Tek gerçek alternatifleri bir toplumsal devrim olan bu(43)ülkelerin birinde ya da birkaçında bu tür bir devrimin gerçekleşmesi, dünya devrimci sürecine büyük bir itilim kazandıracaktır. Gelişmişlik düzeyleri, güçlü proletaryaları, dünya kapitalist hiyerarşisindeki özel konumları, bu ülkelerde gerçekleşecek devrimlere kapitalist sistemin hem metropollerini hem de geri bölgelerini etkileme olanağı vermektedir.
Bilindiği gibi, ağır toplumsal sorunlar bu ülkelerde sık sık askeri biçimler de kazanan baskıcı-faşist rejimlere yol-açmaktadır. Bu ise paradoksal bir biçimde, burjuva siyasal gericiliğin belli kesimlerine “demokrasi mücadelesi” ya da zaman zaman “demokrasiye geçiş” manevralarıyla toplumsal muhalefeti düzen içinde tutmak olanağı veriyor. Bu ülkelerin yaşadığı tarihsel değişimi gözden kaçırıp “demokrasi mücadelesi” eksenine dayalı bir perspektifin tuzağına düştükleri ölçüde, devrimci hareketlerin önemli bir kesimi de bu gerici manevraya dolaylı bir katkıda bulunmuş oluyor.
Bu nedenledir ki, bu ülkelerin devrimci olanaklarını isabetli bir biçimde ele almak ve doğru bir çizgide değerlendirebilmek, dünya devrimci hareketinin ve sürecinin geleceği bakımından son derece önemlidir.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa, dünya politikasının yakın gelecekteki seyri bakımından önem taşıyan bir öteki ülkeler kuşağıdır. Doğu Avrupa’daki yozlaşmış bürokratik rejimlerin çöküşü ve Sovyetler Birliği’ndeki değişim süreçleri, bu ülkeler kuşağını sonu belirsiz ve gitgide şiddetlenen bir kargaşaya itmiş bulunmaktadır. Bu ülkelerde sınıfsal, ulusal, dinsel bir dizi karmaşık çelişki içiçe ya da yanyana hareket halindedir. Balkanlar, Kafkasya, Baltık ülkeleri, dünyanın sayılı kriz bölgeleri arasına girmiş bulunuyorlar. Bu ülke emekçileri bürokratik rejimlerin yarattığı siyasal cendereden kurtulmak isterlerken bu kez acımasız bir kapitalist sömürünün çarkları arasına girmişlerdir. İşsizlik, hayat pahalılığı, sosyal kazanımların tasfiyesi, işçi sınıfının(44)ve emekçilerin yaşam koşullarını hızla kötüleştirmektedir. Sovyetler Birliği’nde daha şimdiden güçlü ve politikleşme eğiliminde bir işçi hareketi var. Bu süreç bu ülkeler işçi sınıfına ve emekçilerine kapitalizmin ne olduğunu “kendi öz deneyimleri” ile gösterdiği ölçüde, zamanla kitle hareketinde devrimcileşmenin de önü açılacaktır. Yozlaşma süreçlerinin yarattığı bilinç bulanıklığının olumsuz etkisi ne olursa olsun, sosyalist geçmişin tarihsel mirasına ve anılarına sahip bu ülke işçi sınıflarının muhtemel bir yeniden devrimcileşmesi, Avrupa işçi sınıfı üzerinde sarsıcı bir etkiye yolaçacak ve dünya devrimci hareketine yeni bir güç katacaktır.
Türkiye’nin de içinde yeraldığı Ortadoğu ise, bizzat emperyalist sözcülerin ifadesiyle, “bir istikrarsızlık kuşağı”dır. Çok çeşitli çelişkilerin birleştiği, kesiştiği, içiçe geçip yumaklaştığı bir kaynaşma alanıdır burası. Emperyalist stratejistlerin bu bölge üzerine sürekli kafa yormaları, emperyalist diplomasinin bu bölge üzerinde yoğunlaşması, emperyalizmin muazzam askeri güçlerini işgal ve müdahale için bu alanda mevzilendirmesi, emperyalist siyasal rekabetin kendini öncelikle bu alanda göstermesi- kuşkusuz tüm bunlar rastlantı değildir. Bunun açıklaması, dünyanın iktisadi ve siyasal bakımdan en stratejik alanlarından biri olan Ortadoğu’nun, buna karşılık kapitalist dünya sisteminin en istikrarsız ve hassas bir bölgesi olmasıdır.
Bölgenin hemen tümünde emperyalizme ve işbirlikçi rejimlere karşı büyük bir kitlesel muhalefet mevcuttur. Dinci ve milliyetçi akımlar tarafından yanlış yönlere kanalize ediliyor olması, bu muhalefetin temel zaafıdır. Özellikle islami akımlar bu potansiyeli geriye dönük süreçlerin dayanağı olarak değerlendirmede bugün için önemli bir başarı gösteriyorlar. Devrimci ya da sosyalist akımlar ise şimdilik bir hayli zayıftır. Büyük gelişme olanaklarına sahip Türkiye ve Türkiye Kürdistanı devrimci hareketi, bunun dikkate değer(45)bir istisnasıdır. Ortadoğu’daki devrimci olanakların geleceği, Türkiye ve Kürdistan’daki devrimci süreçlerin geleceği ile yakından bağlantılıdır. Türkiye’nin güçlü ve modern işçi hareketi potansiyeli, tüm bölge için büyük şans sayılmalı, Türkiye devriminin sorunlarına bu çerçeveden bakılmalıdır.
Sonuç olarak; burjuva ideologların büyük spekülasyonlara konu ettiği 1989, tarihin değil, yalnızca bir dönemin sonunu işaretliyor. İnsanlık yeni bir döneme girmiştir. Yeni dönem, yeni bir devrimler dönemi olarak tarihe geçecektir; nesnel olgular buna işaret ediyor, belirtiler bunu gösteriyor.
Mart 1991 (EKİM 1. Genel Konferansı metnidir...)(46)
Bugünün uluslararası durumuna genel bir istikrarsızlık egemendir. Artık genel kabul gören bu olguya burjuva dünyasının getirdiği popüler bir açıklama var. Buna göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmuş uluslararası statüko ‘89 çöküşüyle ani bir biçimde son bulunca, kaçınılmaz olarak bugünkü istikrarsızlığı doğurmuştur. Taşıdığı kısmi gerçeklik payına rağmen, bu açıklama temelde kaba bir manipülasyonun ifadesidir.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki çözülme ve dağılmanın tüm uluslararası ilişkileri temelden sarstığı elbette bir gerçektir. Bu gelişmeler savaş sonrasının ilişki ve kurumlaşmalarında köklü bir altüst oluşu beraberinde getirmiştir. Ne var ki söz konusu açıklama, istikrarsızlık olgusunun kapsamını büyük ölçüde daraltmakla kalmamakta, fakat çok daha önemli olarak, onun emperyalist dünya siste(47)minin kendi yapısından kaynaklanan öze ilişkin nedenlerini de gizlemektedir.