleklerin bazı meselelerinde hakîkatlere temâs ettiklerinden, bazı kıt akıllılar, tasavvuf ilminin bunlardan alınmış olduğunu zannederler ise de, bunun böyle olmadığı meydandadır. Çünkü evliyâ, ilhâm ve firâsetlerinin sıhhatine iki âdil şâhit şahitlik etmedikçe, onlara kıymet vermezler. O iki âdil şâhitten biri “Kur’ân” diğeri de “nebîye ait hâdisler”dir.
Bundan dolayı tasavvuf ilmi Kur’ân ve mübârek hâdîslerin özü olup, aslâ felsefeye ait meslekler ile alâkadâr değildir.
İlâhi tevfîkten yardım isteyerek ve nebîlerin en ârifi (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin yüksek feyizlerinden yardım isteyerek ve onların kâmil vârislerini ve özellikle evliyâların sonuncusu Şehy-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî ve hakîkat güneşi cenâb-ı Mevlânâ Celâleddin Rûmî (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) hazretlerinin kerem kapılarından dilenerek şerhine başlanılan bu Fusûsu’l-Hikem dahi baştan sona ledün ilmi ve Kur’ân ve nebîye ait hâdislerin özüdür. “Vasbir nefseke meallezîne yedûne rabbehüm bilğadâti vel aşiyyi yurîdûne vechehu ve lâ ta’du aynâke anhüm tûrîdu zînetel hayâtid dünyâ ve lâ tutığ men agfelna kalbehu an zikrina vettebea hevâhu ve kâne emruhu furutâ”(Kehf, 18/28) Ya’nî “Bâkî vechini murât ederek, gece ve gündüz Rab’lerini zikredenler ile berâber nefsini tut ve sağlamlaştır! Ya’nî onların sohbetleri ile vakitlerini geçir! Ve kalbini bizim zikrimizden gafil bırakıp hevâsına tâbî ve nefsânîyetinde haddi aşmış olan kimseye itâat etme, ya’nî ona arkadaş olma!” Mesnevî:
“Deme şahın dergâhına bizlere ruhsat yoktur.
İş kerîm olanla olduğunda zorluk kalkar”.
Yazılmasının bitiş târihi: 3 Zilhicce 1346 / 22 Mayıs 1928
Şeyh Alî Fakîrî Efendi merhûmun iş bu özsözü okuduktan sonra yazdıkları beyitlerdir:
Orhan Şemseddin Bey merhûmun okuduktan sonra o anda yazdıkları beyitler:
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
FUSŪSU’L HİKEMİN ÖNSÖZÜ
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismi ile başlarım.Her ne kadar ümmetlerin farklılıklarından dolayı din anlayışları ve mezhepler çeşitli ise de, hikmetleri, doğru olan yolun tekliği ile akdem makâmından kelimelerin kalpleri üzerine indiren Allâh’a hamd olsun.(1)
Ya’nî bahşedilen rahmeti ile bütün eşyâya varlık veren ve hakedilen rahmeti ile bazı kullarına tecellî edici olan bütün kemâlâtın sâhibi bulunan Allahû zü’l-Celâl Hazretlerinin şerefli ismiyle bu Fusûsu’l-Hikem’i yazmaya başlarım demek olur. “Bahşedilen Rahmet” ile “hakedilen rahmet”in açıklanması Süleymân Fassında gelecektir.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a),“Besmele ile başlanmayan bütün işler yarım kalmıştır” hadîs-i şerîfine uyarak kitâba Besmele-i Şerîfe ile başladıktan sonra, hamd ve senâ kemâlâta göre tertip olduğu ve oysa bütün kemâlât Allahû zü’l-Celâl Hazretlerine mahsûs bulunduğu için Besmele-i Şerîfe’den sonra hamd’tan bahsetti ki, hamd’ın hepsi Allâh’a aittir demek olur. Ve hamd’ta üç yön vardır:
Birincisi, Hak’tan hálk edilmişlere olan hamddır ki, bunun delîli (Ahzâb, 33/56) “İnnallahe ve melâiketehu yusallune alen nebî” ya’nî “Muhakkak ki Allah ve melekleri, Nebi’ye salât ederler” ve (Ahzâb, 33/43) “Huvelleziy yusalliy aleyküm” ya’nî “O ki sizin üzerinize salât eder” âyet-i kerîmeleridir. Bu şekilde Hak hâmd eden ve hálk edilmiş hamd edilendir.
İkincisi, hálk edilmişten Hakk’a hamd’tır ki, bunun delîli de (İsrâ, 17/44) ”ve in min şey'in illâ yüsebbihu bi hamdihi“ ya’nî “Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamdı ile tespih etmesin” ve (Zümer, 39 /75) “Ve teral melâikete haffiyne min havlil arşi yüsebbihune bi hamdi rabbihim” ya’nî “Ve görürsün ki melekler arşın her yanından kuşatmışlar, Rab’lerini hamd ile tespih ederler” ve benzeri Kur’ân ayetleridir. Bu şekilde Hak hamd edilen ve hálk edilmiş hamd eden olur. Ve bu yönün üç şekli vardır: Söz ile, fiil ile, hâl ile.
1) Söz ile hamd: Nebiler (aleyhimü’s-selâm)’in söyledikleri üzere Hakk’ın kendi nefsine senâ ettiği şeyle kulun söz ile hamdidir.
2) Fiil ile hamd: İlâhî vechi talep ile ve onun ikram sahibi oluşu tarafına yönelerek kulun iyi ve güzel işlerden ve ibâdetlerden birtakım bedeni amelleri yerine getirmesidir. Bu şekilde kul, her bir organını, ne için hálk edilmiş ise, Hakk’a ibâdet amacıyla meşru yönde kullanır. Ve bu husûsta nefsinin hazlarını düşünmez.
3) Hal ile hamd: Rûh ve kalp sebebiyle gerçekleşir. O da kulun ilmi kemâlât ve ameller ile vasıflanması ve ilâhi ahlak ile ahlaklanmasıdır.
