Örnek: Kendisinde hattatlık ve ressamlık sıfatları bulunan bir kimse tek ve yalnız bulunduğu halde, farz edelim hattatlık sıfatının dışarıda açığa çıkmayı talep etmesi üzerine, o kimse bu sıfatın talebini yerine getirmek üzere bir levha yazarak, bu sıfatın eserini dışarıda görmeyi istese, ilk olarak o yazacağı levha sûretinin ilminde ve zihninde oluşmasına yönelir. Ve bu yönelişi tâkiben göz açıp kapayıncaya kadar ve belki daha az bir zamanda, hattâtın ilminde ve hayâlinde, levhanın sûreti nakışlanmış olur. İşte hattâtın bu sıfatının eserinin açığa çıkışına yönelmesi harfsiz ve sessiz "Kün ya’nî Ol! " emridir. Ve bu emir, kendince bir kelâmdır ki, biz buna "kendi kendine içinden söylemek'' deriz. Harf ve ses ile açığa çıkarttığımız kelâm, bu içimizden söylediğimiz kelâmın yansımasıdır. Zâtımızda bulunmakta olan kelâm sıfatının açığa çıkarılmasına yöneldiğimiz zaman, ilmimizde peydâ olan ma’nâlar o kadar sür'atle var olur ki, iki ma'nâ arasını zamân olarak ayırmak mümkün olmaz. Kelimeler âleminde bu emrin Arapçası “Kün!” kelimesi olduğu gibi, diğer lisanlarda da bu ma'nâya uygun birtakım kelimelerdir. İlâhî nefsî kelâm, harf ve ses kisvesine bürünerek, taayyün âleminde hâtem-i enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz'e Arapça kelimeler ile gelmiş olduğundan, bu ma'nâyı ifâde etmek için "Kün!" sözü kullanılmıştır.
Şimdi hattât, kendi emretti, kendi dinledi. Ve emri tâkiben hemen levhanın sûreti ilminde nakışlanmış olmakla, kendi zâtıyla, kendi zâtında, kendi zâtına tecellî etmiş oldu. Ve evvelce hattatlık ve ressamlık sıfatları zâtında birlikte ve zâtının aynı iken, bu tecellî netîcesinde hattatlık sıfatı ressamlık sıfatından ayrılmış oldu. Ve ilminde peydâ olan o levhanın sûreti bu sıfatına ayna oldu. Ve hattât daha önce kendisinin bu sıfatını toplu bir ilim ile bilir iken, şimdi ayrıntılı bir ilim ile bilmeye başladı. Evvelce bilir idi, bu defa gördü. Ve bu görme netîcesinde ayrıntılı bir ilim peydâ oldu. Fakat bunların hepsi o kimsenin zâtının dışında gerçekleşmedi. Bundan dolayı o kimse, kendi kendini müşâhede etti.
Tekvîn ya’nî var etme hakkındaki ayrıntılar ve îzâhlar Sâlih Fassı'nda geçtiğinden bu bahsin mütâlaasında o îzâhların da iyice incelenmesi lâzım gelir.
Şimdi Hakk'ın, üzerinde bulunduğu mutlaklık ve ahadiyyet dolayısıyla bu "Kün!" kelimesi ona bağlanır mı; ya'nî hiçbir sıfat ile nitelenmeyen ve hiçbir isim ile isimlenmiş olmayan sırf zâta "Kün!" kelimesi bağlanır mı, yoksa bağlanmaz mı? Evet, olunur. Fakat bu şekilde "Kün!" kelimesinin mâhiyeti idrâk olunmaz. Çünkü Hakk'ın Kelâm'ı, zâtının aynıdır. Ve sırf zâtın hakîkatini ve özünü bilmek ve idrâk etmek, beşer fertlerinden hiçbir ferd için mümkün değildir. Bu mertebe de kelâm ve kelâm eden ahadiyye zâtıdır. Bundan dolayı ona bağlanan “Kün!” kelimesi, hakîkati üzere mutlak olduğu halde terk olunur. Bu husûsta tefekkür ve gelişi güzel sözler aslâ câiz değildir. Çünkü mutlak zâtın letâfeti indinde, cisimlere göre latîf olan fikir, kesîftir. Ve kesîfin kesâfet hâliyle latîfe yolu yoktur. Meğer ki kesâfeti terk edip latîfin aynı ola. Bu şekilde de ilim, âlim ve ma'lûm bir şey olur.
