Din-ü diyȃnet ȃdet-ü şöhret kamu vardı yele
Ey Niyazi noldu sende Kayd-i dindȃr kalmadı
‘Din’ lügatta ceza, adet, inkıyat mȃnalarına gelir. ‘Diyanet’ dinin zuhuru, dine dayalı ayrıntılar, anlayışlar, yorumlardır. ‘Adet’ usul, görenek, alışılmış davranış, huy, tabiat, toplumda asırlar boyunca uyulan saygı gören davranışlar, kurallar… Adet, içinde yaşanılan toplumda oluşur. ‘Şöhret’ isim yapma, ün, san.
Tevhide sülük eden bir salikin dini, diyaneti her şeyi Allah’tır. Muvahhid evrende, zȃhir ve bȃtında, afak ve enfüste Hakk’tan başka görmez. Onun itikadı bütün itikadları kapsar. Kayıttan kurtulmuş özgür olmuştur. Zira Allah afak ve enfüsü kaplamıştır. İhata etmiştir. Her mazhardan zȃhir olan O’dur. “Doğu, batı Allah’ındır. Nereye dönerseniz orası Allah’ın yüzüdür.” (Bakara: 115) sırrına vakıf olmuştur.
Şeriatta iman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hakk tarafından teklif olunan Hakk ve hakikat kanunlarının tamamına din denir iken, hakikat boyutunda mȃna Hind’in büyük kȃmili Sri Ramakrishna tarifi ile başka anlam kazanır ki tasavvufun, insan-ı kȃmilin gayesi de eğitimi de odur. Allah da böyle idrȃk edilir. Dindar da böyle olunur. Taklitle, kural ezberlemekle değil. Şöyle diyor Ramakrishna: “Din ruhsal idrȃktir, her ruh sahibi bunu kendisi yapar. Ruhsal olun ve gerçeği kendiniz keşfedin.” İşte gerçek budur.
Ruhsal idrȃki olmayan, hakikati, Hakk’ı-Allah’ı burada müşahede etmeyene dinin, diyanetin ne faydası vardır! Ȃdetin şöhretin ne faydası vardır! Muvahhidin her şeyi Hakk’tır. Hakk olmuştur. O din diyanet görmez. Yunus’umuz şöyle buyurur:
Aşk imamdır bize gönül cemaat
Kıblemiz dost yüzü daimdir salȃt
Dost yüzün görünce şirk yağmalandı
Anın için kapıda kaldı şeriat
Hakk’a vasıl oldun mu, yolu yordamı, vasıtaları, bütün araç gerçleri, haritaları, bilgileri ve benzerlerini bırakır huzura girersin. Yol tedariki yolda geçerlidir. Sultan’ın huzuruna yalnız girilir, orda her şey terk edilir. Kabire gidişini bir düşünsene…
“Ey Niyazi noldu sende Kayd-i dindȃr kalmadı” : Muhyiddin İbn-i Arabi ve benzeri ȃrifler buyururlar ki: “Ȃrifin dini yoktur.” Yine Arabi der ki: “Benim itikadım bütün itikadları kapsar.”
Hakk’a ȃrif olan, özü her mazharda müşahede eder. Mısır’da, Arabistan’da Allah var da Hindistan, Rusya, Anadolu’da yok mu? Bu mu senin tevhidin, Allah inancın, Allah’ı tanıyışın? Hakk’a eren kayıttan kurtulur. Çünkü Hakk bir yerde değil her yerdedir. Zȃtı, sıfatı, esmȃsı, ef’ȃliyle…
*
(S: 301)
İster isen bulasın cȃnȃnı sen
Gayre bakma sende iste sende bul
Kendi mir’atında gözle anı sen
Gayre bakma sende iste sende bul
Cȃnȃnı (Allah’ı), bulmak istiyorsan gayra bakma, onu kendinde ara kendinde bul. Kendi mir’atında (aynanda) gözle onu ki, aynadan kasıt kalbindir. Zira “Mümin müminin aynasıdır.” (Hadis). Gayra bakma, yani gaflette olma. İstediğin sendedir. Afak, enfüs sensin. Afak senin özünün açılımıdır. Afakın özü ise senin enfüsündür. Dolayısıyla aradığın her şey sende mevcuttur. Bu sırrı ȃlem-i ekber olunca idrȃk edersin. Bir insanın gafletten kurtulmasının tek çaresi mürşid-i kȃmilden tevhid tahsil etmesidir. Kişiden variyet kalkmayınca gafletten kurtulunmaz.
“Gayre bakma sende iste sende bul”; bu ifade iki mȃnayı içerir. Birinci mȃna: Hakikata karşı sende bir istek olursa onu arar ve bulursun.
İkinci mȃna: ‘Sende iste’ demek, kendinde, kendi enfüsünde demektir. Onun için “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” Denilmiştir. Zira Hz. Ali’nin ifadesi ile tüm ȃlemler sende dürülmüştür. Şunu bil ki; Kevn-i mekȃnın hülasası sensin. Hünkȃr Hacı Bektaş Veli bir nefesinde:
Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır tacda değildir
Ne ararsan kendinde ara
Mekke’de Kudüs’te hac’da değildir buyurmuşlardır.
Her sıfat kim sende var izle anı
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı
Erişince zȃtına özle anı
Gayre bakma sende iste sende bul
Peygamber a.s. buyururlar ki; “Allah Ȃdem’i kendi sıfatında yarattı.” Bu hadiste kast edilen sıfatlardır. Şimdi bu sıfatları izle, gör ne sırdan feyz alıyor bu sıfatlar, gözle. Sıfat zȃttan gelir, yani zȃtın tecellisi ile sıfatlar meydana gelir. Sıfat hakikatte latif olan varlığın kesafette görülmesine denir. Bu görünmeden ef’ȃl-i ilahi meydana gelir. Ef’ȃl sıfata, sıfat sa zȃta delildir. Bunlar birbirinden ayrı değildir, hepsi birdir.
Birinin bulunduğu yerde ikisi de mevcuttur. Şimdi sen bu üçünü birle ki tevhid ehli muvahhid olasın. Bunu kendinde ve eşyada gör. Demek ki sıfat feyzini zȃttan alıyormuş. Bu sırrı da idrȃk edince zȃta erişirsin. Tevhid-i zȃtı zevk eden salik de fena fillah olur ve lȃ mevcude illallah sırrına erer. Niyazi Efendi hazretleri burada bırakmıyor ve diyor ki, zȃtına eriştin şimdi onu özle. Burayı biraz kapalı söylüyor mȃna şudur: Tevhid-i zȃtı zevk eden salike Allah bekȃ makamlarının ilki olan makam-ı cem’de zȃtını giydirir. ‘Özle anı’ sana zȃtıyla gelecektir merak etme. Salikin özlediği işte budur. Allah’ın zȃtı. Gayra bakma sende iste sende bul…
Kenz-i mahfi ȃşikȃr hep sendedir
Yaz ve kış leyl-ü nehȃr hep sendedir
İki ȃlemde ne var hep sendedir
Gayre bakma sende iste sende bul
Kenz-i mahfi ‘gizli hazine’ Allah’ın zȃtı, sıfatı, ef’ȃlidir. Bunlar aşikȃre olarak sendedir. Yaz ve kış, gece ve gündüz hep sendedir, iki ȃlemde ne var hep sendedir.
Yaz: Cemȃl, Kış: Celȃl, Ruh: Vahdet, Nefs: Kesret
Hakk’ın zȃtı vahdet, sıfatları ise kesrettir.
Dünya: Zȃhirdir, zȃhir kesrettir. Ahiret: Bȃtın, bȃtın vahdettir. Dünya ve ahiret o da sendedir.
Allah’ın celȃl ve cemȃl tecellilerine sen muhatapsın, bazen zevk içindesin (cennet), bazen celȃl hȃkimdir (cehennem). Zira cennet cemȃl tecellisinin zuhurudur, cehennem celȃl tecellisinin zuhurudur. Ȃrife esmȃ böyle görünür. Veya eşya, esma olarak görünür. Vücȗd birdir, o da Allah’ın vücududur. Sen ȃlemin çekirdeğisin, senin açılımın ȃlemdir. Bu sırların hepsi tevhidde vardır. Tevhidi mürşid-i kȃmilden tahsil ettiğin zaman bu sırlara vakıf olursun, gayriyat senden kalkar. Bazen kapalılık olsa da sana zarar vermez. Gayriyata düşsen de kesrete dalsan da gönlüne dön, dersine dön, gayrıya bakma sende iste sende bul. İlacın sende, dermanın sende. Dert sahibi olunca tabibe gidersin, o da sana şifa olacak ilaçlarını verir. Alır kullanırsın, tabibi yanında taşımazsın, ilacını kullan şifaya erersin…
Men aref sırrına er ko gafleti
Gör ne remzeyler bu insan sureti
Haşr-u neşr ile tamuyu cenneti
Gayre bakma sende iste sende bul
“Men aref sırrıé ; “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisine işarettir ki buradaki nefs kişinin öz varlığıdır.
