6) Merkez nedir? Bu soru ilk bakışta çok basitmiş gibi görünüyor ve insanın hemencecik merkez Hakk’dır diyesi geliyor. Ancak biraz tefekkür edince burada sıkıntılı bir
123
nokta kendini belli etmeye başlıyor. Merkez cihete mündemiçtir. Merkez ciheti varsayar ve dahası cihete tabiidir. Cihet olmaz ise merkez de olmaz. Cihetli olmak ise, kayıt altında olmaktır. Merkez, her ne kadar kayıt altında tutan gibi gözükse de, ( değerlerin ona nisbi olacak şekilde belirlenmesi hasebince), aslında kayıt altında tuttuklarına mukayyet olmak durumdadır.
Hakk’ın ise, mukayyet olması tasavvur edilemeyeceği için (ayna karşısında dikilen bir kişi nasıl ki, aynaya müşahede için gerek duyuyor ama ayna tarafından kayıt altına alınamıyorsa), Hakk’ın merkez olması da akla pek yatan bir fikir olarak görünmüyor.
Bu noktanın altını çizmesi bakımından, Hacı Beştaşi Veli’ye atfedilerek anlatılan hikâye gayet yerindedir. Hacı Bektaş hücresinde oturmakta ve tefekkür etmektedir. Bir ses duyar; duyduğu ses namaz kılmasını emretmektedir. Bunu duyar duymaz hamle eden Hacı Bektaş İblis’i gırtlağından yakalayıverir. Hayretler içindeki İblis, “yahu Hacı Bektaş, ben sana namaz kılmanı telkin ettin, kötü bir şey demedim ki, nasıl oldu da anladın benim olduğumu?” Bu soruya cevaben Hacı Bektaş şöyle yanıt verir: “Duyduğum ses tek bir cihetten geliyordu, Hakk’dan gelmiş olsaydı, her yerden gelirdi.” Kısacası Hakk, kendisini cihet ile izhar ederse de, her an her cihet aynı anda izhar edilen bir Hakk’ın ciheti, ancak akl-ı cüz’ün kendi nakıslığı ile Hakk’a atfedeceği bir şeydir. Hakk cihetsiz olacağı için, cihetin olmadığı yerde de merkez olamayacağı için, merkez Hakk’dır diyemeyiz.
Peki merkez nedir o zaman? İlk elden akl-ı cüzdür diyebiliriz. Çünkü ciheti atfeden akl-ı cüzdür. Demek ki, merkeze karar verende odur. Merkez nedir sorusunun cevap sorunun muhatabı tarafından verilecektir. Bu sorunun muhatabı da akıl olduğu için merkez akıldır demek mümkün görünmektedir. Efendi Baba’mın Füsus sohbetinin Adem faslındaki kayıtlardan birinde (yanılmıyorsam 04 numaralı kayıt), akıl ile ilgili ufuk açıcı bir tespit bulunmaktadır. Efendi Babam, bu kayıtta, aklın hükümranlığının sınırlı bir
124
hükümranlık olduğunun altını çizmekte, aklın nefse tabii olduğunu belirtmekte ve bu yüzden de aklın vereceği cevapların nefsin izini ölçcüsünde vuku bulacağını vurgula-maktadır.
Eğer aklın sınırlarını çizen nefisse, eğer akıl ancak nefisten aldığı emirler doğrultusunda değerler (artı/eksi, iyi/kötü, faydalı/zararlı…) oluşturuyor ve bu değerler doğrultusunda bir şeyler tahakkuk ettiriyorsa, merkez nefistir diyebiliriz.
Hakikatten de, âlemi tasavvur etmede, ve ona değer biçmede merkez rolü oynayan nefislerimizdir. İyi kötü, doğru yanlış, artı eksi gibi tüm değer yargılarımızda alınan kararlar verilen cevaplar, hep nefis temel alınarak, yani nefis merkezinden bakılarak ortaya çıkmaktadır.
Ancak nefis statik yani durağan bir şey olmadığı için tek bir merkezden bahsetmek de mümkün değildir. Nefsin tekâmülüne uygun bir şekilde merkezde değişmektedir. Nefsi emmâre için merkez, hayvaniliğin bu mertebedeki ağırlığı hasebiyle, haz ve acı arasında kalmaktadır. Burada nefis, hazzı artı (iyi), acıyı da eksi (kötü) olarak telâkki edecek ve davranışlarını da buna göre şekillendirecektir.
Nefsi emmârenin hükmünden kendini kurtaran bir kişi, kendini bir ahlâk yasası ve normlar dizgesi (mesela şeriat) ile bağladığı ölçüde, hayvani ahlâktan tebarüz eden merkezi terk edecektir. Ama bu mertebede ahlâk normları dışarıdan geldiğinden, kişinin ahlâkı enfüsi âlemden neşet eden arzuların baskısı altında kalacak, bu nedenle de sabit bir merkez görmek pek mümkün olamayacaktır. Afaki normlar galebe çaldığı ölçüde şer’i hükümler merkezi ele geçirecek, emmârenin enfüsi dürtüleri afaki normları püskürttükleri oranda ise merkez, yeniden emmârenin işgali altına girecektir.
Bu gelgit, Efendi Baba’mın da vurguladığı gibi nefsi’ni tanıma kemalâtıyla tahakkuk edene kadar, yani enfüsi âlem, yani nefis tam anlamıyla tesviye edilene kadar sürecektir.
125
Kısacası, her nefis mertebesi, kendi hükmünde bir merkez tayin edecektir. Bundan şu sonucu çıkarmak mümkündür: nefsin gelişim seyri boyunca, farklı merkezler ortaya çıkacak, ancak en kâmil merkez, nefsin en kemalli tecelli ettiği noktada ortaya çıkacaktır ki, bu da İnsân-ı Kâmil’e işaret etmektedir. Dolayısıyla, merkezin İnsan-ı Kamil olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir. Ki Muhittin Arabi hazretlerinin belirttiği şekilde, İnsân-ı Kâmil’in Hakk’ın âleme bakan gözü olduğunu hatırlarsak, merkezin İnsân-ı Kâmil olduğu şeklindeki iddiamıza bir dayanak bulmuş oluruz.
Bu şekilde, akıl yürütmeyi sürdürürsek, İnsân-ı Kâmil’i en kemâlli zuhurunun Hazreti Muhammed olduğunu telâkki eder, böylelikle merkezin Hazreti Muhammed olduğunu soncunda ulaşabiliriz.
Keza Abdülkerim Ceyli hazretleri de İnsân-ı Kâmil adlı eserinin “Ruh adlı Melek” faslında telkin ettiği hakikat bu nokta ile ilişkilendirilebilir:
“Bilesin ki, Bu, o MELEK’tir ki, Sofi dilinde ona:
-Hakkın onunla mahlûk göründüğü ve hakikat-i Muhammediye… adı verilmiştir.
Allah-ü Teâlâ’nın bu MELEK’e olan nazarı, kendi nefsine nazarı gibidir…
Onu, kendi nurundan yarattı; âlemi de ondan yarattı.
Ve onu… Âlemde nazarına bir mahal kıldı…
Allah-ü Teâlâ, mevcudat çarkını, onun üzerinde döndürür… Mahlûkat semâsının kutup noktası odur.”
Ceyli hazretlerinin kelâmını istinat noktası yapmak sûretiyle, fakir merkezin zahirde Hz. Muhammed Efendimiz (s.a.v.), bâtında ise, Hakikat-i Muhammediyyedir, olduğunu dile getirebilirim.
7) “Merkezinde bırakırdım” cevabı, dikkatle incelendiğinden, ilk başta göze çarpan husus, bu nevi bir
126
cevabın şeriat veya tarikat ehlinden sudur etmeyeceğidir.
Çünkü bu lâfzı, şeriat ve tarikat ehli aynı anlama gelecek şekilde fakat farklı şekillerde buyururlardı. Meselâ: “olduğu gibi bırakırdım,” yahut “Cenâb-ı Allah’ın takdir etmiş olduğu şekliyle bırakırdım.” Burada şey’iyetin merkezde olduğunun telâkki edilmesi, varlık âleminin ve bu âlemde zuhura gelen şeylerin kemâlâtına işaret etmektedir. Merkez Efendi tarafından ifade olunan kısaca şudur:
Zuhura gelen zâten hali hazırda kemâlâttadır. Aksi düşünülemez. Her ne ki halk olunmuştur, yani ilâhi tecelliye mazhar olmuştur, o zâten kemâlâtını (kendi istidadına göre) bulmuş demektir. Aksi, yani zâhirde izhar edileni nâkıs bulmak, Hakk’a nâkıslık atfetmek anlamına geleceğinden, düşünülemez.
Bu idraka sahip olan bir kişi için ise, vehim perdesinin aralandığı, bu sayede ise hayal âleminden, yani akl-ı cüz’ünün tahakkümünden kurtulduğu, ve akl-ı kül’den gelen ilham ile, eşyanın hakikatine ulaştığını söyleyebiliriz. Kısacası, ef’al âleminde, kendi başına bir hüviyete sahipmiş gibi görünen şeylerin, aslında Hakk’dan ayrı bir vücûd teşkil etmedikleri, sadece ve sadece Hakk’ın tecellilerini izhar eden birer mahal olmaktan öte bir anlama sahip olmadıkları kavrayışı ortaya çıkacaktır. Kısacası, varlık âleminin, Hakk’ın esma, sıfat ve Zat’ının tecelligahı olduğunu fehim, idrak ve zevk edecektir.
Bu ise mertebe olarak, en azından Tevhid-i Sıfat ve de Cem mertebesine ulaşmış olmayı gerektirmektedir. Bu makamın en ayırıcı özelliği Hakk’ın zâhir, halk’ın ise bâtın olmasıdır. Merkez Efendi’nin ikinci hikâyedeki davranışı, yani şeyhinin isteğine rağmen çiçekleri bir türlü koparamayışı, bu nokta dikkat-i nazara alındığında anlamlı hâle gelecektir: Merkez Efendi, çiçekleri koparamamıştır, çünkü keşfi açıldığı için, onların Bâtınını müşahade eder hâle gelmiş, ve orada çiçeklerin hakikatini, yani Hakk’ı zikrettiklerine tanıklık etmiştir. Hasılı, çiçeklerin zahirinin değil batınını görür hale gelmiştir.
127
Aslında burada, çiçeği bir sembol olarak değerlendirmek mümkündür. Çiçek aslında zâhirdeki her şeyi sembolize etmektedir. Zâhirdeki şeylerin hakikatına eren kişi için artık yapılacak bir şey kalmamış demektir. Çiçeği koparmaktaki isteksizliği de aynı şekilde bir sembol olarak değerlendire-biliriz. Bu mertebede kişi, Hakk’da yok olduğu için, yani Bâtını Zâhir, Zâhiri ise Bâtın olduğu için, Ef’âl âleminin gereklerini yapmaktan isteksiz kalacaktır. Aynı hususa, Ahmet Avni Konuk’un Mesnevi Şerhi’nin 5. cildinin hemen başında işaret edilmektedir. Mevlânâ Hazretleri, Hüsamed-din Çelebi’yi Mesnevi’ye devam etmeleri için telkin de bulunup, harekete geçirmeye çabalıyor. A. A. Konuk, Hüsa-meddin Çelebi’nin, isteksizliğini, fenfillâh makamını zevk etmesine bağlıyor ve bu makamda, beşerin (zâhirin) işlerini yapmaktaki isteksizliğe işaret ediyor. “Sâlisen hazretin (Hüsameddin Çelebi hazretleri) hâl-i fenâ içinde bulunmaları da muhtemeldir ki, bu hâl-i âli içinde bulunan evliyaullaha âlem-i keserat icabından olan yazma ve okuma müşkil gelir; ve hâl-i bekâya gelinceye kadar, bu hususa kendisinde kuvvet ve takat göremez.” Çelebi Hüsamettin hazretleri için yazma ve okuma da gözüken bu isteksizliğin, Merkez Efendi’de çiçek koparmaktaki isteksizlik şeklinde vukuu bulduğunu düşünmek mümkündür.
İrfan Mektebi Hakk Yolu’nun Seyir Defterinde, Efendi Baba’mda bu noktaya temas etmektedir: “Fenâfillah mertebesine ulaşan kişinin karşılaşacağı epey zorluklar vardır ki; bunun en önemlisi kayıdsızlığa düşmesidir. Hiçbir şeyle kayd altına girmek istemez, çünkü Hakk’da fani olmuştur…” o kadar ki, bu mertebeye ulaşmış kişiler için, bir üst mertebeye geçmek bile, kayıdsızlıktan kurtulmayı gerektirdiği için gayet müşkül bir hale gelmiştir. Bu mertebede bulunanlar “fenafillah’da fani olmuş bulundukları yerde tam sakin olmuş, hareketsiz görünürler. Bu hallerinden dolayı kendilerinde kalkıp da bir sonra ki aşamaya ulaştırmak için yapacakları talepleri de yoktur. Çünkü olamaz.”
Demek ki Merkez Efendi’nin çiçeği koparmaktan imtina
128
etmesini birbiriyle yakından bağlantılı iki nedene bağlamak mümkündür: hem çiçeğin (yani zâhirin/eşyanın) hakikatini müşahede ediyor, yani Hakk’ı zikrettiğine tanık oluyor, hem de çiçeği koparması için, Ef’al âlemine dalması gerekiyor ki, kendisinde bunun için takat (kayıtlı olma) bulamıyor.
Bu makamda kişi artık “her işin, her sıfatın ve her varlığın Hakk’tan ayrı olduğu zannından” kendini kurtarmış oluyor. Böylelikle, “Nuzül, iniş kavsinin başlangıcını teşkil eden Cem Makamınıda Hayy nefsinin etkisiyle kendisinde uyanmaya başlayan yeni bir akıl (Akl-ı Mead) ile her şeyin Hakk’ın Zât’ı ile kâim olduğunu, Hakk’tan gelip Hakk’a gittiğini ve hatta kendi Zat’ının Hakk’ın Zat’ından farklı olmadığını idrak etmiştir. Halk Hakk’ın Bâtınında kaybolmuştur. Makam-ı Cem’de bulunan kişinin idrakinde tüm halk silinir ve bu kişi nereye dönerse dönsün eşyanın yalnızca bâtınını yani Hakk’ı görür. Bu kişinin gözünde artık dış sebepler yok olmuş, sebepler perdesinin gizlediği/ sakladığı Hakk güçlü bir şekilde tek fâil olarak ortaya çıkmıştır.” (Ahmed Yüksel Özemre, Kâmil Mürşidlerin Mirası, 305) Kısacası bu makamın hakikat mertebesi olduğu, bu mertebede ise, eksiklik, yanlışlık ve çirkinlik olmayacağını belirtebiliriz. “Her şey yerli yerindedir ve Hakk ile Hakk üzeredir.”
Yine bu mülâhazalar mucibince, Merkez Efendi’nin Hazret’ül Cem mertebesine ulaşmadığı sonucundu çıkarmak da mümkün olabilir. Zira, bu şeriat makamı olarak adlandırılan Hazret’ül Cem makamın mahali, şehadet âlemidir. Yani halk tekrar Zâhir, Hakk ise Bâtın olur. Yine çiçek sembolüne dönecek olursak, Merkez Efendi, o dönemde Hazret’ül Cem’de olsaydı, çiçeği koparmak konusunda isteksiz olmayacağını, çünkü artık beka’a döndüğünü, yani Ef’al âlemine intibak etmiş olacağını ifade edebiliriz. Şu farkla ki, bu mertebede Merkez Efendi faaliyette bulunurdu (ef’al âleminde çiçeği koparırdı) ancak bunu Hakk’ın eliyle yapmış olurdu. Kısacası, yapan eden artık o değil, onun eliyle Hakk’tır. Bu makamda Hakk, “anlayana kulun kuvvetlerinden görünür. Kulun hayatı,
129
kudreti, işitmesi, görmesi, söylemesi Hakk iledir.”
1) Peki “merkezinde bırakırdım” lâfzını hiçbir şey ayırmaksızın bütün ef’al âlemi için geçerli kabul edebilir miyiz? Ef’al âleminin karakteristiği zâhir olmasıdır. Bu noktada artık elimizde bir kıstas vardır diyebiliriz: Zâhir olan şeriata tabiidir. Dolayısıyla, Ef’âl âleminde vukuu bulan şeyler şeriata, kıstasına vurularak değerlendirmeye tabi tutulabilirler.
Bu noktada merkezinde bırakırdım lâfzı hükümsüz kalmaktadır. Çünkü şeriat hükümleri doğrultusunda faaliyette bulunma gerekir. Ancak burada şeriat ve tarikat ehli, kendi iradeleri ile tasarrufta bulundukları zannına gark olmuşken, mârifet ehli işin sırrına vakıf bir şekilde, yapılanın Hakk’ın esmâ-i ilâhisinin zuhur bulması olduğunun bilincindedir. Marifet ehlinin iki vechi vardır: dışı halka dönük, içi ise Hakk’a. Zâhiren tasarrufta bulunur, gerçekten tasarrufta bulunan onların eliyle Hakk’tır. (Sen atmadın, Allah attı…)
Şeriat ve tarikat ehli, ef’al mertebesinde faaliyetin kendi birimsel varlıklarından neş’et ettiği zannında bulunmakta-dırlar. Ancak marifet ve hakikat ehli için, söz konusu olan şey, nefsâni bir tasarruf değildir. “Kendi şahıslarında cem etmiş oldukları, esma-i ilâhinin hakkını vermek için tasarrufta bulunurlar.” Bu konuda en güzel örneklerden biri de Hz. Ali Efendimiz’in düşmanı karşısında takındığı tavırdır. Savaş esnâsında, düşmanı yere çalan Hz. Ali Efendimiz, düşmanının tam canını alacakken (yani faal haldeyken, yani çiçeği koparır haldeyken), düşmanının üzerine tükürmesi üzerine almak üzere olduğu cana dokunmamıştır. Neden böyle yaptığının sorulması üzerine, verdiği cevap tüm insanlık için bir Hikmet hazinesidir. “Hz. Ali, ilk başta Allah için öldürecekken, düşmanın tükürmesi ile mevzunun kişiselleştiğini, yani araya nefsin girdiğini, bu durumda ise öldürmenin cinayet olacağını belirtmiştir.” Bu hâdiseyi şöyle yorumlamak da mümkündür herhalde: Hz. Ali ilk başta tasarrufta bulunurken, Hakk’ın atan eli konumundadır, yaptığı sadece kendindeki esmâ-ı ilâhinin hakkını vermek
130
yani onların tecelligâhı olmak iken, rakibinin tükürmesi ile Zat’ı tecelli içine, nefsani tecelli karışmış, mesele bir nefis meselesi haline gelmiştir, Ki o noktada, öldürme fiili artık cinâyet ile eş anlamlı hâle gelecektir.
Bir diğer önemli nokta da, “Muhemmedilik” mertebesi nin faaliyet gerektirmesidir. Yani “İseviyyet” makamında, kişi kendine yapılan zulmü dahi sineye çekme ile yükümlüyken, Muhammedilik mertebesine ulaşmış bir sâlik için, gerekene gerektiği şekilde cevap verilmesi câizdir. Yine Efendimiz’in (s.a.v.) hayatı bunun en güzel örneğidir. Mekke müşriklerinin karşısında, “merkezinde bırakırdım” dememiş, hayatını mücadeleye vakfetmiştir. Ama ısrarla vurgulanması gereken şudur ki, bu mücadelenin, beşerin nefsâni mücadelesi ile hiçbir ilgili bulunmamaktadır. Zâhiren şeriat üzerine olan bu mücadelenin, bâtın yönlerini ise biz ancak Kâmil İnsanların aktardıkları hikmet hazineleri aracılığıyla anlayabilir hale geliyoruz.
2) Şu ana kadar altı çizilen noktalar itibariyle, 2. sorunun cevabı zimni olarak verilmiş bulunuyor. Zelzelele, toprak kayması, yağmur, yıldırım, yangın, açlık, savaş, ırk ayrımı ilh. Bütün bunlar merkezinde midir? sorusuna daha yakından eğilecek olursak, şu noktaları tespit etmek mümkündür:
Birinci olarak yukarıda anılan hadiseleri iki gruba ayır-mak yerinde olur. Tabi (doğal) hadiseler ve beşeri hadise-ler.
Doğal hâdiselerin içine beşere mahsus değer yargıları fazlaca sirayet etmediği için, bu hadiseleri ele almak daha kolay. Beşeri hâdiselerde ise mesele daha bir çetrefil hâle geliyor. Daha doğrusu tabiat güçleri karşısında yapacak pek bir şey olmadığı için, kişi tedbirini alıp takdire boyun eğmek durumundadır. Ancak bunları değerlendirirken, yine “merkez” olan nefis hükmünü veriyor olacak ve beşerin bu olaylara bakışını belirleyecektir.
Nefis terbiye olup, kişi vehim perdesini araladıkça bu hâdiselerinde aslında Hakk’ın esmâsının ve evsafının
131
zuhurundan farklı bir şey olmadığı idrak edilecektir. Bu tabî afetlerde, Hakk’ın Kahhar ve Mumit esmâlarının tecellisinden başka bir şey değildir. Ama aynı hadiselerin içinde başka esmâların zuhurunu da tespit etmek mümkündür. Meselâ, deprem bölgelerinin yer altı suları, madenleri yönünden zengin olmaları ve verimli topraklar ihtiva etmeleri, Hakk’ın Rezzak, Ganiy esmâlarına delâlet etmektedir. Buralarda bu artı özelliklerden gereği gibi faydalanmadığı gibi bir de can kayıpları oluyorsa, bu insanların cehâletine yani kendilerinde mevcut olan Âlim esmâsını gereği gibi kullanmamış olmalarına işaret eder. Hele hele işin içinde, bir de sahtekârlık ve hile varsa, insanları ölümünde deprem veya toprak kayması değil, Mudil esmâsını zuhurunun rol oynadığını söyleyebiliriz.
Beşeri mesele ve hâdiseler de ise, işin içine değer yargıları girdiği için ve tabiat olayları gibi mekanik işleyen bir yapıya sahip olmadıkları için ve dahası insanın aktif olarak katılmasını gerekli kılan bir yapıda seyretmeleri hasebiyle, konu daha karmaşık bir hal almaktadır.
Burada işaret edilen durum, genel mahiyetiyle şu temel soru etrafında okumak mümkündür. Kötülük karşısında tavrımız ne olacak? Irçılık, savaş, cinayet …vs. gibi kötü şeyleri merkezinde mi bırakacağız? Yoksa düzeltmek için bir çaba içine girecek miyiz? Bir şeyler yapacaksak ne yapacağız ve nasıl yapacağız? Bu nevide sorulara cevap vermek için, insanın ne olduğu sorusunun lâyıkıyla cevaplanmış olması gerekmektedir. İnsân ilâhi bir sûrette hâlkedilmiştir ve ilâhi tecelliye en kemâl şekilde mazhar olmuştur. Ancak bu beraberinde insana, keyfi bir serbesti değil, yükümlülükler getirmiştir. Bu bakımdan İbnü’l Arabi hazretlerine göre, “haksızlık yapan birinin yaptığı kötülük kınanır ve cezalandırılır. Ancak insandan sadır olan bu kötülüklerin, insanın hakikatı (ayn) olmadığı hatırlanmalıdır. Bu yüzden kınanan ve cezalandırılan, insanın ilâh-î hakikati değil, kötü fiileridir.” (Osman Nuri Küçük, 78)
“İbnü’l Arabi’ye göre, dini hükümlerde Şâri’nin temel maksadı, insanın ilâhi sûretini korumak, bu sûretin bozulup
132
hayvaniyete düşmesinin önlemektir. Bu yüzden İbnü’l Arabi’ye göre, şer’in bir fiili kötülemesi, ilâhi sûretin muhafazasıyla ilgili bir hikmete dayanmaktadır.”
Buradan şöyle genel bir kanıya varmak mümkün görünmektedir. İlâhi tecelli, yani Zât-ı Ulûhiyyet, İnsân-ı Kâmil sûretinde taayün ve zuhur edince “en kâmil şekilde görünmektedir.” Yani Ef’al âleminde merkezde olan, yani merkezinde bırakılması gereken, İnsân-ı kâmillerden neş’et eden faaliyetler, hâdiseler ve oluşumlardır. Ki, böyle bir olgunluğun mahsulü olmayan davranışlar ve tavırlar, arzulanan neticeyi verememektedir. İnsânlar bir kötülüğe cevaben hareket ettiklerinde, nefsânî düzey işin içine karışmakta ve ne yazık ki, kötülük önlemek adına yapılan hareketler yeni kötülüklerin sadır etmesine neden olarak, kötülüğü bâki kılmaktan öteye gidememektedir. Bu da içtimai hayatın nefis terbiyesine ve İnsân-ı Kâmiller’e ne kadar ciddi bir ihtiyaç içinde olduğuna delâlet etmektedir.
3) “Ne var âlemde o var Âdemde.” Afâki Âlemi İnsân-ı kebir olarak adlandırdığımız an, şu ana kadar söylediğimiz her şeyin enfüsi âlem içinde geçerli olduğunu hükmüne varabiliriz. Enfüsi âlemde de hiçbir şey gereksiz ve kendi başına kötü değildir. Her şey İlâhi bir senaryonun gereği olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla, enfüsi âlemin unsurlarına bir nâkıslık atfetmek, Hakk’ı nâkıs görmek ile aynı anlama geleceğinden, böyle bir tavırdan içtinap etmek büyük bir öneme haizdir.
Bu noktada, Efendi Baba’mın sohbetlerinde altını çizdiği bir nokta mevzu’un anlaşılması için son derece yararlıdır. Enfüsi âlemin, eksi (yani kötü olan kısmı) hiç şüphesiz nefsi emmâredir. Ama gayet açıktır ki, nefsi emmâre olmadan ilâh-i senaryonun sahnelenmesi imkânsızdır. Nefs-i emmâre gereklidir. Dahası, nefs-i emmâre seyr-i süluk’da yapıcı ve yararlı bir rol oynama potansiyeline de sahiptir. Efendi Baba’mın da vurguladığı gibi, nefs-i emmâre, tutturduğu yolun tehlikelerini sezdiği an (cehennemde kendisinin acı çekeceğini anladığı an), irfan arabasını geriye çeken bir güç olmaktan çıkıp, bu arabanın daha hızlı gitmesine katkıda
133
bulunan bir güce dönüşmektedir. Diyelim ki, 100 km. hızla giden bir irfan seyri, emmârenin takozu ile (farz-ı misal) 75 km. ye düşmekte iken, nefsi emarenin (çıkarcı bir şekilde de olsa) idrakinin açılması ile sağladığı artı kazanç ile saatte 125 km. hıza çıkabilmektedir.
Ama yine de yapılması gereken, nefs-i emmâre’yi kendi merkezinde (hayvâni haz ve acı) bırakmayarak, asıl olan merkeze, yani İnsân-ı Kamil’e tabi kılmaktır.
Şu ana kadar yapılan açıklamalar 4. ve 5. soruların cevaplarını ihtiva etmekle beraber, fakir şu noktaların altını bir kere daha çizmek isterim:
Karşılaştığımız şeylerin değer hükmüne karar veren merkez, nefsin iradesinde, yetkisinde ve denetimindedir. Demek oluyor ki, merkez nefsin tayin ettiğidir. Merkez olarak gözüken, memurdur. Âmir hükmündeki merkez nefistir.
Karşılaştığımız her iyi veya kötü şeyin merkezinde olup olmadığına karar veren nefistir. Nefis de, tek yüzeyli, tek katmanlı bir varlık olmadığından, bu soruların cevabı ister istemez her nefis mertebesinde farklı şekilde verilecektir.
Ancak zâhir ehli, zan ve hayal hükümranlığı altında yaşadıklarından, artıyı ve eksiyi, kendi birimsel (hayali) varlıklarından hareketle değerlendirecekler ve nefsani hare-ketlerden ve düşünce kalıplarından kendilerini kurtarama-yacaklardır.
Bâtın ehli ise, yine nefsanî davranacak, ama gönül aynalarındaki paslar ortadan kalktığı için, burada faâl olan nefsin, az önce işaret edilen nefis ile alâkası olmayacaktır. Bu tip bir nefse sâhip kişiler, düşüncelerinde ve davranışlarında Hakk’ı yansıtacaklardır. Nefis artık, hayvâniyetin, nebâtiyetin, ve cemâdiyetin tesirlerinden arınmış, nurani ve ilâh-î bir hal kazanmış olacaktır. Böyle bir nefsin, merkezi ise, zâhir ehlinin merkezinden farklı olacaktır.
Son olarak şu noktanın vurgulanması önemlidir: İnsân-ı
134
Kâmil, cem’ül cem olduğu için, Bâtın kadar Zâhirin hakkını bünyesinde taşımak zorundadır. Bu yüzden dıştan bakıldığında halk ile olacak, batın da ise Hakk’ı en kemalli zuhur yeri olarak, kendisi bu âlemin merkezi olacaktır. Zâhirde iştigâl etmenin yükümlülüğü altında, zâhiren halk ile bulunacak ve şeriat ile mukayyet olacak, Bâtın’da ise Hakk’ın âleme bakan göz bebeği, yani merkezin kendisi olacaktır.
-------------------
Dostları ilə paylaş: |