Yâhut Hak Teâlâ’nın hüviyeti, "Kün!" diyen bir sûrete mi iner ? Evet, yukarıda anlatılan i'tibâr geçerli olduğu gibi, bu i'tibâr da geçerli olur. Bu i'tibâra göre, Hakk'ın inip açığa çıktığı sûret için "Kün!" kelimesi hakîkat olur. Çünkü var edilmiş sûretlerden herhangi bir sûret olursa olsun muytlak olan Hakk’ın isimlerden bir isim dolayısıyla taayyününden ibârettir. Bundan dolayı o sûretten çıkan "Kün!" sözü, o sûretin hakîkati olur ve o sûretten "Kün!" sözü söyleyici olan Hak olur. Çünkü kelâm, Hakk’ın sıfatlarından bir sıfat ve bir küllî ya’nî bütünsel bir kavramdır. Çokluk görünme yerlerinde muhtelif mertebeler ile açığa çıkması bu bütünsel kavramın birliğine zarar vermez. Nitekim güneşin ışığı muhtelif pencerelerden odaya yansımış olsa güneşin çoğalmışlığına hüküm olunamaz ve güneş parçalara ayrıldı denilemez. Bundan dolayı kelâmın hakîkati bir olduğu gibi, vücûdun hakîkati dahi birdir. Şu halde Hakk’ın mutlak vücûdu, Zâhir ismi dolayısıyla var edilmiş sûretlerden bir sûretle taayyün edici olup da bu sûretten "Kün!" sözü çıksa, hakîkatte bu sözün söyleyicisi Hak olur.
Şimdi mâdemki bu iki i'tibâr mevcûttur, âriflerden ba'zısı ilk i'tibâr tarafına ve ba'zıları da ikinci i'tibâr tarafına giderler; ve ba'zıları da her iki i'tibâra bakıp hangisiyle hükmedeceğini bilmez, hayrete düşer. Fakat bu hayret, (S.a.v.) Efendimiz'in bize “Rabbî zidnî fîk tehayyuran” ya’nî “Rabb’im zâtında hayretimi, arttır” mübârek sözüyle öğrettiği övülmüş hayrettir. Çünkü bu hayret irfândan sonra olan hayrettir. Bundan dolayı evliyânın büyükleri için olan en büyük hayrettir. Fakat Muhammedî zevk üzere kendilerine irfân ihsân olunan zâtlar için bu husûsta hayret yoktur. Çünkü bu zâtlar "Allah Teâlâ var idi; O'nunla berâber eşyâdan bir şey yok idi; ve şu an dahi öyledir" yüksek sözü gereğince Hakk’ın vücûdundan başka bir mevcûd olmadığını ve bu i'tibârların ancak Hakk'ın mutlak vücûdunun mertebelerine bağıntısını bildikleri için, her iki emrin her bir aynda tahakkuk edici olduğuna hükmederler.
Ve "Kün!" emrinin mutlak zâta veyâhut mutlak zâtın indiği sûrete bağıntısı, bir mes'eledir ki, ancak zevk ile bilinebîlir. Bunu ilim ile anlamak mümkün değildir. Örneğin hadım edilmiş bir kimseye cinsi münâsebetin lezzeti ne kadar ta'rîf olunsa, onda oluşan düşünsel zevk, bu lezzeti kendi nefsinde bulan kimsede oluşan hâl zevkine benzemez. Nitekim Bâyezid Bistâmî (r.a.) öldürdüğü bir karıncaya üflediği zaman, dirildi ve onda hayât eseri zâhir oldu. Hz. Bâyezîd, üfleme esnâsında öyle bir tecellîye mazhar olmuş ki, kendinin kendiliği kalkmış ve izâfî vücûdunun Kayyûm'u olan Hakk'ın sıfâtı hüküm icrâ etmekte bulunmuş idi. Nitekim, hadîs-i kudsîde insan-ı kâmile hitâben buyrulur: "Hálka benim sıfatlarım ile zâhir ol! Seni gören, beni görür ve seni seven, beni sever ilh.." Karıncaya bu halde iken üfledi; ve üfleme esnâsında kiminle üflediğini bildi. Bundan dolayı diriltme emrine bağlanan “Kün!" sözünün mutlaka zât’a mı, yoksa Hakk'ın kendi sûretine inmesi dolayısıyla bu sûrete mi bağlanacağını, zevkan ârif oldu. Böyle olunca Hz. Bâyezîd üfleme esnâsında îseviyyü'l-meşhed idi. Ya'nî hissî diriltmede Îsâ (a.s.)’ın müşâhede zevkine nâil olmuş idi.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), buraya kadar hissî diriltmeyi beyân buyurdu. Bundan sonra da ma'nevî diriltmenin îzâhına başlayıp buyururlar ki: Ma'nevî diriltme ilim ile olur. Ve ilim ile oluşan bu mâ’nevî hayât, ilâhî, zâtî, ilmî ve nûrânî olan hayattır ki, onun hakkında Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur:
(En'âm, 6/122)
“E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehu nûren yemşî bihî fîn nâsi”
"O kimse ölü müdür ki biz onu dirilttik; ve onun için bir nûr kıldık ki o nûr ile insanlar arasında yürür."
