Bunda uşşâkı yakan öd âkibet
Nâr-ı İbrahim gibi gülzâr olur
İbrahim’in ateşe atılma kıssası kitaplarda yazılıdır. Tevhide can atıp içine kor (aşk) ateşi dolan âşıklar, o ateşin sizi hep yakacağını, hiç sönmeyeceğini mi zannediyorsunuz! Müjdeler olsun size ki aşk ateşine düçar oldunuz, yana yana ta kül oldunuz, makbul oldunuz zira siz tevhide boyandınız. Şimdi onun karşılığı olarak görün ki İbrahim a.s. atıldığı ateş nasıl gül bahçesine dönüştüyse, şimdiden sonra sizin ateşiniz de gül bahçesine dönüşmüştür. Siz ateşe düşeli beri bu böyle idi, lakin bir bahçıvan bir sarayda gül bahçesi oluşturmak isterse önce o bahçeyi arındırması, temizlemesi pak etmesi gerekir, sonra da gülünü çimenini ekerek bahçeyi meydana getirir. Melami ȃşıklardan Malik Efendi şöyle buyururlar:
Yan ey âşık yan tevhide boyan
Bir Allah diyen buldu cennetan
Bir Allah diyen cennetleri nasıl bulur? Bu Allah demek dil davası değildir. Allah demek evrende bir Allah’tan başka varlık olmadığını zevk ile müşahede etmektir. Allah demek budur ki tüm sıfatların bu vahdete şehadet eder. Hayatın, ilmin, iraden, görmen, duyman, kudretin, zuhurun. Buna hiç şüphe yok. Ey âşık! Senin ateşin odun ateşi değildir, aşk ateşidir, Allah aşkının ateşidir. Bu aşk ister zâhir olsun ister bâtın bundan ne çıkar? Âlemde Allah’tan gayrı yoktur. Âşık ister bilsin ister bilmesin âşık olduğu Hakk’ın ta kendisidir. Âşık bir ateşe tutuşmuş yanmaktadır, onu aşk ateşine atmışlardır, atan Allah’tır. “Kahrın da hoş, lütfun da.”
Gönül dostları, canlar, âşık nereye düşer zannedersiniz, İbrahim gibi gül bahçesine mi? Hayır, hayır; âşık Allah’a düşer. Âşık zahiri gülü ne yapsın, gülzarı ne yapsın. Âşıkın gülü gülzarı maşukudur. Gülde gülzarda Allah’ı gör, âşık ol gayrı göremezsin. Yunus’umuz der;
Baştan ayağa değin seni Hakk nuru tutmuş
Hakk’tan ayrı ne vardır kalma güman içinde
Vücûda gelmeyince kimse Hakk’ı bilmedi
Bu vücûddan gösterdi dost bize didârını
Bunda ağyâr kesretinden kurtulan
Vahdet illerinde vâsıl-ı yar olur
Bir salik tevhide ayak basmadan önce hep kesret görür, yabancılar görürdü. Zira nefs ehli idi. Nefis daima ikiliği getiren bir şeydir. Ben ayrı sen ayrı, her şey her şeyden ayrı. Allah ise her şeyden ayrı der. Ruh vahdettir, vahdeti birliği sever. Onun işi vahdettir.
Salik ne zaman vahdete –tevhide girdi yabancı görmekten ve kesretten kurtulur. Zira nefs ruha tebdil olur.
Vahdet illeri meratib-i tevhidin her bir mertebesidir. Salik bu vahdet illerinin her bir mertebesinde Allah’ladır. Tevhidin dışında vasl-ı yar olmaya imkân yoktur. Allah yoluna girmeden, dersi Hakk’tan almadan vasl-ı yar olmaya imkân yoktur. Tevhid seb’a-i mesâni dersidir. Mânası iki yedidir.
Seb’a-i mesâni nedir? Bir yedi sübut olan sıfatlardır, bir yedi de meratib-i tevhiddir. Ders budur, tevhid dahi budur. İşte bu seb’a-i mesani dersini tahsil etmeden Allah’ı bilmeye, Allah’ı bulmaya, Allah’a kavuşmaya (ayrı olanlar için) imkân yoktur.
