Mûseviyye Kelimesindeki “ULVÎYYE HİKMETİ” Fassı………………………………………….
977
|
|
1
|
"Ulvîyye Hikmeti"nin Mûsâ Kelimesine izâfesinin sebebi
|
977
|
|
|
2
|
Benî İsrâil çocuklarının Mûsâ as yüzünden öldürülmüş olmasının hikmeti
|
978
|
|
|
3
|
Küçüğün büyükte te'siri ve suyun risâleti
|
982
|
|
|
4
|
Mûsâ a.s'ın tâbût içine konulmasının ve deryâya salınmasının hikmeti
|
984
|
|
|
5
|
Cenâbı Hakk'ın âlemi âlemin sûreti ile idâre edişi hakkında
|
986
|
|
|
6
|
İlâhî hakîkatlerden cehâlet ölülüğünün ilim ile diri olması
|
989
|
|
|
7
|
Cenabı Hakk'ın tekliğinin akılda idrak edilir olması hakkında
|
991
|
|
|
8
|
Mûsâ a.s'ın Firavun ve eşi için göz nûru olup,faydasının dokunması
|
994
|
|
|
9
|
Mûsâ a.s'ın sâdece annesinin sütünü kabûlü ve şerîatlar ilmi
|
1003
|
|
|
10
|
Anne hakîkatte emzirendir; onu doğuran değildir.
|
1005
|
|
|
11
|
Mûsâ a.s'ın tutulduğu ilk belâ; Bir kıbtiyi öldürmesi.
|
1007
|
|
|
12
|
Mûsâ a.s'ın sandıkta denize salınması / Hızır a.s'ın gemiyi delmesi
|
1008
|
|
|
13
|
Mûsâ a.s'ın Mısır'dan firârı ve hubbmuhabbet hakkında
|
1010
|
|
|
14
|
Görünüşteki sebebin en yakın sebep; esâsta muhabbetin sebep oluşu
|
1013
|
|
|
15
|
"Ben sizden korktuğumdan dolayı kaçtım" / sözünün hikmeti.
|
1015
|
|
|
16
|
İlâhî gölgeye sığınma ve nefsin fakr ile vasıflandırılması
|
1017
|
|
|
17
|
Mûsâ as Allah'ın emirlerini unuttuğumuz zaman bize rahmetten dolayı gaflet etti
|
1018
|
|
|
18
|
Mûsâ a.s ile cenâbı Hızır'ın ayrılığının hikmeti
|
1020
|
|
|
19
|
Çok büyük bir ilâhî edeb ve nefsin onu kullanarak faydalanmasıinsâf
|
1021
|
|
|
20
|
Mûsâ a.s'ın resûllüğü ve halîfeliği hakkında
|
1023
|
|
|
21
|
Firavun'un ilâhî mâhiyyetten soru sormasının hikmeti
|
1023
|
|
|
22
|
Mûsâ a.s'ın cevâbındaki büyük sır
|
1027
|
|
|
23
|
Mûsâ a.s'ın cevâbına Firavun'un tevhîd lisânı üzere olan hitâbı
|
1029
|
|
|
24
|
Mûsâ a.s'ın sözlü delîllerden fiilî delîllere geçmesi
|
1033
|
|
|
25
|
Mûsâ a.s'ın asâsını bırakması
|
1035
|
|
|
26
|
Sihirbazların îmân etmesi
|
1036
|
|
|
27
|
Bâtılın varlığının hikmeti ile kıdem ve sonradan olmaklık nispeti
|
1038
|
|
|
28
|
Firavun'un işinin Allah Teâlâ'ya dönük olması hakkında
|
1040
|
|
|
29
|
Can çekişenin kabzedilmesi. Âni ölümün kötü bir hâl oluşu
|
1044
|
|
|
30
|
Ateş sûretinde tecellînin ve "innî enallâhu" sözünün hikmeti
|
1047
|
|
Hâlîdiyye Kelimesindeki “SAMEDİYYE HİKMETİ” Fassı………………………………………….
|
1052
|
|
1
|
Samed ve önceki berzah ve sonraki Berzah hakkında
|
1052
|
|
|
2
|
Murâd edilen şeyin sâdece niyette kalışının mükâfâtı
|
1054
|
|
Muhammedîyye Kelimesindeki “FERDİYYE HİKMETİ” Fassı…………………………………….
|
1057
|
|
1
|
Ferdiyye hikmetinin tahsîsi hakkında
|
1057
|
|
|
2
|
Âdem su ile balçık arasında iken o nebî idi
|
1059
|
|
|
3
|
Resûl a.s.,Rabb'ine delîlin ilkidir.Cevâmi'u'lkelimdir
|
1060
|
|
|
4
|
"Nefsine ârif olan, Rabb'ına ârif olur" hakkında
|
1063
|
|
|
5
|
"Ben ona rûhumdan üfledim" sözündeki işin aslı hakkında
|
1065
|
|
|
6
|
Ona benim kavuşmam kaçınılmazdır dedi,ona ölüm kaçınılmazdır, demedi
|
1067
|
|
|
7
|
Madde bedendeki rutûbetten dolayı hayvâni rûhu ateş oldu
|
1070
|
|
|
8
|
Onun sûreti üzere, diğer şahsı çıkardı;kadın ismini verdi
|
1073
|
|
|
9
|
Erkek ile kadın ve insan ile Hak arasındaki münâsebet
|
1074
|
|
|
10
|
Etken ve edilgen oluşu yönünden Hakk'ın müşâhedesi
|
1076
|
|
|
11
|
Resûl a.s onlarda Hakk'ın müşâhedesinin kemâlinden dolayı kadına muhabbet etti
|
1077
|
|
|
12
|
"Nisâ" kelimesi ve irâdî yöneliş ve ilâhî emir hakkında
|
1079
|
|
|
13
|
Kadına bu ölçü üzerine olan muhabbet ilâhî muhabbettir.
|
1081
|
|
|
14
|
"Sûret üzerine mahlûk olmak" hakkında
|
1084
|
|
|
15
|
Kadının beşer türünün sûretleri üzerine öncelik kazanması
|
1086
|
|
|
16
|
S.a.v. Efendimiz'in dişili eril üzerine gâlip kılması
|
1088
|
|
|
17
|
Ve "güzel koku"nun hikmeti
|
1090
|
|
|
18
|
"Gözümün nûru namazda kılındı" sözüne gelince
|
1098
|
|
ÖNSÖZ
İlâhî imkân dili ile mutlak varlık olan Zât’a hamd olsun ki, izâfî yokluğun darlığında bunalıp kalan sonsuz sıfat ve isimlerini nefes-i rahmânisi ile nefeslendirerek onlara pür cömert olan varlığından her bir tenezzül ettiği mertebenin kabına göre birer varlık verdi ve ilâhî kemâlatını ayrıntılı müşâhede etmek için onların bütün hepsini ayna edindi.
Salât ve selâm, nebîlerin sonuncusu ve en ârifi olan Muhammed Mustafâ Efendimiz’in üzerine olsun ki, onun hakîkati tecellîyat mertebelerinin en yükseği ve en parlağı; ve açığa çıkan insan mertebesinin en toplayıcı ve en kapsamlısıdır. Ve onun feyzi bütün nurların kaynağı olan ilâhî câmi’ isminden olmuş olup, ilâhî rahmet bütün hakîkatlerine, onun hakîkatinden dağıtılır.
Sonsuz salât ve selâmlar, Hâdî isminin en mükemmel görünme mahalli olan o nebîlerin sonuncusu (a.s.v.) Efendimiz’in ailesi ve ashâbı ve kâmil varislerinin üzerine olsun ki, her biri hîdâyet semâsının ışık saçan yıldızları olup tabîat karanlığında Hak ve hakîkate ulaştıran yolu şaşıran kimselere birer kılavuzdurlar.
Ey hakîkate susamış olan tefekkür eden mü’minler! Bu şâheser kitap, kâmillerin en ileri derecede olanı ve tahkîk ehlinin ilimde tâkipçisi olduğu Şeyh-i Ekber Muhyiddîn İbn Arabî (r.a.) efendimizin yazdığı üstün eserlerden olan Fusûsu’l-Hikem’dir. Ma’nâları Hz. Şeyh’in kalbine (S.a.v.) Efendimiz tarafından aktarılması, ve latîf isminin risâlet-penah zâtları tarafından isimlendirilmesi yönüyle, madde bedende işlevini sürdüren beynin eseri ve akla dayanan yargıların netîceleri değildir. Baştan sona hakiki aslından nebîlerin kalplerine (aleyhimü’s-selâm)a indirilmiş olan ilâhî marifetler ve hikmetlerden ibaret, ve kayıtlama ehli olan akıl sahiplerinin bilmediği ve idrâk edemediği hakîkatler ile dop doludur.
”Vallâhu ya’lemu ve entüm lâ ta’lemûn” ya’nî “Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara, 2/216).
Şimdi bu şaheser kitabı baştan sona okuyarak içindekilerin bizzat hakîkatlerini idrak ederek ârif olanlar, başlangıcın ve dönüşün ne demek olduğunu, ya’nî kendisinin ve çevresinin nereden gelip nereye gittiğini ve her durak yerinde ne için durduğunu ve vücûdun hakîkatini anlarlar. Cehâletin giderilmesiyle artık nasıl ve niçinler kesilir, ve âlem bakışlarında güzel bir eğlence mahalli olur. Velâkin yalnız cehâletin giderilmesi yeterli değildir; belki insan varlığında çok büyük bir kuvvet olan “vehm”in dahi giderilmesi lâzımdır. Bu ise ancak bir insan-ı kâmilin kābiliyyete göre terbiyesi ve bu terbiye çerçevesinde seyri sülûkun tamamlanması ile olur. Çünkü bilmek başka ve olmak yine başkadır. Bilmek ile vehmin varlığının kaldırılması ve gerçek tevhide ulaşmak mümkün değildir. Meğer ki hakkında ezelî lütufla yardım oluşmuş olsun. Kurallara göre bu hastalığın giderilmesi uzman bir tabîbin tedavisi ile mümkün olur. Beyit:
Tercüme: “Ey kainatın özü olan insan! Hakk’ın tevhîdini söz ile bulmak mümkün değildir. Git, vehmin varlığını kaldır ki, Fusûsu’l-Hikem’den ve Fahreddîn Irâki’nin Kitâb-ı Lemeât’ından bulamadığın bir sırrı kendinde bulasın.”
Bilinsin ki, Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin itirazcıları ve özellikle bu şaheser kitâbın inkar edicileri vardır. Bunlar özetle aşağıda belirtildiği şekilde sınıflandırılabilirler:
Birinci sınıf: Kendi ilim ve irfanlarına güvenen kıskançlar sınıfıdır ki, cenab-ı Şeyh hazretlerinin açıkça belli olan üstünlük ve kemâlini çekemediklerinden, onların bu tabîatlarında olan kötülük, inkârlarına sebep olur.
İkinci sınıf: Birinci sınıfın taklitçileridir ki, hiç bir değerleri yoktur.
Üçüncü sınıf: Hz. Şeyh’in yüce beyanlarını idrâk kapasiteleri kabûl etmeyen noksan anlayış sahipleridir. Bunların inkâr sebepleri âcizlik ve fanatik olmalarıdır ki, hallerine acınır. Bunlar şerîatı bahane edinerek bahsedilen hakîkatlerin şerîata aykırı olduğunu, ve bundan dolayı onları araştırıp ve tefekkür ile meşgûl olan kimselerin küfür tehlikesine düşeceklerini iddia ederler. Kendilerini hakîkatlerden uzaklaştırdıkları gibi, başkalarını da uzaklaştırırlar. “Ve hüm yahsebune ennehüm yuhsinune sun'a” ya’nî “Oysa onlar güzel işler yaptıklarını sanıyorlardı” (Kehf, 18/104). Halbuki bu hakîkatlerin hepsi Kur’an ve hâdislerin özüdür; ve büyük peygamberan hazretlerinin mübârek kalplerine inmiş olan hikmetlerdir. “Küfr”ün bir ma’nâsı da “örtme”dir; Hakk’ı örten kimselere ‘kâfir” derler. Bir putperest Hakk’ın tecellîsini ancak belirli ölçüler içerisine aldığı ve Hakk’ın diğer tecellîlerini örttüğü ve inkar ettiği için kâfirdir. Eğer bir kimse Hakk’ın mutlak vücûdunu “feeynema tüvellü fesemme vechullah” ya’nî “Ne yana dönersen Allah’ın vechi karşındadır” (Bakara, 2/115) âyet-i kerimesi gereğince bütün zerrelerde müşâhede edebilmek ilmini okuduğu için kâfir olursa, mü’minlik sıfâtını, vücût husûsunu “Hak” ve “hálk edilmişler” diye iki bağımsız kısma ayıran fanatikliğe mi yöneltmek uygun olur? Ve bu fanatiklikte gizli şirk olduğuna şüphe yoktur.
Dördüncü sınıf: Üçüncü sınıfın taklitçileridir ki, bunlar da pek zavallıdırlar.
Beşinci sınıf: Zevk ve meşrepleri Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin zevk ve meşreplerine uymayan ariflerdir. Bunlar âlim-i billlâh olup Hz. Şeyh’e hürmet ve onların velâyetlerini tasdik ile beraber bazı meselelerde muhalefet ederler.
Altıncı sınıf: Zevk ve meşrep yönünden Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin ne anlatmak istediğini anlayan tahkik ehlidir. Bunlar Hz. Şeyh’e hiç bir meselede muhalefet etmeyip sessiz kalmakla beraber, ilâhî sırların açıklanmasını hoş görmezler; ve halkı Fusûs’un incelenmesinden menederler. Oysa bu hakîkatler ve marifetlerin hak olduğunu bilirler. Velâkin ilk olarak, zayıf anlayış sahiplerinin bu hakîkatleri yanlış anlayıp Hak hakkında yanlış inanca düşmelerinden korkarlar. İkinci olarak, aslında zeka sâhibi olmakla beraber karakterinde günah ve dünya sevgisi ve makâm hırsı galip olan kimselerin bu hakîkatleri ve marifetleri okuyup, yol göstericilik davasına kalkmak ve bunları nefsani zevklerine sermaye edinmelerinden korkarlar. Bundan dolayı onların men etmeleri kullara şefkat için olmuş olur.
Fakîr derim ki, Fusûsu’l-Hikem’in de Allah’ın kelâmı gibi iki yönü vardır: “yudillü bihî kesîran ve yehdî bihî kesîrân ve mâ yudillü bihî illel fâsıkîn” (Bakara, 2/ 26) Ya’nî okuyanların bir kısmı hidâyete ulaşır, bir kısmı da dalâlete düşer. Kur’ân-ı Kerim bu yönleri toplayıcı olmakla beraber onu inceleyen ve okuyan kimseyi menetmek doğru değildir. Çünkü Kur’an bir mihenktir; altın ile bakırın ayrılması için gelmiştir. Fusûsu’l-Hikem de öylece bir mihenktir. Akıl ve irfan sahibleri bir kere kendilerini ona vurmalıdır, da ki Hak için apaçık delil ortaya çıksın! Ve netîcede “ferîkun fîl cenneti ve ferîkun fîs saîr” ya’nî “Onların bir kısmı cennette bir kısmı alevli ateştedir” (Şûrâ, 42/7) sırrı kuvveden fiile gelsin.