Bu âyet-i kerîmenin tefsîr ile yüksek ma'nâsı: "O kimse cehâlet ile ölü müdür ki, biz onu ilmî hayât ile dirilttik. Ve onun için bir nûr kıldık ki, o ilim nûrudur. Bu ilim nûru ile insanlar içinde yürür; ve onların isti'dâdlarında olan halleri o nûr vâsıtasıyla idrâk eder."
En açık delîlleri ortaya koyucusu olan Şeyh-i Ekber efendimiz hazretleri bu ibârede ma'nevî hayâtı dört vasıf ile vasıflandırdılar.
"İlâhiyyet" ile vasıflandırmalarının sebebi budur ki: Hayât sıfatı müstakil olarak ilâhiyyete bağlı olan küllî ya’nî bütünsel bir kavramdır; ve çokluk görünme yerlerinde, onların muhtelif isti'dâdlarıyla açığa çıkar. Ve görünme yerlerinin sûretleri ise, hakîki bir olan vücûdun isimleri dolayısıyla dâimi olan tecellîlerinden ibârettir. Ve bu tecellînin sonu yoktur ki; işte müşâhedenin sonu burasıdır, denilip durulabilsin. Bu sebeble ârifler, hayrete düşerler. Demek ki vücûd işi, hayrettir. Oysa hayret, duraksamanın olmayışı sebebiyle olmaktadır. Bundan dolayı hayret, kararsızlık ve harekettir. Ve hayrette kalmış olan kimse sıkıntılıdır, çırpınır durur. Hareket olan yerde ise hayât vardır. Ve mâdemki hâreket hayâtı gerektir; öyle ise hareketli olan için ölüm yoktur. İşte bu hakîkate işâreten hadîs-i şerifte: "İlim ile diri olan kimse ebeden ölmez" buyrulmuştur. Ve hayret, yâhut hayât, vücûd ve varlıktır. Vücûd ise birdir, o da Allah’ın vücûdudur. Bundan dolayı ma'nevî hayât, ilâhî hayâttır.
Ve "zâtiyye" ile vasıflandırmalarının sebebi de budur ki; "ilim" ile "hayât" ilâhî zâti sıfatlardandır. Ve "Hayy" ve "Alîm" zâti isimlerdendir. Ve bu sıfatlar, sırf zât mertebesinde Zât’ın aynıdır.
Ve “ilmiyye” ile vasıflandırmasının sebebi de şudur ki, akıl mertebesinde "ilim", "hayat"tan sonra gelen ilâhî en şerefli sıfattır. Ve a'yân-ı sâbite ve var etme "ilim" dolayısıyla zâhir olur. Ve "ilim", "hayât"ın gereklerindendir.
Ve "nûriyyet" ile vasıflandırmasının sebebi de budur ki, "nûr" kendi nefsiyle açığa çıkan ve kendinin gayrısını açığa çıkartan şeye derler. Ve ahadiyye zâtında potansiyel olarak mevcût ve bilfiil yok hükmünde olan a'yân-ı sâbite ve var etme sûretlerini ilim sıfatı açığa çıkardı. Şu halde ilim, nûrun ta'rîfine uygun olarak kendi nefsiyle açığa çıktığı gibi, kendinin gayrını da açığa çıkartmış oldu.
Bundan dolayı ilimden ibâret olan ma'nevî hayâtın ilâhî, zâtî, ilmî, nûrânî hayât olduğu sâbit oldu. Şimdi herhangi bir kimse cehâlet ile ölmüş olan bir nefsi, ilâhî ma’rifete bağlı olan özel bir mes'elede, ilmî hayât ile diriltmiş olsa, o kimse, o özel mes'ele o nefsi diriltmiş olur. Ve o mes'ele, o kimseye bir nûr olur ki, şeklen kendisine benzeyen ve cehâlet karanlığı içinde kalan diğer insanlar arasında bu nûr ile yürür; ve onların ölmüş olan nefislerini ilâhî ma'rifet ile diriltir.
“E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehu nûren yemşî bihî fîn nâsi” (En'âm, 6/122) âyet-i kerîmesinin tefsîri ve ilim hakkındaki ayrıntılar Mûsâ Fassı'nda gelecektir.
Şimdi ma'nevî diriltme, hissî diriltmeden a'lâ ve daha şereflidir. Çünkü birisi bâkî olan rûhun diriltmesine ve diğeri fânî olan cesetlerin diriltmesine bağlanır. Ve bakâ ise fenâdan a'lâ ve daha şereflidir. Bu hakîkate dayalı olarak hissî diriltmeye kudreti olan nebîlerden ve evliyânın kâmillerinden bu hâl pek az ve nâdiren olur. Ma'nevî diriltme ise, dâimâ çoklukla olmaktadır. Nitekim, Risâlet-penâhî (s.a.v.)’in yüce emri ile Hz. Şeyh-i Ekber ve misk-i ezfer (r.a.) efendimizin, ümmet-i Muhammed'e ithâf buyurduğu bu Fusûsu'l-Hikem sâyesinde, binlerce ölü nefis hükmünde olan kimseler, ma'nevî hayâta nâil olmuşlar ve bundan sonra da kıyâmete kadar olacaklardır.
Şiir: Eğer o olmasa idi ve eğer biz olmasa idik, olan olmaz idi. (16).
Ya'nî çokluk sıfatları zâtında helâk olmuş olan Hakk’ın mutlak vücûdu olmasa idi ve o hakîkî vücûdun vâhidiyyet mertebesine tenezzülü ile, her bir sıfatının eseri olan isimlerinin sûretleri bulunan bizim sâbit ayn’larımız olmasa idi, bu kesâfet âleminde açığa çıkan varlıksal aynlar mevcût olmaz idi. Çünkü açığa çıkmak vücûdun ve varlığın şânıdır. Ve yoktan hiçbir şey çıkmaz. Şerîat lisânında âlemlerin yoktan var oldu denilmesi, âlemlerin sûretlerinin salt yokluktan zuhûra geldiğini beyân etmek değildir. Belki potansiyel olarak mevcût ve fıilen yok iken gayb mertebesinden ibâret olân izâfî yokluktan açığa çıktı demektir. Nitekim şeftâli çekirdeğinin içinde potansiyel olarak bir ağaç ve belki sonsuz ağaçlar vardır. Fakat fiilen yoktur ve gayb mertebesindedir.
Şimdi vücûd hakîkati, bir küllî ya’nî bütünsel kavramdır ki, onda çoğalma düşünülemez. Ve küllîyeti ya’nî bütünselliği i'tibâriyle bir sınır ile sınırlanmış değildir. Ve onun karşılığı salt yokluktur. Ve salt yokluk da sınırsız küllî bir kavram ise de, onun mahalli ancak zihin olup onun için kesinlikle ve ebedlerin ebedi zuhûr yoktur. Şu halde sınırsız vücûd, mutlak zâtın olup o vücûdun zâtında potansiyel olarak bulunan sıfatlar vardır. Ve o sıfatların eserleri de eşyâdır. “Kâne” ya’nî “idi” deki elif harfi kafiyeye uydurmak içindir. “Eğer o olmasa idi” sözüyle "Levlâke levlâk, lemâ hálektü'l-eflâk" ya’nî “Eğer sen olmasaydın âlemleri hálk etmezdim” hadîs-i kudsîsine de işâret buyrulmuştur.
Bundan dolayı biz, hakîkatte kullarız ve Allah Teâlâ muhakkak bizim Mevlâ'mızdır (17).
Beyt-i şerîfteki "abd ya’nî kul"un çoğuludur. Ya'nî her birerlerimiz hakîkatte Allah Teâlâ hazretlerinin isimlerinden birer isme görünme yeriyiz. Ve Allah Teâlâ, hükümleri ve eserleri bizde açığa çıkan o isimler ile bizim emrimizi tedbîr buyurur. Çünkü Hak isimlerinin mutlak veliyyidir ve onların tasarruf edicisidir ve isimler ise tasarruf edilendir. Ve halbuki tasarruf edilen olmak kul olmanın gereğidir. Bizim kesîf vücûtlarımız ise o isimlerin taayyün etmiş sûretlerinden ibârettir. Bundan dolayı biz kullarız ve Allah Teâlâ mutlak velâyeti dolayısıyla bizim Mevlâ'mızdır.
