Bismillâhirrahmânirrahîm:
SORU:
Sümbül Efendi‘nin ‘‘âlemi siz yaratmış olsaydınız nasıl yaratırdınız?’’ sorusu karşısında Musa bin Muslihuddin Efendi’ nin “her şeyi merkezinde bırakırdım!” sözlerini “Eğer siz olsa idiniz o soru hakkında kendi hayat anlayışınız içinde bu cümleyi nasıl düzenlerdiniz.?”
Herkesin ve her şeyin merkezinde ve olması gerektiği gibi olduğunu ilim olarak bilirken ve buna inanırken bazen olayları karşılarken üzülebiliyoruz. Hem merkezinde diyoruz hem de kişilerden çıkan fiillerden rahatsız oluyor, inciniyoruz. Musa (as.) ile Hızır (as.) arasında geçen hikâyede olduğu gibi her işte bir hikmet olduğuna inanıyor, bizim başımıza olumsuzluk gibi görünen bir olay geldiğinde kabullenemiyor, eleştiriyor ya da sesimiz çıkmasa da gönülde mahzun olabiliyoruz. Demek ki duygularımız hakikati görmede bize perde oluyor. Henüz Rab hükmündeyiz.
Bilgi ya da ilim olarak öğrenilenler hayatın içinde ne kadar kullanılırsa, kendimizi o kadar rahat ve bast halinde hissediyoruz. ’’Karşılaştığımız her şey Cenab-ı Hakk’ın bir tecellisi, O’ndan başka bir şey yok, şimdi de bana kendini böyle seyrettirmek istiyor, ne çok tecelli ne çok zuhur, her an yeni bir şanda kendini tanıtıyor’’ gibi düşünceler idrake geldiğinde ise bütün mahzunluğumuz, huzur hali ile yer değiştiriyor. Musa bin Muslihuddin Efendi’nin hal edinerek söylediği “her şeyi merkezinde bırakırdım!” sözünü, bu yolda bir şeyler öğrenmeye ve hayatımıza dahil etmeye çalışan biz de, ancak bu halimizle taklidi olarak söylerken, tahkiki bir yaşantı ve idrak ile hayata geçirebilmeyi çok arzu ve ümit ederiz.
Yukarıdaki cevap hiçbir şey ayırmaksızın bütün “Ef’âl âlemi içinde” her yönden geçerlidir. Bunun gerekçeleri şunlar olabilir:
Zat-ı Mutlak Amaiyet’ te kendi kendinde gizli, fakat kendine aşikar iken (Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en uğrafe fe halaktül halke liuğrafe) bilinmekliğini murad etmiş, kendindeki sonsuz manaları seyretmeyi dilemesiyle ‘‘kün fe yekün’’ , ‘‘ol dediği şey anında olur’’ ayetiyle belirtildiği üzere Zat’ ında terkipler halinde dilenen sonsuz isim ve sıfatları âlemlerden âlemlere tenezzül ile perdelenerek, Ef’ al âleminde bu âlemin yapısına uygun elbiseler giyerek kayıtlı varlıklar olarak görüntüye gelmişlerdir. Yüce Allah’ın (CC) bütün isim ve sıfatları ile zati tecellisi ise Adem’e olmuş, ve seyr başlamıştır. Cenab-ı Hakk sadece Cemâl esmaları ile zuhura gelmiş olsaydı burası cennet, Celâl isimleri ile zuhura gelmiş olsaydı, cehennem olurdu. Alem-i ecsam denilen Ef’ al aleminin Hz. Şehadet olarak da adlandırılması onun Sad suresi 75. ayette ‘‘iki elimle halkettiğim’’ dediği Celâl ve Cemâl tüm isim ve sıfatları ile huzurda, hazır olduğunun ve O’nu tanımanın yalnızca içinde yaşadığımız bu alemde mümkün olabileceğinin göstergesidir. Zelzele, toprak kayması, fırtına, yağmur, yıldırım çarpması, yangın, açlık, savaşlar, ırk ayrımcılığı, yoksulluk v.b. bütün bunlar Celal esmasına bağlı olarak açığa çıkan fiil ve oluşumlardır. Bilinmekliğini isteyen Cenab-ı Hakk’ı tanımak tek yönlü olamayacağından, Celâli isimlerinin, adı geçen oluşumlarla açığa çıkması pek tabi ve merkezindedir.
Bu yüzdendir ki içinde bulunduğumuz bu âlem cennetten de cehennemden de daha kıymetlidir. Kendimizi tanımak, kazanmak yoluyla Allah’ı tanımak ve kazanmak ancak burada mümkündür. “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz, öyle haşrolunursunuz.’’ Hadis-i şerifinde de belirtildiği gibi gelişme ve ilerleme ancak bu dünyada olabilmektedir.
Adem (A.s.) İle Havva validemiz henüz cennetteler iken Cenab-ı Hak , ‘‘o ağaca yaklaşmayın’’ diye buyurmuş, ancak Şeytan onlara galebe çalarak, oradan ayaklarını kaydırmıştı.
Dostları ilə paylaş: |