Ulemâ (müfessirler) bu seb’a-i mesâni için Fatiha suresidir demişlerdir. Fatiha suresi yedi ayettir ve iki defa nazil olmuştur. Biri Mekke’de biri Medine’de. Niyazi Efendi ne güzel demiştir;
Dersini aklından alırsan bil sana olmaz delil
Dersini var Hakk’tan al kim ilmin olsun rehnüma
Bir şeyin hakikatını öğrenmek istiyorsan dersini Hakk’tan alacaksın.
Korkma tamudan eğer âşık isen
Bülbül olanın yeri gülzâr olur
Aşığın korkusu olmaz, meğerki âşık ola. Korku olması için gayrının olması lazımdır. Âşıkta, aşkta korkuya ait bir vasıf yoktur ki onu korkutsun, o arzu duymaz.
Zira aşkın zevkiyle onda arzu kalmamıştır. Arzu zevkin, hazzın anısıdır. Âşık ise anı ile değil aşk ile yaşar. Korku acının, ızdırabın anısıdır, âşıksa acı ızdırap duymaz. Zira âşık aşkla yaşamaktadır. Âşığın gönlünde ne arzuya ne de korkuya yer yoktur.
Rabiatü’l Adevviye sultana sormuşlar; sen Allah’ı bilir misin? Bilirim demiş. Ona âşık mısın? demişler, Evet demiş. Sonra da Şeytan’ı bilir misin? demişler. Bilirim demiş. Ona düşman mısın? Hayır. Soranlar; nasıl olur da şeytana düşman olmazsın? Allah’tan emir var! deyince, Rabia şöyle cevap verir; Allah aşkı kalbimi öyle doldurmuştur ki şeytana buğz edecek, düşman olacak yer kalmadı. Âşık neyden korkar, âşıktan teklif dahi kalkmıştır. Âşık aşk (Allah) sarhoşudur, sarhoşa teklif olur mu?
Rabia Sultanın bu ifadelerinden çıkan mâna şudur: Gönlünde eğer Tanrın tam değilse o boşluğu dolduracak bir şeytana ihtiyaç duyarsın. Anla…
… Peygamber a.s. buyururlar ki: “Dünya ehline ahiret haram, ahiret ehline dünya haram, ehlullaha ikisi de haramdır.” Geriye ne kaldı? Dünya haram, ahiret haram, bir Allah… Âşık olmayan ehlullah olur mu hiç? Allah ehilleri Allah âşıklarıdır. İşte âşığın vatanı, maşuku hakikisi ise Allah’tır. Yerini yurdunu öğren, mekân istiyorsun bak gönlüne gör. İşte yerin orası. Çalab’ın tahtı sende, kimin oturduğuna dikkat et…
Cennet-i irfana dahil olanın
Kande baksa gördüğü didâr olur
İrfan cennetine dahil olanların bu dünyadaki vasıfları şudur ki; Nereye baksalar, “Doğu batı Allah’ındır. Nereye dönerseniz orası Allah’ın yüzüdür.” (Bakara: 115), “Zâhir O’dur, bâtın O’dur.” (Hadid: 3), hangi yöne başlarını çevirseler gördükleri sevgilinin yüzüdür. Yunus’umuz der ki:
Kamu âlem ümit tutar ahirette görem deyu
Yunus eydür derviş olan bunda Hakk’ı buldu gider.