Şimdi bilmiş olasın ki, sen "İnsan" dediğin vakit (veyâ ben "İnsan" dediğim vakit) biz O'nun "ayn"ıyız (18).
Ya'nî "Allah Teâlâ Âdem'i kendi sûreti, ya'nî sıfatları üzerine hálk etti" hadîs-i şerîfi gereğince "İnsan" ismiyle vasıflanmış sûret, bütün ilâhî isimlere görünme yeri olabilme isti'dâdı ile hálk buyrulmuştur. Fakat bu isti'dâd, her insânî sûrette kemâliyle açılmış değildir. Bu kemâliyle açılma, ancak "insan-ı kâmil"e mahsûstur. Ve insan-ı kâmil bütün isimleri toplamış olan "Allah" zât isminin görünme yeri olduğundan onun sûreti, ilâhî zâta karşı konulmuş olan bir boy aynası mesâbesindedir. Bundan dolayı zât, kendisini insan-ı kâmil aynasında kemâliyle seyreder. Beyit:
Tercüme: "Hakîkî Mahbûb, kendi sûretini göstermeyi murâd etti. Âdem'in su ve çamuru muhârebe meydanında çadır kurdu. Kendi cemâlini seyretmek için topraktan bir ayna yaptı; kendi yansımasını gördü, hepsini alt ve üst etti."
Bilinsin ki, insan sûretinde bulunan her bir görünme yeri, ilâhî isimlerden bir ismin görünme yeridir; ve bu isim, onun hâs Rabb’dir. Alnından tutup kendi sırât-ı müstakîmi üzerinde o görünme yerini çeke çeke kendi kemâline götürür. Ve o görünme yerinden tabi'ki bu ismin hükümleri ve eserleri açığa çıkar. Ve bu isim ya cemâlî veyâ celâlîdir. Nebîler (aleyhimü'sselâm) insan fertlerini bu farklı farklı Rab’lardan Rabbü'l-erbâb olan Zât isminin, ya'nî "Allah" toplayıcı isminin terbiyesi altına dâhil etmeye çalışırlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur:
(Yûsuf; 12/39)
“e erbâbun müteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdül kahhâr”
"Farklı farklı Rab’lar mı hayırlıdır, yoksa Vâhid ve Kahhâr olan Allah mı hayırlıdır?"
Şimdi farklı farklı Rab’ların hükmü altında kalanlar noksan insanlardır. Çünkü Zât ismine görünme yeri olabilme isti’dâdı ile mahlûk bir sûret oldukları halde “leyse lil insâni illâ mâ seâ” ya’nî “insan için, çalışmasından başka bir şey yoktur” (Necm; 53/39) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere, çalışıp bu isti'dâdlarının açılmasına gayret etmediler ve peygamberlerinin da'vetini i'tibâr kulağına almadılar. Fakat insan-ı kâmil olanlar, Nebiyy-i zî-şânın da'vetine koşup türlü mücâhedeler ve riyâzât ile kendi hâs Râbb’larının dar dâiresinden "Allah" geniş isminin dâiresine can attılar; ve Hakk'ın inâyeti ile Zât isminin görünme yeri oldular. Ve kendilerinden bütün ilâhî isimlerin eserleri ve hükümleri fiilen açığa çıktı. Örneğin ölüye üflediler, dirildi. Bundan dolayı vücûdlarında "Muhyî" isminin hükümleri açığa çıktı. Ve aynı şekilde taştan, topraktan hayvanlar hálk ettiler; sûretlerinde "Hâlık" isminin hükümleri açığa çıktı. Ve diğerlerini bu şekil üzere kıyâs et!.
Soru: Her bir insan-ı kâmil, "Allah" toplayıcı isminin görünme yeri olduğundan, onun hâs Rabb’i, bu toplayıcı isimdir. Oysa kemâle ermeden önce diğer insan fertlerinin benzeri olarak onun da farklı farklı Rab’lardan bir hâs Rabb’ı var idi. Bu hâs Rabb’i ise onun hakîkatidir ve sâbit ayn’ı da o ismin sûretidir. Ve “lâ tebdîle li hálkıllâhi” ya’nî “Allah’ın hálk edişinde değişme olmaz” (Rûm, 30/30) âyet-i kerîmesi gereğince hakîkatlerin değişmesi mümkün değildir. Bundan dolayı toplayıcı ismin görünme yeri olan insan-ı kâmil, kendi hâs Râbb’inin sırât-ı müstakîmini terk mi ediyor?
Cevap: Hayır, insan-ı kâmilde bütün isimlerin hükümleri ve eserleri açığa çıkmakla berâber, hâs Rabb’i hangi isim ise, bu ismin hükümleri ve eserleri, diğer isimlerin hükümlerine ve eserlerine gâlip olarak açığa çıkar. Ve bu gâlip geliş dolayısıyla insan-ı kâmil o ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür. Bundan dolayı onda bütün isimlerin hükümlerinin açığa çıkışı i'tidâl ya’nî normallik üzere olmaz. Fakat bu i'tidâlin yokluğu ile berâber, mâdemki kendisinde bütün isimlerin hükümleri fiilen açığa çıkmaktadır ve bütün isimler ise "Allah" isminin altında toplanmıştır; şu halde insan-ı kâmil, bu toplayıcı ismin görünme yeridir. Ve bütün isimlerin hükümleri ve eserleri kendisinde i'tidâl üzere zâhir olan insan-ı kâmil ancak hâtem-i enbiyâ (s:a.v.) Efendimiz'dir.
Şimdi Şeyh-i Ekber (r.a.) buyururlar ki: Sen bizim sûretimize bakıp, bizi "İnsan" ismiyle isimlendirdiğin zaman bil ki, biz Hakk'ın "ayn"ıyız. Veyâhut biz "İnsan" dediğimiz vakit bil ki, biz onun "ayn"ıyız. Çünkü biz "İnsan" demekle "insan-ı kâmil"i kast ederiz. Biz ve benzerimiz olan insan-ı kâmil ise, ilâhî isimlerin tamâmının görünme yeri olmakla Hakk'ın "ayn"ıyız. Çünkü insan-ı kâmilin "ayn"ında Hakk'ın açığa çıkışı ve tecellîsi zâtî mutlaklığı sûretiyledir. Ve insan-ı kâmilin gayrı olan eşyâda O'nun açığa çıkışı, o "ayn" dolayısıyladır. Çünkü bu ayn’lar ba'zı ilâhî isimlerin görünme yerleridir. Ve Hak onlara zâtî sûretiyle tecellî etmez. Çünkü onlarda bu tecellîye tahammül isti'dâdı yoktur. Şimdi Hakk'ın her "ayn"da, onun dolayısıyla açığa çıkışına göre, Hak her “ayn”ın aynıdır. Fakat her "ayn" Hakk'ın aynı değildir. Fakat Hak, insan-ı kâmilin "ayn"ı olduğu gibi, insan-ı kâmil dahi Hakk'ın "ayn"ıdır.
Şimdi sen insan-ı kâmil ile perdeli olma! Sana bir delîl verdi ( 19).
Ya'nî sen insanın kesîf beşer sûretine bakıp da, o sûretle taayyün etmiş latîf bir olan varlıktan perdeli olma! Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de Hakk-ı Latîf kendinden haber verip buyurur ki: “Allâhu latîfun bi ibâdihî” (Şûrâ, 42/19) "Bâ" mülâbese ya’nî birliktelik içindir. Yüksek ma'nâsı "Allah denilen latîf ma'nâ kullarına karışmıştır" demek olur. Bundan dolayı Allâh-ı Latîf, kullarının taayyün kisvesine bürünerek bu kesîf âlemde açığa çıkıcı ve tecellî edicidir. Ve Hak küllün ayn’ıdır ve her "ayn"ın aynıdır. Fakat onun her "ayn"da açığa çıkışı ve tecellîsi o "ayn"ın gereğine göredîr. Kemâliyle zuhûru ve tecellîsi ancak insan-ı kâmilin "ayn"ındadır. Ve buna işâreten Hz. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) buyururlar: Beyt:
Tercüme ve îzâhı: Âdem'in bu kesîf bedeni ve taayyünü perde ve örtüdür. Yoksa biz insan-ı kâmil olduğumuzdan bütün secdelerin kıblesiyiz. Çünkü Zât görünme yeriyiz. Nitekim Ka'be de Zât görünme yeri olduğu için kendisine secde edilendir. Fakat gerek Ka'be'de ve gerek insan-ı kâmilde "Kendisine secde edilen” ancak Hak'tır. Onların taayyün etmiş sûretleri hayâlden başka bir şey değildir.
