Emperyalist metropollerde az çok sakin ve barışçıl olarak yaşanan ikinci emperyalist savaş sonrası dönem, kapitalist dünyanın bağımlı ülkelerden oluşan çevre bölgelerinde sonu gelmez toplumsal ve siyasal çalkantılara sahne oldu. Emperyalist metropollerin ekonomik istikrar ve “iç barış”ı yaşadıkları bir dönemde, bağımlı ülkeler devrimci ve karşı-devrimci gelişmeleri içiçe besleyen sürekli bir bunalım içindeydiler. Birinciler yaşadıkları rahatı, kuşku yok ki bu(54)ikincilerin çektikleri acılara ve yoksulluğa borçluydular aynı zamanda.
‘70’li yıllardan itibaren kapitalist dünya ekonomisini saran genel bunalımdan itibaren ise, kapitalist dünyanın çevre bölgelerinin acıları ve yoksulluğu iyice katmerleşti. İMF “istikrar politikaları” ile büyük borç patlamaları son 20 yıla damgasını vurdu. Bu, kapitalist metropollerdeki ekonomik krizin yüklerini bağımlı ülke halklarına ödetmenin etkili bir mekanizması işlevi gördü. Ekonomik faturanın siyasal yüzünde ise darbeler, askeri rejimler, beyaz terör ve gerici bölgesel çatışmalar vardı.
Bugün durum daha da kötüdür. Ağırlaşan ekonomik bunalım ile emperyalistler arasında kızışan etki alanları mücadelesi, halklara daha ağır bir ekonomik yük ve daha büyük acılar olarak yansımaktadır. Ne var ki, emperyalist soygunun ve iktisadi bunalımın bağımlı ülkelere çıkardığı fatura artık bu ülkelerin kaldıramayacağı sınırlara gelip dayanmıştır. Üzerinde çokça tartışılan borç krizinin gerisinde bu gerçek yatmaktadır. Öte yandan, NAFTA’nın yürürlüğe girdiği 1 Ocak 1994 tarihine denk getirilen ve tüm dünyada büyük yankılar yaratan Chiapas Ayaklanması, halkların ağırlaşan bu köleliğe karşı yeni bir başkaldırı döneminin ilk işaretlerini vermektedir.
Yine de bugün halen dünya ölçüsünde örgütlü devrimci mücadele süreçleri her zamankinden daha zayıf, emperyalist dünya gericiliği ise duruma egemen olmak anlamında her zamankinden daha güçlüdür. Bu ‘89 çöküşünün ve onun dünya ölçüsündeki etkilerinin yarattığı geçici bir durumdur, fakat yine de açık bir gerçektir. Devrimciler bu gerçeği yüreklilikle karşılamak durumundadırlar.
Tam da bu olgu nedeniyledir ki, emperyalist gericilik, dünyanın çeşitli bölgelerindeki şu veya bu soruna klasik sömürgecilik dönemlerine has en kaba yöntemlerle müdaha(55)le edebilmek cüretini kendinde bulabilmektedir. Bir yandan bunu “insani yardım”, “barış”, “istikrarı sağlama”, “iç savaşı engelleme” ve tüm bu amaçlar doğrultusunda “BM hukukunu uygulama” kılıfları içinde şirin göstermeye ve meşrulaştırmaya çalışmakta, fakat öte yandan da “sömürgeciliğin rönesansı” üzerine arsız ve küstahça konuşabilmektedir.
Emperyalist gericilik bugünkü gücünü, aynı zamanda, mevcut devrim odaklarını etkisizleştirmek, sistem için tehlike potansiyeli taşıyan sorunlara kendi çözümünü dayatmak doğrultusunda kullanmaktadır. Nikaragua, El Salvador ve Kamboçya’nın ardından Güney Afrika ve Filistin’deki son gelişmeler, emperyalist gericiliğin bu alandaki başarısının örnekleri oldular. Küba, Kuzey Kore, Peru, Filipinler ve Kürdistan’da ise ezmeyi ve ehlileştirmeyi amaçlayan kuşatmalar halen sürüyor.
Güncel gerçeği yüreklilikle karşılamak, fakat aynı zamanda geleceği de devrimci bir iyimserlikle ele almak durumundayız. Emperyalizm bunalım içindedir; kendi iç çelişki ve çatışmaları derinleşmektedir; “cephe gerisi”ndeki eski rahatını da artık kaybetmiştir. Los Angeles isyanı ile Chiapas Ayaklanması, derindeki gerçeğin, sistemin biriktirdiği patlayıcı madde stoklarının yüzeye vuran ilk dalgalarıdır.
Ekonomilerindeki yapısal kriz tabanı üzerinde sürekli bir toplumsal istikrarsızlık ve kaynaşma içinde olan “orta kuşak” ülkeleri, sistemin en zayıf halkalarıdır. Kapitalist gelişmede önemli mesafeler almış ve ortaya nispeten güçlü bir işçi sınıfı ile yarı-proleter ve işsiz yığınlardan oluşan büyük bir emek ordusu çıkarmış bu ülkelerde, dünya gericiliği önemli sorunlarla yüzyüze kalacaktır. Komünistler, 1991 yılı başındaki değerlendirmelerinde, bağımlı halklar dünyasının 20. yüzyıl bilançosunu özetlerken, şunları söylemekteydiler:
“20. yüzyıla geçişle başlayan, özellikle de ‘50’li ve ‘60’lı(56)yılları saran milli kurtuluş hareketleri dalgası, ‘70’lerdeki son devrimlerle genel olarak noktalandı sayılır. Kapitalist dünya sisteminin bu çevre bölgelerinde artık yeni bir dönem başlamıştır. ‘80’li ve ‘90’lı yıllar bir geçiş ve mayalanma evresi sayılabilir. Yeni yüzyılla birlikte bir devrimci kaynaşmalar ve devrimler dönemine girilmesi kaçınılmazdır. Toplumsal sınıf ilişkilerinde meydana gelen köklü değişim ise, birçok ülkede yeni kaynaşmaların artık proletarya eksenli ve toplumsal karakterde yaşanmasını olanaklı ve kaçınılmaz kılmaktadır. Bunun güçlü belirtileri şimdiden var. Bu ülke devrimcilerinin yeni hareketlilikler döneminde kendi misyonlarını başarıyla oynayabilmeleri ise, bu temel tarihsel değişimi hesaba katma yetenekleriyle sıkı sıkıya bağlantılı olacaktır.” (EKİM 1. Genel Konferansı/Değerlendirme ve Kararlar, Eksen Yay., s.88, Bkz. bu kitap içinde s.42-43)
(Bu metin "Dünya ve Türkiye: Durumdan Çizgiler..." başlıklı yazının ilk bölümüdür...) Kızıl Bayrak (Sayı.l, 1-15 Haziran '94)(57)...(58)
Irak’ın Kuveyt’i işgali ve ilhakı ile başlayan, ABD önderliğindeki emperyalist güçlerin Ortadoğu’yu fiilen işgal ve abluka altına almasıyla süren olaylar zinciri, tüm dünyada “Körfez krizi” olarak isimlendiriliyor. Yakın tarihte örneği çok görülen benzer olayları, meydana geldiği bölge ya da ülke ismiyle nitelemek bir alışkanlık olmuştur. Bu ilk bakışta, söz konusu olayların nedenleri, niteliği, kapsamı, etkisi ve sonuçlarıyla ilgili olarak coğrafik bir sınırlılığı akla getirebilmektedir. Oysa dünya bugün öylesine küçülmüş ve bin bir biçime bürünen emperyalist egemenlik ise öylesine gelişmiştir ki, en sıradan bölgesel olaylarda bile tüm emperyalist ve gerici güç odakları doğrudan taraftır ve dolaysız olarak olayların içindedir. Böyle olduğu içindir ki az çok ciddi her bölgesel olay, hemen ve kolayca dünya ölçüsün(61)de etkisi ve sonuçları olan genel bir krize dönüşebilmektedir.