GiRİŞ: CİNSİyet dinamikleriNİn peşİnden mekânin iZİNİ SÜrmek



Yüklə 0,5 Mb.
səhifə1/9
tarix27.10.2017
ölçüsü0,5 Mb.
#15579
  1   2   3   4   5   6   7   8   9

ŞEHİRCİLİK ÇALIŞMALARININ ZAYIF HALKASI: CİNSİYET*
Ayten Alkan**

içinde : 

2012 : Şehircilik Çalışmalarının Zayıf Halkası: CinsiyetNermin Abadan Unat’a Armağan – Birkaç Arpa Boyu: 21. Yy’a girerken Türkiye’de Feminist Çalışmalar (der. Serpil Sancar), İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, s. 343-414

Anglo-sakson dünyaya ilişkin literatürde özel olarak kentsel tartışmalar, genel olarak da mekân analizleriyle kadının konumunu birlikte ele alıp çözümleyen ilk akademik çalışmalar, sosyal bilimlerin diğer disiplinleriyle karşılaştırıldığında, göreli geç bir dönemde ve pek az sayıda olmak üzere yayınlanmaya başlamıştır (akt. McDowell 1993a, Peet 1998). Söz konusu literatürün 1990’ların sonlarına değin gelişimini, uluslararası alanda bu konuda yapılmış yayınları ve temel tezlerini Türkiye bilim alanına tanıtmak amacıyla hazırlanmış ilk –ve coğrafya disiplininden şimdilik tek- yayın Özgüç’ün (1998) çalışmasıdır. Kaynak, bir bölümü ancak dolaylı olarak feminist coğrafyayla ilgili olsa da 49 sayfalık bir bibliyografya sunmaktadır. Özgüç’ün temel ilgisi, “kadınlar için feminist coğrafya” değil, coğrafyanın daha gelişkin bir disiplin durumuna gelmesi için, kitabın da başlığı olan, Kadınların Coğrafyası’dır (agy, Önsöz ve s.156). Nitekim Özgüç, “feminist coğrafya”yı beşeri coğrafyanın bir alt-dalı olarak niteleyip aslen, “feminist-olmayan fakat cinsler arasında yanlı davranmayan bir beşeri coğrafyanın geliştirilmesi”ni savunur (agy, s.29 ve 157) ve böylece, feminizmden değil ama coğrafyadan yana bir tutumu benimser.

Fiziksel coğrafya bir yana, beşeri ya da davranışsal coğrafyanın cinsiyetler karşısında yansız görünmekle birlikte erkekleri incelediğinden yola çıkan feminist coğrafya’nın birincil çabası, kadınların coğrafyaya içerilmesi, görünür kılınması, “haritaya yerleştirilmesi” olmuştur (agy, s.22-3 ve 43-4). Konu, ancak 1980’lerde tekil bir ilgi alanı olmaktan çıkıp -şehircilik, coğrafya, kent planlaması, mimarlık gibi- ilgili disiplinlerin yerleşik bir bileşeni haline gelmiştir. Meselenin salt kadınlara dair bilgi birikimi oluşturmaktan ibaret kalmayıp kadınları haritaya yerleştirmenin ötesinde, disiplinlerin hâkim bilgi yapılarıyla yöntemlerinin de soruşturmaya konu edileceğinin ilk habercisi olarak kabul edilen metnin (Monk ve Hanson 1982) yanı sıra, lisans düzeyinde okutulmak üzere alanla ilgili ilk ders kitabı da (WGSG 1984) bu dönemde yayınlanmıştır.

Bu göreli gecikmeyi, ikinci dalga kadın hareketinin mensupları olan ve henüz 1970’lerde hayli yüklü bir eleştirel külliyat oluşturmuş bulunan feministlerin ağırlıklı olarak sanat ya da sosyal bilimler alanlarından gelmiş olmaları ve böylece teknik konular’a ilgilerinin sınırlı kalmış olmasıyla ilişkilendirmek mümkündür. İlgili bütün disiplinleri kapsayacak biçimde şehirciliğin nasıl olup da sosyal bilimler dışıymışçasına veyahut bir teknik meseleler bütünüymüşçesine konumlandığının yanıtını, Burnett’ın (1973), ilgili literatürde “ilk” olarak anılan çalışmasında da bulabiliyoruz.1 Toplumsal değişme, kentsel form ve gelişme modelleriyle kadının konumu arasındaki ilişkiyi analiz ettiği çalışmasında Burnett’ın ana-akım kentsel gelişme modellerine eleştirisi, bunların yalnızca cinsiyet değişkenini göz ardı etmeleri değil, aynı zamanda ve daha geniş bir bağlamda toplumsal değişme sorunsalını analiz etmekteki ilgisizlikleri ve yetersizlikleridir.