Ve aynı şekilde Ebu'l-Hasan Harkânî (r.a.) da bu hakîkate işâreten buyurur: "Eğer, siz, biz insan-ı kâmillerin hakîkatini ârif olsa idiniz, onların görünen sûretleriyle perdelenmeyip elbette secde eder idiniz".
Ve Hz. Mısrî de Hakk-ı Latîf’in bu kisveye bürünmesine işâreten buyurur. Beyt:
Bilinmez bî-nişânîdir, bulunmaz lâ-mekânîdir
Heman ancak sana kuldur, senin ehl ü iyâlindir.
Bilinsin ki Âdem Fassı'nda îzâh edildiği üzere, mutlak Latîf Hakk’ın muhtelif tenezzülleri vardır ki, her bir mertebede isimleri dolayısıyla muhtelif sûretler ile taayyün edici olur. Ve her mertebede ve o mertebede açığa çıkan sûretlerin her birerlerinde birer "isim" ile isimlendirilendir. Bu kesîf şehâdet âlemi de onun bir ismi olduğu gibi bu âlemde açığa çıkan muhtelif sûretlerin isimleri de, ilâhî isimlerdir. Ve o sûretlerin isimlerinden birisi de insandır. Şu halde "insan" ismi de onun isimlerinden bir isim olmuş olur.
Örnek: Elimize bir çekirdek alsak bunun ismine “çekirdek” deriz. Toprağa gömdükten sonra çekirdek patlayıp filizlendiğinde “fidan” deriz. Bu isim çekirdeğin bu mertebede aldığı bir isimdir. Büyüyüp dal budak salıverince "ağaç" deriz. Bu da o mertebede çekirdeğin aldığı bir isimdir. Yaprak, meyve vb... isimleri de buna kıyaslanabilir. Bu taayyünler hep çekirdeğin taayyünleridir. Bundan dolayı bu anlatılan taayyünler kendi hakîkatleri olan çekirdeğin örtü ve perdeleridir.
Şimdi sen "insan"ın var edilmiş isim olmasından dolayı, ilâhî isim olmasından perdeli olma! Bundan dolayı "insan" sana Hakk'ın vücûduna işâret eder bir delîl verdi. Böyle olunca sen, insanın beşer sûretine ve imkân dâhilindeki sıfatlarına bakarak onda tecellî edici olan Hak'tan perdeli olma! Çünkü insan vâcib olan deniz ile imkân dâhilinde olan deniz arasında büyük bir berzahtır. “Merecel bahreyni yeltekıyân / Beynehümâ berzehun lâ yebgıyân” ya’nî “İki denizi birbiri ile kavuşacak şekilde akıttı. / İkisi arasında berzah vardır, ikisi birbirinin sınırını geçemez.” (Rahmân, 55/19)
Şimdi Hak ol ve hálk ol! Allah ile Rahmân olursun (20).
Ya'nî ey Hudâ yolunun sâliki, cem'ü'l-cem makâmına gelip bütün ilâhî isimlerin eserleri ve hükümleri senden zâhir olduğu vakit, sen “hakîkat”inle Hak ol; ve taayyün etmiş ve zâhir sûretin ile hálk ol! Hakk’ın mutlak vücûdunun bütün mertebelerinin hükümleri sende toplanmış olmakla ve bundan dolayı sen ilâhî sûret üzere bulunman ile bütün hálka Rahmân olursun. Çünkü insan-ı kâmil zâhiri ve bâtını ile hálka rahmettir. Nitekim Fahr-i rusül (s.a.v.) hakkında buyrulur:
(Enbiyâ 21/107)
“Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn”
“Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik”
Ve insan-ı kâmil, Hak'la hálkı toplayıcıdır ve "hakîkat"i ile bütün aynlara ve var edilmişlere Rahmân'dır. Hz. Ömer Hayyâm (k.A.s.) bu makâma işâreten buyururlar. Rubâî:
Tercüme ve îzâh: İlâhî aşk meyhânesinde aşk meyinin zikri benim ism-i celîlimdir. Kalenderlik ve aşk bâdesine ibâdet benim vazîfemdir. Ben bu ateşperest tapınağında, bu hazret-i şehâdette, cihânın cânıyım. Bu varlıkların tamâmının sûreti, bütün benim cismimdir.
Ve O'nun hálkına O'ndan gıdâ ver! Ferah ve râhat ve hoş kokulu olursun (21).
Ya'nî ey sâlik, sen insan-ı kâmil olunca Hak ile hálk, ya'nî vâcib olan ile imkân dâhilinde olan arasında berzah olursun. Bu berzah oluşun dolayısıyla Hak'tan aldığın gıdâyı, O'nun hálkına ulaştır ve bu zâhirî ve ma'nevî gıdâyı hálkın isti'dâdlarına göre onlara ver! Çünkü görünme yeri olduğun ilâhî isimlerden birisi de "Mu'tî ya’nî Îtâ Edici" mübârek ismidir. Bu şekilde sen hálk için "ferah", ya'nî râhat ettirici olursun. Ve rûhun gıdâsı olan ma’rifetleri ve hakîkatleri onlara feyizlendirmekle reyhan, ya'nî güzel kokulu olursun.
Şimdi biz, bizde onunla açığa çıkan ve bize verdiği şeyi, O'na verdik (22).
Ya'nî biz, ahadiyyet zâtında gizli ve helâk olmuş ilâhî isimler idik. Kendi zâtında, kendi zâtına olan tecellîsinde, ilâhî ilminde bizim hakîkatlerimiz olan a'yân-ı sâbitemiz açığa çıktı. Bu tecellî ,"akdes feyz" idi. Ve biz bu açığa çıkma indinde Hakk'a, kābiliyyetimizi ve hallerimizi verdik. Daha sonra mutlak zât mertebelere tenezzül ile sâbit ayn’larımızın sûretleri zâhir olmak üzere, bizlere hâricî kesîf vücûdu verdi. Ve bu veriş, kendi vücûdu ile oldu. Bu tecellî de "mukaddes feyz" idi. Şu halde biz O'nun akdes feyzi ile bizim hakîkatlerimizde ve sâbit ayn’larımızda zâhir olan ve bizim Hakk'a verdiğimiz şey ne ise ve bu tecellî ile Hak da, bize ne vermiş ise, ayna mesâbesinde olan hakîkatlerimiz ile ve bu izâfî vücûtlarımız ile biz de Hakk'a onu verdik. Çünkü aynaya ne verilirse, o da onu verir. Ayna kendisine karşılık olan sûretin dışında bir şey vermez.
Böyle olunca emr, O'na ve bize taksîm edilmiştir (23).
Ya'nî ilâhî emr Hak tarafından bize ve bizim tarafımızdan Hakk’a vermek ve almak kısımlarına taksîm oldu. Çünkü biz Hakk'ın mutlak zâtında, potansiyel olarak mevcûd ve fiilen yok olup, O'nun bağıntısında ibâret idik. Hâl lisânı ile olan talebimiz üzerine irâde bağıntısı bizi açığa çıkarmaya bağlandı. Yokluk hâlinde ne hâl üzerine sâbit idi isek, akdes tecellîsiyle ilminde o hâl üzere sâbit olduk. Bu haller bizim yapılmamış olan isti'dâdlarımız idi. Biz Hakk'a dedik ki: "Bizim isti'dâdlarımız budur. Bundan dolayı hükmünü bizim bu isti'dâdlarımıza göre ver!" Ve bu bizim tarafımızdan Hak üzerine bir hüküm idi. Şu halde biz, "hâkim" ve Hak "üzerine hüküm verilen" oldu. Nitekim detayları Üzeyr Fassı'nda geçti. Daha sonra Hak bizim talep ettiğimiz hükmü, Hakk'ın vücûdunun muhtelif mertebelerinde zuhûr ettikçe, bizim üzerimize verdi. Ve bu şekilde Hak, hâkim ve biz üzerine hüküm verilen olduk. Demek ki biz Hakk'a kābiliyyetimizi verdik ve Hak da bize o kābiliyyetimize göre vücûd verdi. Ve bu şekilde de ilâhî emr " vermek" ve "almak" kısımlarına taksîm oldu. Ve dikkât edilirse görülür ki, insanın gerek nefsine ve gerek dışa, ya'nî muhîtine bağıntısı da böyledir. Örneğin bâtını kederlenirse, diğer bir ta'bîrle, dimâğı hoş olmayan fikirler ile dolu olursa, zâhiri olan cismi zayıf olur; iştahı kesilir; yemesinde içmesinde lezzet bulamaz. Ve bu hâl devâm ederse helâk olur. Ve aynı şekilde hakkında güzel kelimeler kullandığı kimseden bu gibi sözler işitir ve kötü sözüne kötü söz ile karşılık görür. Ve diğerleri bu şekil üzere kıyaslansın!...Mesnevî:
Tercüme: "Bu cihan bir dağdır ve bizim fiilimiz de nidâdır; nidâlara bizim cânımız sadâ getirir.
Dostları ilə paylaş: |