Bütün âlemler (dünya-ahiret) Allah’ın zâtı, sıfatı ve ef’âliyle dopdoludur. Allah’sız yer yoktur. İrfan cennetleri muvahhidlerin cennetidir. Cennetler ilahi zevklerdir. Muvahhid için dünya, ahiret birdir. İrfana ermek zamansız ve mekânsızdır. Bu irfana erende dünya, ahiret kalmaz. Bu bahsedilen bedenlerin yasası değildir. Sen bile bir bedene sahipsin ama gözün nereleri görmede, gönlünde gördüğün yere ulaşmada. Şimdi söylermisin, sen beden misin? Hem evet, hem hayır…
Gördüğünü oldun mu? Yani özüne arif oldun mu gözünden gönlünden perde kalkar, sen cennetü’l irfana dahil olursun. Tevhid mertebelerinde fenâ fillah makamının her mertebesinde şuhûd kapılarından biri cennetü’l ef’âl, cennetü’l sıfat ve cennetü’l zâttır. Bu cennetleri zevk edenler, irfan cennetlerine dahil olurlar. Beka billah makamlarında ise, Hakk her hâlükârda salike zâtını, sıfatını ve ef’âlini giydirmekle, salikin her gördüğü didardır. Hakk’ı Hakk görür sırrı salikten aşikâre olur. İrfan cennetleri zevki müşahedelerdir. Mekân değildir. Dünyayı ahireti kapsar. Daha açık bir ifade ile olmaktır. Muvahhid Allah’tan başka görmez. Başka yoktur ki…
Âleme bir bak bakalım. Senden bu âleme emniyet, güven sirayet ediyor mu? Sevebiliyor musun? Böyle isen âşıksın. Âlem de seni sever, işte maşuksun… Dahası mı; Hâl, kâl ile anlatılmaz, yaşa…
Gözsüz olanlar o yüzü göremez
Anı gören hep Ulül-ebsâr olur
Gözsüz olanlar Allah’ı göremez, Allah’ı görmek için kalp sahibi olmak gerekir. Bir kaynak düşünün ki, çer çöp, taş toprak vb. o kaynağın gözünü kapatmış. Su kaynamaz olmuş. O kaynaktan suyun kaynaması için gözeyi tıkayan engelleri kaldırmak gerekir. Sonra bak su nasıl kaynamakta, nasıl bir yol tutup akmakta…
Senin de kalp gözün, gönül gözün böyle kapandı ise Hakk’ı nasıl görürsün? Körlük baş gözlerinin körlüğü değildir. Asıl körlük, gönül gözlerinin körlüğüdür. Ulül-ebsâr(Basiret sahibi, kalp gözü açık olanlar) olmak zor değildir. Gönül tabibini bul. Can gözlerini o tabibe açtır, bak oldun gitti…
Hazreti Ali buyururlar ki, “Görmediğim Allah’a ibadet etmem.” Bu görüş sadece Hazreti Ali’ye has değildir. Sen de Ali ol… Görenler bitmez…
Dünyanın lezzâtına aldanma kim
Birgün ola cümle zehr-i mâr olur
Bu hitap, zâhir ehli içindir, dünya ehli içindir. Dünya geçicidir insan vücudu ebedi kalıcı değildir. Geçici olanın sürekliliği yoktur. Sürekli olmayan da ‘hayâl’ hükmündedir.
Terkipler değişmekte, her an yeni oluşum içindedir. Suretler eskimekte, zamanı gelince de toprağa, havaya, ateşe, suya dönüşmektedir. Şahit olduğun bu dünyaya neden hala bağlanıyorsun?
Dünya seni Allah’tan gafil kılan uzaklaştıran şeydir. Allah’tan uzaklaşanlar nefsi emmare sahipleridir. Senden önce bu âlemde neler yaşadı neler… Sen de kalıcı değilsin. Bunu nefsine göster. Dünyada hangi lezzete daldın da ebedi o lezzette kaldın? Hepsi geçicidir, aldanma. Birgün gelir pişman olursun. Hiç olmazsa o günün, bu günün olsun…
Sen gerekse ol cihanda padişah
Bir beş on günde o târümâr olur
Dünya kadar malın olsa, yediğin, içtiğin ve ihtiyacın olandan fazlası sana yüktür. Dünya malı dünyada kalır. Ama insan da muhanete muhtaç olmamak, çoluk çocuğunu rahat ettirmek için çalışıp çabalar. Bu güzeldir, doğrudur. Zengin insan fakiri fukarayı gözetsin, işyeri kursun, insanlığa yardımcı olsun. Hayırlı dua alanlar dünya ve ahiretlerini mamur ederler.