Bir mürşide intisap etmeden, kȃmilden doğmadan bu sırları idrȃk etmek, zevk etmek imkȃnsızdır. Kȃmil seni sana bildirir. Ölmezden evvel öldürür. Onun vasıtasıyla nefsinin hakikatına arif olursun. Hakk yüzünü kȃmilden gösterir. Bundan sonrası muvahhidin zevkidir.
Haşr-u neşr: Toplanmak ve dağılmak. Enfüsi mȃnası ile tevhidde vahdet ve kesrete işaret eder. Vahdet makamı makam-ı cem’dir. Kesret makamı hazretü’l cem’dir. Cennet ve cehennemin hakikatını ‘men aref’ sırrına erenler anlar. Cennet, zevkler, tevhidden oluşan zevklerdir. Cehennem gayriyatdır. Gayre bakma sende iste sende bul…
Haşr-ı suri hȃlin inkȃr eyleme
Gülşen iken yerini hȃr eyleme
Enfüsü ȃfȃkı bil ȃr eyleme
Gayra bakma sende iste sende bul
Haşr-ı suri: Suretlerin haşri-toplanma yeri. Allah’ın kıyametten sonra ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Tevhidde dersler mürşid-i kȃmil tahsil ettirilirken kȃmil mutlak olarak şu ifadeyi vurgular: Ȃfȃkta ve enfüste… Bu ifade fenȃ fillah makamlarının her bir mertebesinde tekrarlanır. Derslerin olmazsa olmaz şartıdır. Bazı salikler bu iki kavrama dikkatlerini verirken bazıları zevklerine mağlup olarak enfüsü ön tarafa çıkarırlar ve ȃfȃkı nazarı dikkate almazlar. Aslolan mȃnaların enfüsüdür derler. Hatta bazıları afakı inkȃr ederler. Bir diğerleri de enfüse pek aldırış etmezler, enfüsi mȃna ve zevk onlarda zuhura gelmez ve hep afaka dönüktürler. Her şeyi zȃhir üzere alırlar.
Niyazi Efendi hazretlari buradaki ifadesinde ehl-i tevhide ve ehl-i imana bir uyarıda bulunuyor ve diyor ki: Senin içinde bulunduğun hȃlin ne olursa olsun sakın haşr-i suri olan ahiret ȃlemindeki haşri ve o ȃlemi inkȃr eyleme. Gül bahçesi olan bugünkü yerini diken bahçesine çevirme. Gül bahçesini dikene dönüştürürsen hor, hȃkir olursun.
Bir insan bu ȃlemdeyken uyanır, melekût semalarına kanat açıp uçar, varlığının ve varlığın Hakk’ın varlığı olduğuna arif olursa o kişi ölmeden evvel ölmüş ve kıyameti kopmuştur. Arif-i billah olan haşrı neşri bu ȃlemde iken görür ve enfüsünde yaşar. Ona bir daha kıyamet yoktur. Hesap yoktur. Ama bu irfaniyet haşr-ı surinin, kıyametin, ahiretin inkȃrını gerektirmez. Arif-i billah olanın hȃli başka, avamın hȃli başkadır. Bu ȃlemde göremeyenler ȃlem-i ahirette göreceklerdir…
Zȃt-ı Hakk’ı anla zȃtındır senin
Hem sıfatı hep sıfatındır senin
Sen seni bilmek necatındır senin
Gayre bakma sende iste sende bul
İzahata ihtiyaç yoktur. Oku kendini, bil, anla, ol… Hakk Teȃlȃ hangi makamda salikin zȃtı, sıfatı, ef’ȃli olur. Salik veya kişi hangi makamda kendini bilir ve necat bulur?
“Zȃt-ı Hakk’ı anla zȃtındır senin” ; Bir salik fena makamlarından tevhid-i zȃtta zȃtını Hakk’a verir, fena fillah olur, beka makamlarının ilki olan makam-ı cem’de Hakk Teȃlȃ o salike kendi zȃtını giydirir. Ve salikin zȃtı Hakk’ın zȃtı olur. Kim bu makamı zevk ederse Bu ifadeyi kullanmak onun hakkıdır.
