GöNÜlden esiNTİler bir hiKÂye biRÇok yorum (5) doğdular, yaşadilar, ÖLDÜRDÜler



Yüklə 1,01 Mb.
səhifə14/184
tarix07.01.2022
ölçüsü1,01 Mb.
#80530
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   184
*************

DOĞDULAR YAŞADILAR HİKÂYESİ

Allah'ın varlık alanında bilinmeyi istemesi ve bu istemenin aşk tecellîsiyle/zuhûruyla Hakîkat-i Muhammediyye'de nûr olarak ilk kademede belirmesi, akabinde sıfat, esmâ ve ef’al mertebelerinde bu sevginin açılması hala zihnimi kurcalayan büyük bir soru. Bu süreci idrâk edebildiğim söylenemez, hatta yanlış bir tasnif yapmış da olabilirim. Kısaca, yazacaklarım kıt anlayışımın tezahürleri olacağı için şimdiden affınıza sığınıyorum

Kul olarak nasıl bir istikamete gideceğimin işaretleri veya ne yapacağımın detayları kader defterinde yazılı olduğuna göre, hikâyedeki doğdular, yaşadılar, öldüler ve öldürdüler cümlesini nasıl anlamalıyım?  

Evvelâ, bu cümleden hareketle hikâye şöyle yorumlanabilir mi diye düşündüm: Padişah kelimesi bu tarz anlatılarda genel itibâriyle kâmil insanı temsil ediyor olabilir. Dolayısıyla hikâyedeki padişahı kâmil bir mürşid olarak kabul edersek, doğmak kelimesiyle şeriat, yaşamak kelimesiyle târîkat, öldürmek kelimesiyle hakîkat, ölmek kelimesiyle marifet kastedilmiş olamaz mı? Yine aynı şekilde bir başka açıdan yorumlamayla, bu kelimeler iç yolculuğunu tamamlayan padişahın (kâmil kişinin) yolculuğun ileri safhasında karşılaştığı hazret makamlarını temsil ediyor olabilir mi? Öyle ki: ef'al mertebesi doğmak, esmâ mertebesi yaşamak, sıfat mertebesi öldürmek, zât mertebesi de ölmek kelimelerinin temsilleri olamaz mı? Nihayetinde Hazarât-ı Hamse mertebelerinin son basamağında İnsan-ı Kâmil ortaya çıkıyor.

Düşüncemi biraz inceltmeğe gayret edersem. Padişah (aslında padişah adayı olarak düşünmek daha doğru) insan olarak dünyaya konuk olduğunda (doğduğunda) varlık alanında bir nizamla karşılaşıyor. Bu şeriata karşılık geliyor denebilir. Ya da İslâm dini özelinde düşünürsek, padişahın İslâm’ı kabul etmesinden sonra şeriatı uygulama-ya başlamasını, kısaca yeni bir nizama girmeyi kabul etmesini doğum olarak düşünebiliriz. Dolayısıyla padişah şeriata sıkı bir şekilde bağlı idi. Fakat padişah şeriatla tatmin olmadı ve bu nizamın mekanikliğinden kurtulup duygu mertebesine geçmek istedi. Târîkat bu noktada sadra şifa bir başlangıç idi. Böylelikle padişah doğduğu topraklarda yaşamayı öğrendi; târîkata tutundu. Târîkat sürecinde nefsini terbiye etmeye başladı. Ne var ki yaşadıkları duygu olarak onu tatmin etti ama fikri olarak etmedi. Tefekkür yönünden eksiklikler hissetti. Bu hal/süreç onu bir başka aşamaya, yani hakîkat dalına yükseltti. Burada özellikle nefsini terbiye etmiş olan padişah, tefekkür hayatı ile kimliğini iyice şekillendirdi ve hüviyet kazanmaya başladı. Padişahlar padişahını tefekkür âleminde idrâk etmeye başladı ve bununla birlikte padişahlar padişahına karşı ciddi bir muhabbet beslemeye başladı. Bu sebeple padişahlar padişahının sevgisi/aşkı sayesinde önüne çıkan bütün engelleri aştı. Ne zaman ki öldürdü ve manevî muharebeleri kazandı, o vakit marifet mertebesine geçti. Burada kendi aradan çekildi ve ‘O’ kaldı. Kısaca öldü ve padişah ismini almağa hak kazandı. Çünkü artık kâmil bir insan idi. Dolayısıyla hikâyede geçen “doğdular, yaşadılar, öldürdüler ve öldüler” cümlesiyle özetlenen hikâye, padişah olma kumaşını taşıyan bir insanın padişah olma seyr-ü sülûku olarak düşünülebilir.

Bir başka mertebeden baktığımızda şöyle de yorumlanabilir belki: Âdem olarak dünyaya gelen padişah (padişah adayı), nefsin 7 mertebesini (emmâre, levvâme, mülhime, mutmeinne, râdiye, mardiyye, sâfiyye) hakkıyla geçtikten sonra kendini tanıma yolunda iç yolculuğunu tamamlar. Daha sonra, iç âlem yolculuğunun akabinde, dış âlem yolculuğuna başlar. Çünkü iç âlemi bilmeden dış âlemi bilmek pek mümkün olamayacaktır. Burada derviş Hazarât-ı Hamse’nin ilk mertebesi olan Tevhîd-i Ef’al mertebesini idrâk eder. Allah’ın fillerinin birliğinin tezahür ettiği İbrâhîmiyyet mertebesini idrâk ederek doğumunu ilân eder. Tevhîd yolunun ilk basamağını Hz. İbrâhîm’in makamından yaşar. Akabinde dış yolculuğuna devam ederken Tevhîd-i Esmâ mertebesine ulaşır. Burada Mûseviyyet mertebesi çerçevesinde Hz. Mûsâ makâmında yaşamaya yani dünyayı anlamaya başlar. Öyle ki bu yaşantısında padişahlar padişahıyla tenzîhî bir irtibat kurar. Fakat bu irtibatın yetersiz olduğunu görünce yoluna devam etmeye karar verir. Sıfatların birliğinin tezahür ettiği Îseviyyet makamıyla öldürmeyi, yani dünyada önüne çıkan, onu dünyaya bağlayan bağlarını kesmeyi gerçekleştirir, Tevhîd-i Sıfat makamına gelir.

Bu süreçte padişahlar padişahıyla teşbîhî bir irtibat kurar. Dünyaya dair bütün bağlarından koptuğunu düşünür. Ne var ki tefekkür sonucu bu hâlin Hz. İsâ makamında yaşandıktan sonra sıyrılınması gereken bir hal olduğunu kavrar. Çünkü tevhîd ilkesinin zuhûr ettiği Hakîkat-i Muhammediyye izinde ölmesi gerekmektedir. Nihayetinde geldiği bu Tevhîd-i Zât mertebesinde ölür ve İnsan-ı Kâmil mertebesine geçer ve bir anlamda yeniden doğar. Hikâyede yazılan ve zamanla padişah tarafından kâtiplere sadeleştirilen kısımlar, nefsin yedi mertebesindeki halleri kapsıyor denebilir. Fakat bu mertebelerin hükmü, Hazarât-ı Hamse ortaya çıktığında kalkıyor. Çünkü buradaki yaşantılar bir temsil olarak olması gereken hâle kavuşuyor. Öyle ki dört kelimeyle bu temsil yerli yerini buluyor. Dolayısıyla hikâyede geçen “doğdular, yaşadılar, öldürdüler ve öldüler,” cümlesiyle özetlenen hikâye, seyr-ü sülûkta nefsin yedi mertebesini aşmış olan insanın Hazarât-ı Hamse mertebelerindeki padişah olma seyr-ü sülûku olarak düşünülebilir.

Her iki seyr-ü sülûk yorumunda tarihçiler, müridler olarak yorumlanabilir. Öyle müridler ki, mürşid-i kâmilleri onlara bir hayatın nasıl yaşandığını ve yaşanılan hayatın nasıl bir temsile kavuştuğunu öğretiyor.

Evet, kendi adıma nasıl bir tarih/cümle isteyebileceğim yine kader perspektifinde Hakîkat-i Muhammediyye nûrunun neresinde konumlan-dığım ile yakından ilgili gibi. Ben kimim? Ben yok isem olan ne? Sadece ‘O’ var ise ben neredeyim? Dünyanın varlık mertebesi ben'i nasıl bir alana sıkıştırıyor? ‘O’ beni seviyorsa dünya bir aşk tarlası değil mi? Aşkımızı ilân etmenin bir zamanı var mı? Dünya neresi? gibi sorular zihnimi kurcalarken nasıl bir cümle yazabilirim?

Bu anlamda dünya âhiretin tarlasıdır hükmünce tarlada yapılıp edilen her şeyin nihayetinde oldukça kısa ifade edilen ‘kâmil insan olmak’  maksadını taşıması anlamlı mı? Böyle düşündüğümde uzun uzun cümlelere, kitap ciltlerini dolduracak kelimelere ihtiyacım yok gibi düşünüyorum. Tıpkı hikâyedeki gibi.

Hayat, uzun yazılamayacak kadar kısa, bütün kıymetlerin tezgâhı olması itibâriyle de uzun. Buradan hareketle cümlemi şöyle kurabilirim: Doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler, tekrar doğdular.

Kısaca hikâyedeki son cümleye ‘tekrar doğdular’ kelimesini eklemek isterdim. Çünkü nihayetinde hayat, seyr-ü sülûkun neticesi bazı temsili kelimelerle tanımlanabilir. Yukarda yorumlamaya çalıştığım gibi, söz konusu kelimeler seyr-ü sülûkun ana durakları olabilir. Ve yine nihayetinde bu süreç, yepyeni bir doğuma gebe olarak yorumlanabilir. Ama hâlihazırdaki seyr-ü sülûkumun bu cümleyi kurduramayacak keyfiyette olduğunun da farkındayım.




Yüklə 1,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   184




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin