Cȃn ol ki “nefahtü” dedi Kur’an’da ana Hakk
O nefha-i Rahmȃniyedir bu sırr-ı mutlak
Niyazi Efendi burada mȃnaya iniyor. Can ruhtur. Damarda akan kan değil. Kur’an’-ı Kerim’de “Ona ruhumdan üflediğim zaman” (Hicr:29) demekki can(ruh) Hakk’ın nefesi üflemesi imiş. Mutlak sır ne imiş? Rahman’ın nefesi üfürmesi imiş. Bu sır nedir? Bu ayette geçen ifadenin geçmişe ait olduğu zannedilmesin. Bu nefes elan da üfürülmektedir. Yeter ki Rahman’ın arzda mazharını bul, mürşid-i kȃmili bul. Nefes onun nefesidir. Gerçek insanlığını o nefesle bulursun. O nefesi almadan gerçeğe ulaşmana imkȃn yoktur. İsa aleyhisselam buyururlar ki “İki defa doğmayan melekût semalarına kanat açıp uçamaz.” Kuş da iki defa doğar. Birinci doğuşu yumurtadan çıkışı, ikinci doğuşu ise kanatlanıp uçuşudur. İnsanın da birinci doğuşu anasındandır. İkinci doğuşu ise mürşid-i kȃmildendir. Buna kesin inan. Doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün tasavvufi sistemlerde bu vardır ve asıldır. Evrensel bir gerçektir. Kur’an’da bahsi geçen bu ‘nefha’ ezelden beridir üfürülmekte ve kıyamet kopana kadar da devam edecektir. Zira ezeli olan ebedidir. Rahman nasıl ezeli ise o aynı zamanda ebedidir de. Ve bu nefes her zaman var olacaktır. Bu sırrı büyük Melami mürşidi, hakikat piri Hasan Fehmi Tezdoğan Hazretleri şöyle ortaya koyar:
Kuruldu ol bezm-i ezel ikrarın veren gelsin
Açıldı gülşen-i vahdet o gülü derenler gelsin
Okundu birliğe ezan huzurda duranlar gelsin
Okundu farza ikamet imama uyanlar gelsin
Peki, her zamanda olan bu “O nefha-i Rahmani” nedir? Zannediyor musunuz ki Allah ve sıfatları ve sıfatların isimleri hayȃldedir veya zihindedir? Bütün bunlar eskilerin bir masalı, hikȃyesi midir?
Her ismin bir mazharı olduğu gibi her mazhar da bir ismi, bir vasfı şahsında bulundurur. Allah seni bilir, ama sen nasılsan senden seni öylece bilir. Hayȃle atma… Bu ȃlemde Allah’ın Rahman isminin mazharı veya o mazharda Rahman olan insan-ı kȃmil (Gavs-ı a’zam, Kutb-ül aktab) ve onun vekilleri bu ‘nefhayı’ her an nefh etmektedirlar. Zȃhirde bile sen nefesini kimden alıp kime veriyorsun? Evrenden alıp evrene veriyorsun ama evrenin mȃnasına arif olursan o zaman Allah’tan alıp Allah’a verdiğini idrȃk edersin. Efendim bu ‘panteist’ görüştür dersen, sana deriz ki, yalan mı bu görüş? İnandığın Allah demiyor mu Kur’an’da “Zȃhir O’dur, Bȃtın O’dur.” (Hadid:3)
Hȃl böyle olunca evren zȃhiriyle ve bȃtınıyla O olmaz mı? Olur… ‘Efendim evren geçicidir, kalıcı değildir’ dersen, Kur’an’da Allah demiyor mu; “O her an bir şe’ndedir.” (Rahman:29) Ama bu izahlar külli bir görüş ister…
Ol rȗh-i izȃfiye kim erdi odur insan
Ol nokta-i kübrȃdır olan suret-i Rahmȃn
“Ona kendi ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr:29-Sad:72) İşte üflenen bu ruh mutlaktır. Bu ruh mazhara sirayet etti mi o ruha izafi ruh denir, zira mazhar sınırlıdır. Ruh da mazhara bağlı anıldığından izafi olur. Kim böyle bir ruha yani İnsan-ı kȃmilin (Rahman’ın) nefhasına muhatap olur ise işte gerçek insan olur, insanlığını o an bulur. Sȗreta insan olanları sen insan zannetme. Hani bir nefesinde Niyazi Efendi der:
Sȗreti insan içi hayvan olursa insanın
Taşlar ile dövünüp insanı bulması ne güç
İşte kȃmilden bu nefesi alan insanlığını bulunca İsa (a.s.)’ ın ifadesi yerini bulur ve o, melekût semalarına kanat açar, uçar. Daha da ilerilere artık ona dur durak yoktur.
“Ol nokta-i kübrȃdır olan suret-i Rahmȃn” : Yukarıdaki beyitin izahında Niyazi Efendi kendi üstadı Ümmi Sinan Mehmet Efendiyi kast ederek;
Nokta-i kübra görünmez ama
Gizlidir zira cümleden zȃtı
Hakk yüzü insan yüzünden görünür
Zȃt-ı Rahman şeklin insan eylemiş
Diyerek bu sırrı açığa vurur.
Gavs-ı a’zam; yeryüzünde ‘Rahman’ isminin mazharıdır. Sureti insandır, zȃtı Rahman’dır. Ȃlemde küçücük bir nokta görünür insan olması hasebiyle ama onun sireti, zȃtı, iç ȃlemi Rahman’ın mazharıdır. Rahman’dır. Noktadır sureta ama kübradır O.
Sen bir incir çekirdeğinin içindeki incir ağacını, kayısı çekirdeği içindeki kayısı ağacını gör. Noktada kübra vardır anla…
*
(S: 70)
“Kȃbe kavseyni ev ednȃ” üç yüz ellidir bilin
Doğdu gün mağribden açtı zulmeti Sübhȃn bana
Kȃbe kavseyn, meratib-i tevhidde makam-ı cem’ül cem’dir. Ev-ednȃ ise ahadiyyet makamına işaret eder, ondan öte makam yoktur.
“Doğdu gün mağribden” ; yani güneş batıdan doğdu demektir. Güneş batıdan nasıl doğar? “Bizim yasamızda sapma bulamazsın.” (İsra: 77) Bu ayet hükmünce güneşin batıdan doğmasına imkȃn yoktur. Zira kanun-u ilahi buna izin vermez. O zaman mȃna nedir? Bir hadis rivayet edilir. Şöyle ki “Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmaz.” “Kıyamet kopacağı vakit güneş batıdan doğacaktır.” İşte bu hadis-i şeriflerde kastedilen mȃna Niyazi Efendi’nin yukarıdaki beyitinde vurgulanan mȃna ile aynıdır. Yani bu beyit ve hadis-i şerifler enfüse ait olan ifadelerdir. O zaman mȃna nedir?
Kişinin doğusu ruhtur, batısı nefistir. Güneş şu dört yerde doğar, dört yerde de dolanır yani batar.
1-Ȃfȃkta: Güneş ȃfȃkta doğudan doğar batıdan dolanır.
2-Enfüste: Güneş ruhtan doğar nefisten dolanır.
3-Kesrette: Güneş mürşid-i kȃmilden doğar, ehl-i inkȃrdan dolanır.
4-Vahdette: Makam-ı cem’de doğar, hazret’ül cem’de dolanır.
Güneş neyi remzeyler? Güneş zȃt-ı ilahidir. İşte Sübhan’ın zȃt-ı ilahi olan güneşi doğdu mu bütün zulmet-gayriyat bulutlarını yok eder. Bir kendi kalır. “Bugün mülk kimindir, vahit ve kahhar olan Allah’ındır.” (Mümin: 16) Ayeti sabit olur.
Gün-güneş mağribden yani batıdan nasıl doğar? İnsanın enfüste kıyameti nasıl kopar? Ne demiştik yukarıda? İnsanın doğusu ruhtur, batısı nefstir. Güneşse enfüste ruhtan doğar, nefiste batar dedik. O zaman güneş nefisten nasıl doğar? Güneşin nefisten doğması demek nefsin ruha tebdil olması demektir. Ne zaman ki nefs ruha tebdil oldu, işte o zaman güneş batıdan yani nefisten doğmuş olur ki işte kıyamet budur. O zaman salikin kıyameti kopar. Yani nefs nefs olmaktan çıkmış, ruh olmuştur. Yoksa hakikatte güneş hiç batmaz.
Nefs ruha nasıl tebdil olur? Nefsin ruha tebdil olabilmesi için mürşid-i kȃmile ihtiyaç vardır. Onsuz olmaz. Güneş ne kadar gökyüzünde parlarsa parlasın bulut kümeleri önünü kapadı mı arzda yaşayanlar güneşi göremez olurlar. Güneşin önünün açılması, bulutların güneşin önünden gitmesi için ne lazımdır? Rüzgȃr lazımdır. İşte bu rüzgȃr bulutları sürer götürür. Güneş bütün parlaklığıyla gökyüzünde görülür. İşte enfüste, insan içinde aynen böyledir. Kȃmilin bir nefesiyle gayrıyat bulutları defedilir ve zȃt-ı ilahiye güneşi aşikȃre olur.
Nefsle ruhun farkı şudur. Kişi Hakk’la oldu mu ruh sahibi, Hakk’la olmazsa nefs sahibidir. Vahdette olursa ruh sahibidir. Kesrette olursan nefs sahibisin. Demek ki ruh ile nefsi birbirinden ayıran gafletmiş, uyku imiş, uyandın mı ruh sahibisin.
Güneş örneğine dikkat ederseniz yerçekimine tabi olanlar için güneş doğuyor ve batıyor, ayrıca bulutlar güneşi engelliyor, oysa yerçekimini yenen ȃrif-i Billahlar için, kȃmiller için bu kayıt yoktur. Onlar için güneş apaşikȃrdır, doğmaz dolanmaz ve hiçbir şey de onu örtemez. Anla…
Kȃmil tarafından kabul edilen salike kȃmil ne yapar da salikin nefsi bir anda ruha tebdil olur? İşin sırrı buradadır. İşte nefhanın(üflemenin) sırrı buradadır. Kȃmil salike ne bir şey verir ne de ondan bir şey alır. Sadece ona yani salike kendi özünü hatırlatır ki işte nefha budur, kȃmilin nefesi budur.
*
Uyan gözün aç durma yalvar güzel Allah’a
Yolundan izin ayırma yalvar güzel Allah’a
Her giceyi kȃim ol her gündüzi sȃim ol
Hem zikir ile dȃim ol yalvar güzel Allah’a
Tevhidin iki yüzü vardır. Bir yüzü ȃfȃktır, bir yüzü enfüstür. Bir yüzü sükûndur, bir yüzü hareket. Bir yüzü vahdettir, bir yüzü kesret. “Biz ayetlerimizi ȃfȃklarınızda ve enfüslerinizde göstereceğiz. Bilinsin ki görünen Hakk’tır.” (Fussulet: 53) Ȃfȃk dış, zȃhir, kesrettir. Enfüs iç, bȃtın, vahdettir. İster zahirde olsun, ister bȃtında ister kesret olsun ister vahdet görünenlerin ikisi de Hakk’tır.
Gece tevhidde vahdete işaret eder. Neden? Çünkü bütün varlıklar karanlıkta gizlenmiş, görünmez olmuş, her varlık yuvasına çekilmiş, renkler tek renge bürünmüş, zıtlıklar ortadan kalkmış, bütün vasıflar yok olmuştur. Bir olmuştur.
Gündüz kesrettir. Yani çokluktur. Her şey ortaya çıkmış ayrı ayrı, evreni çokluk kaplamıştır. Cemȃdat, nebȃdat, hayvanat, insan, hava, su, toprak, ateş vb. sayısız varlıklar renkler… Çokluk zuhur etmiştir. Bunları gösteren güneştir.
Saim olmak demek ne demektir? Saim demek oruçlu, oruç tutan demektir… Oruçlu bir insan vücuduna dışarıdan bir şey almaz. Şartı ilmihal kitaplarında mevcuttur. İşte bir muvahhid de kesrete girdi mi enfüsündeki birliği bozmamalı, dışarıda gördüklerini içine almamalı kesret olarak. Bilecek ki bu kesret, çokluk vahdetin görüntüleridir. Vahdetten ayrılmayacak. Varlık Hakk’ın varlığı iken, yani ef’ȃl, sıfat, zȃt Hakk’ınken benim deyip sahip çıkmayacak, saldırmayacak…
Zikir nedir? Anmak, hatırlamak, anılmaktır. Bu nasıl olur? Şeriatta ve tarikatlarda bu zikir için namazlar, Kur’an okumalar, tevhid kelimesini, Allah’ın isimlerini anışlar zikir olarak tarif edilir ki doğrudur. Hakikata gelince zikir farklı bir anlam ifade eder. Bunun için Niyazi Efendi bir nefesinde şöyle buyurur:
Hakka kul ol kul olasın makbul
Dil Müslümanının şahidi zordur
Zikir ne imiş, kul olmanın mȃnasını idrȃk imiş. Kul nedir? Kul mazhardır. Neyin mazharıdır? Allah’ın. Bu nasıl izah edilir? Şöyle ki: Mutlak olan Allah’tır, mukayyet olan kuldur, Allah kayıtlandı mı kul adını alır. Ey talib-i hakikat, Kȃmilden nefesini al. Sıdk-u sadakatle itaat et. Bu sırrı bil. Gönlüne dön ve ol! İşte zikir budur.
Onun için kȃmiller “zikir sessiz ve harfsizdir” buyururlar. Bu bir idrȃktir, ezeli ve ebedi olan. Büyük mutasavvıf Ebu’l Kasım Gürkani hazretleri buyururlar ki: “Tenzih ederim şu zȃt-ı tecellu alayı ki zȃtını lȃtif kılıp ona Hakk tesmiye etti ve zȃtını kesif kılıp ona da halk tesmiye etti.” buyurmuşlardır. Demek ki zikir her an Allah’la oluş şuurudur. Namaz da budur. Onun için Hazreti Mevlana “Fihi ma fih” nam eserinde: “Namazın ruhu namazdan eftaldir çünkü namazda ve diğer bütün ibadetlerde aslolan mȃnadır. İbadetlerdeki suretler insanı dinin özüne götüren vasıtalardır.” buyururlar. Meratib-i tevhidi tahsile başlayan salike mürşid-i kȃmil tarafından ilk olarak zikr-i daim telkin edilir ki işte bu zikirle salikin gönlünde aşk-ı ilahi harekete gelir. Bu zikr-i daim tevhidin hiçbir makamında terk edilmez. Ehline malumdur. Bu bir sırr-ı ilahidir.
Bir gün bu gözün görmez hem kulağın işitmez
Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allah’a
Sağlığı ganimet bil her saati nimet bil
Gizlice ibadet kıl yalvar güzel Allah’a
Ömrünü hiçe satma kendini nara yakma
Hem şȃm u seher yapma yalvar güzel Allah’a
İnsan ne yaparsa sağlığında yapar, sağ olarak yapar. Gafletle yapılan ibadetlerin önemi yoktur. Ölümle beraber her şey biter…
Ey insan! Sen de bunu görüyorsun. O zaman neden ibret almıyorsun. Neden “Ölmeden önce ölünüz ki bir daha ölmeyiniz” hadisine kulak vermiyorsun! Ölümü hayatta tatmadıysan vay ki vay sana, ebedi ölüsün. Var bir insan-ı kȃmili bul ki ölmeden evvel ölmek sırrına seni ulaştırsın. Sen daha hayatta iken seni şirk kirlerinden, şirk paslarından temizlesin, sonra da üzerine daha önce hiç kimse tarafından giyilmemiş, eskimemiş, tevhid kefenini bembeyaz sana giydirsin. İşte şimdi sen her şeyin önündesin, ellerin, omuzların üzerindesin. Her varlık (aslı bir varlıktır!) sana dua eder neden? Aslına döndün de ondan… Demek ki ölmeyince olmuyor ama gafletle değil. Hayat, görmek, duymak, kelȃm vb. birer sıfattır. Bunlar Allah’ın sıfatlarıdır.
Hey nice yatarsun dur olma bu safȃ’dan dȗr
Bahr-ı keremi boldur yalvar güzel Allah’a
Her vakt-i seherde bin lütfu gelir Allah’ın
Ol vakt uyanır kalbin yalvar güzel Allah’a
Allah’ın adın yȃd et can ile dili şad et
Bülbül gibi feryȃd et yalvar güzel Allah’a
Vakt-i seher nedir. Zȃhirde sabahın başladığı vakittir ki ikinci fecrden biraz evvel olan vakittir. Bu vakte ehl-i şeriat ve ehl-i tarikat çok önem verirler ve mümkün mertebe bu vakitte zikirle meşgul olurlar, hatta Nakşibendi tarikat mensupları seherden yarım saat önce uyanırlar, abdestlerini alır, teheccüd namazlarını kılarlar ve bu vakitte manevi derslerini yaparlar. İşin zȃhiri budur.
Peki, bu seher vaktinin bir hakikatı var mıdır? Elbette vardır, aslolan da mȃnadır, mȃnanın hakikatidir. Peki, seher vaktinin tevhidde hakikati nedir? Tevhidde seher, tevhid-i ef’ȃl makamıdır. Meratib-i tevhide zikir ile başlanır. Ve zikir hiçbir makamda terk edilmez. Zikirde aslolan zikrin hakikat-ı sırrıdır. Bu sırrı salikler dışında aşikȃre etmekten bütün irşad ehli men edilmiştir. Hakk’ın örtüsü ehil olmayanların yanında açılmaz, bunun büyük vebali vardır. Ehlinden de sakınılmaz. Yani o mahremine hastır, nȃmahremine değil. Bunda israr olmaz. “Biliniz ki kalpler Allah’ın zikri ile mutmain olur(uyanır)” (Rad: 28) Niyazi Efendi bu ayete atıfta bulunuyor. Bir salikin kalbini uyandıracak olan işte bu zikr-i daimidir. Bir salikin kalbi bu zikr-i daim ile kuruldu mu bir daha ebediyyen durmaz. Bu zikir mürşid-i kȃmil tarafından sırrı ile beraber verilen zikirdir ki ehlullah lisanında buna, mȃye-i Muhammediye denir. Nasıl bahar mevsiminde bütün mevcȗdȃta, mahlȗkata taze bir can gelirse zikir de işte böyle salikin kalbini uyandırır. Onun için zikir bahar vakti olarak zikredilir ki seherdeki uyanma ile aynı mȃnaya gelir. Zikirsiz tevhid derslerine, tevhid-i ef’ȃle başlanmaz. Zira mertebelerden terakki ettirecek işte bu zikirdir, aşk zikirle oluşur, zikirle gelir ve gelişir. Zikirsiz olmaz. Zikir can gözlerinin açılmasıdır. Can gözü açılmayansa nasıl ȃşık olur? Görmeyenin aşkı olur mu? Görmediğine karşı nasıl ȃşık olur? Anla… Can aşkla, zikirle şad olur.
Seherde uyuyanın uyanmasına imkȃn yoktur. Mȃnayı iyi idrak gerekir. Bülbül nasıl ki güle ȃşıksa, feryadı tükenmezse sen de bülbül gibi ol Allah’ı gönülden zikret.
Gel imdi Niyȃzi ile Allah’ı niyȃz et
Hȃcȃtı dirȃz eyle yalvar güzel Allah’a
Devrin mürşid-i kȃmili Niyazi’dir. Tevhidi gel ondan tahsil et. Her devrin de Niyazi’leri vardır iyice araştır. “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya bir vesile arayın, bilin ki Allah kişi ile onun kalbi arasına girer.” (Maide: 35)
Vesile insan-ı kȃmildir, mürşid-i kȃmildir onu ara…
*
Devredip geldim cihȃna yine bir devrȃn ola
Ben gidem bu ten sarayı yıkıla virȃn ola
“Biz Allah’ınız(aitiz) ve biz ancak O’na dönücüleriniz” (Bakara: 156) bu ayete ‘istirca’ (geri dönmek) cümlesi denir. Bütün mükevvenat Allah’ın ilm-i zȃtiyesinde içindekilerle birlikte var idi. Allah bu ilm-i zȃtiyesinde bulunan evreni ve bütün varlıkları zuhura çıkardı ve çıkardığı tüm bu varlıkların zȃhirini ve bȃtınını ihata etti. Varlıkların zȃhirine halk dedi, bȃtınına Hakk dedi. Onun için bu sırra vakıf olan muvahhidler buyurmuşlardır ki: Eşya Hakk’ın zȃhiri, Hakk eşyanın bȃtınıdır. Dolayısıyla “Zȃhir O’dur, Bȃtın O’dur.” (Hadid: 3) zuhura geldi.
“Devredip geldim cihana” Soru: Devredip geldiğin cihan nedir? Yine bir devran ola (geri dönüş), ben gidem. Soru: Nereye gidiyorsun? Bütün insanların zihinlerini meşgul eden ana sorular bunlar.
Cevaplar: Bütün ȃlemlerde Allah’ın ihata etmediği, iğnenin ucu kadar da olsa Allah’sız bir yer yoktur. Allah bütün mevcudatı, bütün mahlȗkatı zȃtı, sıfatı, esmȃ ve ef’ȃliyle kaplamıştır. Yok diye bir şey, bir yer yoktur. Dolayısıyla yoktan var etme diye de bir şey yoktur, yok var olmaz. Bu kaide esastır. O zaman bu kadar mevcȗdat ve mahlȗkat nerden var oldu yaratıldı?
Cevap: Allah’tan başka bir varlık olmadığına göre hepsi de Allah’tan yaratıldılar. Tüm yaratılanlar O’ndandır. Yani daha açık bir ifade ile Allah kendisinden başka bir varlık yaratmamıştır. Nr yarattıysa kendisidir. O zaman yaratma dediğimiz şey, bȃtından zȃhire, zȃttan sıfata, sıfattan ef’ȃle zuhurdur. Letafetten kesafete zuhur…
İnsan uzağı tefekkür etmeden, kendini ve yakın çevresini müşahede edecek olsa çözüme daha da yaklaşmaktadır. Görünmezlikten görünür oldun, görünürlükten görünmez oluyorsun. Hayat ve ölüm! Doğmadan önce neredeydin, ne idin! Ölümden sonra nerede ve ne olacaksın! Bȃtından zȃhire zuhur, zȃhirden bȃtına dönüş, göç… Gölge ile aydınlık arasında ölçülemeyen çizgi! Birinin bittiği yer diğerinin başlangıç yeri… Suretler eskimekte, cesetler dağılmakta. Ama yok olan hiçbir şey yok. Vahdetten kesrete, kesretten vahdete bir devir. Vahdet aynı kesret, kesret aynı vahdet… Ne gitme var ne gelme… Cesetler için olan kanunu ruh için de aynı düşünüyoruz ve sıkıntı burada başlıyor. Ceset madde kayıtlıdır, o gider gelir… Ama ruh öyle mi? Değil… Bir örnek: Gözünle ȃleme bir bak neleri görüyorsun? Mesafeler bile ölçülemez oluyor. Şimdi iyi düşün; sen gördüğün her yerdesin… Bütün azaların göz olsa cihetsiz her yeri görecek, her yerde olacaksın… Dikkat et; Ȃlem olmaya başladın, ȃlemleri doldurmaya başladın… Bu görüş baş gözünün görüşü. Bir de ruhun görüşünü düşün ki, ruhta kayıt yoktur. O zaman ölçüsüzlüğün bulunduğu yerdesin. Zira ruhun görüşünde madde maddeliğini yitirir… Yani madde engel olamaz, olmaz. Onun için maddeden mȃnaya, ruha yücel. Suretten sirete dön denir ve tavsiyeler başlar. Ebedi olanı, geçici olana tercih et denir. Ama biz deriz ki; her hak sahibine hakkını ver. Ama geçici ve kalıcı olanı bil, cehaleti kaldır, o kadar… “O her an bir şe’ndedir.” (Rahman: 29)…
Sakın ha sakın, bir şey olmaya çalışma. Zira olmak istediğin şeyle arana mesafe koyarsın, boşluk oluşturursun. Bu olmak istediğin şeyle arandaki boşluğu, mesafeyi geçmek imkȃnsız engeller oluşturur. Bu mesafe ve boşluk zaten başlı başına aşılmaz engeldir. Ȃlem zaten sensin, sen olmak istediğin varlığın ta kendisisin… İdrak et…
Allah’tan Allah’a geldik… Geldiğin cihan “Zȃhir O’dur, Bȃtın O’dur”. Cihan O’dur. Gittiğimiz O’dur. Doğmadan önce de vardık, ölümden sonra da var olacağız. Doğmadan önce O idik, yaşayan O idi. Ölümden sonra da O’yuz.
Suretler eskir, eşya eskir. Bu eskiyende eskimeyeni bul. O zaten kayıp değil. O’nu bul, gör, ol… Tevhidde tüm müşküllerin, dertlerin, hȃllolur…
*
(S: 152)
… Hakk’ı bulanlar temiz gönül sahipleridir. Eve bir misafir geleceği zaman veya misafir odası daima temiz tutulur, temizlenir. Şemseddin Ahmed Sivasi Hazretleri buyurur:
Vasıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dur olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde ta ki pür nur olmadan
Sür çıkar gayrıyı aradan ta tecelli ede Hakk
Padişah konmaz saraya ta ki pür nur olmadan
*
(S: 162)
… Suyun, yağmurun oluşumu nasıl letafetten kesafete, kesafetten letafete ise, insan da vücȗd mertebelerinin ilki olan ’la taayyün, zȃt-ı sırf, ahadiyyet’ mertebelerinden vahdet mertebesine, oradan ȃlem-i ervaha, oradan ȃlem-i misale, oradan ȃlem-i şahadete (bu ȃleme) geldi, yine bu yolu izleyerek aslına rücu eder. Bu yol tevhid yoludur. Bir mürşid-i kȃmilden tahsille kişi vahdete erer, muvahhid olur. “Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz.” Muvahhidler bu ifadenin sırrına vakıf kişilerdir. Muvahhidin asli vatanı Allah’tır. Muvahhid orada hürdür, orada nefes alır, orada nefes verir, orada yaşar.
*
(S:175)
Zahidȃ ayık dururken anlamazsın sen bizi
Cür’ayı safi içip mestȃn olan anlar bizi
Zahid, zühdünü terk etse, yani zühdün hakikatini idrȃk etse ȃrif olur. Kȃmillerin bazen sekr hȃli olur ki, o anda kendileri yok olmuşlardır. Hakk bütün vücȗdlarını kaplar. Bu hȃl zevk hȃlidir. Ağızlarından o anda öyle sözler çıkar ki, o söze tahammül imkȃnsız olur. Ama o söz en doğru, en yalın sözdür. Zira söyleyenden kişilik kalkmıştır. O söz katıksız Hakk’a aittir. Abid ne bilir kȃmili, ȃrif-i billahı? Zahit ne bilir? Hasan Fehmi Tezdoğan Hazretleri buyururlar ki;
Zahidin zühdü cennettir ona
Onun için varamaz meydan-ı aşka
Hakk’a varılmaz ucub kibr ile
Yandır onları Suzan-ı aşka
Kır sen taptığın nefsin putların
Kalbi selim ol gel ber-dȃr-ı aşka
Kalayla Fehmi ahlȃk kabını
Onu mesken eyle sultan-ı aşka
Bȃyezid-i Bistȃmi Hazretleri bir gün sohbet ederken, ağzından şu sözler çıkar: “Kendimi tenzih ederim şanım ne kadar yücedir.” Sohbet biter, yakın arkadaşları derler ki: Efendim sohbette bir söz söylediniz, bizlere çok ağır geldi. Bȃyezid: Ne söyledim? der. Arkadaşları sözü tekrar ederler. Bȃyezid: eğer benden bir daha böyle bir söz çıkar da siz de beni hançerlemezseniz sizde hakkım kalsın! der ve ellerine hançer verir. Aradan zaman geçince Bȃyezid tekrar sohbete başlar. Bir ara, başını üzerindeki cübbenin içine çeker ve “Cübbemin içinde Allah’tan gayrı yoktur” der. Bunun üzerine arkadaşları bu sözü işitince bellerinden hançerlerini alırlar ve başlarlar Bȃyezid’i hançerlemeye. Bakarlar hançer Bȃyezid’in vücuduna girip çıkmada ama sanki bir su havuzuna girip çıkıyor gibi tepkisiz. Hançerleri allerinden bırakırlar. Bir müddet sonra Bȃyezid başını cübbesinden çıkarır. Yüzü sanki karanlık bir gecede ayın ondördü gibi parlamakta. Arkadaşları: “Efendim bugün önceki sohbette söylediğiniz sözden daha ağırını söylediniz” der ve sözü tekrarlarlar. Bȃyezid, “peki siz ne yaptınız?” der. Arkadaşları: “Efendim hançerleri vücudunuza sapladık ama sanki suya girip çıkıyor gibiydiler, hançerler size tesir etmedi.” derler. Bȃyezid: “Ver bakalım şu hançeri” der. Hançeri alır koluna şöyle bir çalmayla Bȃyezid’in kolundan kan akar ve der ki: “O anda o sözü söyleyen ben olsaydım, bu bıçağın beni kesmesi gerekirdi. O anda o sözü söyleyen Bȃyezid değildi” der.
… Deryayı kendinde taşıyana derya ne yapar? Ȃrif-i billahı ancak ȃrif-i billah anlar… Biz Hakk ile Hakk olduğumuzda Hakk’tan başkası bizi anlamaz, bize tahammül de edemez. Ama Hakk ȃşıkları ‘Cür’ayı safi’yi(bir yudum saf su) bizim lisanımızdan içerler ve mestan olurlar, bize gelen bizden olur. Biz olur…
*
(S: 210)
Gitti kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep Hakk oldu cümle ȃlem şehr-ü bȃzar kalmadı
“Gitti kesret geldi vahdet”;
Birinci mȃna: Tevhide ayak basmadan önce bir kişinin bütün bilişleri ve görüşleri kesret yani çokluk üzeredir. Her şey birbirinden ayrıdır. Ortak vasıflar görülse bile bu vasıflar şahsa münhasırdır, maddeye varlığa münhasırdır. İnsan-ı kȃmili bulup onun telkini (nefesi) ile tevhide sülük edince tüm bu kesret yok oldu, onun yerini vahdet aldı. Bu zikri hakikinin zevkine varmakla oldu.
İkinci mȃna: Tevhide girip tahsile başlayınca, zikr-i salihten sonraki ilk ders olan tevhid-i ef’ȃlde, afakta ve enfüste, sükûn ve harekette faili hakikinin Hakk olduğu aşikȃre olup, kȃmilin nefesi ile bu dersin zevkine erince, afak, enfüs, sükûn ve hareket hȃlinde bulunan bütün varlıkların birliğine ȃrif oldum. Eski bilişler, oluşlar, görüşler yok oldu ve keza aynı hȃl tevhid-i sıfat ve tevhid-i zȃt için de zuhura gelip, kesret, afak ve enfüste sükûn ve harekette yokluğa erdi, fenȃ fillah oldum.
Üçüncü mȃna: Fenȃ fillahta kesret ȃlemi bu şekilde yokluğu erince Hakk Teȃlȃ bekȃ makamlarının ilki olan makam-ı cem’de zȃtı ile tecelli etti (zȃtını giydirdi), o zaman giden yok olan kesret yerine vahdet zȃhir oldu. Zira kesret Hakk’ın zȃhiridir… Hakk ile halvet makam-ı cem’de olur… Bu makamın diğer adı kurb-i feraiz’dir.
Dördüncü mȃna: Makam-ı cem’den sonraki makam, kesret makamı olan ki bu kesret hakikatın, Hakk’ın kesretidir, makam-ı hazretü’l cem’dir. Bu makamda Hakk bȃtın halk zȃhir olmakla Hakk bu makamda salike sıfatlarını giydirir, o zaman da kesret zȃhir olur. Bu makamın diğer adı kurb-i nevafildir.
Beşinci mȃna: Hazretü’l cem makamını tahsil eden salike Hakk Teȃlȃ makam-ı cem’u’l cem nasib eder. Ve bu makamda Hakk Teȃlȃ salike ef’ȃlini giydirir. Salik kesrette vahdeti, vahdette kesreti cem etmiş olur. Hakk’tan başka görmez. Bu makam makam-ı cem ile hazretü’l cem makamının toplamıdır. Bu makamda evvel, ahir, bȃtın, zȃhir Hakk olur. Yani makam-ı cem’de ‘ene-ben’ , hazretü’l cem’de ‘ente-sen’ , ikisi de ‘Hȗ’ olur. İkilik kalkar abid, mabud, Hakk olur.
Makam-ı cem’u’l cem’i zevk eden bir salikin nazarında-zevkinde zȃhir, bȃtın, vahdet, kesret cümle ȃlem Hakk olur. Hȗ…
Bu makamı zevk eden bir salike sorsalar: Sen kimsin? Vereceği cevap: Evvel benim, ahir benim, zȃhir benim, bȃtın benim olur. Ben kimim diye sorsalar, cevap: Evvel sensin, ahir sensin, zȃhir sensin, bȃtın sensin olur.
Bu makamı zevk eden salike mürşid-i kȃmilin telkin edeceği başka makam kalmadığı için salik bu makamda, hatmü’l makam olur.
Meratib-i tevhidde bir makam daha vardır ki o makama ‘ahadiyyet’ makamı denir. Bu makamı kȃmil telkin edemez. Bu makam mutlak vahdet makamıdır. Zira ahadiyyette zȃhir, bȃtın, evvel, ahir gibi ifadeler yoktur, zevk yoktur, hiçbir vasıf yoktur. Bu makamı bütün varlık yaşar ama bilemez, farkında olanlar hariç…
Rüyasız derin uykuda sen nesin? Var mısın? Yok musun? Bir vasfa sahip misin? Neyin var? Nesin sen?
Dostları ilə paylaş: |