Tâc-ü tahtı kulluğuna o şehin
Verir isen devletin tekrar olur
Padişah kulluğuna (yani Allah’ın ki O padişahlar padişahıdır.) tac-ü tahtı (yani şan, şöhret, dünya malı) verir isen senin devletin tekrar olur. Peygamber a.s. “Dünya ahiretin tarlasıdır” buyururlar. Burada tarlayı eken ahirette biçer. Hâl böyle olunca iç, dışa döner ve mâna devletinin devletlisi olursun. Bir de İbrahim Ethem gibi Allah yoluna tac-ü tahtı terk edersen Allah ta seni öyle bir devletle mükâfatlandırır ki kıyası mümkün değildir. Tac-ü tahtın terki demek; varlık Allah’ındır demektir. Bunu idrâk ettin mi iş tamamdır.
Ger kabul olunsa şâh olun ebed
Kande böyle asılı bazâr olur
İbrahim Ethem gibi padişahlığı terk eder, insan-ı kâmil tarafından tevhide kabul edilirsen, sen ebedi olarak mânada, mâna ehilleri arasında şah-sultan oldun demektir. Sultanlar sultanı seni böyle ödüllendirir.
Şu bir gerçektir ki, tevhid yolu padişahlara ve tüm insanlara açıktır. Padişahın tahtını terke ihtiyaç yoktur. Tahtında oturur irşad edilir. Muvahhid bir padişah olur. Tahtın tevhide engeli yoktur. Meğer ki gönlünde taşımasın…
Bu alış-veriş bazarındaki son, ne kadar güzel bir sondur. Canı ver, cananı al… Bütün talipler, salikliğe can atanlar için bir endişe vardır. O da ‘Kâmil tarafından acaba kabul edilir miyim’ endişesidir. Sıdk-u sadakatle talep et, işte kabul edildin. Alış verişin bu pazarda kutlu olsun.
İllâ tâc-u tahta olmaz vasl-ı yâr
Âdet oldur ana can isar olur
Taç ve taht ile şöhret müridlerin çokluğu ile müridlerin şöyle övmesi ile Allah’a ulaşamazsın. Bu yolun adeti odur ki, ver canını, versin canan canını… Cananı bul. Canını vermeyince, variyetten geçmeyince canan gelesi değildir. Variyetin tüm canlılığıyla ayakta duruyor, ama sarıkla, cübbe ile, sakalla, elinde asa, etrafında binlerce müridle Allah’a vasıl olduğunu zannediyorsun! Vasl-ı yar olmak diliyorsan, canını Allah’a isar (ikrâm) edeceksin. Şunu da bil ki, Allah’a kurban olmaya layık olacaksın.
Kim ki kendin yoğ ederse Mısrîyâ
Yokluğun tâ gâyetinde var olur
Kim meratib-i tevhidde tevhid-i ef’âli, tevhid-i sıfatı, tevhid-i zâtı zevk eder, fenâ fillah olursa o kimse yokluğa erer. Peygamber Aleyhisselam’ın kastettiği , “Fakirliğimle iftihar ederim” dediği budur. Yani yokluğumla iftihar ederim demektir. Bu yokluğa eriş, aynı zamanda ölmeden evvel ölmek sırrına eriştir. ‘Lâ mevcûde illa Hû’ tevhidi, tevhid-i zâtın ihtiva ettiği mânadır, kişide variyet tamamen yok olmuştur.
… Âfâkta ve enfüste, fenaya ermemiş bir salikin yokluğu sahtedir. Tevhid dil davası değildir. Tevhid oluştur. Damlanın deryaya kavuşup derya olmasıdır. Âfâkta ve enfüste, bir olan varlığın zevkine ermektir. O varlık Allah’tır. Âlemi kelâmiler tutmuş görmüyor musun, dil davasından yanlarına varılmaz olmuş. Kibir, gurur her yanlarını kuşatmış. Allah ile sana arada perde olmuşlar. Daveti kendilerine yaparlar.
‘Kim ki kendini yoğ ederse Mısriyâ’ yani fenâ-i tam ile fenâ fillah olursa, bu yokluğun tâ sonunda var olur, yani beka billah olur, Ahadiyete erer, asli menbaına döner.
*
… Cemâl Allah’ın lütuf ve ihsan tecellileridir. Bu tecelliler gelir ve giderler bazen celâl bazen cemâl. Ama kalp sahipleri esmâdan müsemmâyı müşahede ettiklerinden bu iki tecelliyi de Allah’tan kabul ederler. Onların kalbi müsemmaya dönüktür, esmâ görmezler.
(S: 431)
Bulunmaz lâ mekânîdir bilinmez bî-nişânıdır
Hemin ancak sana kuldur senin ehl-ü iyâlindir
Bulunmaz mekânsızdır. Mekânı olsa bulunur. Ama mekânı olmayan nasıl bulunsun? Bilinmez nişansızdır. Nişanı olsa bilinir. Nişanı olmayan nasıl bilinsin? Bununla beraber ancak sana kuldur, senin en yakınlarındır. Sorumlu olduklarındır. Kayıtlandı kul oldu.
Mutlak olan Allah’tır, mukayyet olan ise kuldur. Allah kayıtlandı mı kul adını alır. Kul Allah’ın elinde alet mesabesindedir. Sen nasıl bir aletle iş yapıyorsan öyledir. Allah’ın eli ise kudrettir. Demek ki Allah işleri kendi kendine yapıyor. Zira vücûd bir vücûddur başka nasıl olsun! Tenleri kaldır, canlar bir. Kişiliği kaldır sadece hayat var. Bütün evrende ortak özelliktir bu. Nerede hareket varsa orada hayat var. Hayatsa ruhun ilk zuhuru, varlıksa baştan sona ruh sahibidir. İfadelerde hep ikilik vardır. Sen, ben, Allah, âlem, zâhir, bâtın vb. dikkat et, sen senle olduğun zaman bile ikiliktesin. Yunus’umuz ‘Bir ben vardır bende benden içeri’ derken yine ikilikle izah etmiştir. “Evvel O’dur, ahir O’dur, zâhir O’dur, bâtın O’dur.” (Hadid: 3)
Muvahhid için ikili ifadelerin muvahhide bir zararı var mıdır? Yoktur, zira muvahhid kesrette vahdeti müşahede eder.
Sen, sende gibi veya sen, ben, biz gibi ifadelerin özde birliği için varlığın Hakk’ın varlığı olduğu sırrına ermek lazım. o zaman sen, ben, biz vb. pazarı ortadan kalkar. Bu mümkün müdür, mümkündür. Nasıl?
İnsan yaşantısının her gününde bu sırrı yaşamakta ama farkına varamamaktadır. En başta gönlüne döndüğü zaman huzur buluyor ve diyor ki; âlemin benden, benim onlardan ne farkım var? İşte gerçeği yakaladığı an o andır. Bunun üzerinde biraz yoğunlaştın mı gönül bak sana neler açacak ama bunun üzerinde çalışmak gerek.
İnsan yaşantısında bu sırrın yaşandığı en belirgin hâl ise bütün varlıkların (bitki, hayvan, insan) uykuya daldıkları rüyasız derin uyku hâlidir. Acı yok, ızdırap yok, kaygı yok, dert yok, sevinç yok, konuşma yok, din yok, diyanet yok, sen, ben, Peygamber yok, Allah dahi yok. Bütün isimler, bütün resimler, varlık, benlik, vb. silindi yok oldu. Evren vahdete erdi ama vahdeti bilen yok. Dolayısıyla vahdete eren de yok.
Şimdi uyanıyor ve kendi varlığının farkına varıyorsun, ilk önce ben diyorsun sonra peşisıra bir anda evrenin içindekiler ve evren beliriyor, canlanıyor. Şimdi bu kesret âleminde vahdetin de olduğunu bil, bunu bildin mi araştırman başlar ve olursun. Bir kere tattın mı ebedi unutmazsın. Ya ebedi tattığın şeyle olursan?
Uykuda ne mekân kaldı ne de nişan, uyanıklıkta mekân belirdi, nişan belirdi. Bu ikisi birbirinden ayrı değil, Allah bir mekânla mekânlanmaz, bir nişanla nişanlanmaz. Mekânı ve nişanı olsa hedef olur.
Mekânsız ve nişansız olan nasıl bulunur, nasıl bilinir? O Niyazi Efendi’nin ifadesine göre bulunmaz da bilinmez de. Peşinden de ‘Hemin ancak sana kuldur senin ehl-ü iyâlindir’ diyor ne kadar açık.
*
(S: 500)
Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra gelirler
Ol ahde vefa eyleyüp ikrara gelirler
Âlem-i ervâhta ruhlar dört saf oldular. Birinci safta enbiyaların ruhları, ikinci safta evliyaların ruhları, üçüncü safta müminlerin ruhları, dördüncü safta şakilerin ruhları hazır bulundu.
Allah o ruhlara hitab etti: “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” Bu hitabı peygamberler evliyalara tekrarladılar, evliyalar da müminlere. Peygamberler, evliyalar, müminler evet dediler. Ama şakiler bu hitabı duymadılar. Sadece müminlerin evet nidasını duydular ve onlar da müminleri takliden evet dediler. Hasan Fehmi Hazretleri;
Ervâhı âlemde saflar kuruldu
Elestü hitabı nida olundu
Onda ikrâr eden bunda bilindi
Allah Allah daim Hû diyelim biz
Allah Allah daim Hakk diyelim biz
Diyerek orada yani “elestü bi rabbüküm” hitabını duyup da evet diyenler burada da ol ahde vefa eyleyip mürşid-i kâmile ikrara gelirler, onun huzuruna gelirler, diyor. Beyitteki mâna budur. Yine Hasan Fehmi Tezdoğan Hazretleri bu sırrı şöyle açıklar:
Kuruldu ol bezm-i ezel
İkrarın verenler gelsin
Açıldı gülşen-i vahdet
Ol gülü derenler gelsin
Okundu birliğe ezan
Huzurda duranlar gelsin
Olundu farza ikamet
İmama uyanlar gelsin
Şarab-ı aşk’ı içenler
Mest olup meydana gelsin
Şem-i tevhide can atan
Yanmaya pervâne gelsin
İlm-i esrar’ı bilenler
Mekteb-i irfana gelsin
Muhabbet bahrına dalan
Dergâhı seyrana gelsin
Dost için deryaya dalanlar
Meclis-i kübra’ya gelsin
Kevser-i âli’den içen
Fehmi’den peymane gelsin
Hasan Fehmi Efendi Hazretleri elest hitabının el’anda yapılmakta olduğunu âleme aşikâre ediyor. O gün bugündür fark yok…
*
(S: 509)
Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân andadır
Her ne işitse kulağın mağz-ı Kur’an andadır
“Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân andadır” yani gözün bu mümkinat-ı âlemde ne görüyorsa gördüklerinin hepsi Sübhân’ın gizli hakikatıdır. Sübhân’a ait bütün gizli sırlar nelerdir? Allah’ın ef’âl, sıfat ve zâtı’dır. Bu gizli sırlar o gördüklerindedir. Bütün bu âlemler Allah’ın “zâhir” isminin mazharıdırlar. Bu sırrı Hasan Fehmi Tezdoğan Efendi hazretleri şöyle aşikâr eder;
Mademki ben bende yok
Sen senlikle sende yok
Hakk’tan gayrı nesne yok
Her görünen vechullah
Aç gözün ibretle bak
Görünen değil mi Hakk
Fehmi’nin sözü mutlak
Zâhirim dedi Allah
Bak nasıl açtı sırrı, nasıl aşikâr eyledi… Ama yine bu sırrı arif olanlar anlar. İbret nedir? İbret; bütün bu mahlûkat ve mevcudatın Hakk’ın ef’âli olduğunu müşahededir ve her şeyin ilahi kudretle meydana geldiğini ve her şeyde Hakk’ın sıfatı sübutiyyesinin bulunduğunu görmek ve ef’âlin sıfata mazhar olduğunu anlamaktır. İşte bu tevhid-i ef’âl ve tevhid-i sıfattır.
Sıfat zâtın mazharı ve zuhurudur. Latif olan varlık kesafetle görüntüye geldi mi sıfat adını alır ve zuhuru ile ef’âl olur ki buna âlem-i şâhadet tabir olunur.
“ Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalpleri var fakat onlarla anlamazlar, gözleri var fakat onlarla görmezler, kulakları var ama onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha sapık ve gafildirler.” (Araf: 179)
“Gönülleri var anlamazlar” neyi? Allah’ı… Anladıkları masivadır. “Gözleri var görür” ama eşyayı, cemâdat, nebâdat, hayvanat, insan, yer ve gökleri görürler, Allah’ı görmezler. “Kulakları var duymaz”; duyar ama insan sesini, hayvan sesini ve benzerlerini duyarlar ama Allah’ın sesini duymazlar, sesin onun sesi olduğunu anlamazlar.
Görmek, duymak, hayat Allah’ın sıfatlarıdır. Allah ehli olsa duyacak, görecek… Demekki sırr-ı Sübhân’ı idrâk için tevhid şart imiş, tevhidsiz olmaz. Bizler mürşid-i kâmile gittiğimizde bize ne dedi? Fail Allah’tır, mevsuf Allah’tır, mevcûd Allah’tır. Allah’ın sıfatları en evvela hayat, hayat sıfatı. Sonra ilim, irade, kudret, duymak, görmek, konuşmak, tekvin… Bu sıfatlar Allah’ın iken sen nasıl benimdir, senindir, onundur dersin. Bunların Allah’ın olduğunu bil, bak şimdi sırr-ı Sübhân sana nasıl aşikâre olur…
Bir muvahhid Allah’ı hem tenzih eder ve hem de teşbih eder, ikisini birleştirir tevhid eder.
… “Her ne işitse kulağın mağz-ı Kur’an andadır” Mağz-ı Kur’an, Kur’an’ın özüdür, içidir. Tevhidde bunun karşılığı maâni Kur’an’dır. Üç türlü Kur’an vardır;
1- Lafzi Kur’an: Kitaptır, mushaftır.
2- Suveri Kur’an: Bu görünen mümkinat-ı âlemdir, kâinattır.
3- Maâni Kur’an: Bu da Kur’an’ın özüdür, ihtiva ettiği mânadır. Bu Kur’an Allah’ın zâtı, sıfatı, ef’âlidir. Hakiki Kur’an da budur.
Her şeye mahlûk gözüyle baksan ol mahlûk olur
Hakk gözüyle bak ki bî-şek nûr-i Yezdan andadır
Mahlûka mahlûk gözüyle bakanlar, insan-ı kâmili bulmamış, tevhidi görmemiş, ab-ı hayatı içmemiş olanlardır. Allah bir kimsenin görmesine göz olmaz ise o göz hep mahlûk görür. Mahlûkun ne kendi hakikatından haberi vardır ne de âfâkın hakikatından haberi vardır. Haberinin olduğu tek şey kendi nefsi istek ve arzularıdır. Sureta insan olmak neyi ispatlar ki! Her şeyin bir gün içi dışına çevrilecek ne olduğu aşıkâr olacaktır. İnsan neden o günü bugün bilmez? Bilmez mi ki bugün âmâ olan yarın dahi âmâdır. Niçin insan can gözlerini burada açmaz? Açsa görecek ki ‘nur-i Yezdan’ âfâkı ve enfüsü kaplamıştır. “Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. Allah her şeyi kuşatmıştır.” (Nisâ: 126)
Kesret-i emvâca bakma cümle bir deryâ dürür
Her ne mevci kim görürsün bahr-ı umman andadır
Deryada dalgaların çokluğuna bakma, dalgalara bakıp da onlara ayrı ayrı bir vücûd, varlık verme. O dalgalar deryadandır, deryadır…
Vahdeti kesrette bulmak kesreti vahdette hem
Bir ilimdir ol ki cümle ilm-ü irfân andadır
Vahdet; birlik, kesret çokluk. Vahdet bâtın, kesret zâhir. Vahdet gece, kesret gündüz. Gece oldu mu bütün varlıklar karanlıkta kalır gizlenir, her şey yuvasına çekilir, ortada karanlıktan başka bir şey kalmaz bu vahdettir. Kur’an bu gecede iner yani vahdette. Melekler ve ruh bu gecede iner. Mescid-i Haram’dan mescid-i Aksa’ya böyle bir gecede gidilir… Tevhid-i ef’âlden tevhid-i sıfata, oradan tevhid-i zâta…
Sonra güneş doğar, her yan aydınlanır. Şimdi sonsuz sayıda eşya, mahlûkat, mevcudat görünmeye başlar. Bunlar güneşle gelmediler, yoktan da var olmadılar, vardılar ama görünmüyorlardı. Güneşle göründüler işte kesret. Vahdetle kesretin farkının olmadığı aşikâr oldu. Vahdet aynı kesret, kesret aynı vahdettir. İşte bütün ilim bundadır, bu ilme irfan denir.
Uyanıklık ve derin uyku (enfüsi), vahdet senin Hakk’la olduğun an, kesret senin halkla olduğun andır. Varlık sahibi isen halklasındır, değilken Hakk’la. Hakk’ta Hakk olduğun zaman öznesin. Hakk’la olmadığın zaman ise nesnesin ve âlemi nesne olarak görürsün. İşte bu özne ve nesne arasındaki ilişkiden bir bilgi doğar. Bu bilgiden ilim oluşur; bilen ve bilinen. Âşık olan ve âşık olunan vb. vahdette toplanma kesrette açılma. Vahdeti kesrette bulursun, kesreti vahdette bulursun, işte ilim, iştecümle ilm-i irfan…
Bütün mükevvenat bir olanın tecellisi yani göründüğü yerdir. Zât’dan sıfata, sıfattan esmâ ve ef’âle. Salik seyrini ef’âlden, esmâdan sıfata, sıfattan zâta yapar. Allah vahdettir, zuhuru ise kesrettir. Vahdet de O’dur, kesret de O’dur. Zâhir de O’dur, bâtın da O’dur. Hakk’ı kendinde bul Hakk olursun…
İbret ile şeş cihetten görünen eşyaya bak
Cümle bir âyînedir kim vech-i Rahmân andadır
Söyleyen ol söylenen ol görünen ol gören ol
Her ne var âlâ ve esfel bil ki cânan andadır
Mazhar-ı tam veli Âdem yüzüdür şüphesiz
Künh-ü zâtı hem sıfatı cümle yeksân andadır
Görünen sanma Niyazi’nin heman sen mülkünü
Gönlü bir viranedir genç-i pinhan andadır
*
(S: 521)
Bu tabiat zulmetinden bulmak istersen halâs
Gel riyâzetle arıt bu cism-u cân çün rasâs
Kişinin kâmil insan olabilmesi için şu metebelerden geçmesi gerekir;
1- Tabiat mertebesi
2- Din mertebesi
3- Nefs mertebesi
4- Ruh mertebesi; bu mertebede ruh insan-ı kâmilden alınan nefesle üflenir. Salik tevhid-i zât’ı tahsille insan-ı kâmilliğe ulaşır. Ve tabiat zulmetinden kurtulur. Bir daha onda zulmet meydana gelmez, zulmete dönmez. Bekâ billaha erişen ve onu tahsil eden salik de ruh makamının gerçek insan-ı kâmili olur ve irşadla görevlenir.
Ruh mertebesinde bulunan bir salik, ruhun asıl sahibi olan Mutlak Hakikate vasıl olmakla, kişileşmiş ruhtan kurtulur. Asli vatanında karar kılar. Damlanın deryaya kavuşması gibi, damlalık kalkar derya olur...
*
Dostları ilə paylaş: |