Nitekim (kentsel)mekân çalışmalarının 1970’lere kadarki seyrine bakıldığında, özellikle coğrafya ile şehir planlaması disiplinlerinde, mutlakçı bir mekân kavramsallaştırmasının alana hâkim olduğunu görürüz: Nötr, insan pratiğinden ve toplumsal süreçlerden bağımsız, apolitik ve teknik ya da doğal bir çözümleme / araştırma nesnesi olarak karşımıza çıkar mekân. Kant’ın, Fiziksel Coğrafya’da (1802) ancak betimleyici (chorographic) bir disiplin olarak ele aldığı coğrafyanın, “modern coğrafya disiplininin babası” olarak anılan Hettner tarafından açıklayıcı (chorologic) olarak tercüme edilmesinden, 1960’ların sonlarına değin, aşağıda değinilecek eleştirel mekân kuramlarınca “mekân fetişizmi” olarak da ifade edilen “mekânın bilimi” anlayışı neredeyse tekel konumundadır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren mekân çalışmaları büyük ölçüde bu netameli yolu izlemiş ve nihayetinde ünlü Alman coğrafyacı Bartels “coğrafyanın amacı”nı, -tıpkı aydınlanmacı aklın doğa kanunlarını keşif muradı gibi- “mekânsal kanunların keşfi” olarak formüle etmiştir (akt. Werlen 1993, s.2). Bir başka deyişle, cinsiyet(ler)in açıklanmasında biyolojik indirgemeciliğin süregittiği dönem boyunca mekânsal farklılaşmalar da doğalmışçasına ele alınmış; tıpkı “kadın sorunu”ndan bahsedildiği gibi “mekânsal sorunlar”dan bahsedilmiş, “doğal cinsiyet rolleri”nin işlevselci paradigmaya rengini verdiği bir zeminde mekânsal-işlevsel denge kuramları üretilebilmiştir.2 Feministlerin mekânsal tartışmalara karşı büyük ve ancak epey gecikmeli olarak kapanmaya başlayan mesafesinin ipuçları buradadır.

Yine bu nedenledir ki, doğrudan doğruya şehir hayatına ilişkin ilk sosyo-psikolojik / kültürel analiz olan ve bugün şehirciliğin klasikleri arasında sayılan, Simmel’in “Metropol ve Zihinsel Yaşam”ı (1903) Kıta Avrupası’nda çok uzun bir süre şehircilik çalışmaları içinde değil, sosyoloji ve modernite çalışmaları içinde değerlendirilmiştir. Öte yandan, Tönnies’den Spengler’e uzanan Alman sosyoloji okulunun fazlasıyla etkisinde kalmış olan ve ilk modern şehircilik okuluna ev sahipliği yapan Chicago Üniversitesi’nde yürütülen, “insan ekolojisi” olarak da anılan çalışmalar, kentlerin mekânsal düzenlenme biçiminin toplumsal ilişkilerle kentsel kültüre etkisini araştırmaya yönelmiştir. Chicago Okulu’nun işlevselci yaklaşımı, kentin, “her biri kentsel yaşam ve ekonominin bütünü içinde özel bir işleve sahip olan doğal alanlardan oluştuğu ve yine her bir alanın kendine özgü kurumlar, gruplar ve kişilikleri barındırdığı” varsayımına yaslanıyordu. Öyle ki, bu çalışmalarla, örneğin, çocuk suçlarına en çok hangi özelliğe sahip kent bölgelerinde rastlandığı yönünde bir sosyolojik çıkarıma varılabiliyordu (Burgess ve Bogue, 1964, s.7). Bugün hâlâ baskın olan ve tarımsal üretimden ileri bir üretim düzeyine sahip, bütün ürün yönetim ve denetim işlevlerini bünyesinde toplayan, nüfus büyüklüğü, yoğunluğu ve heterojenliği, örgütleşme, işbölümü, uzmanlaşma ve ikincil ilişkilerde artış”la ayırt edilen kent tanımı bu Okul’un mirasıdır. Belirtmeliyim ki, Türkiye’de özellikle şehir ve bölge planlaması camiasında, sosyal bilimlerin içinde de modernleşmeci paradigmaya bağlı şehir çalışmalarında 2000’li yıllarda dahi Chicago Okulu’nun önermeleri dikkat çekici ölçüde baskın ve yaygındır. (Bu saptamayla ilgili iki değerlendirme / eleştiri metni için bkz. Alkan 2006, Alkan ve Duru 2007)

Nihayet 1970’lerin ilk yarısında, bu bilançonun içinde dolaştığı kesişme alanını oluşturan iki alanda, biri şehirciliği de kapsayacak biçimde mekân ve diğeri de cinsiyet çalışmaları alanında olmak üzere iki keskin dönemeç alınacaktır.