“Hem sıfatı hep sıfatındır senin” ; Salik fena-i sıfatta Hakk teȃlȃya sıfatını vermişti. Hakk Teȃlȃ bekȃda kendi sıfatını salike giydirir, bu makam hazretü’l cem’dir.
“Sen seni bilmek necatındır senin” ; Bu ifade tevhidin özüdür. Sen seni mürşid-i kȃmille bildin. Bu bilme sırrı şudur: Senin sana ait bir varlığın yoktur, sendeki varlık Hakk’ın varlığıdır. Allah afakı ve enfüsü kaplamıştır, ondan gayrı yoktur. Salik makam-ı cemü’l cem’i zevk edince ‘sen kimsin’ diye soracak olsalar, ‘Evvel benim, ahir benim, zȃhir benim, bȃtın benim’ der. Ben kimim diye sorsalar, ‘Evvel sensin, ahir sensin, zȃhir sensin, bȃtın sensin’ der. İşte mutlak necat(kurtuluş) budur. Bu makam sahipleri hatmü’l makam sahibi olmuşlardır. Ene ve ente ifadeleri kalkmış ‘illallah’ sırrı aşikȃr olmuştur… Gayre bakma sende iste sende bul…
Sȗreti terkeyle mȃna bulagör
Ko sıfatı bahrı zȃta dalagör
Ey Niyazi şarku garba dalagör
Gayre bakma sende iste sende bul
Bu görünen suretlere aldanma bunlar değişkendir. “O her an bir şe’ndedir.” (Rahman: 29) Bu oluşuma, bu surete takılıp kalma yani şe’n’e değil, şe’ndeki O’na bak, O’nu gör. Aslolan mȃnadır, akışı dondurma, ef’ȃlden sıfata, sıfattan zȃta sefer eyle. Sonra bu makamlarla fena fillah oldun mu bekȃ makamlarına terfi edersin. Bu defa Hakk Teȃlȃ zȃtı, sıfatı ve ef’ȃliyle sana gelir, hatmü’l makam olursun. Mürşid-i kȃmilin sana tahsil ettireceği makamlar buraya kadardır. Sonra bir makam daha vardır ki o makama ahadiyyet makamı denir. Mutlak tevhid bu makamdadır. Bu makama dalan şarku, garbu doldurur. Bu makam bahrı zȃt makamıdır. Zȃt-ı sırftır…
***
Sevdim seni hep varım yağmadır alan alsun
Gördüm seni efkârım yağmadır alan alsun
Bir insan Hakk ve hakikat talibi olur, arar, gönlünün huzur bulacağı dostu, insan-ı kâmili buldu mu kâmil de onu kabul edip salikin gözünden, gönlünden perdeyi kaldırdı mı (ki bu telkinle olur. İsrafil-melek kıyamette nasıl ki sûra üflemekle koparırsa kâmil de salike ettiği telkinle salikin kulaklarından girerek içindeki bütün variyet, gayriyet evrenlerini yıkar yok eder, salikin kıyameti kopar ve salik yeni bir hayata geçer.) salikin kıyametinin kopmasıyla o anda salik büyük bir şaşkınlık geçirir ve hayret içinde kalır.
Salikin görüşü ve bilişleri değişmiştir. Evren algılaması aklı değişmiştir. Fikirleri önceden bilinmeyene aitti şimdi gördü, görmesiyle de gönlünde sevgi-aşk oluştu ve eskiye ait ne varsa yok oldu, yeni bir yaşama geçti. İşte ikinci doğuş budur, kâmilden doğma budur. Evvelce hayalinde olanlar yok oldu ve o oluşları yağmaya verdi alan alsın. Mefhumda bir Allah vardı o yok oldu. Ondan korkardı, korku yok oldu. Zirvede insanlar görürdü şimdi onlarla bir, arkadaş dost oldu. Kıyas kalktı her şey O’nda bir oldu. Kişi Hakk’ı sevdi mi gözü ondan gayrı hiçbir varlık görmez, hiçbir şeye de sahip çıkmaz. Hakikatı olduğu gibi gören salik ilme’l yakînden ayne’l yakîne geçmiş, fikirler düşünceler yok olmuştur. Görene iman gerekmez. Sonra da Hakka’l-yakîn makamında karar kılmıştır. Salikte sevap, günah kavramları yok olmuştur. “Biz sana fetih verdik, Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın” (Fetih: 1-3). Salik fethe ermiştir, kendisinde variyetten eser kalmamış, varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu zevk ederek, ‘lâ mevcûde illa Hû’ sırrına erip, fail, mevsuf, mevcûd Hakk’tır bilincine ermiştir. Sevap, günah varlık sahiplerinin işidir. Bir günahın, bir sevabın işlenebilmesi için onu işleyecek bir vücuda ihtiyaç vardır. Fiil bir sıfatla işlenir. Sıfatın olması için bir zâta ihtiyaç vardır. Bir fiilin oluşmasında kuvvete ihtiyaç vardır. ‘Lâ havle vela kuvvete illa billah’ “Tarafım etrafım yoktur, güç ve kuvvet Allah’ındır”. Fiil, sıfat ve vücûd sırrına erişen bir insan nasıl ben yaptım diyebilir, diyemez. Bu sırra erende sevap, günah bulunmaz.
Salik kâmilden sırrı alıp hakikat onda karar kıldı mı içi muhabbet-i ilahi ile dolar. Hakk’ı gören ona nasıl âşık olmasın? Güzelin can alıcı bakışına muhatab olan ona nasıl meftun olmasın? Âşık sen ne mutlu bir kişisin ki; Hakk tarafından seçilmiş, kendine davet olunmuş birisin, bunu böyle bil. O mazharda sana oku atan yaralayan Hakk’tır…
Aldın çü beni benden geçtim bu can-u tenden
Aklım dahi her varım yağmadır alan alsun
Beni benden aldın benliğim yok oldu. Can ve tenin hakikatına arif oldum yani variyetin Hakk’ın varlığı olduğu tahakkuk etti, ne aklım kaldı ne ondan gelip bende isim yapan varlığım kaldı. Ben baştan sona gönül oldum, aklım yok oldu. ‘Gönül Çalab’ın tahtı’ der Yunus. Evren boşluk kabul etmez. Bir evi kullanabilir kılan içindeki boşluktur. Bir bardağı kullanılabilir kılan yine içindeki boşluktur. Sen senden alınırsan ne dolar sen düşün…
Peygamber (a.s.) Kâbe’nin etrafındaki putları yıktırdı. Sonra Kâbe’nin içine bizzat kendi girdi orada da putlar vardı. Hz. Ali’yi omuzlarının üzerine aldı, Kâbe’yi putlardan temizledi. Hacer-ül esved (siyah taş) Kâbe’nin köşesine yerleştirildi. Hacılar Kâbe’nin etrafını tavaf ederlerken o taşa ellerini, yüzlerini sürer musafaha yapar öperler. Şimdi bunları enfüsüne al. Bütün bu anlatılanlar sende mevcuttur.
Kâbe gönüldür, kalptir. İçindeki putlar gayriyatdır. Peygamber mürşid-i kâmildir. Ali mürşid-i kâmilin velayet yönüdür ki gayriyatı temizler. Peygamberin risalet yönü halka dönüktür, zâhirdir. Velayet yönü Hakk’a dönüktür, bâtındır. Kişiyi şirkten temizleyen velayettir, Hakk’tır. Kâbe’de bulunan hacer-ül esved de, kalpte süveyda-i deruni denilen bir siyah noktadır ki orası Allah’la irtibatın kurulduğu yerdir. Siyah olması vahdete yani birliğe işarettir. Kiminle musafaha yaptığına dikkat et. Bütün bunlar akılla olacak işler değildir, candan geçip varlığı Hakk’a vermeyenler bu sırlara âgâh olamazlar. Bu yolda aklını bir kenara koy gönülle ol. Bu yolda canını veren cananı alır yerine.
Salik fenâ makamlarında canını Hakk’a verdi ve yok oldu. Hakk bu canın yerine kendini verir. Bu pazarda, aşk dükkânında can alınır, can verilir. Ver canını al cananı, bu kadar…
Can bâtındır, ten zâhir. Sen senden alındın mı bâtın, zâhir Hakk olur. Zaten öyleydi ama bilmiyordun, gayriyat sana hakikatı göstermiyordu. Her şeyi akılla anlamaya çalışıyordun. Akıl kesrete dönüktür, gönül ise vahdete. Akıl böler, parçalar, çoğaltır kıyas yapar, gönül sahibi olunca akla ihtiyacın kalmaz, zira aklın akl-ı kâmil olmuş, akıl gönüle dönüşmüştür. Hakk akılla değil gönülle idrâk edilir. Gönül gözü ile müşahede edilir. Akıl müşahedeye dayanamaz. Onun için miraçda Cebrail sidretü’l müntehaya kadar geldi orada durdu ve “Ya Resulullah bir adım daha ileriye adım atacak olursam yanarım” dedi. Resulullah: “Ben Allah’ımın aşkına yansam da onda yok olmaya geldim” dedi ve yürüdü. Resul, akl-ı resul olan Cebrail’i bıraktı ve yükseldi. Sidretü’l müntehaya kadar akıl ve aşk birlikte idiler. Sidretü’l müntehadan ileriye refref ile seyahat oldu ki bu refref zevktir. Aklın yolu başka aşkın yolu başkadır ama kâmil aşka biner aklı uzaklaştırmaz. Nereye kadar, aklın sınırına kadar.
Akıl oradan ileriye adım atamaz. Sonra aşk zevke dönüşür. Cebrail akıldır, aklın karşılığı ilimdir. Burak aşktır, aşkın oluşumu görme iledir, zevkse olmaktır, tanımı yoktur. Bunlar tasavvuf lisanında şöyle beyan edilir; ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn. Bunların üçü de Hakk’la ilgilidir. Zevkin üç makamı vardır: Bilmek, görmek ve olmak. Bilen Hakk’tır, gören Hakk’tır, olan Hakk. Özetle tevhidde bu yolculuğu (Miraç) nasıl idrâk ederiz? Salik evvela Burak olan aşka biner, tevhid-i ef’âlde fiilini yok eder. Sonra kâmil saliki sidretü’l münteha denilen tevhid-i sıfat mertebesine yükseltir ki akıl orada durur ileriye geçemez. Sonra kâmil saliki tevhid-i zât mertebesine yükseltir. Refref buradaki zevktir. Bu makamda zevke eren salik miracını yapmış olur.
Mescid-i Haram’dan (tehid-i efal) Mescid-i Aksa’ya (tevhid-i sıfat) oradan da ulvi âleme yani tevhid-i zât’a…
Beyite dönelim. Beni benden aldın. Variyetin Hakk variyeti olduğuna ârif oldum. Bu can-u tenden geçtim. Fenâ fillah oldum. Böylece Hakk irfaniyetine erdim. Aklım ve her varımı yağmaya verdim. Alan alsın… Bu yolda can vermek fenâ fllah olmaktır. Can almak ise bekâ billah olmaktır. Kâmilin aşk dükkânında can alıp vermek budur…
Ben varlığımı attım dost varlığına yettim
Her usluya bazârım yağmadır alan alsun
Varlığımın Hakk varlığı olduğunu mürşidimin himmeti ile idrâk edince, bende bana ait varlık kalmadı. Varlığım Hakk’ın-dostun varlığı oldu. “Hakk geldi batıl zail oldu.” (İsra: 81) Aklın ürünleri yok oldu, her şeyi yağmaya verdim alan alsın…
Geçtim ben âd-u sandan çıktım ben o dükkândan
Hep ırz ile vekârım yağmadır alan alsun
Ad ve san önceki hâlde halkın verdiği ünvanlardır. Âlim adam, zahid adam vb. ne kadar ünvanlar var ise ben bu ünvanlardan vazgeçtim. O ünvanların verildiği dükkânı terk ettim. Bu ünvanlar bende yok oldu.
Irz ve vakar varlıktan, variyetten gelen vasıflardır, onları yağmaya verdim, zira ben gerçek varlık sahibini idrâk ettim.
İnsanda varlık şöhrete meyyaldir. Variyet sahibi ister ki âlemde herkesin parmakla gösterdiği şöhretli biri olsam. Hep en önde ve herkesten üstün olmak. Benlik böyle bir şey. Ne kadar isteseler tevazu sahibi olamazlar. Gayriyatı, varlıkları terk et merak etme, yerini tevazu doldurur. Nehir yüzünü yerlere sürüyerek deryaya ulaşır. Meyveli ağacın dalları meyveyle doldukça aşağı sarkar…
Geldi dile dildârım buldum gül-ü gülzârım
Şimden gerû hep varım yağmadır alan alsun
Gönlüme sevgilim geldi ki o gönlümün sahibidir. Onun gelişi ile gönlüm gül bahçesi oldu. Gülü gül bahçesinde, gönlümde buldum. Varlık variyet yok oldu.