Üçüncüsü, hálk edilmişlerden hálk edilmişlere olan hamd’tır. Bu şekilde hamd eden ve hamd edilen hálk edilmişler olur. İbrâhîm Fass’ında detaylı açıklandığı üzere, bu tür hamd’ın Allah için olmasının yönü budur ki, Hak meydana çıkma yönüyle hâmd edenin sûretinde açığa çıkmıştır ve hamd ile kendi kemâlâtını gösterir. Ve her hamd edilen hálk edilmişin sıfatı bulunan senâ dahi, hamd edilen sûretinde kemâl ile tecellî etmiş olan Hakk’ın “ayn”ıdır ki, hamd edilen o kemâl sebebiyle hamd’ı hakedici olur. Bundan dolayı hamd, Hakk’ın kemâlâtından bir kemâlin sıfatıdır ki, Hakk’ın hakîkatinden çıkar. Şu halde hamd edilenin görünme mahallinde açığa çıkan kemâle karşı, hâmd edenin görünme mahallinden çıkmış olan hamd dahi Hakk’a ait olur. Ve hamd çıkmış olduğu mahal i’tibâriyle kâmil ve noksan olur. Bundan dolayı, kâmilden çıkınca kâmil ve noksandan çıktığında noksan olur. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) velâyet’in sonuncusu makâmında açığa çıkmış olduğundan onun hamdi, kendisi gibi bütün hamdların en toplanmışıdır. Evliyâ’nın sonuncusu hakkındaki açıklama Şît Fass’ında gelecektir.
“İndiren(Münzil)”, “indirme(inzâl)” fiil kökünden veyâhut “indirmek(tenzîl)” fiil kökünden fiili yapan isimdir. Her iki manâ da tatbik edilebilir. Çünkü, “inzâl” bir şeyi bir defada indirmek manâsınadır. Ve nebîler (aleyhimü’s-selâm)’in sâbit ayn’ları, rahîm’in rahmetiyle ile rahmetlenmiş olup, sahip oldukları has isim gereğince, ahadiyyet mertebesinin altı olan vâhidiyet mertebesinde, ilâhi lütuflar kendilerine bir defada iner. Çünkü kılınmış fakat henüz açığa çıkarılmamış kabiliyetlerinin gereği budur. Ve şehadet mertebesinde açığa çıktıklarında, has isimleri hazînesinde gizli olan hikmetler, kılınmış kabiliyetleri açıldıkça, birbiri ardınca ve derece derece iner . Nitekim Hak Teâlâ buyurur: (Hicr, 15/21) ”Ve in min şey'in illâ ındena hazainuh* ve ma nünezziluhu illâ bi kaderin ma'lum;” ya’nî “Hiçbir şey yoktur ki hazîneleri bizim yanımızda olmasın, biz onu ancak malum bir kader ile inzal ederiz”. İşte bu âyet-i kerîmede derece derece indirmek manâsına “tenzîl” fiil kökü kullanılmış ve şehâdet mertebesinde her bir şeyin derece derece indirilmesine işâret olunmuştur.
“Hikem” “hikmet”in çoğuludur. Ve hikmet, eşyânın hakîkatlerine gereği gibi ilim ve o ilim icabınca amelden ibârettir. Bunun için hikmet, ikiye ayrıldı. Birisine “ilmi hikmet”, diğerine “ameli hikmet” denildi. Oysa “marifet” hikmet gibi değildir. O, yalnız hakîkatleri gereği gibi idrâktir. Ve “ilim” ise hakîkatleri ve onların gereçlerini idrâkten ibârettir. Bu sebeple doğrulanmışa “ilim” ve tasavvura “marifet” denildi. İşte bundan dolayı cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) “marifetleri indiren” veyâ “ilimleri indiren” demeyip “hikmetleri indiren” buyurdu.
“Kulub” “kalb”in çoğuludur. Ve “kalb”, ilâhi sıfatlar ile varlığa ait özelliklerin arasını birleştirmiş olan bir hakikâtten ibârettir. Ve bu hakikâtin kozalak şeklindeki madde bedendeki kalbe bağlılığı ve aşkı vardır. Ve ona “kalb” isminin verilmesi, mevcûdâtın “öz”ü olduğundan dolayıdır. Çünkü bir şeyin “öz’ü, onun kalbidir. Veyahut isimlerin ve sıfatların hareketi sebebiyle, değişimin çok olmasından dolayıdır. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, “Kalb, Rahmân’ın parmaklarından iki parmak arasındadır; onu dilediği yön ile döndürür” hadîs-i şerîfiyle buna işâret buyurmuş; ve iki parmakla Hak Teâlâ Hazretlerinin “Celâl” ve “Cemâl” sıfatlarını kast etmiştir.
“Kelim” “kelime”nin çoğuludur. Ve “kelime”den kasıt “her bir mevcûdun ayn”ıdır. Çünkü onlar, rahmânî nefes ile açığa çıkmıştır. Nitekim, insanın konuşması sırasında kelimeler, insanın nefesi ile ortaya çıkar. Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.), Fütûhât-ı Mekkiyye’nin yüz doksan sekizinci bölümünde buyururlar ki: “Mevcûdât bitmek tükenmek bilmeyen kelimelerdir. Allah Teâlâ İsâ (a.s.)’ın varlığı hakkında “ve kelimetuhu elkaha ila meryeme” ya’nî “ve O’nun Meryem’e ilka etmiş olduğu kelimesidir” (Nisâ,4/171)buyurdu.Ve o İsâ(a.s.) dır.Ve mevcûdâtın kelimeler olduğuna Hak Teâlâ Hazretlerinin ”Kul lev kânel bahru midâden likelimati rabbiy lenefidel bahru kable en tenfede kelimatu rabbiy velev ci'na bi mislihi mededa;” ya’nî “De ki: “Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsa idi Rabbimin kelimeleri tükenmeden deniz tükenirdi ve eğer yardım için bir o kadarını daha getirsek bile” (Kehf, 18/ 109) ayeti kerimesi delîldir. Ve Şeyh-i Ekber (r.a.) Efendimizin burada “kelime” ile anlatmak istediği yüksek gayesi, ilâhi kelimelerin en güzelleri olan nebîler (aleyhimü’s-selâm)’in mübârek zatlarıdır. Ve “hikmetler” onların mübârek kalplerine, ya’nî hakîkâtlerine ilim mertebesinde bir defada ve şehâdet mertebesinde derece derece iner.