Toplumsal’ın Ortak Paydasında (Kentsel) Mekân ve Cinsiyet

İlk dönemeç, iktidar ile mekânın örgütlenmesi arasında ilişki kuran bakış açılarının ortaya çıkmasıdır. Kaba bir sınıflandırmayla bu bakış açılarından ilkini, Lefebvre, Castells ve Harvey’in öncülüğünü yaptığı yeni-Marksist yaklaşım oluşturur. Bu yaklaşımla (kentsel)mekânsal örgütlenmeyi toplumsal asimetrilerin çelişkilerinden koparan geleneksel yaklaşım kıyasıya bir eleştiriye tabi tutulmuş ve mekânsal süreçler yansızlıktan kurtarılarak, toplumsallık, iktidar ve politikayla ilişkisi kurulmuştur. Mekânın ekonomik, politik ve ideolojik süreçlerden ayrıştırılamayacak toplumsal bir ürün olduğu önermesi, cinsiyetçi süreçlerin toplumsal-mekân3 ve kentsellik bağlamıyla çözümlenmesinde pekâlâ ufuk açıcı olabilecekken, patriyarkal niteliği göz ardı edilen kapitalist üretim ilişkilerine ve bu bağlamda cinsiyetsizmiş gibi tanımlanan sınıfsal çelişkilere odaklanılması bu olanağı Marksist yaklaşım açısından ortadan kaldıracaktır4. Mekânsal düzenlemelerle iktidarın ilişkilendirilmesi ve böylece sosyal bilimlerin mekân-körlüğünün giderilmesinde bir diğer önemli rolü, bu kez Marksist geleneğin dışında olmak üzere, Foucault’nun çalışmaları üstlenmiştir. İktidarı gündelik yaşamın bütün düzlemlerinde yeniden tanımlayan Foucault; okullar, işyerleri, hastaneler, akıl hastaneleri, mahkemeler, cezaevleri, toplumsal yardım kuruluşları, vb. gibi, disipliner iktidar tekniklerinin nüfuz ettiği modern kurumlaşmalar üzerinden “mekânın kazı”sını da yapar. 1980’lere gelindiğinde, sayılan isimlere Bourdieu da (1984a,b ve 1994) eklenir. Weber’in, toplumun basitçe ekonomik sınıflar ve ideolojilere dayanarak analiz edilemeyeceği fikrini paylaşan Bourdieu’ya göre modern sosyal dünya alan’lara ayrılmıştır: Sosyal etkinliklerin farklılaşmasıyla birlikte ve –sosyal, kültürel, sembolik gibi- farklı sermaye türlerinin rekabeti içinde, birbirinden farklı, göreli özerk, kendi kurallarına, hâkimiyet şemalarına, meşruiyet zeminlerine sahip sosyal-uzamlar5 yapılanır. Her birey bu çok boyutlu sosyal-uzamlar içinde bir konum işgal eder ve yalnızca sosyal sınıf aidiyetiyle değil, toplumsal ilişkilerle eklemleyebileceği her çeşit sermayeyle tanımlanır. Foucault’dan farklı olarak Bourdieu’nun, doğrudan doğruya patriyarkaya ve eril tahakküme, dahası bunların yer ve toplumsal-mekânla ilişkisine dair bir sözü de vardır.6 Toplumdaki gerçek ya da simgesel kimi cinsiyete dayalı karşıtlıkların “aileye benzemek açısından birleştiği”ni söyler ve bütün bir toplumsal düzeni, “erkek egemenliğinin üzerinde kurulduğu temeli sürekli olarak onaylama yönünde işleyen çok büyük bir simgesel makine”ye benzetir (2001, s.106-8). Yine O’na göre, kadınların kamusal alanlardan dışlanmaları, “erkekliğin ... şiddet uygulama kapasitesi olarak anlaşılması” ve bu yönde inşa olunmasıyla bağlantılıdır (agy, s.49-51).

Yukarıda sözünü ettiğim ikinci keskin dönemeçse, Oakley (1972) sistematik bir biçimde ilk kez olarak “toplumsal cinsiyet”i “cinsiyet”le ilintilendirerek ama farklılaştırarak da tanımladığında alınmış ve böylelikle cinsiyet değişkenini göz ardı etmeyecek bir toplum kuramının önü açılmıştır. Biyolojik belirlenimcilik / özcülük reddedildiği gibi, kadın / erkek bölünmesinin iki yanı aynı kavram altında bir araya getirilerek ilişkisellik vurgulanmış, “kadın sorunu” kavramsallaştırmasından uzaklaşılarak, bir toplumsal sisteme, toplumsal ilişkiler bütününe dikkat çekilmiştir. İçsel farklılaşmalarla çelişkileri bünyesinde barındıran, durağan tanımları reddeden, dikkatini sürece ve devingenliğe çeviren bir kavrayış böylelikle olanaklı olmuştur. Toplumsal cinsiyet kavramsallaştırması, cinsiyet tanımlarıyla ilişkilerinin zaman ve mekân içinde değiştiğinin, dolayısıyla yerle yakından bağlantılı olduğunun altını çizer: Cinsiyet ilişkilerinin (yeniden)yapılandırılmasının niteliği, sosyo-mekânsal yapının değişken doğasını hem yansıtır hem de etkiler. Bu yeni kavrayış sayesinde, cinsiyet rolleriyle erkeklik ve kadınlık tanımlarının toplumsal (yeniden)yapılandırılması sürecinde mekânsal ayrışmalar ve mekânla ilişkilerin kritik önemde olduğu ayırt edilebilecektir.

Mekân belirlenimciliğe yaslanan “mekânın bilimi” anlayışından bir süreç olarak mekânın kavranmasına giden hikâyeyle, biyolojik belirlenimciliğe yaslanan özcülükten toplumsal- tarihsel bir inşa olarak cinsiyetin kavramsallaştırılmasına uzanan hikâye arasındaki çok çarpıcı koşutluğun ilgili literatürde analize hiç konu edilmemiş olması dikkat çekicidir. (Kısa bir değerlendirme için bkz. Alkan 2009a, s.12-5.) Oysa, Werlen’in dikkatlerimizi çektiği üzere, aralarında çok temel bir epistemolojik bağ vardır:

“Sosyo-kültürel dünyayı açıklamaya çalışırken salt –mekânın massedildiği- fiziksel kategorilere yaslanıyor olsaydık, eylemlerin anlamıyla biyolojik beden ya da eylemin konumuyla alâkalı başka maddî koşullar arasında nedensel bir belirlenim ilişkisi varsaymak durumunda kalacaktık. Bu indirgeme bir fantezi olmayıp eylemlerin öznel ve sosyo-kültürel boyutlarını biyolojik olarak belirlenen bir nedene indirgeyen […] bazı [mekân] kuramlarında dolayımsız bir rol üstlenir. Bu anlamda, mutat mekânsal argümanlar; gerek önermeleri ve sundukları temsiller, gerekse toplumsal olanı açıklama biçimlerinde ırkçı ve cinsiyetçi yorumlarla rezonans içindedir.” (Werlen 1993, s.5)

*

Sonuç olarak, bir yandan feminist eleştirinin kendi içinden filizlendirdiği yeni kavrayış, diğer yandan da (kentsel)mekânın eleştirel sosyal teorinin önemli meselelerinden biri haline gelişi, gecikmeli de olsa kayda değer açılımlar sağlamıştır. Feminist kuramın cinsiyet yüklü sosyo-mekânsal ilişkileri analizi, yukarıda sayılan öncü çalışmaları takiben çeşitlenerek gelişmiş, çoğullaşmış ve içerdiği coğrafyalar da genişlemiştir.7



Türkiye: Ortak Paydayı Bulamayan Sosyoloji, Şehircilik ve Cinsiyet Çalışmaları

Türkiye’deyse, 1990’lı yılların sonlarında dahi kentsel yaşamı ve kentsel mekânı cinsiyet asimetrisi ekseninde ve kapsamlı bir biçimde ortaya koyan pek az akademik çalışma vardır. 1990’lardan çeyrek yüzyıl kadar geriye gittiğimizde, Kıray’ın kimi sosyolojik incelemelerinde kasaba ve kent yaşamında kadınların işgücüne katılım oranları ve biçimleri, erkeklerin kadının dışarıda çalışmasına bakışları, kız çocuklarına karşı davranışlarda ve aile yapısındaki değişim gibi konularda saptamaları olduğuna rastlarız (Kıray 1964, 1976 ve 1979). Mansur’un (1972) yanı sıra Türkiye dışından kimi araştırmacılar, özellikle antropologlar da daha çok kasaba yaşamında kadınlarla ilgili birkaç antropolojik çalışma yapmış (Aswad 1974, Benedict 1974, Fallers ve Fallers 1976) ya da yaptıkları çalışmalarda kadınların durumuyla ilgili bilgiler de vermişlerdir (Magnarella 1974). Bu seyrekliğin, ilk etapta, Türkiye’nin demografik yapısı ve kentleşme düzeyiyle alâkalı olduğu düşünülebilir. Nitekim 1960’larda ancak üç kişiden biri istatistikî olarak kent kabul edilen yerlerde yaşamaktadır. İlk kez olarak 1980’lerin ortalarında Türkiye’nin kentsel nüfus oranı kırsal nüfus oranının üzerine çıkacak ve 2010 yılına gelindiğinde, kentsel / kırsal demografik dağılımı Cumhuriyet’in ilk yıllarındakinin aşağı yukarı tam tersi bir tablo sunacaktır. Ne var ki, akla gelen bu ilk olasılık, kırsal kesim eksenli çalışmalarda da benzeri bir seyreklikle karşılaştığımızda, geçerliliğini kaybeder. (krş. Kandiyoti 1997, s.25-9)

Bununla beraber, 1950’lerle beraber hız kazanmaya başlayan kırsal çözülme ve göçe dayalı kentleşme süreci, sosyal bilimcileri bu dönüşümü anlama ve açıklama çabasına itecektir. Bu çerçevede, Abadan Unat (1968 ve 1979) ile Kandiyoti’nin (1977) yukarıda sayılan araştırmalarla hemen hemen aynı dönemdeki çalışmaları da dikkate alındığında, toplumsal değişmeyle kadının statüsü ve rollerindeki değişme arasındaki ilişkinin bu çalışmaların asgari ortak noktasını oluşturduğunu söylemek olanaklıdır. Kandiyoti’nin 20 yıl sonra belirteceği üzere, bu öncü çalışmalarda, “kadının hem ailede hem de toplumdaki genel konumunun geleneksellikten modernliğe geçişle birlikte evrimleşeceği ve daha eşitlikçi bir düzene varılacağı sanısı yaygındı(r)” (Kandiyoti 1997, s.7). Ayrıca, bahsi geçen çalışmalarda kırsal ya da kentsel birimler analizin bütünleşik bir unsuru değil, toplumsal değişimin “sahne”si, bir başka deyişle, ancak “neresi?” sorusuna birer yanıttır. Bu saptama, Türkiye’nin ilgili bilim alanında üretilenlerle sınırlı olmayıp, aslında genel olarak ve yakın zamanlara gelene değin, mekânla uğraşan disiplinlerin tıpkı sosyal-körü olması gibi, sosyal bilimlerin de mekân-körü olmasının bir görünümüdür.

Anımsanacak olursa, Burnett, Anglosakson literatürde “ilk“ olarak anılan çalışmasında ana-akım kentsel gelişme modellerini salt cinsiyet değişkenini göz ardı ettikleri için değil, aynı zamanda ve daha geniş bir bağlamda toplumsal değişme sorunsalını analiz etmede ilgisiz ve yetersiz oldukları için eleştiriyordu. Oysa aynı yıllarda Türkiye sosyal bilimler alanı için toplumsal değişme temel sorunsallardan biridir. Cinsiyet değişkenini hesaba katan ve az önce sayılan pek az sayıdaki araştırmanın sunduğu mekânsal analiz ise, bu kez ancak belli bir kategorizasyona yarayan bir arka plan sunmaya yetecek kadardır. Abadan Unat (1968) “(i) kırsal bölgelerde kadın, (ii) yarı şehirleşmiş veya şehirleşmekte olan bölgelerde kadın ve (iii) şehirleşmiş bölgelerde kadın” sınıflandırmasını, 10 yıl sonra, toplumsal değişmenin daha da karmaşık yapılar ortaya çıkarmasına paralel olarak ayrıntılandıracak ve, kırsal-geleneksel, değişen kırsal, kasaba, gecekondu ve kentsel orta sınıf kadınları (meslek sahibi, ev kadını)” olarak ayrıştıracaktır. Dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta, ilk kez olarak Abadan Unat ve Kandiyoti’nin analizleriyle birlikte büyük-şehir ve “şehirli kadın”ın sahneye çıkışıdır. Kandiyoti de Abadan Unat’a benzer bir biçimde büyük-şehir (metropol) kadınlarını bir ayrıma tabi tutar ve bu ayrımın, “katı bir katmanlaşma kategorisinden çok, karmaşıklık ve çeşitlilik içeren bir olgunun kabaca sınıflandırılması için uygun bir araç olarak kabul edilme(si)” gereğinin altını çizmekle beraber, “gecekondu bölgelerindeki kadınlar” ile “eğitimli orta ve üst-orta sınıf kadınlar”ı ayrı ayrı değerlendirir (1997, s.35 vd.).

Bu çok az sayıdaki “cinsiyeti (de) gören” araştırma, siyasetbilimi, sosyoloji ve antropoloji kökenli bilim insanlarınca üretilmiştir. Bu anlamda, kentsel(mekân) ile cinsiyetin birlikte ele alınması, Türkiye’de, şehircilik ve ilişkili disiplinlerin içinden değil, sayılan disiplinlerdeki araştırmacıların marifetiyle olmuştur. Altı çizilmesi gereken önemli bir saptama, bu gerçekliğin 2011 yılı itibariyle de kayda değer bir farklılık arz etmiyor oluşudur. Genel olarak, şehircilik ve ilgili disiplinlere baktığımızda “bir konu başlığı olarak dahi kadın / cinsiyet”e rastlamak çok güçtür. Hele ki 1960’lı ve 70’li yıllar için, cinsiyet değişkenine karşı tam bir körlük söz konusudur.

Son dönemde kentsel ve bölgesel gelişme konusunda ortaya çıkan yeni kuram ve kavramları tartışmak, paradigma kaymalarını belirlemek ve bu alanda yapılan çalışmalarla sonuçlarını paylaşmak” amacını taşıdığını belirten ODTÜ Kentsel ve Bölgesel Araştırmalar Ağı (KBAM) kapsamındaki hazırlanan geniş kapsamlı bir rapor 1920’lerden 2000’lerin başlarına kadarki 80 yıllık literatürü taramıştır: Farklı dönemlerde öne çıkan 31 konu başlığı saptanıp 981 adet ilişkili görülen yayın bu çerçevede kategorize edilmiştir.8 Raporda yukarıda anılan çalışmalardan yalnızca Kıray’ın araştırma ve analizlerine, bu metindekinden başka bağlamlarda olmak üzere, Abadan Unat’ınsa göç üzerine öncü çalışmalarına yer verilmektedir. Diğerleri, muhtemelen “disiplin-dışı” görüldüklerinden kaydedilmemişlerdir. Dahası, KBAM raporu, “cinsiyet” anahtar sözcüğüyle taratıldığında sıfır, “kadın” anahtar sözcüğüyle taratıldığında sadece üç sonuç karşımıza çıkar. Öte yandan, bilhassa Kentlerin Dönüşen Sosyal Yapıları ile Kente Uyum ve Gecekondulular temaları altında bolca ve yine hemen hepsi modernleşmeci terimler etrafında örülmüş aile araştırmasına referans verilmektedir (örn. Aydoğan 1990, BAAK 1991, Karataş 1987, Mahramanlıoğlu 1992, Turan 1995, Üstünoğlu 1972) Kategorize edilmiş 31 konu başlığından yüklüce bir kısmının sosyal içeriği dikkate alındığında, bu 80 yıl boyunca 981 yayından aşağıda ayrıntıları verilecek olan yalnızca ikisinin (oranlarsak %02’lik kısmının) “kadın konusu”nu ele almış olması dramatik bir ihmal ve inkâra9 işaret eder. Çifte bir ihmal ve inkârdır bu: Birincisi, gerçekten de pek az çalışmanın yapılmış olması ve bu anlamda mevcut 979 çalışmanın (tamamen teknik içeriğe sahip olanları dışında) kendilerinin de –bu kez bilimsel düzeyde- patriyarkanın yeniden üretenleri olmalarıdır.10 İkincisi de yapılmış pek az cinsiyet özgüllüklerini gören çalışmanın da göz ardı edilmesidir.

KBAM bilançosunda kadın anahtar sözcüğüyle karşımıza çıkan üç sonuçtan ikisi, Kentlerin Dönüşen Sosyal Yapıları konu başlığı içinde, “gecekondulu kadın” araştırmalarıdır (agy, s.39).

Modernleşmeci Paradigmanın Kaçınılmaz Sorunsalı: “Gecekondulu Kadın”

Anılan araştırmalardan ilki olan İlbars (1981) araştırması, Şenyapılı’nın (1979a) KBAM raporunda anılmayan belki de tek çalışmasıyla birlikte ilklerden biridir (Ayrıca bkz. İlbars, 1988).11 Bu iki bilim kadını, Abadan Unat ile Kandiyoti’nin kategorileştirdiği “gecekondu kadını”nı saha araştırmalarıyla derinlemesine ele alırlar. İlbars; Abadan Unat’ın ve Kıray’ın ilk dönem analizlerinde olduğu gibi, modernleşmeci paradigmanın önermelerine sıkıca bağlıdır. “Kente uyum, bütünleş(eme)me, tampon oluşum ve mekanizmalar, kentlileş(eme)me, kente özgü değer, tutum, davranış ve alışkanlıklar, marjinal sektör, aile yapılarındaki dönüşüm, vb. gibi”, bu paradigmanın başlıca kavram setini oluşturur. Bu paradigmanın yönlendirdiği doğrultudan şehir düzeninde bir çatlak oluşturan yerleşimler12 ve buralarda yaşayan, evrimci-ilerlemeci perspektif açısından tabiri caizse anomali göstergesi ya da daha yumuşak bir ifadeyle zaman içinde modernleşmesi, kentlileşmesi ve böylece ezilmişlikten kurtulup özgürleşmesi beklenen nüfus grubu, yani kadınlar, kaçınılmaz olarak “problemli” bir alan oluşturacak ve akademik ilgi odağı olacaktır.

