(19) Ta…… Ka……
From: terzibaba13@hotmail.com
Subject: RE:
Date: Sat, 1 Mar 2014 11:48:08 +0200
Aleyküm selâm Ta…… oğlum. Gönderdiğin yazılarını okudum güzel olmuş eline diline sağlık, dosyasına aktaracağım. Cenâb-ı hakk daha nicelerini nasib eder inşeallah. Selâmlar hoşça kal Efendi Baban.
To: terzibaba13@hotmail.com
Subject:
Date: Thu, 27 Feb 2014 14:07:57 +0200
Selâmünaleyküm,
Hürmetle ellerinizde öpüyorum.
Efendim “Bir hikaye bir çok yorum” dosyası için yaptığım çalışmayı gönderiyorum.
Hoşçakalın sağlıcakla kalın…
-------------
Merkez Hakkında
Cenâb-ı Hakk’ın ahadiyyet yani taayyünsüzlük mertebesinden zâtî gereği ile ilk tenezzül ettiği mertebe olan vahdet mertebesinde bütün isimler ve sıfatlar kendisinin aynıdır ve bu mertebe taayyün etmemiş zâtın taayyün sûretiyle açığa çıktığı ilk tenezzül mertebesidir.
Bu mertebe rûhânî ve cismânî bütün hakîkatleri içinde barındırmaktadır ve bu mertebenin altındaki her bir merkezî mertebe hakîkî hayatını bu mertebeden almaktadır.
Ya’nî bütün alt mertebelerin hakîkatlerine işâret olarak verilen her bir isim o mertebenin ma’nâsını anlatmak için konulmuştur ve o mertebenin hakîkî hakîkatleri de hayatlarını vahdet mertebesinden almaktadırlar ve bu şekilde ancak üzerine işâret olarak konuldukları mertebenin merkezi olmaktadırlar.
İşte bu şekilde başlayan ilâhî akışta şehâdet âlemi dediğimiz yaşadığımız bu dünyâda bu ilâhî hakîkatlerin böyle olduğuna ârif olan kişiler açısından bakıldığında, o kişiler bu bahsettiğimiz ahadiyyeti müşâhede makâmında görür ki, bu şekilde görünce birbirleriyle çekişmekte olan kimseler, onların gözünde kendi hakîkatlerinden dışarıya çıkmamışlardır. O kimselerin ilâhi ilimde sâbit olan ayn’larının sâbitliği hâlindeki ve o ilim mertebesindeki yokluğu hâlindeki, onun hakîkati ne ise, o yine bu hakîkat üzerinde sâbittir ve bilir ki çekişmekte olan kimse, bu şekilde çekişmekle kendi hakîkatı üzerinde sâbittir. Ve kendisine âit doğru yol üzerinde yürümektedir.
Bunun böyle olduğunu bilen ve hakîkatlere ârif olan kişi, kendisiyle çekişmekte olduğu şeyin kaldırılması için onun üzerine bir çaba göndermez. Aslında çekişenden ortaya çıkan o şeye de "çekişme"' denilmesi, insanların gözlerindeki perdenin oluşturduğu geçici bir şeydir; çünkü hakîkatte çekişme yoktur. Her bir zuhur yerinin kendine hâs bir Rabb’i vardır ve o kendine hâs olan Rabb’i bir ilâhî isimdir ve o ilâhî isim onun rûhu ve idâre edicisidir ve onu alnından tutup kendi doğru yolu üzerinde götürmektedir. O zuhûr yerinin o kendine hâs olan Rabb’inin kendisini idâresine karşı koymaya esas olarak bir gücü yoktur.
İşte bütün bunlara ârif olan bir kimse bunun böyle olduğunu bildiğinden dolayı, hakîkat bakışıyla baktığı zaman, her zuhûr yerinin fiilini hoş görür ve onunla mücâdele etmeyip kabûl eder. Fakat şerîat bakışıyla baktığı zaman, örneğin kâfirlerden çıkan küfre ve günahkârlardan çıkan günâha i’tirâz eder. Çünkü şeriat ikilik perdesi üzerine kurulmuştur. Ve bu şekilde kendisinde perde olan bir mahalde ise çekişme her zaman vardır. Günümüzde de, tarihi olaylarda da çok sık olarak gördüğümüz gibi bu hakîkatlere vâkıf olmayan kimseler, gözlerine çekilmiş olan tabîat karanlığının ve bu dünyâ âleminde kendilerine tanınan imkânları yanlış değerlendirmenin sonucu olarak sürekli olarak bir başkalarıyla çekişme içindedirler.
Enfüsî olarak ya’nî bizim esas işimiz ve bizler için en önemli kısım olan olan seyr ü sülûk yolunda ise “merkez” kavramı Hakk’ı kendi nefsimizde müşâhede etmemizdir. Ve Hakk’ı ne kadar kendi nefsimizden dışarıda aramaya yönelirsek bu iş yolun uzamasına sebeptir ve merkezden dış çevreye doğru uzanan bir eğridir. Bu şekilde olan bir sâlik işin hakîkatinden ve merkezinden yana gâfil olur ve böyle devam ettiği sürece Hakk'ı ne kendi nefsinde ve ne de diğer görünme yerlerinde müşâhede edemez.
Onu sürekli kendi nefsinden uzaklarda hayâl eder ve durmadan o hayâl edip uzak mesâfede zannettiği o kendindeki sûrete yönelerek onu arar durur. İşte bundan dolayı bu şekilde olan bir kimse merkezi olan kendi nefsindeki Hak'tan gittikçe uzaklaşan eğri gibidir ve seyr ü sülûk ile amaçlanan şeyden dışarı çıkmış demektir. O hayâl ettiği şey ise kendisinin yaptığı ilâhı ve hayâl ettiği Rabbi’dir.
İşin aslında her şekilde ilk önce kendi nefsinden yola çıkan sâlik ya’nî bu yolda ilk önce kendi vücûdunu ve nefsini ortaya koyarak ve nefsini merkez sayarak ve Hakk'ın talebine bu merkezden başlayarak yola çıkan sâlikin Hakk’ı talebi işte bu hayâlinde son bulur ki, bu da Hak hakkındaki hayâlî olarak verdiği kararıdır ve bu hayâlî kararına ulaşıncaya kadar araya giren mesâfeyi Allah Teâlâ'ya giden bir yol zanneder ve bu seyri ile Hak'tan uzak olur. Çünkü daha başta iken Hakk'ı terk etmiştir ve bu baştan uzaklaştıkça Hak'tan uzağa düşmektedir.
Oysa, Hakk’ı kendi nefsinde müşâhede ederek bu merkezin etrafında dönen kimse için ne bir başlangıç vardır, ne de o seyrin bir sonu. Çünkü seyrini dâirenin çevresi üzerinde merkezde yapmaktadır ve bu durumda da onun hareketi tam bir merkezi harekettir. O seyrini bütünün çevresi üzerinde yapar ve o seyir Allah'tan Allah'a ve Allâh'dadır.
Bu şekilde Hakk’ın yolunda yürümeye devam edilerek Allah ilmi deryâsına dalınırsa ve "Senin vücûdun bir günahtır ki, ona diğer bir günah kıyâs olunmaz" hadîs-i şerîfi uyarınca, şerlerin ve kabahatların hepsinin kaynağının, bizim kendi madde bedensel oluşumumuz olduğunu görürüz. Ve o ilâhî ilim deryâsına dalarak ve mücâhedelelerle yolumuzda ilerleriz ve Allah bilgisini öğrenerek o vücûd günâhını ortadan kaldırır ve herşeyin merkezi olan ahadiyyet deryâsına dalarız.
------------------------
Dostları ilə paylaş: |