“Emem” hemzenin fethiyle “en yakın ve doğru” anlamındadır. Ve yolun en yakını ve doğru olanı İslâm dinidir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnned diyne indallâhil islâm* ve mahtelefelleziyne utülkitâbe” (Al-i İmrân, 3/19) ya’nî “Kesinlikle Allah’ın indinde dîn İslâm’dır. Ve kitâp verilen kimseler anlaşmazlığa düşmediler”. Ve âyet-i kerîmeden de anlaşıldığı şekilde İslâm dini, yalnız Muhammedî din değildir. Kendilerine kitâp verilen nebîler (a.s.)’in getirdikleri dinlerin hepsi İslâm dinidir. Çünkü İslâm “teslimiyet” manâsınadır. Bu bahsin detaylı açıklaması Ya’kûb Fass’ında gelecektir. Bundan dolayı aslında dinde anlaşmazlık yoktur. Doğru yol tek oluşu üzeredir. Yeryüzünde dîn sebebiyle gerçekleşen anlaşmazlık, her dîn âlimlerinin şahsi kötü niyetlerinden doğmuştur. Nitekim âyet-i kerîmenin devamı olan “illâ min ba'di ma caehümül ılmü bağyen beynehüm“ ya’nî “Onlar ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarında haset ve mevki sevdası ve dünyevî menfaatler gibi nefsâniyetlerinin kötü arzularından dolayı anlaşmazlığa düştüler” sözü şahittir. Çünkü nebîler (a.s.)’in getirdikleri dinlerin hepsi birliğe davetten ibârettir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur “Kul yâ ehlel kitâbi teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beynekum ellâ na’bude illâllâhe” (Âl-i İmrân, 3/64) Ya’nî “Ey Habîbim de ki: Ey ehli kitâp bizimle sizin aranızda aynı olan kelimeye geliniz ki, o da Allah’tan başkasına kul olmamaktır.” Şu halde her hangi bir nebî’nin ümmeti olursa olsun, onun zamânında inmiş olan kitâbın hükümlerine teslimiyet ve itâat ile amel ederse Hakk’a ulaşmış olur. Çünkü, bu dîn yolun yakını ve doğrusudur. Fakat ondan sonra gelen resûl’ün getirdiği kitâba îmân ve onun dîni ile amel etmeyen kimselerin sarıldıkları eski din uzak yol olacağından, Hakk’a ulaştırma husûsunda faydası kalmaz. Çünkü o kimse nebîlerin arasını ayırdı ve yolun tekliğini idrâk edemedi. Oysa Muhammedî dine sarılanlar: “la nuferriku beyne ehadin min rusûlihi” ya’nî “O’nun resûlleri arasında hiçbir ayırım yapmayız” (Bakara, 2/285) dediler.
“Akdem makâm”ından kasıt “akdes makâm”ıdır ki, zâtî ahadiyyet mertebesidir. Ve ilmi mertebede sâbit olan ayn’lar ve onların kabiliyetleri, ilk olarak bu zâtî ahadiyyet kaynağından taşmaya başlar. Ondan sonra ruhâniyyet ve cismâniyyet mertebelerine inerler. Onun için zâtî ahadiyyet mertebesine “akdem makâmı” ifâde buyuruldu. Gerçi aslında bütün mertebeler Hakk’ın mutlak vücûdunun isimler ve sıfatları sebebiyle gerçekleşen inişinden ibâret olduğu yön ile o vücût, öncelik ve sonralıktan tenzih edilmiştir. Ve mertebelerin hepsi eşittir. Velâkin, aklın itibarları öncelik ve sonralık ile vasıflanmıştır. Nitekim akılda “Mürîd(irâde sahibi)” olmak için ilk önce “Âlim(bilen)” olmak lâzımdır. Ve âlim olmak ise, ancak “Hayy(hayat sahibi)” olduktan sonra mümkün olur. Ve bütün isimler ve sıfatlar zât’ın vücûdunun sâbit oluşundan sonra sâbit olur. Akılda hüküm böyledir. Bundan dolayı inen “hikmetler”de bu “akdem makâm”ından açığa çıkar.
“Milel” “millet”in çoğuludur, ve “millet” “dîn” manâsınadır.
“Nihal” “nihle”nin çoğulu olup “mezhep” ve “inanılan esas” manâsına gelir.
Şimdi nebîler (a.s.)’in yolları aslında birdir. Dinlerin ve şerîatlerin farklılığı kendi ümmetlerinin kabiliyetlerinin farklılığından kaynaklanır. Çünkü her bir asırda yaşayan kavimlerin idrâk ve kabiliyetleri birbirinden farklıdır. Ve her bir nebî’ye verilen risâlet ilmi ümmetinin kabiliyetine göredir; ondan ne fazla ve ne de noksandır. Çünkü o risâlet ilmi onların kabiliyetinden fazla olsa, teblîğ ettiğinde dayanamayacakları bir teklif olur. Ve noksan olsa, herkese kendi hakkı verilmemiş olur; bu ise zulümdür. Oysa Hak Teâlâ Hazretleri hakîmdir; her şeyi güzel tanzim eder ve herkese kendi hakkını verir. İşte dinlerin ve mezheblerin farklılığındaki hikmet budur. Ve bu farklılık yolun tek oluşuna bir zarar vermez. Çünkü nebîler(a.s.) şerîatlerini bir kaynaktan alırlar. Ve hepsi bütün isimleri ve sıfatları toplayıcı olan “Allah”a davet ederler. Bundan dolayı hepsinin getirdiği dîn, hak dindir. Şu kadar var ki, bu şerîat onların kabiliyetlerine ve kabûl edebilirliklerine göredir. Ve bunun sırrı budur ki, Hak Teâlâ Hazretleri, her anda bir şe’n(iş) ile tecellî buyurur ve tecellîde aslâ tekrâr yoktur. Çünkü isimler ve ilâhi sıfatlar sonsuzdur. Tabidir ki onların görünme yerlerinin de ona göre olması lâzım gelir.
Ve Allâh’ın rahmeti ve selâmı, lütuf hazîneleri ve keremden en doğru söz ile himmetlere yardım eden Hz. Muhammed ve onun Âl’i üzerine olsun (2).
Bilinsin ki, “salât” Allah tarafından rahmet ve melekler tarafından istiğfâr ve kul tarafından duâ ve tevazudur. Ve ilâhî rahmet her şeyin kabiliyeti ve talebi sebebiyle o şeye bağlanır. Bundan dolayı rahmet, âsîler ve günahkarlar üzerine Hak tarafından affetme ve günahlarını örtme ile tecellîdir. Ve affetme ve günahlarının örtülmesinden sonra, kul cennetle nimetlenen olur. İtaatkâr olanlar ve sâlihler üzerine cennet ve rızâ ve kavuşma haktır ki, bunlar da gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği ve insanoğlunun kalbinin hatırına gelmeyen ilâhi nimetlerdir.
Ve ârifîn üzerine olan rahmet ise, bu nimetler ile berâber yakîn ilimleri ve hakîki irfaniyetten feyz verilmesidir.
Ve nebîler (a.s.) ile evliyâdan tahkik ehlinin ve kâmilîn ve kemâle erdiricilerin üzerine olan rahmet, zâtî tecellîler ve isimler ve sıfatlar ve ameller cennetleri ve sıfat ve zât’tan cennet mertebelerinin en yükseğidir.
Ve rahmet (S.a.v.) Efendimiz’in kalp ve rûhuna bağlantılıdır. Onun kabiliyetinin kemâlinden ve talebinin kuvvetinden dolayı, hakîkat-i muhammediyye zâtî tecellîlerin ve isimler mertebelerinin en yükseğidir. Ve onun feyzi bütün ruhların kaynağı olan ilâhî toplayıcı isimden olur. Ve işte bunun için Hak Teâlâ: ”İnnallâhe ve melaiketehu yusallune alen nebî” ya’nî “Muhakkak ki Allah ve melekleri, Nebi’ye salat eder” (Ahzâb, 33/56) buyurur. Ve hakîkat-ı muhammediyye bütün hakîkatleri toplamış olduğundan, ilâhi rahmet hakîkatlerin hepsine bu makâmdan dağıtılır. Bundan dolayı (S.a.v.) Efendimiz’e getirilen salât, herkesin kendi nefsi için rahmet talebini içine alır. Çünkü ilâhî rahmet hakîkat-i muhammediyyeye inmedikçe, onun parçaları olan hakîkatlere ulaşmaz.
Ve melekler “Allah” azam isminin hizmetkârları olan isimlerin görünme yeridirler. Ve hizmetkârın kendi efendisine tabi olması normaldir. Ve (S.a.v.) Efendimiz, ise “Allah” toplayıcı isminin açığa çıkış yeri olup, kendi hakîkatinin toplayıcı olduğu bütün görünme yerleri için istiğfâr buyurduğundan melâike-i kirâm dahi, o mertebeye tabi olarak istiğfâr ederler. Şu halde (S.a.v.) Efendimiz her bir “ayn”ın himmetine yardım eder. Ve ayn’ların himmetleri, o ayn’ların kendi kemâllerine ulaşması için sarfolunmuştur. Bu kemâl îman yolunda olduğu gibi, küfür yolunda dahi olabilir. Çünkü her bir görünme mahalli, kendi has Rabbi olan ismin doğru yolunda yürür. Ve o ismin yolunun sonu, kendi görünme mahallinin kemâlidir. Bu bahsin detaylı açıklaması İsmâîl Fassı ile Hûd Fass’ında gelecektir. Ve “himmet”e ait açıklama da Lût Fass’ındadır.
“Hazâin”, “hazîne”nin çoğuludur. Ve “hazîneler”den kastedilen, ilâhi hakîkatlerdir ki, onlara “isimler” ve ”sıfatlar” denilir.
“Cûd(lütûf)” hakedişe ve talebe ihtiyaç kalmaksızın gerçekleşen ihsan ma’nâsınadır ki, Hakk’ın zâtî sıfatlarındandır. Çünkü, zâti lütuflar için hakediş ve talep şart değildir. Bu lütuflar zâtının gereğidir.
“Kerem” bunun aksinedir. Çünkü kerem için kabilin hakedişi ve talebi lâzımdır. Ve kerem isimlerin lütufları netîcesidir. Zâti ve isimlerin lütufları hakkında detaylı açıklama Şît Fass’ında gelecektir.
“Kıyl”, “söz” manâsınadır. “Akvem,” “en sadık” ve “en adaletli” ve “doğru” manâsına gelir. Ve “en doğru söz ile” ifâdesi, “yardım eden”e bağlıdır. Ya’nî (S.a.v), en sadık ve en adaletli olan söz ile, her bir “ayn”ın himmetine yardım eder ki, o sözde herhangi bir yöne sapma ve eğrilik yoktur. Çünkü hakîkat-i muhammediyye bütün isimleri ve ilâhî sıfatları toplamış olan ve bütün zaruri(vücubi) hakîkatlerin ve imkân dâhilinde olanların feyzinin kaynağı bulunan ilâhi mertebedir. Bundan dolayı (S.a.v.) Efendimiz, kendi hakîkatinden kendi parçalarına, her bir mertebede yardım eder.
Suâl: Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin yüz doksan sekizinci bölümünde buyururlar ki; ““Kelâm ve söz, Allah Teâlâ için iki vasıftır: “Söz” ile izâfî yoklukta olana seslenir. O da O’nun “İnnemâ kavlünâ li şey'in izâ eradnâhu en nekûle lehu kün feyekûn;” ya’nî “Bir şeyi irâde ettiğimizde sözümüz ona sadece: “Ol” dememizdir. O hemen olur” (Nahl, 16/40) sözüdür. Ve “kelâm” ile mevcûda seslenir. O da O’nun: “ve kellemallâhu Mûsâ tekliymâ;” ya’nî “ve Allah Mûsâ’ya sözlerle konuştu” (Nisâ, 4/164) sözüdür.”” Oysa burada cenâb-ı Şeyh (r.a.) “söz” kelimesini kullandı;“kelâm” kelimesini kullanması gerekirdi. Çünkü (S.a.v.) Efendimiz, madde âleminde, dil ile doğru yolu gösterdi ve mevcûda seslendi.
Cevap: Bilinsin ki, hakîkât-ı muhammediyye zât ile isimler ve varlıkların hakîkatleri ile varlık sûretleri arasında birleştirici berzahtır. Ve bu hakîkat (S.a.v.) Efendimiz’in mübârek zatında açığa çıkmıştır. Bundan dolayı, O’nun mübârek zatı, ilâhi zatın en kâmil görünme yeri ve Hakk’ın bütün sıfatlarının ve isimlerinin ve fiillerinin en kapsamlı çıkış yeridir. Hak Teâlâ onun zâtında ve kuvvelerinde ve bütün parçalarında zâtî sereyânı ile sirâyet etmiş olup “feecirhu hattâ yesmea kelamallâhi” ya’nî “Allah’ın kelâmını işitinceye kadar onu himâye et” (Tevbe, 9/6) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, farzlar ile yaklaşma makâmından o hazretin dili üzere konuştu. Şimdi bir kimse bir kemâlin oluşması veyâ kendi has Rabbi olan ismin hazînesinden bir lütufa ulaşmak için himmet sarfettiğinde, o izâfî yoklukta olan ilâhî lütuf veyâhut has Rabbi olan ismin hazînesindeki istenilen kemâl için (S.a.v.) Efendimiz’in berzah olan birleştirici hakîkati “Ol”!” sözü ile söyleyen olur. Ve o şahsın himmetine “Ol!” sözüyle yardım eder. Ve bu söz hakîkat-i muhammediyye mertebesinden olan Hakk’ın sözüdür.
Resûlullah Efendimiz, madde âleminde göründükleri vücûtlarının diliyle söyledikleri vakit, ümmetine “en doğru söz” ile yardım ederler. Çünkü “en doğru söz” kelâmı ve zahir diliyle doğru yolu göstermeyi gerektirir. Çünkü, Hakk’ın sözü, en adaletli ve en güzel şekilde nafileler ile yaklaşma makâmından Hak diliyle mevcûda seslenir. Şimdi, fahr-i âlem Efendimiz’in gerek bâtını ve gerek zâhiri ile söylediği sözler, Hakk’ın sözüdür. Ve onun bâtını ve zâhiri Hakk’ın birer mertebesidir. Bundan dolayı bâtınî sözleri ile izâfî yoklukta olana ve “en doğru söz” olan zahiri sözler ile mevcûda seslenir. Ve onun zâhiri ve bâtını Hak olunca, “söz” ile “en doğru söz”, ya’nî “kelâm”, Hakk’ın her iki mertebesine göre iki ilâhî vasıf olmuş olur.
“Âl” arapların indinde, özellikle “ev ehli”ne değil, i’tibârı çok büyük bir kimsenin kendi çevresine dâhil olanlara denilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîmde: ”edhılû âle fir'avne” ya’nî “Âl-i Firavun’u dâhil edin” (Mü’min, 40/46) buyrulmuştur. Çünkü Firavun, dünya hayatında bir i’tibârı büyük pâdişâh olduğu için, onun yakın çevresine dâhil olanlar “âl” olarak ifâde edildi. Bundan dolayı, “âl” deyiminden Resûl (a.s.)’ın özellikle ehl-i beytinin kastedildiği düşünülmemelidir. Şu halde i’tibârı çok büyük olan kişilerin yakın çevresindekilere “âl” ve i’tibârı çok büyük olmayan kişilerin yakın çevresine de “ehl” sözü kullanılır. Şimdi Resûl (a.s.)’a yakınlık, ya yalnız sûreten olur; bu da ya dînen veyâ soyu yönünden olur. Soyu yönünden olan yakınlık şerîflerin(Hz.Hüseyin neslinden gelenler) ve seyyitlerin(Hz.Hasan neslinden gelenler) ve dînen olan yakınlık da zahir ehlinden içtihat edicilerin ve diğer zahir âlimlerinin ve sâlihlerin ve bütün mü’minlerin yakınlıklarıdır. Veyâhut yalnız manen olur. Bu da genelde evliyâullâh’ın yakınlığıdır. Nitekim, Selmân (r.a.) aslen İrânlı olduğu halde, (S.a.v.) Efendimiz “Selmân bizdendir” buyurdu. Veyâ hem sûreten ve hem de manen olur. Bu sûrette, bu kişiler Resûl (a.s.)’ın makâmına durmuş olan halîfe ve imamdırlar. Bunlar da kendisinden önce gelen nebîlerin en büyükleri ile, sonra gelen kamil velilerin yakınlığıdır. Şu halde tam i’tibâr edilen yakınlık ilk önce sûret ve manâyı birleştirmiş olan yakınlıktır. İkinci olarak, ruhen manevi yakınlık, üçüncü olarak dinen sûretlerde yakınlık, dördüncü olarak sûret olarak soy yakınlığıdır.
“Ve sellim”. Allah tarafından “teslîm”, Hak Teâlâ’nın noksanlıkların icabı olan her bir şeyden selâmeti gerektiren, Selâm ismi mertebesinden olan tecellîsidir. Mü’minîn tarafından söz ile duâ; ve fiilen de zoraki olmayıp, kendi isteğiyle teslimiyet ve tabi oluştur.
Bundan sonrasına gelince, kesinlikle ben mübeşşirede Resûlallah (a.s.)’ı rü’yet ettim. O bana 627 yılının Muharrem ayının son on gününde, Şam’da gösterildi. Bu halde (S.a.v.)’in elinde bir kitap var idi. Bana buyurdu ki: “Bu Fusûsu’l-Hikem kitâbıdır. Bunu al ve insanların istifâdesine sun! Bununla kendilerine fayda temin etsinler!“(3)
Ya’nî besmeleden ve hamd ü senâdan ve salât ü selâmdan sonraki beyânlara gelince, ben sadık rüyâda Resûlullah(a.s.)’ı rü’yet ettim. “Rü’yet” hissedilen ve hayâl edilen ve örneklenen ve akılla idrak edilebilir olan şeyleri müşâhede etmek manâsınadır. Ve “ibsâr” yalnız hissedilir olan eşyâyı görmekten ibârettir. Şu halde “rü’yet”, “ibsâr”dan daha kapsamlıdır. Ya’nî her rü’yet ibsârdır ve her ibsâr ise rü’yet değildir. Bundan dolayı rü’yet madde bedendeki göz ile sınırlı değildir. Belki basîret ve ilim ve akıl ve hayâl ve kalp gözleriyle gerçekleşen müşâhededir.
“Mübeşşire”, sâdık ve sâlih rüya demektir. Sözlükteki anlamı “değiştirme”dir. Çünkü müjde, hüznü sevince döndürür. Salih rüya nebî olmanın kırk altı kısmından bir kısımdır. Çünkü (S.a.v.) Efendimiz’e altı ay sâlih rüyada vayh olundu. Vahy’in inmesinin müddeti yirmi üç sene idi. Altı ay ise yirmi üç senenin kırk altı kısmından bir kısımdır. Onun için (S.a.v.) Efendimiz: “Nübüvvet gitti, sâlih rüya kaldı” buyurdular. Velâkin, hakîkat ehli indinde mübeşşirenin mutlaka rüyâ olması lâzım gelmez. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri evliyâsını uyku ile uyanıklık arasında veyâhut uyanıklık halinde iletim ve bildirim ve tecellî ve rûhânî oluşumlar ile müjdeler. Bundan dolayı, Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) his gözü ile (S.a.v.) Efendimiz’in hakîkatinin sûretini ve rûh gözüyle rûhâniyesinin sûretini ve hayâle ait göz ile misâle ait sûretini gördü. Ve mümkündür ki, his aleminde algılanan sûretlerini müşâhede etti. Çünkü (S.a.v.) Efendimiz, bütün ilâhî mertebeleri toplamıştır. Ve hiçbir mertebe ile kayıtlanmış değildir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber efendimiz de, onların en kâmil vârisi olduğu için onlar da bir mertebenin hükmü ile kayıtlanmış ve bağlanmış değildir. Resûl-i Ekrem’i herhangi bir mertebede müşâhede etmiş ise, o rü’yet kendileri için mübeşşire olur.
Şimdi, mü’minler için Resûl (a.s.)’ın rüyâda görülmesi iki yön ile olur:
Birincisi: Yaşadığı haldeki şekil ve şemaili risâlet penâhlarına benzer olarak görülür.
İkincisi: Dünyadaki mübârek sûretlerine kısmen benzer ve kısmen benzemez veyâhut tamamen benzemez olarak görülür.
Her iki, şekilde de gören Resûl (a.s.)’ı görmüş olur. Çünkü hadîs-i şerîfte “Beni gören kimse, kesinlikle beni görür. Çünkü şeytan benim sûretimle sûretlenemez” buyrulmuştur. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz “Hâdî” ism-i şerîfinin ve şeytan ise “Mudill” ism-i şerîfinin en kâmil olarak açığa çıktığı yerdir. Bundan dolayı şeytan Hâdî isminin en kâmil görünme yeri olarak sûretlenip insanları saptıramaz. Görenin Resûl-i Ekrem Efendimiz’i saâdetli görünüşlerine benzemeyen bir şekilde görmesi, kendisinin Muhammedîyye şeriatına bağlılığının sûretidir. Bundan dolayı o görenin inancında veyâ ilminde veyâ hâl ve makâmında bir noksan vardır. Bu uyuşmazlık bunlara işârettir. Rüyâ ile ilgili detaylı açıklamalar İshâk Fassı ile Yûsuf Fass’ında gelecektir.
Bilinsin ki, bütün nebîler (a.s.) ve evliya (kaddes’ Allahü esrârahum) hazretleri ilimlerin ve hikmetlerin hepsini muhammediyyeye has velâyet olan son velâyet kaynağından alırlar. Ve muhammediyyeye has velâyet, (s.a.v.) Efendimiz’in nebîliğinin bâtınıdır. Bu bahsin detaylı açıklaması da, Şît Fass’ında gelecektir. Bundan dolayı nebîlerin (a.s.) zatlarının hakîkatlerini ve ilimlerini ve hikmetlerini toplamış olan bu Fusûsu’l-Hikem kitâbı muhammediyyeye has velâyetten, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimize verildi. Ve hazret-i şeyh, bu verilen ilimleri ve hikmetleri fazlasız ve noksansız, insanların kabiliyeti olanlarına tebliğe memur buyruldu. Şu halde, bu kitâba itirâz, tamamıyle nebîlerin sonuncusuna itirâz olduğundan her bir mü’minin bundan kesinlikle sakınması lâzımdır. Bu ilimleri ve hikmetleri anlamayanlar, kendi kabiliyetlerine kusur bulmalıdır.
Şimdi ben: “Dinledim ve itaat ettim,ki Allah Teâlâ’ya ve Resûlü’ne ve bizden ulü’l-emredir; nitekim emrolunduk” dedim. Bundan dolayı Resûlullah (s.a.v.)’in bana belirttiği şekilde fazla ve eksik olmayarak bu kitabın sunulması için, ümniyyeyi yerine getirdim ve niyeti hâlis kıldım ve kasd ve himmeti ayırdım. (4)
Ya’nî Allah Teâlâ Hazretleri ile onun Resûl’ü ve bizim cinsimiz ve dînimizin ehli tarafından çıkan emri dinleyip, ona itâat ederiz. Çünkü Kur’ân-ı Kerîmde: “atîûllâhe ve atîûr resûle ve ulil emri minküm” ya’nî “Allah’a itaat edin, Rasule itaat edin ve sizden Ulül Emr’e de” (Nisâ, 4/59) ve hadîs-i şerîfte dahi, “Emir sahiplerine itaat ediniz, Habeş bir köle olsa bile” buyrulmuştur, demek olur. Ve her mertebeden çıkan emri dinleyip ona itâat etmek, Allah Teâlâ’ya itâattir. Çünkü ulûhiyyet, birleştirme makâmı ve Resûl ve ulü’l-emr detaylandırma makâmıdır; ve hepsi ilâhî mertebelerdir. Ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) bu Fusûsu’l-Hikem’in insanlara sunulması için kendisine gelen emri, Hak’tan ve Resûl’ünden ve ulü’l-emrden almış olduğuna işâret eder. Çünkü his ve şehâdet alemine inen her bir ilim ve hikmet, zât mertebesinden hakîkat-i muhammediyyeye ve daha sonra bâtında ulü’l-emr olan onun halifelerinin kalbine gelir. Ve Hz. Şeyh-i Ekber nebevî varislerin en kâmili olduğu yön ile ulü’l-emr kendileridir. Eğer “Bir kimsenin kendine itâati nasıl olur?” denecek olursa, cevâbı budur ki: Her bir kimse kalbine gelen her bir şeyi bir lüzûm olmadıkça mutlaka insanlara sunmaz. Eğer lüzûm olursa, yine kendi bâtınından gelen emir üzerine o latîf manâyı harf ve ses ile yoğunlaştırarak insanlara sunar. Bu sûrette o kimsenin zâhiri kendi bâtınına itâat etmiş olur.
“Ümniyye” “temennî”den “istemek” manâsınadır. Değerli şerh edicilerden Abdürrezzâk Kaşânî Hazretleri gibi bazıları “ümniyye”yi cenâb-ı Şeyh-i Ekber’e ve Dâvûd-i Kayserî ve diğer değerli şerh edici hazretler gibi bazıları da Peygamber’e bağlamıştır. Hz. Şeyh’e bağlanması hâlinde manâ: “Ben ne zaman ki kendimde böyle bir kitâbı alarak insanlara sunma kabiliyetini gördüm, kalben isterdim ki, (S.a.v.) Efendimiz bunu bana emir buyursunlar. Bendeki bu “ümniyye” mübeşşirede oluşunca verilen bu kitâbı şehâdet aleminde insanlara sunmak sûretiyle o “ümniyyeyi yerine getirdim.” demek olur. Ve cenâb-ı Peygamber’e bağlandığında manâ: “İnsanların faydalanması için bu kitabın insanlara sunulması husûsunda cenâb-ı Peygamber tarafından mübeşşirede olmuş olan “ümniyye”yi şehâdet aleminde yazıya dökerek yerine getirdim” demek olur. Abdullah Bosnevî Hazretleri her iki şıkkı da beyân buyurmuştur. Ve “yerine getirmek”ten kasıt his ve şehâdet alemine sunmaktır. Çünkü Yûsuf (a.s.), evvelce gördüğü rüyâsının izlerinin şehâdet aleminde açığa çıkması üzerine “hâzâ te’vîlu ru’yâye min kablu kad cealehâ rabbî hakkâ” ya’nî “Bu önceden gördüğüm rü’yânın te’vîlidir, Rabbim onu hak kıldı” (Yûsuf, 12/100) demiş idi. Bu bahse dâir olan hakîkatler Yûsuf Fass’ında gelecektir.
“Niyeti hâlis kılmak”tan kasıt, bu kitâbı mutlaka insanlara sunmaktır. Ve “kasd ve himmeti ayırmak”tan kasıt, bu kitâbın yazılması sırasında akla dayalı görüş ve nefsâni maksatlar sebebiyle bir harf bile yazmayıp Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in belirttiği şekilde ilim ve hikmetleri bir kelime bile fazla ve noksan olmaksızın, tamâmıyla sunmaktır. Bu hâl ise ancak en kamil vârisin şânıdır. Çünkü onlar akla dayalı görüşlerinin vehimlerinden ve nefislerinin saptırmasından kurtulmuşlardır.
Ve Allah Teâlâ’dan talep ve niyâz ettim ki, onu sunmakta ve bütün hallerimde beni üzerlerine şeytanın Mûsâllat olmadığı kullarından eylesin. Ve parmaklarımın yazdığı ve dilimin söylediği ve kalbimin üzerine kapsam olduğu her şeyde günahlardan sakınmayı destekleyerek nefsî ru’da beni Subbûhî ilhama ve rûhî nefse yöneltsin. Hattâ hakim olarak değil, tercüme edici olayım. Tâ ki kalplerin sahibi olan ehlullâhdan ona vâkıf olan kimse tahkik ehli olsun ki, muhakkak o, kuşku giren nefsani düşüncelerden münezzeh bulunan takdis makâmından indirilmiştir. (5)
Âdem Fassı ile Eyyûb Fassı’nda beyân olunacağı üzere, şeytanın hakîkati uzak oluştur. Çünkü şeytanlık, “uzaklık” manâsınadır. Çünkü şeytan ateşten hálk edilmiştir. Ve ateş tabîat alemindendir. Ve tabîat alemi ise, bütün herşeyiyle berâber Hak’tan manevî uzaklık ile uzak olup Hakk’ın cemâlinin perdesidir. Bundan dolayı, şeytan kulları bu tabîat vâsıtasıyla gaflete düşürür ve baştan çıkartır. Ve yazmak ve konuşmak ve kalbin zâhiri olan gönüldeki hatıralar ve kuruntular, hep bu tabîat aleminde gerçekleşen hallerdendir. Böyle olunca bunlar şeytanın Mûsâllat olduğu mahallerdendir. Bununla beraber Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de şeytana hitâben “İnne ıbâdî leyse leke aleyhim sultânun” (Hicr, 15/42) ya’nî “Muhakkak benim kullarım vardır ki, senin onların üzerine gücün yoktur” buyurur. Çünkü bunlar evliyâullah’tır. Ve tabîatın hüküm ve etkisi altından çıkmışlardır. Ve onlar üzerinde şeytanın Mûsâllat olacağı bir vâsıtası kalmamıştır. Ve en kâmil vâris olan Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) onlardan biridir. Fakat Hak Teâlâ’ya karşı edeb gereği kendisinin şeytanın Mûsâllat olmadığı kullardan olmasını talep eder. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz: “Muhakkak cennette bir derece vardır ki, ancak bir kişiye geçerlidir. Ve ben bu kişi olmayı umarım” buyururlar. Oysa o kişi aslında risâlet-penâhlarının da kendisidir. Edeb gereği böyle buyurmuşlardır.
“Günahlardan sakınmayı desteklemek” “âsım” olan Allah Teâlâ tarafından, şeytânın telkinlerinden ve nefsani düşüncelerden muhâfaza sûretiyle yardım etmekten ibârettir.
“Nefsî rû ”: “Rû’” “Rûh” vezninde “sadır” manâsınadır ki, kalbin tabîat alemine dönük olan yüzüdür. Çünkü, kalbin iki yüzü vardır: Birisi ruhlar âlemine ve diğeri tabîat âlemine dönüktür. Ve tabîat alemine dönük olan yüzü, nefsâni düşüncelerin ve şeytâni vesveselerin mahallidir. Günahlardan sakınmanın desteklenmesi ile kuvvetlenerek “rûhî nefs”e mahal olduğu zaman ilâhî nur ile nurlanır ve fena ve kötü huylar ondan kaybolur.
“Subbûhî ilham”: Ahadiyet mertebesinden gerçekleşen ilhamdır. Çünkü ahadiyet mertebesi çokluktan münezzeh olduğundan bu mertebeden olan ilhamlar da, çokluk âleminin îcâbları arasında bulunan nefis ve şeytanın ilhamları olan vehimler ve hayâller gibi şâibelerden berîdir.
“Ruhi nefs”: Külli meleki büyük ruhlardan aktarılıp kalbin ruhlar âlemine dönük olan yüzünde açığa çıkan rûhânî kelamın sûretidir. Ve o rûhânî kelamın sûreti Rûhu’l-Kuds’ten kalbin bâtınına üflenmiştir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz: “Ruhu’l Kudüs kalbime üfledi” hadîs-i şerîfiyle buna işâret buyururlar.
Şimdi, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.)in bu kitaba yazdığı hikmetlerin ilimleri ilk önce ahadiyet mertebesinden ruhlar âlemine ve daha sonra ikinci olarak ruhlar âleminden onun kalbinin bâtınına ve üçüncü olarak kalbinin zâhirine aktarılınca, kendisi tercüme edici vaziyetinde olur. Çünkü tercüme edici ancak manâyı nakleder. “Hakim olmak” ise, bir manânın ortaya getirilmesinde kendi görüşünü kullanmaktır. Bundan dolayı Hz. Şeyh bu kitapta “hakim olan” değildir. Bu kitabın mânaları, sözleri, tertip ve düzeni ve yazılımı ve diğer halleri günahlardan sakınmanın desteklenmesi ile hep Hakk’ın ilhamıdır. Ve bu kitabın takdîs makâmından, ya’nî ahadiyet makâmından, aslî temizliği üzere indiğini ve ahadiyet makâmında çokluk olmadığı için, oradan inmiş olan manalara kuşku mahalli olan nefsâni düşüncelerin bulaşmayacağını ehlullah’tan kemâl meşrepli tevhid sahipleri bilirler. Çünkü onlar “li men kâne lehu kalbun ev elkâs sem’a ve huve şehîdun” ya’nî “kalbleri olan veya görücü olduğu halde kulak veren kimse” (Kaf, 50/37) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan sınıftandırlar. Onların indinde bu manâ bizzat hakîkatini idrak ile tahakkuk etmiştir.
Ve umarım ki, Hak Teâlâ benim duâmı işittiğinde seslenişimi kabûl eylesin! Şimdi ben, ancak bana aktarılan şeyi aktarırım. Ve ben bu yazılanların içinde, ancak benim üzerime onunla indirilmiş olan şeyi sunarım. Oysa ben nebî değilim, resûl de değilim; velâkin vârisim. Ve âhiretim için himaye ediciyim. (6)
Ya’nî umarım ki, Hak Teâlâ benim yukarıda ettiğim duâmı işittiği vakit seslenişimi, ya’nî bu his ve şehâdet âleminde harf ve ses ile olan bu duâmı, ”üd'uniy estecib leküm” ya’nî “Bana duâ edin size icabet edeyim” (Mü’min, 40/60) âyet-i kerîmesindeki ilâhî vaadi gereğince kabûl ede. Ve ben ancak hakîkat-i muhammediyye mertebesinden bana aktarılan hikmetleri ve sırları ve ilimleri ve marifetleri yazmak sûretiyle bu kitabın okuyucularına aktarırım. Ve bu kitapta bir hikmete tahsis edilmiş olan her bir fassta, kemâl mührüyle sûret-i muhammediyyede açığa çıkan, Allah tarafından benim üzerime indirilmiş olan ilmi sunarım. Fakat bana cenâb-ı ilâhîden ulaşan feyz ve ilhâmı beyân ettiğimden dolayı zayıf anlayışa sahip olanlar nebî olma iddiasında bulunduğumu zannetmesinler. Ben ne Nebîyim ve ne de Resûlüm. Velâkin “El ulamau verasetul enbiya” ya’nî “ Alimler nebîlerin varisleridir” hadîs-i şerîfi gereğince ben vârisim. Ve verâsetim sebebiyle hakîkat-i muhammediyye’den aldığım ilimleri ve hikmetleri sunarım. Ve âhiretim için himaye ediciyim. Ya’nî cisim arzımda gömülü olan ilimleri, dönüş yerim ve nihayetim olan hakîkat-i muhammediyye ve ahad olan zat için sunarım.
Şiir:
Şimdi Allah’tan dinleyiniz ve Allah’a dönünüz! (7)
Ya’nî bu kitapta yazılmış olan marifetler ve hakîkatler, mâdemki hakîkat-i muhammediyye mertebesinden kalbime iner ve ben onları sunma husûsunda aslâ hakim olmayıp tercüme ediciyim, ve onları olduğu gibi aktarırım ve hakîkat-i muhammediyye mertebesi ise, ahad olan zât’ın bu mertebe ile açığa çıkmasından ibârettir; şu halde siz bu ilim ve hikmetleri Allah’tan dinleyiniz. Ve bu hikmetleri ve marifetleri dinlediğiniz vakit, anlattıklarımın hakîkatine ilminizin yokluğundan dolayı tâkat getiremeyecek olursanız, itirâz etmeyip Allah’a dönünüz ki, o anlatılanların manaları câmi ismi mertebesinden sizin kalbinize doğsun.
Şimdi benim getirdiğim şeyi işittiğiniz vakit, muhafaza ediniz!
Daha sonra idrak ile sözün özünü detaylandırınız ve birleştiriniz! (8)
Ya’nî getirdiğim ilimler ve hakîkatler, Hak’ta fânî ve onunla bâkî olduğum yön ile benden değil, Hak tarafındandır. Onu Hak tarafından dinlediğiniz vakit, kalblerinizde muhafaza ediniz! Benim bu kitapta bahsettiğim ilâhî sırlar sözler ile gerçekleşti. Siz bu özet olan sözleri, Allah’a döndüğünüz vakit, o câmi’ ismi mertebesinden size olacak olan idrak tecellîleri ile, şerh ederek detaylandırın! Ve her bir fasstaki sırları ve ilâhî hikmetleri ahad olan zâtta birleştirin! Ya’nî ahad olan zâtın ne yön ile çok olduğunu ve çokluğun ahad olan zâtta ne sûretle birleşmiş olduğunu ilâhî idrak ile idrâk edin!
Daha sonra onun tâliplerine onu nimet olarak verin, men etmeyin!
İşte bu, size kapsam olan rahmettir; siz de genişletin! (9).
Ya’nî siz ilâhî idrak ile ahad olan zâtı çoklukla detaylandırdıktan ve çokluğu ahad olan zât’ta birleştirdikten sonra, benim varis oluşum sebebiyle Hak’tan getirdiğim bu hikmetleri ve ilâhi sırları anlamağa çok istekli olan tâliplere ihsân edin! Ve özet olarak anlatılan sözlerimi detaylandırma ve şerh ve örneklendirmek sûretiyle marifete susamış olanlara öğretin! Çünkü, Hak Teâlâ Hazretleri: “enfiku mimma ce'alekum mustahlefiyne fiyh” ya’nî “Sizi halife kıldığı şeylerden infak edin” (Hadîd, 57/7) buyurmuş ve Resûlullah (S.a.v.) Efendimiz bu kitabın, fayda temin etmeleri için, insanlara sunulmasını emretmişlerdir. Bundan dolayı bu hakîkatleri ehli olan tâliplerden saklamak aslâ mümkün değildir. Velâkin idraki sınırlı olan kimselere öğretilmesinde fayda değil, bilakis zarar olduğu için, öğretilmesi uygun değildir. Şu halde enbiyâ-yı kirâm hazretlerinin tevhîd ilmindeki bizzat yaşayarak idrak ettikleri hakîkatleri ve meşreblerini beyân buyuran bu Fusûsu’l-Hikem, ey zekâ ehli ve ey irfan ehli, size kapsam olan özel ilâhî rahmettir. Bu rahmet, Hak tarafından nasıl size ulaşmış ve sizi istîlâ etmiş ise siz de bu rahmeti zekâ ehline genişletin! Ve çokluk perdeleri içinde kalmış olan kabiliyetli tâlipleri uyandırıp doğru yolu gösterin. Tâ ki nereden gelip nereye gittiklerini ve ne için gelip ne için gittiklerini ve kendilerinin ve eşyânın ve bütün alemlerin ne olduğunu ve böylece eşyânın hálk edilişinden maksadın ne olduğunu idrâk etsinler.
Hz. Mısrî’den beyit:
Oruç, namaz ve hacc ile sanma biter zâhid işin
Dostları ilə paylaş: |