Sen gâibi-ü hazırsın her hâlime nâzırsın
Ahvâl ile etvârım yağmadır alan alsun
Sen (Allah) gaib-ü (bâtın), hazırsın (zâhir), her hâlime nazırsın, yani nazar eden bakan görensin. Bütün hâllerim, tavırlarım, davranışlarım yağmadır alan alsın.
… İşte bir muvahhid ister zâhir olsun ister bâtın, muvahhidden gören Hakk olduğundan gaflet etmez. Her gördüğü Hakk’tır. Her duyduğu Hakk’ın sesidir. Farkındalık, aydınlanma kapısı açılmıştır. Bir daha kapanmasına imkân yoktur. Bu sırra erende şahsi ahvâl ve etvâr kalmaz. Yağmaya vermiş yağmalanmıştır.
Çün buldu gönül yârim terk eyledim ağyârım
İman ile zünnârım yağmadır alan alsun
Gönlüm yârimi (Allah’ı) bulmadan önce kendi dışımda ne varsa hep bana yabancı idi, onları hep öyle görür öyle bilirdim. Ne zamanki benden variyet gitti, gönül yârini buldu, yani varlığın Hakk’ın varlığı olduğu gönlüme doldu, tüm yabancı zannettiklerimin hakikatı aşikâre oldu. Âfâk, enfüs Hakk’la doldu, Hakk oldu ve bende ağyar görüşü kalmadı.
Bu bir zevk-i ilahidir, insandan örtü kalktı mı kesret görülen her şey vahdete dönüşür. Onun için bu sırrı idrâk eden Şebusterî, Gülşen-i Raz isimli eserinde şöyle der; “Eğer puta tapan müşrikler neye taptıklarına ârif olsalardı bilirlerdi ki taptıkları Hakk’tan başka bir şey değildir.”
… İman sahipleri Allah’ı ve âlemi birbirinden ayrı kabul ederler, yani Allah ayrı, âlem ayrı varlıklar olup, Allah ayrı kul ayrıdır. İman edenlerin nazarında bir iman edilen varlık vardır bir de ona iman eden varlık vardır. Yani ikilik vardır ki tevhid ikiliği reddeder.
… İman mahcûbların (perdelilerin) işidir. Görene iman gerekmez. İlme’l yakîn makamında bile iman yoktur. Çünkü ilim ilmullahtır. Ama zahir ilimde ve onun her mertebesinde iman mecburidir. Cennete girmenin temel şartı da imandır. Ehl-i tevhidin ilmi görmekle eşdeğerdir. Bu aynı zamanda gören bilir mânasındadır. İkiliğin kalktığı her şey tanımını tarifini terk eder. Muvahhid bilmekten görmeye geçti mi iman tamamen kalkar. Zira görene iman gerekmez. Görmek inanmayı iptal eder. Orada imana yer yoktur. “Sadece hayat vardır, hayatı yaşayan bir kişi toktur.” Bu ifade tevhidde mutlak gerçeği vurgular.
Şimdi bu sırrı yaşayan imanı ne yapsın, zünnarı hepten geç. Bu sırrı idrâk eden ârif-i billahlar ‘ârifin dini yoktur’ derler. Kastettikleri zâhir dinlerdir. Yunus şöyle der;
Küfr ile iman sözü hicab oldu bu yolda
Safalaştık küfr ile imanı yağmaya verdik.
Ey talib-i hakikat, tüm bilişlerini, inanışlarını terk etmedikçe mutlak’a eremezsin. Gönül yârini bulamazsın. Mutlak kendisini sana açmaz. Olacak olan sensin. Sen sana yol vermez isen sen olamazsın. İraden falan dinde, falan inançta olduğu müddetçe kendine dönemez, kendini bilemez. Kendin olamazsın. Dedilerin, demişkilerin esaretinden kendini hele bir kurtar, yükün hafifler rahatlarsın. Semâlar seni beklemede. Semâ sensin sen. Bekleyen sensin, beklenen sen, senliksiz. Hakk müşahedesinde iman, zünnar kalmaz. Yağmadadır. Bunları alan alsın…
Mısrî’ye vücûb imkân bir oldu kamu a’yan
Tâat ile ezkârım yağmadır alan alsun
Vücûb; vacib, varlığı zaruri olan. İmkân; mümkün olan. Varlığı ve yokluğu müsavi olan, bir oldu kamu a’yan; bütün görünenler, her şey…
Bunların bir de tasavvufta, tevhidde mânaları vardır ki bunlara tevhid lisanında ‘bahr-i vücûb’ ‘bahr-i imkân’ denir. Bahr-i vücûb Allah’ın ef’âl, sıfat ve zatıdır. Bahr-i imkân bu görünen mevcûdat, kâinattır. Niyazi Efendi hazretleri bu iki bahr, vücûb ve imkân bir oldu diyor.
Taat ve ezkârım yağmadır, alan alsın diyor, neden? Çünkü taat ve ezkâr ikilikle yapılıyor idi. Variyetle yapılıyor ve karşılık bekleniyordu. Hakikate eren taatı ne yapar, cennetleri ne yapar, cehennemden ne korkar? Bütün bunlar varlık, benlik sahipleri içindir.
Vücûd vücûdullah iken, yani Allah’ın vücudu iken sen nasıl benim vücudumdur dersin?
*
(S: 421)
Kim ki aşkın dârına berdâr olur
Cümle uşşâk içre ol serdar olur
Kim ki aşk uğrunda darağacına asılmıştır, can vermiştir, o kimse bütün âşıklar içinde serdar olmuştur. Âşığı aşktan daha güzel terbiye edici yüceltici ne olabilir ki? Âşık zâhirde bile maşukundan gayrı bütün güzellerden gözünü gönlünü çeker. Evrenleri içine koysan bir köşesini işgal edemeyen gönlün aşk ile dolması ne acaip bir gerçektir. Oysa aşk şu bu değildir. Ne havadır, ne toprak ne sudur, ne ateş. O ateş olarak tarif edilir ama şahsına münhasır bir ateştir o, duman ateşine benzemez. Aşk yurdunu arar, her mazharı yurt edinmez, onun yurdu gönüldür. O sırdır. Aşk girdiği gönlün sahibini âşık eder. Ad ve sanını yok eder. Anılan kendi olur. Mazharı kendine layık, kendi yapar. Yani âşık, aşkın dârına berdâr olandır, aşkın diyeti budur. Böyle olan aşk şehitleri âşıklar içinde baş tacı olur.
Aşk salikin seyr-i sülûkunda en büyük itici gücüdür. Salik bütün makamları onunla geçer. Aşkı olmayan muvahhid olamaz. Allah’ı bilemez, bulamaz, olamaz. Cihanda aşk olmasa âşık maşuk olmaz.
Âşığa sorgu sual yoktur. Âşık sadece aşkın mazharıdır. Âşığa kayıt yoktur, o hiçbir emrin altına girmez. Âşık ebedi aşk hâlindedir. O akıl sınırlarının ötesindedir. Yunus’umuzun ifadesi ile;
Müslümanlar kim görmüştür âşık tövbe ettiğini
Ya kim işitti denize od düşüben tüttüğünü
Bu yolun bidayeti yokluktur, ölümdür yani fenâ fillah olmaktır. Ölmeden evvel ölmek sırrına ermektir. Fiilinin ve fiillerin Allah’ın fiili, sıfatının ve sıfatların Allah’ın sıfatı, zatının ve tüm zâtların Allah’ın zâtı olduğunu idrâk, müşahede ve zevk ettin mi ne sen kalırsın ne âlem. Variyet sahibi iken bunlar benimdir diyordun. Şimdi variyetin gitti varlığın Hakk varlığı olduğu aşikâre oldu. Sen ve âlem yoksun artık. İşte ihtiyari ölümün tahakkuk etti, kıyametin koptu. Yokluk budur. Fakirliğimle iftihar ederim hadisinin hakikati budur. Bu sırlara vakıf olan kişiler insan-ı kâmil olurlar ve âşıklar içerisinde baş tacı olurlar. Sonra da Hakk o salike zâtını, sıfatını, ef’âlini giydirir. Salik Hakk’ın varlığı ile var olur. Salik aradan çekilir, varlık Hakk’tır…
Dostları ilə paylaş: |