Bahsedilen bu sınıfların taraftarlarından cenab-ı Şeyh (r.a.) hazretlerinin yüce beyanlarına karşı gerçekleşen itirazlara tahkik ehli hazaratı gereken cevabı vermiş ve bunları içine alan kitaplar ve makaleler günümüzde insânların ellerinde tedavülde bulunmuş olduğundan burada ayrıntılarını tekrar etmek lüzumsuz görülür. Bu husûsta bilgi almak isteyenlerin ikram sahibi zatların faziletlilerinden merhûm Bursalı Tahir Bey’in Tercüme-i Hâl ve Fazâil-i Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi ismindeki basılmış risalelerini ve onda isimleri geçen risâleleri incelemeleri tavsiye edilir.
Birinci kısım: Vücûd
“Vücûd”un dilimizde karşılığı “varlık”, ve Farsçada karşılığı “hestî”dir. Sözlük anlamı “aranılan şeyi bulmak”tır. Genel olarak kullanılan “cisim ve beden” ma’nâsı sözlüklerde ancak mecâzî ma’nâ olarak geçmektedir. Sûfî terimlerinde “vücût sahibi olan mevcût”tan ibârettir. Şimdi vücût kelimesi ile bir hakîkat kastedilir ki, onun varlığı kendi zâtından ve kendi zâtı iledir. Ve daimi mevcûtların varlığı ondan olup onunla mevcuttur. Tasavvufla uğraşan tahkîk ehli sözlerindeki işârette, o hakîkate dikkat çekmek için “Taayyünsüzlük” ve “Mutlak vücûd” derler. Çünkü vücûd zâtıyla bu mertebede hiçbir “isim” ve “sıfat” ve “fiil” ile kayıtlanarak açığa çıkmış değildir; bütün oluşumlarla kayıtlanmaktan mutlaktır. Belki oluşumların hepsi bu mertebede zât’ın ayn’ıdır.
“Salt Vücûd” derler. Çünkü zât, isim ve sûret ve sıfat ve vasıftan kendi saltlığı ile hâlistir.
“Nakışsız zât” ve “şeffaf ayn” derler. Çünkü isimler ve sıfatlar ve fiiller renginden sâde ve sâfîdir; ve hiçbir renk ile boyanmış değildir.
“Vasıfları bilinmeyen” derler. Çünkü bu mertebede bütün vasıflar ârif olunabilir ve müşâhede edilebilir değildir. Ve vasıf ise olmak ve olmamak ayrımından ibârettir. Bu mertebede olmak ve olmamak tasavvurundan hiç birisi yoktur. Bundan dolayı vasıfları bilinmeyen olur.
“Ezellerin ezelî” derler. Çünkü vücûdun bundan yukarı bir mertebesi yoktur. Ve bütün mertebeler bu mertebenin altındadır.
“Gayblerin gaybı” derler. Çünkü sâbit ayn’lardan başlayarak tâ mutlak misale kadar olan izâfî gayb mertebeleri, bu mertebede mutlak kayıptır. Ne harici tasavvurları ve ne de ilmi tasavvurları vardır.
“İşâretler son bulmuş” derler. Çünkü bu mertebede bütün isimlerin ve sıfatların işâretleri son bulmuştur. “İzâfetlerin düşmesiyle et-Tevhîd” bu mertebede gerçekleşir.
“Vicdân son bulmuş” derler. Çünkü bu mertebede vicdân tasavvuru yoktur. Bu ifâde “zât için vicdân yoktur” ma’nâsına değildir. Çünkü vicdan tasavvuru ilim mertebesinde olur. Bu mertebede ise ilim tasavvur edilir değildir. Bundan dolayı ilim eserinden ibâret olan vicdân da yoktur.
Dostları ilə paylaş: |