1. Cebrâîl (a.s.) ilâhî gayb hazînelerinde olan gizli ma’nâları sûret âlemine ulaştırır ve feyizlendirir. Bundan dolayı her bir ferdin kalbine gayb âleminden inmiş olan ma’nâları konuşma kuvveti vâsıtasıyla harf ve ses ile açığa çıkarması ve bâtınından haber verip açması Cibrîl tarafından bir yönün te’sîrî ile gerçekleşir. Hz. Cibrîl, hakîkat-ı muhammediye mertebesinden taayyün-i Muhammedî mertebesine bütün yönleriyle indiğinden Kur’ân-ı Kerîm de hakkında “ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn” ya’nî “ne yaş ne de kuru bir şey yoktur ki Kitab-ı Mübin” de bulunmasın” (En’âm, 6/59) buyrulmuştur. Cibrîl (a.s.) bu te’sîri ile bütün âlemleri ihata etmiştir. Bu vazîfenin ayrıntılarını tatbik etmeye memûr, onun idaresi altında sayısız ve hesapsız melekler vardır. Ve ona “Rûhu’l- Emîn” derler.
2. Mîkâîl (a.s.) mahlûkatın çeşitli sınıflarından her birerlerine mahsûs olan rızıkların muhafazasına tartıyla ve ölçüyle ve adetle ve miktarla her bir hakkı hak sahibine vermeye vekil tayin edildiği için bu kuvvete “Mîkâîl” ismi verilmiştir. Bu husûsta Hz.Mîkâîl’in dahi her mahlûkata bir te’sîr ile bağlanması vardır. Ve bu te’sîri ile o dahi âlemleri ihata etmiştir. Ve aynı şekilde bu vazîfenin ayrıntılarını tatbik etmeye memûr onun idaresi altında sonsuz melekler vardır. Hattâ yeryüzüne düşen her yağmur damlası bir kuvvet ile iner. Ve kıyâmete kadar yağan yağmurların her bir tânesine ait olan kuvvetlerden hiçbirinde tekrarlanma ve aynı oluş yoktur. Ve hattâ sen bir şeyi tarttığın veyâ saydığın veyâ değer verdiğin zaman, sende Mîkâîl’in yönlerinden bir yönün te’sîri gerçekleşir.
3. Azrâîl (a.s.) ma’nâdan ibâret olan rûhu, sûretten ibâret olan bedenlerden ayırır. Ve zahir âlemde mevcût olan her bir kesîf sûret bir ma’nânın açığa çıkması içindir. O ma’nâ, o sûretin rûhudur. Bundan dolayı zerreye varıncaya kadar zâhir âlemde gerçekleşen bozulmalar, Azrâîl’in tasarrufu ile oluşur. Şimdi, Azrâîl (a.s.) dahi bu te’sîri ile âlemleri ihata etmiştir. Ve onun emri altında dahi sonsuz melekler mevcûttur. Ve sen mevcût sûretlerden birini bozduğun vakit, sende Azrâîl’den bir yönün te’sîri gerçekleşir.
4.İsrâfîl (a.s.) her bir sûretin kendi türüne oluşan hayâtı “Sûr”u ile üfler. Ve fikrin önermelerden ilk hüküm ile kesin bilgiyi doğurması dahi, sende İsrâfîl tarafından te’sîrlerinden bir yön ile gerçekleşir. Şimdi hayât üflemeye memûr o kadar melâike(kuvvet) vardır ki, hesâba ve adede sığmaz. Ve hepsi Hz. İsrâfîl’in irâdesi altındadır. Ve âlemde hayât sahibi olmayan bir şey yoktur. Nitekim buyrulur: “Ve in min şey’in illâ yusebbihü bi hamdihi” ya’nî “O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” (İsrâ, 17/44) Ve hamd ve tesbih ancak hayât sâhibi olan şeyde olur. Bundan dolayı cenab-ı İsrâfîl’in dahi her mahlûka bir te’sîr ile bağlanması vardır. Ve bu te’sîri ile bütün âlemleri ihata etmiştir.
Dokuzuncu Kısım İkinci Ek: İBLÎS’İN HAKİKATİ
Bilinsin ki, İblîs Mudill isminin en mükemmel ve en kemâlli görünme yeri olan bir rûhtur. Ve ruhlar mertebesi ayrılık ve gayrı oluştan bir çeşit üzerine Zât’ın hâriçte açığa çıkmasından ibârettir. Ve Vâhid’in ikilik çerçevesinde rü’yeti bu mertebeden başlar. Bundan dolayı Mudill isminin hükümlerinin açığa çıkmasının başlangıcı bu mertebedir. “Idlâl” şaşırtmak demektir. Bir vücûdun bir diğerinden başka olarak iki görülmesi şirk ve şirk ise dalâl’in ayn’ıdır. Ve bu rü’yet tarzı, vehim veren kuvvetin şânıdır.
Şimdi bu kuvvet Mudill isminin görünme yeri olup, İblis’in hakîkâtidir. Çünkü şânı “telbîs (ikilem)”tir; ve “iblîs” ismi de bundan türemiştir. Ve İblîs bu te’sîri ile âlemleri ihâta etmiştir.
Ve ona tâbi’ olan sayısız ve hesapsız ruhlar mevcûttur ki, hepsi şaşırtmaya ve baştan çıkartmaya memûrdurlar. Ve bunlar tabîatlar âleminde bütün eşyaya sirâyet etmiştir. (S.a.v.) Efendimiz’in: “Her kimse ile berâber bir şeytan doğar ve ben benimle doğan şeytanı İslâm’a getirdim” buyurmaları, insan nefsindeki “vehm”e işârettir. Çünkü vehim veren kuvvet aslâ yalan söylemekten çekinmez. Ve şânı bütün kuvvetler üzerine yükselmektir.
Ve vücûdundan eser olmayan bir şeyi mevcût ve aslında mevcût olan şeyi yok gösterir. Şimdi tefekkür etme kuvveti aklın hükmüne tâbi’ olursa, ona “aklın hükmüne tabi düşünce” ve eğer vehmin hükmüne tâbi’ olursa ona “hayâli düşünce” derler. İblîsin hakîkati, akl-ı kül olan insâniyye hakîkatine diğer ulûhiyyet kuvvetleri gibi itaat etmesi teklîfine karşı “ene hayrun minhü” ya’nî “Ben ondan daha hayırlıyım” (A’râf, 7/12) dedi. Bu cevap, kendisini ayrı görmek demektir. Biri iki görmek ise vehimdendir.
İşte İblîs bütün ilâhî isimleri ve sıfatları toplamış olan akl-ı külle tâbi’ olmayıp, ayrı olma davasına ve üstün olmaya kalktığı ve biri iki ve mevcûdu yok ve yoku mevcût gördüğü için, ulûhiyyet zatı onu diğer kuvvetler arasından “fahruc inneke mines sâğirin” ya’nî “Çık, muhakkak ki sen küçük düşenlerdensin”(A’râf, 7/13) hitâbı ile uzaklaştırdı. Çünkü vehim veren kuvvet bütün kuvvetlere musallat olmakla berâber, onlara göre kıymetsiz ve küçük bir şeydir. Çünkü şânı, hakîkate ulaşmaktan men’ etmektir.
İblîs kendilerine gökler ve yere ait sırlar açılmış olan seyri sülûk ehlini dalalete düşürmek için hayâli düşünce olarak arz ve semâ sûretlerinde açığa çıkar. Ve hattâ zâti tecellilere dahi karışıp, sâliki dalalete sürükler. Ancak, Muhammedî sûretinde ve onun vârisleri olan kâmilîn sûretlerinde sûretlenemez. Çünkü (S.a.v.) Efendimiz ile onların vârisleri olan kâmiller Hâdî isminin ve İblîs ve ona tabi olanlar ise Mudill isminin en mükemmel görünme yerleridir. Ve zâtî tecellîlere karışması ulûhiyyet zâtının Hâdî ve Mudill isimlerinin her ikisini de toplamış olmasındandır. İblîs’in hakîkâti Mudill ismi olduğundan ve hakîkatleri değiştirmek mümkün olmadığından, gerek kendi ve gerek tabi olanları Hâdî isminin görünme yeri olarak sûretlenemezler. İblîsin hakîkati hakkında söz çoktur; fakat irfân ve zekâ ehline bu esasa ait genel kâideler kâfîdir.
Dokuzuncu Kısım Üçüncü Ek: ÂDEM VE HAVVÂ’NIN HAKİKATİ
Bilinsin ki, “vücût” insâniyye hakîkatı olan vâhidiyyet mertebesinden, rûh mertebesine tenezzül ettiği vakit, üç ma’rifet oluştu ki, birisi nefs ma’rifeti, ya’nî kendi zâtını ve hakîkatini bilmek, diğeri halk edicisine ma’rifet, yânî kendisini var edeni bilmek; üçüncüsü var edicisine karşı fakr ve ihtiyâcını bilmektir.
Bu ma’rifet, gayrı oluşu içine almaktadır. Ve bu rûh, rûh-ı Muhammedî (s.a.v.)’dir. Nitekim buyururlar: “Allah Teâlâ evvela kalemi ve benim ruhumu halketti”. Ve bir rivâyette: “Allah Teâlâ evvela benim aklımı ve nefsimi halketti”. Diğer ruhlar, onun mübârek rûhunun parçalarıdır. Onun için (S.a.v.) Efendimiz’e “Ebu’l-ervâh (Rûhların babası)” dahi derler. Bu rûh akl-ı kül sûretidir ki “hakîki Âdem”dir.
“Vücût” akl-ı küllün sağ tarafı ve “imkân” sol tarafıdır. Ve Havvâ nefs-i küllün sûretidir ki, ilk aklın sol kaburga kemiğinden var oldu. Ve bu muhtelif taayyünlerin meydana gelmesi ve çeşit çeşit sûretlerin doğumları akl-ı kül ile nefs-i küllün izdivâcından oluştu. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri buyurur: “Yâ eyyühen nâsuttekû rabbekümüllezî halakaküm min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhümâ ricâlen kesîran ve nisâen” ya’nî “Ey insânlar! Sakının o Rabbinizden ki, sizleri bir tek nefsten halketti, ondan eşini halketti ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yaydı” (Nisâ, 4/1). Ve bu taayyünler içinde pek çok etken ve edilgen sûretler meydana geldi. Ve etken sûretler erkekler ve edilgen sûretler de kadınlardır. Ve insâni fertlerin etken sûreti olan erkekler ve edilgen sûreti olan kadınlar en kâmil sûret ve en güzel kıvam ile açığa çıktı.
Şimdi, insâni fertlerin anne ve babası hakîkî Âdem olan “akl-ı küll” ile hakîkî Havvâ olan “nefs-i küll”dür. Bunlar zat cennetinde, ya’nî ulûhiyyet mertebesinde örtülü idiler. Kur’ân ki bütün isimleri ve sıfatları toplamış olan zât’tır; ve bu taayyünât ki, ulûhiyyet zâtının varlığında hayâller ve rüyadan ibârettir ve bu çokluklar ve hayâle ait taayyünler ki, çekirdeğin içindeki ağaç gibi dal budak salıverip, esfel-i sâfîlîne(en aşağılara) doğru uzamıştır ve zat mertebesinden uzaktır; işte bu ağaç, Kur’ân’da bahsedilen lanetlenmiş ve uzaklaştırılmış ağaçtır. Ve onun meyvesi ve tanesi tabîat karanlığıdır.
Şimdi, akl-ı kül ile nefs-i kül bu taneye yakın olmadıkça “İhbitû” ya’nî “İniniz” (Bakara, 2/ 36,38) emriyle zat cennetinden, sûret ve taayyünler âlemine inmediler. Ve onların bu menedilmiş ağaca yaklaşmaları vehim iblisinin nefs-i külle ve nefs-i küllün de akl-ı külle galip gelmesiyle gerçekleşti ki, bu kesîf âlemde onların soyları olan Âdemi fertler dahi her an hayâle ait çokluklara ve Kur’ân’daki lanetlenmiş ağaca tutulmuşlardır. Hak Teâlâ Hazretleri, bu hakîkate işâreten Kur’ân’ı Kerîm’inde “Ve iz kulnâ leke inne rabbeke ehâta bin nâsi ve mâ cealner ru’yâlletî ereynâke illâ fitneten lin nâsi veş şeceretel mel’ûnete fîl kur’âni ve nuhavvifühüm fe mâ yezîduhum illâ tugyânen kebîrâ” (İsrâ, 17/60) ya’nî “Ey habîb-i zî-şânım! Hatırla şu vakti ki, biz sana dedik; muhakkak senin Rabb’in insânları ulûhiyyet zatı ile ihâta etmiştir”; ya’nî onların hakîkî vücûtları yoktur; belki hepsi isimlerimin gölgelerinden ibârettir. Ve gölgeler ise hayâldir.“ Ve bizim sana gösterdiğimiz rüya ve Kur’ân’da olan lanetlenmiş ağaç insânlara fitnedir”, ya’nî sana gösterdiğimiz bu taayyünlerin çoklukları rüyadır. Nitekim sen bu hakîkati anladın da: “İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar” buyurdun.
“Eraynake” ya’nî “Sana gösterdik” (İsrâ, 17/60)’daki “hitap kâf’ı ya’nî “ke” hakîkatlerin ve bağıntıların tümünü toplamış olan muhammedîye taayyünüdür. Bu rü’yet esası, gören ve görülen ister; bunlar ise çokluktur. Ve bu çokluklar zât’ta var olan lanetlenmiş ağaçtır.
“Ve nuhavvifühüm” ya’nî “Onları korkutuyoruz” (İsrâ, 17/60) “biz onları, ya’nî vücûtları rûh ile nefisten var olan insânlardan her birine “ve la takreba hazihiş şecerâte” ya’nî “Ve bu ağaça yaklaşmayın”(Bakara, 2/35) diyerek her an korkuturuz.
“Fe mâ yeziydühüm illâ tuğyanen kebiyrâ;” ya’nî “fakat onların büyük taşkınlıklarından başka bir şeyi arttırmıyor”(İsrâ, 17/60). Oysa bu korkutma karşısında onların nefisleri vehmin ayartması ile rûhlarını kendilerine meylettirerek o lanetlenmiş ağacın mahsûlü olan tabîat karanlığına el uzatırlar. Bundan dolayı onların taşkınlıkları büyük olur, ya’nî vahdet yönünden örtünmeleri artar.
Şimdi, ey fıtrî idrak sahibi! Kur’ân-ı Kerîm geçmişteki Âdem ve Havvâ’dan değil, bizim her günkü hallerimizden bahsediyor. Biz ise bu olayları geçmişe çevirmekle, kendi halimizden gaflet ediyoruz.
Onuncu Kısım: MİSÂL ÂLEMİ MERTEBESİ
Bu mertebe, zât’ın hâriçte parçalanması ve bölünmesi, yırtılması ve birleşmesi mümkün olmayan bir takım sûretler ve latîf şekiller ile zuhûrudur. Bu mertebeye “misâl âlemi” isminin verilmesinin sebebi budur ki, ruhlar âleminden açığa çıkan her bir ferdin, cisimler âleminde edineceği sûrete benzeyen bir sûret bu âlemde oluşur. Ve bir sınıf ona “hayâl” derler. Çünkü, bu sûretleri idrak eden hayâle ait kuvvettir.
Tahkik ehli indinde “misâl” iki kısımdır:
Biri budur ki, insândaki hayâle ait kuvvet onun idrâkinde şarttır. Ve rüyada ve hayâle getirmede görülür. O idrâk bazen doğru ve bazen hatâlı olur. Ve ona “kayıtlı misâl” ve “kesintisiz hayâl” derler.
İkincisi budur ki, onun idrâkinde hayâle ait kuvvet şart değildir; belki görme kuvveti dahi idrâk edilebilir. Âynada ve cilalanmış olan sâir şeylerde görünen sûretler gibi. “Misâl”in bu kısmına “mutlak misâl” ve “ayrık hayâl” derler. Çünkü bunlar, hayâle ait kuvvetten ayrı olarak zatlarıyla mevcûtturlar. Ruhların beden şekliyle görünüşü bu kısımdandır. Nitekim ölmüşlerin ruhları cisimlenmiş sûretler ile rüyada görülür. Ve kâmilin rûhu, cisimlenmiş sûret alarak kendisine muhabbeti olanlardan birisine görünür. Bu görünme ve rü’yet geçerli ve doğrudur; bunda aslâ hatâ yoktur.
Misal âlemine “berzah âlemi” ve “latîf terkipler”de derler. Ve bazıları ruhlar ve misâl âlemlerini birleştirip, “melekût âlemi” diye isimlendirirler. Misâl âlemi ruhlar âleminin feyzini, cisimler âlemine ulaştırmaya vâsıtadır.
Ve ruhlar ile cisimler arasında bir berzahtır. Ve berzah olması sebebiyle her iki âlemin hükümlerini de toplamıştır. Çünkü zâhir ve bâtındır. Ve gayb ve şehâdet arasında ayırıcı sınırdır.Maddeden oluşmuş cisimlerin aynı olmadığı gibi, akla ait soyut cevherin dahi aynı değildir. Fakat hem cisimler âleminin ve hem de ruhlar âleminin gayrıdır. Çünkü ruhlara göre kesîftir cisimlere göre latîftir. Lâkin cisimlere ait cevhere ve akla ait cevhere benzerliği vardır.
Cisimlere benzerliği bu yöndendir ki, cisimler nasıl ki hissedilebilir ölçüde ise, misâl âlemi dahi öylece hissedilebilir ölçüdedir. Ve ölçü nicelikten ve nicelik dahi uzunluk ve genişlik ve derinlikten ibârettir. Çünkü aynada görülen bir sûret görme duyusu ile idrâk olunur ve uzunluk ve genişlik ve derinliğe sahiptir.
Ve onun ruhlara benzerliği o yöndendir ki, ruhlar nasıl latîf ve rûhânî ise, misâl âlemi de öylece latîf ve nûrânîdir. Ve o sûretin latîf ve nurani oluşundandır ki, el ile dokunulamaz ve bıçak ile kesilmez.
Ve maddeden soyutlanmış olan zatların sûretlerde ve cisimlenmiş vücûtlarda müşâhedesi, misâl âleminde gerçekleşir. Nitekim Hz.Cibrîl bazı zamanlarda, server-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’e, ashâb-ı kirâmdan Dihye-i Kelbî sûretinde görünür idi. Hızır ve nebîler (a.s.) ile evliyâ-yı kirâm hazretlerinin müşâhedeleri de bu âlemde gerçekleşir. Ve kâmiller, misâl âleminde, kendi şekillerini diğer bir insânın veyâ hayvânın şekline döndürmeye kadirdirler. Ve öldükten ve ten kaydından çıktıktan sonra, muhtelif şekiller ile şekillenme kuvveti onlarda artar.
Rûhun beşer madde bedeninden ve elementsel cisimlerden ayrılmasından sonra meydana çıkacağı misâl âlemi, bu bahsedilen misâl âleminden ve berzahtan ayrıdır. Çünkü bu berzah dünyâ ile âhiret arasındadır. Ve dünyevi oluşumdan önceki berzah, tenezzül(aşağı iniş) mertebelerinden ve dünyevi oluşumdan sonraki berzah ise urûc(yukarı çıkış) mertebelerindendir. Ruhlara bağlanacak sûretlerle bu ikinci berzahta zâhir olurlar. Bunlar dünyevî oluşumda hâsıl olan amellerin sûretleri ve ahlâk ve fiillerin netîceleridir.
Gülşen-i Râz’dan:
Tercüme:
“Ten gömleğinden soyunduğun, ya’nî öldüğün vakit, ayıpların ve hünerlerin birdenbire görünür olur. Nakledilmiş olduğun berzah âleminde bir vücûdun olur. Lâkin bu dünyâdaki gibi kesîf değil. Öyle su gibi ondan sûret görünür, ya’nî suya karşılık olan sûret, o suya nasıl yansırsa, senin berzah vücûduna dahi amellerinin ve ahlâkının sûretleri öylece yansır. O berzahta bütün sırlar âşikâr olur. Eğer Kur’an dan bir delil istersen “yevme tubles serâir; Fe mâ lehü min kuvvetin ve lâ nasır” (Târık, 86/9-10) ya’nî, “O günde insânın nefsinde mevcût olan sırlar âşikâr olur. İnsan için bu hâli def’ edecek bir kuvvet ve yardımcı yoktur. Çünkü sırlarının âşikâr olması, verilen berzaha ait vücûdun gereğindendir” âyet-i kerîmesini oku! Ve bu yansımadan başka senin ahlâkın has âlem olan berzahın hallerine uygun olarak, cisimler ve şahıslar olur. Ahlâkın kötü ise çirkin sûretler, iyi ise iyi ve güzel sûretler olup sana arkadaş olurlar. Sen, bir takım işâretlerden ibâret olan ameller ve ahlâkın sûret elbisesine bürünerek aşikar olmalarını olmayacak bir şey sanma! Nitekim bu dünyâda kuvvet ve elementlerden bitki, hayvan ve maden meydana geldi; ya’nî oksijen, azot, karbon vb. gibi basit elementler gaz hâlinde sûretsiz oldukları halde, yoğunlaşıp madenler, bitkiler ve hayvanlar sûretlerinde âşikâr oldu. İşte böylece, senin bütün ahlâkın cân âleminde bazen nurlar ve bazen de ateşler sûretinde âşikâr olur.
Bu misâli âleminin sûretleri, en son berzah sûretlerinin tersinedir. İlk berzahta görülen şeyin his ve şehâdet âleminde açığa çıkmadan önce görülmesi mümkündür. Nitekim seçkinlerden ve normal insânlardan birçok kimseler rüyalarında birtakım olaylar müşâhede ederler ki, onun eseri daha sonra şehâdet âleminde açığa çıkar. İkinci berzahta olan bir şeyin şehâdet âlemine dönmesi imkânsızdır. Ya’nî dünyâdan ikinci berzaha nakil olan ruhların tekrar dünyâya dönmesi mümkün değildir. İlk berzahın sûretleri normal insânlara rüyada ve seçkinlere bazen rüyada ve bazen uyanıklıkta âşikâr olur. Fakat ölmüş olanların hallerinden haberdar olmak, kutuplar ve ferdiyyet makâmındakiler ve keşif ehlinden bazılarından başkasına mümkün değildir. Bu sebeple ilk berzaha “imkân dâhilindeki gayb” ve “imkân dâhilindeki misâl” ve ikinci berzaha da “muhâl gayb” ve “ikinci misâl” ve “muhâl misâl” ve “mümkün olmayan misâl” derler.
Onbirinci Kısım: ŞEHÂDET MERTEBESİ
Şehâdet mertebesi, zât’ın hâriçte cisim sûretleri ile açığa çıkmasıdır ki, bu sûretler, misâl âlemi sûretlerinin tersine olarak parçalanabilir ve bölünebîlir ve yırtılabilir ve birleşebilirdir. Bu mertebeye “şehâdet âlemi” denilmesi müşâhede husûsunda en aşikâr ve açığa çıkan herşeyin beş duyu ile algılanabilir olmasından dolayıdır. Çünkü, misâl âlemindeki bir sûreti el ile tutup muhafaza ederek, başkalarına da göstermek mümkün olmadığı halde, şehâdet âlemindeki bir sûreti elde tutmak ve başkalarına da göstermek mümkündür.
Filozoflar, âlem sûretlerini “rûh sahibi” ve “rûh sahibi olmayan” olarak ikiye ayırırlarsa da, tahkik ehli indinde rûh sahibi olmayan hiçbir sûret yoktur. Çünkü her birinin “vâhidiyyet mertebesin”de mevcût olan bir “hakîkât”i vardır. Ve bu hakîkât onun idare edicisi, tasarruf edicisi ve rûhudur. Ve her bir isim bütün isimleri toplamış olup “tek bir ayn”dan ibâret bulunan ulûhiyyet mertebesine delil olma husûsunda hisselere ayrılmamış ortaklık ile müşterektirler. Ve her bir ismin o tek bir ayn’dan bir hissesi vardır ki, o hisse diğer isimde yoktur. Meselâ; Mâni’(meneden) ismindeki hisse Mu’tî(veren) isminde ve Kabız(sıkan) ismindeki hisse Bâsıt(açan) isminde yoktur. Ve kısımlara ayrılması mümkün olmayan o tek bir ayn Hayy ismiyle de isimlenmiş olduğundan, her bir ismin bu isimde de hisselere ayrılmaması yoluyla iştirâkleri vardır. Velâkin hayat eserinin kemâliyle açığa çıkışına hepsinin taayyünü müsâit olmadığından, kiminin hayâtı bâtın ve kiminin hayâtı zâhir; ve kiminin hayâtı hayvanda olduğu gibi en âşikâr ve kiminin hayâtı da insânda olduğu gibi en âşikâr ve en kâmildir. Çünkü “tek bir ayn” olan Hak, kendi isimlerinden herhangi birisinde tasarruf buyurursa bu hisselere ayrılmamışlık kalmaz, mutlaka o ismin hükümleri açığa çıkar. Çünkü Hak Teâlâ âlemde mutlak tasarruf sâhibidir; ve vücûtta ve tasarrufta aslâ ortağı yoktur.
Şehâdet âlemine, “varolma ve bozulma âlemi” de derler. Çünkü “varolma” bir sûretin açığa çıkıp var olmasından ve “bozulma”da bir sûretin ortadan kalkmasından ibârettir. Meselâ su kaynatılınca buhar olur ve onun sıvılık sûreti fenâya gider ki, bu esas fenâ ve bozulmadan ibârettir. Ve daha sonra ondan havaya ait bir sûret var olur; buna da “varolma” derler. Ve aynı şekilde mum yandığında onun şekli fânî olur; bu “bozulma”dır. Fakat ondan havaya ait başka bir madde oluşur; bu da “varolma”dır. Bundan dolayı şehâdet âleminde bir “bozulma” için bir “varolma” lâzım olur; ya’nî her bir bozulan sûretten sonra varolan bir sûret meydana gelir.
Onbirinci Kısım Birinci Ek: CEVHER VE ARAZ
Bilinsin ki, şehâdet âlemi sûretlerinin hepsi “araz”dan ibârettir. Ve araz “iki zamanda daimi ve kendi vücûdu ile mevcût olmayan şey”e derler. Örneğin kelam alimleri ve akıl erbâbı ve nazardan ibâret olan fen adamları bir şeyi tarif ederken, arâzlardan ibâret olan “ölçüsü”nü söylerler. Oysa bir şeyin zatına ait ölçüsü o şeyin aynıdır, ayrı değildir. Meselâ “araz”ın karşıtı olan “cevher”i tarif ettikleri zaman; cevher “kendi zâtı ile mevcût olan şeydir” derler. Oysa “mevcût olmak” arazdır. Cevher olmasa, mevcût olmayı ayrıca göstermek mümkün değildir. Mevcut olmak böyle araz olmakla berâber, cevherin aynı ve hakîkatidir. Çünkü cevher bu “ölçü” ile diğer şeylerden ayrılır. Ve bu zata ait ölçü, ölçülendirilmiş olan cevherin aynıdır.
Ve bunun gibi insânı tarif ettikleri sırada: “İnsan konuşma sâhibi olan hayvandır” derler. Bu tarifte bahsedilen “konuşabilme”, “sahip olma” ve “hayvân olma” insânı diğer eşyâdan ayıran birer ölçüdür. Oysa “konuşma” arazdır. “Sâhib”in ma’nâsı bağıntı olduğundan o da arazdır. Bu târifte yalnız bir “hayvan” kaldı. Hayvanı da târif ettikleri zaman, “hayvan duyguları olan, büyüyüp-gelişen cisimdir; ve irâdesi ile hareket eder” derler. Bu târifte bahsedilen cisminin olması, büyüyüp-gelişmesi, duyguları olması, irâde ve hareket, hayvanı diğer eşyâdan ayıran onun bir ölçüsü olması nedeniyle, hepsi arazdır. Çünkü “cisim” üç boyutu kabûl eden bir yer kaplayan cevherdir. Oysa “üç boyut”, ya’nî “uzunluk”, “enlilik” ve “derinlik” ve “kabûl” ve “yer kaplama” hep arazdır. Çünkü bunların hepsi idrak edilebilir ma’nâlardır; ve cisim olmayınca görünmezler. “Cisim” dahi arazdır, çünkü yer kaplamayınca görünmez. “Büyüyüp-gelişme” de arazdır; çünkü aslın üzerine ilavedir. “Duygu” da arazdır; çünkü duygu, idrâktir, idrâk ise arazdır. “Hareket” de arazdır; çünkü “sükûnet” üzerine ilavedir. Ve aynı şekilde “irâde” dahi arazdır; çünkü o da asıl üzerine ilavedir. İşte görülüyor ki, cevher kendi “ölçüler”ini oluşturan arazların bütün hepsinden ibârettir. Cevherin ölçüleri ise kendi zâtıdır. Bundan dolayı cevher dahi arazların ayn’ı olur.
“Araz” iki zamanda daimi olmayan şey olduğuna göre, bir kilo su alıp bir kaba koysak, zamanla eksildiğini görürüz; çünkü buharlaşır; su iki zamanda daimi kalmaz. Aynı şekilde elimize aldığımız bir damla sülfirik asit için yazdığımız kimyevi işâret o dakîka için doğrudur; bir zaman sonra o kimyevi işâret artık elimizdeki o damlanın işâreti değildir. Çünkü o damla, iki zamanda daimi kalmayan arazdır.
Kısacası şehâdet âleminde görünen sûretlerin hepsinin araz olması yönüyle, bu âlemin bütün hepsi arazlardan ibâret olmuş olur. Oysa kelam âlimleri: “Araz iki zamanda daimi kalmaz ve cevher ise zamanlarda daimi kalır” derler. Sonra da yukarıda îzâh edildiği gibi cevheri arazlar ile târif edip onun ölçüsünü bu arazlar ile belirlerler. Bu ise açıktan açığa tutarsızlık olduğu halde, farkına varamazlar. İşte beşer akıl ve zekâsının uyanık oluşu ve dikkati bu kadardır. Aklın bir meselede dikkati olsa, diğer meselede gaflete düşer. Onun hakîkat âlemine doğru yürüyüşü “düşe kalka” deyimine uygundur.
Tecelli âlemine göre şehâdet âlemi dediğimiz şey, birtakım arâzların bütün hepsi olup, zaman içinde değişmektedir. Ve âlemde hiçbir şey, kendi nefsi ile mevcût bir cevher değildir. Ve kendi “ayn”ında, kendi “ayn”ı ile var olan mevcût, ancak kendi zâtı ile mevcût bulunan Hakk’ın mutlak vücûdudur. Ve diğer eşya kendi vücûtlarıyla yokluk üzere olup her anda o mutlak vücût ile “yeni hálk ediliş” içindedir.
Onbirinci Kısım İkinci Ek: BENZER YENİLENME
Şehâdet âlemi, ilâhi isimlerin gereğinden olarak devamlı olarak mevcût ve yok olur. Çünkü Mûcid, Muhyî, Mübdî, Rahmân, Mün’im, Musavvir, Hâlık ve Kayyûm ve bunun benzeri isimler, mevcûtların varlığını ve görünme yerlerinin açığa çıkmasını gerektirir. Ve Mümît, Dârr, Kahhâr, Kabız, Ferd ve Vâhid ve bunun benzeri isimler de görünme yerlerinin yok olmasını ve kapalı olmasını gerektirir. Âlem sûretlerinin hepsi dâimâ yeni hálk ediliş içindedir. Her an başka başka hálkediş ve yeni vücût gelir.
Ve her göz açıp kapama süresi içinde başka var etme ve ortadan kaldırma gerçekleşir. Velâkin bu var etme ve ortadan kaldırma rahmânî feyzin sona erme ve yenilenme sürati sebebiyle idrâk olunmaz. Ve bu sürat sebebiyle, eşyâ sûretlerinin istikrâr üzere olduğu zannedilir. Yenilenme sürati ve rahmânî feyz bir sûretle gerçekleşir ki, gitmenin ve gelmenin idrâki mümkün olmaz. Ve belki gelmek gitmenin ve gitmek te gelmenin aynıdır. Varlık ile yokluk arasına zaman girmez ki, onun yokluğu düşünülmüş olabilsin.
Kısacası kâinat sûretlerinden hiçbir sûret, iki anda daimi kalmaz. Fakat ortadan kalkan sûret, sonradan olan sûretin benzeri olduğundan duyu bu değişime vakıf olamaz. Çünkü âlemin bütün hepsi daha önce îzâh edildiği gibi arazdan ibârettir; ve araz ise iki zamanda daimi kalmaz. İmkân dâhilinde olan varlıklar onların sûretiyle Hakk’ın açığa çıkmasından ibârettir.
Ve bu açığa çıkma ise, Hakk’ın tecellîsidir. Hakk’ın tecellîsinde sabit oluş yoktur; tekrâr da yoktur. Çünkü “külle yevmin hüve fîy şe’n”(Rahmân, 55/29) âyet-i kerîmesi gereğince Hak her anda bir başka iştedir. Bundan dolayı Hakk’ın mutlak vücûdu, her var olanın ayn-ı sâbitesinden her anda açığa çıkarak sûretlenmiş olur. Ve ikinci anda o ayn-ı sâbiteden o vücût bâtın ve o sûret zâil olur. Ve bu hal böylece silsileler halinde gider.
Ve zâil olanlar ile kâinât arasında ortak yön ayn-ı sâbitedir. Ve ayn-ı sâbite şahsa ait hakîkattir. Bu var olma ve bozulma içinde şahsa ait hakîkat bâkîdir. İtaatkâr ve âsî ve sevapta olan ve azapta olan bu şahsa ait hakîkattir. Onun geçici hayâlden ibâret olan maddeden var edilen vücûduna aslâ i’tibâr yoktur. Çünkü madde dediğimiz şey sırf varsayımsal husûstur.
Ve a’yân-ı sâbite ilmi sûretlerden ibâret olduğundan, aslâ kendi mertebesinden ayrılmış değildir. “A’yân-ı sâbite vücût kokusu koklamamıştır” dediklerinin ma’nâsı budur. Mutlak vücûdun tecellîlerinin mahalli a’yân-ı sâbitedir. Çünkü ilk önce “ilim”, sonra, “fiil” açığa çıkar. İlim olmayınca fâil ve yapıcı neyi işleyecek ve yapacaktır?
Dostları ilə paylaş: |