İlbars (1988) 1970’lerin sonlarında yaptığı araştırmasına yaslanarak, Türkiye için göreli erken bir dönemde ve dikkat çekici biçimde “kadınların yüklendikleri çift mesai, ataerki” gibi feminist teori için temel bazı kavramları işe koşup cinsiyete dayalı farklı sosyalleşme süreçlerinin etkilerine dikkat çekse de (agy, s.26-7) kırsal / kentsel ile geleneksel / modern cinsiyet rolleri gibi dikotomiler analizinin temel parametrelerini oluşturur. Bu analizde, gecekondu yerleşimleri de gecekondu yerleşimlerinde yaşayan kadınlarla erkeklerin statü, rol, değer ve alışkanlık farklılaşmaları da bir “geçiş aşaması”nın işaretleridir:

“Sakinlerimizin akşamları çift olarak akraba ve ahbap ziyaretlerine, yine eşleri ve dostlarıyla birlikte Gençlik Parkı'na, mesire yerlerine ve seyrek de olsa sinemaya gitmeleri çekirdek ailelerdeki karı-koca ilişkilerinde kent ailesi değeri olan ‘arkadaşlık’ın bir başka göstergesidir. Ayrıca, mülakatlardan edindiğimiz bilgilere göre, kocalar özellikle işleriyle ilgili durumlarda karılarına fikir danışmaya da başlamışlardı. Karı-kocayı birbirine yaklaştıran bu davranışlar kentle bütünleşme eğiliminin artığının belirtisidir.” (agy, s.29) [vurgular bana ait.]

Şenyapılı’ysa, (yeniden)üretim ile sınıf kavramının cinsiyete dayalı kodlarını sorgulamayan ekonomik belirlenimci bir yaklaşımla, “kadın hakları sorunu”nun, “sınıfsal çerçeve dışında, bağımsız bir olgu olarak” işlenemeyeceğinin altını çizer. Hemen ardından, aslında mevcut haliyle sınıf kavramsallaştırmasının, çoğu durumda kadınların emek ve yaşam süreçleri ile statüleri söz konusu olduğunda, bu kez kavramsal düzeyde de bir bağımlı tanımlanma hali yarattığını yine Şenyapılı’nın satırlarından –kendisinin niyeti açık ki bu olmasa da- okuruz:

“Çünkü kadınların sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlarını bağımlı oldukları sosyal sınıf tanımlar. Bu sınıfsal ilişkiler kişinin ekonomik mekândaki yerini de saptamaktadır. Ekonomik mekânda tutulan yerin özellikleri ise, sosyo-kültürel ve fizik mekânlardaki ilişkilerin genel niteliğini belirlemektedir.” (1979a, s.298) [vurgu bana ait.]

Burada bir parantez açıp cinsiyet-nötrlük yanıltmacasının gerisindeki cinsiyet-yanlılığının işleyiş mekanizmalarından biri olan ikincilleştirme / kıyıya itmenin, çoğu kez bağımlı tanımlanmayla örtüştüğünü belirtmeliyim. Klâsik Marksist sınıf kavramsallaştırmasının formülasyonu ve bu formülasyonun hem pratik hem “bilimsel” erilliği tipik bir fenomendir. Ortodoks anlamda sınıf kategorisiyle cinsiyet kategorisi arasındaki çatışmalı ilişkiye dair geniş bir literatür mevcut. Tarihsel maddeci yaklaşımın mevcut haliyle cinsiyet eşitsizlikleri ve erkek egemenliğinin analizindeki yetersizliği, sol yapılanmalarda dahi derin bir cinsiyet eşitsizliğinin varlığı, kadınların tâbiyetinin “ikincil çelişki” olduğu yönündeki dikotomik ve –kapitalist toplumlar patriyarka üzerinde temellenmiş olduğundan- anakronik kavrayışın yaygınlığı13, kapitalist olmayan ülkelerde de geleneksel cinsiyetçi rol ayrımının sürdüğü gibi saptama ve gözlemler, kimi sosyalist feminist teorisyenleri Marksist analiz yöntemiyle araçlarını yeni ve daha geniş bir biçimde kullanma, Marksizmi cinsiyet körlüğünden kurtarma girişimine yönlendirmiştir.14 Türkiye’de “sınıf eksenli kentsel analiz yapma” iddiasındaki güncel literatürün hemen hemen tamamı bu literatürden bihaber olma ve böylece cinsiyet kategorisini ya tümden ihmal etme, ya “sınıfsal olan”a indirgeme (örn. Akgün ve Türkmen, 2009) ya kültürel alana yani “üstyapı”ya havale etme, ya da ampirik çıkarımların kendisinde temelden bir kusur oluşturmayacak eklenebilir-çıkarılabilir bir “ek” olarak görme mistifikasyonuyla malûl kılmaktadır. Bu özrün çok yakın zamanlı bir görünümü “eksik kaldığı için özür dilemek”tir (örn. Şen ve Doğan 2010, s.7). Bu anlamda, Şenyapılı’nın yaklaşımını, dönemine göre ileri(ci) görmek gerekir. Öte yandan, et­nisite, sı­nıf, cin­si­yet gi­bi fark­lı kategorileri teoride ve / ya da siyasal harekette birbiri­ne kar­şıt, ket vu­ran ve / ya da bir­bi­ri­ni dış­la­yan parametreler ola­rak ele almak ve bu anlamda toplumsal bütünlüğü tam da modernleşmeci paradigmaya denk düşecek biçimde kompartımanlar içinde anlamaya çalışmaktansa, bir­bi­ri­ni ku­ran, bes­le­yen, kimi zaman da çe­liş­ki­ler oluş­tu­ran kav­ram set­le­ri olarak işe koşan –az sayıda da olsa çok verimli- yakın zamanlı çalışmalar olduğunu görmek, sosyal bilimler adına sevindiricidir (örn. Bayraktar 2011, Bora 2005, Ekin Erkan 2006, Göral 2010 ve 2011, Özuğurlu 2005 ve Uçan Çubukçu 2011).

Bu uzun parantezin ardından, KBAM raporunun “kadın” anahtar sözcüğüyle taratıldığında karşımıza çıkardığı üçüncü kesit, oldukça ironik bir bağlama yerleşir: “Yetersizlikler, Eksikler ve Gereksinimler” başlığı (agy, s. 48-51) altında:

“Gecekondu alanlarında dönüşüm, gecekondu alanlarının değişen sosyal yapıları üzerine bazı araştırmalar olmasına karşılık bu araştırmaların ölçeği Türkiye’nin gelecekte karşı karşıya kalacağı sorunların tümünü tanımlamakta yetersiz kalmaktadır. Öte yandan dönüşen alanlarla birlikte dönüşemeyen … alanlardaki kadın, çocuk ve etnik grupların sorunlarının ayrıntıları ile araştırılması gereklidir. Yoksulluğun yoğun yaşandığı bu alanların kentle farklı açılardan nasıl bütünleşebileceği sorusuna yanıt aranması,” gereğinin altı çizilmektedir (agy, s.50) [vurgu bana ait.]

“Kadın sorunları” fetişizminden ya da liberal “kadın hakları” argümanından kurtulamaması bir yana, bu (ve benzeri) formülasyonlarda feminist teori açısından en az iki sorun baş gösterir: Birincisi, kurtulmuş-ezilen kadınlar ikiliğidir. Söz konusu ikilik, aslında cinsiyete dayalı özgül toplumsal eşitsizliklerin mevzu bahis olmadığı varsayımını üstü örtülü olarak bünyesinde barındırır: Mevcut eşitsizlikler (ya da “sorunlar”) sınıfsal, bölgesel, ekonomik, vb. ayrımlardan kaynaklanır. İkincisi, cinsiyetçiliğin girift işleyiş mekanizmalarından biri olan, kadınların sorunlu özne durumunda görülmesidir. Bu mekanizmayla kadın kategorisi çocuklar ve “etnik gruplar”ın yanı sıra yaşlılar, hastalar, gençler, bedensel engelliler gibi toplumsal açıdan dezavantajlı diğer nüfus kümeleriyle birlikte ele alınıp kendini öteki’ne karşıtlıkla konumlandıran asıl ve sorunsuz özne’nin dışında kalan, “normdan sapan herkes”in bir bileşeni olarak tanımlanır15.

Gecekondu ve gerisindeki iç-göç olgusunun öteki toplumsal değişkenlerle birlikte cinsiyetle de alâkalı ekonomi-politiği karşısında kentsellik ve kentlilik de içinde olmak üzere mekân referanslı tanımları önsel veri olarak almak ve / ya da “sosyal bilimlerin feminist teori öncesi kavramları”na yaslanmakla yetinmektense, çoklu sosyal süreçleri kavramaya daha elverişli olabilecek yeni ve dinamik tanımlamalar üretebilen eleştirel çalışmalar için, en erken 1990’ların sonlarını beklemek gerekecektir.16 Altı çizilmesi gereken önemli bir husus; yakın zamanlı bazı çalışmalarda, Türkiye sosyal bilimlerinin “Kürt sorunu, yerinden edilme, zorunlu göç” karşısındaki uzun soluklu suskunluğunun da bu çalışmaların bazılarında nihayet, farklılaşan bağlamlar ve bilimsel cesaret düzeylerinde de olsa, delinmiş olmasıdır.17

Buz (2009) ise, yerinden olma / edilme’nin spesifik ve Türkiye’de üzerine az çalışılan bir türü olan sığınma(cılık) ekseninde, mekânın sabitlenemezliği ve geçiciliğine kadınlar açısından bakıp yer, sınır, göç, mekânsal hareketlilik, ara-mekân (purgatorio) gibi kavramlara dair bildiklerimizi gözden geçirmeye teşvik eder bizi. (Ayrıca bkz. Akkaya 2002, Başat 1997 ve Odman 1996)



Yüklə 0,5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin