Hadis terimleri SÖZLÜĞÜ MÜcteba uğur a


Hayrun: Bk. Hiyârun. Hazâ Min Hadîsi



Yüklə 2,09 Mb.
səhifə16/51
tarix16.05.2018
ölçüsü2,09 Mb.
#50631
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   51

Hayrun:

Bk. Hiyârun.



Hazâ Min Hadîsi:

“Bu benim hadislerimdendir” demektir. İzne bağlı olmayan munâvele (munâvele mucerrede ani'l-İcâze) yoluyla rivayette şeyhin kullandığı eda sîgalarındandır.


Aynı yerde ve manada hazâ semâ'î eda lafzı da kullanılmıştır.

Hazâ Min Hadîsî Fervihî Annî:

“Şeyhin, icazete bağlı munâvele (munâvele mukterine bi'l-icâze) yoluyla rivayette talebeye izin verdiğini açıklamak için kullandığı eda lafizlarındandır.


Aynı yerde ve manada hazâ semâ'î fe'rvihî annî lafzı da kullanılmıştır.

Hazâ Semâ'î:

Bk. Hazâmin hadîsi.



Hazâ Semâ'î Fe'rvihî Annî:

Bk. Hazâ semâ'î fe'rvihî annî.



Hâzihî Rivayeti:

“Bu benim rivayetimdir” anlamındadır. Hadis şeyhinin hadislerini i'lâm metoduyla rivayet ederken kullandığı eda lafizlarındandır.



Hıfz:

Sözlükte “ezberlemek ve muhafaza etmek” manalarına gelen hıfz, hadis usulünde genellikle ravinin şeyhinden rivayet ettiği hadisleri güzelce ezberleyip muhafaza ederek yeri geldiğinde eksiksiz ve fazlasız olarak kendi talebelerine rivayet edebilme yeteneğine denir.



Hıfzı Kezâ:

“Hıfzettiğim şekil böyledir” manasına gelen bu ifade hadis rivayeti şartlarından biriyle ilgilidir. Şöyle ki, bir şeyh kitabında ezberinin aksine bir metin bulduğu zaman hadislerini kitabından ezberlemişse kitabındaki şekle göre rivayet eder. Eğer şeyhinden ezberlemişse şüphelenmediği sürece hıfzını esas alır. Bununla birlikte hıfzı ile


kitabındaki şekli birleştirerek “kitabımda böyle, hıfzım böyle” demesi uygun olur. Hadisinde başkasına muhalefet ettiği takdirde “başkasının (veya fulanın) rivayeti böyle, benim hıfzım böyle” diyerek açıklama yapması da uygun düşer. 390Buna göre muhaddis, bu gibi durumlarda başka şeyhlerin rivayetlerinden farklı olan rivayetinin aslında ezberlediği şekilde olduğunu belirtmek üzere hıfzı keza tabirini kullanır.

Hisân:

Hasen hadisler manasına hasenin çoğuludur. el-Ferrâ lakabiyle meşhur el-Huseyn b. Mes'ûd el-Beğavî'nin Mesâbîhu's-Sunne adındaki muteber eserinde takip ettiği metot icabı hasen hadisleri topladığı kısma bölüm başlığı olarak koyduğu tabir demek daha doğru olan bir lafızdır.


Âlimlerimiz, eserine aldığı hadisleri konularına göre tertip ederek her konuya giren hadisleri mine's-sıhâh ve mine'l-hisân başlıkları altında iki grupta toplamıştır. “Mine's-Sıhâh” başlığı altında topladıkları hakkında sahih hükmü verilenlerdir ve Buharı ve Müslim'in gerek ittifakla; gerekse herbirinin münferid olarak rivayet ettikleri hadislerden seçilmiştir. “Mine'l-hisân” başlığı altında verilenler ise Tirmizî, Ebu Davud ve Nese'î'den naklettikleridir.
İbnu's-Salâh, el-Beğavî'nin, eserinde naklettiği hadisleri bu şekilde iki kısma ayırarak az önce zikredilen başlıklar altında toplamasına, daha doğrusu, es-Sahîhân'ın her ikisinden, yahut da sadece birisinden derlediği hadisleri es-Sıhâh; Ebu Davud, Tirmizî ve benzeri sünen kitaplarından derlediklerine el-hisân demiş olmasına karşı çıkarak sonucu tabirin hadiscilerce bilinmediğini söylemiştir. Ona göre hasen hadisler sadece Ebu Davud, Tirmizî gibi muhaddislerin kitaplarında naklettikleri hadislerden ibaret değildir. Bu alimlerin kitapları hasen hadisleri olduğu gibi hasen dışında kalan başka neviden hadisleri de ihtiva ederler. 391Buna göre el-Beğavî, eserinde el-hisân tabirini kullanmakla hadisciler tarafından bilinmeyen bir ıstılah ortaya atmıştır. Bununla hasen teriminde karışıklığa yol açmıştır.
en-Nevevî de İbnu's-Salâh'a katılmış ve sünen kitaplarında sahih, hasen ve zayıf, hatta münker hadisler bulunduğunu ileri sürerek el-Beğavî'nin bunlardan derlediği hadislerin hepsine el-Hisân demesinin doğru olmadığını söylemiştir. 392
Bazı âlimlerse el-Beğavi'yi savunmuşlar ve İbnu's-Salâh ile ona tâbi olan en-Nevevî'nin itirazlarının yerinde olmadığını söylemişlerdir. Bunlara göre Mesâbîhu's-Sunne musannifi, hisân tabiriyle hasen-garîb olan hadislerin sahihlerini beyan etmiştir. Buna karşılık el-Irâkî, el-Beğavî'nin sünenlerden derlediği hasen hadisleri “mine'l-hisân” başlığı altında toplamakla hiçbir zaman sahih olanlarını beyan etmemiş, daha çok garîb olanlarını açıklamış olacağını ileri sürerek itirazın yerinde olduğunu söylemiştir. Bununla beraber el-Irâkî'ye göre el-Beğavî, dinî meselelerde delil olma bakımından sahih ile hasen arasında hiçbir fark görmemiş olmalı ki, sünenlerden derlediği sahih hadisleri hasenlere katarak el-hisân başlığı altında ayrı bir yerde toplamıştır.393
Bazı âlimler de el-Beğavî'nin bu yaptığının bir ıstılah olduğunu, ıstılahlar konusunda ise münakaşa edilemiyeceğini iddia etmişlerdir. Nitekim et-Tebrizî, el-Beğavî'ye itiraz ettikleri için İbnu's-Salâh ve en-Nevevî'ye hayret etmiştir. İbn Hacer de İbnu's-Sâlah’ın, el-Beğavî'nin dört sünenden derlediği hadislere hisân demekle, tabiri kendince ıstılah haline getirdiğini; böylece de her hadisin sonunda “bunu ashabı Sünen tahric etmişlerdir” demesine hacet kalmadığını anlatmak istediğim söylemiştir. Arkasından da “bu, demiştir; örfî ıstılahta geçmeyen yeni bir terimdir.”394

Hiyârun:

Şer karşılığı olarak ayır- iyüik, halkın meyil ve rağbet ettiği nesne, mal gibi manalara gelen. “hayr”in çoğuludur. Malın güzide ve kaliteli olanına denir. 395Hiyâru'ş-Şey' bir şeyin efdal ve tercih edileni manasınadır. Aynı kelime şahıs için kullanıldığı zaman hayrı çok, bazı meziyetleri ve hasletleriyle üstün hale gelmiş kişi kasdedilir.


Hadis ilminde el-Irâki'nin İbn Ebî Hatim tarafından ilk defa tasnif edilen ta'dil lafızlarının ikinci mertebesine eklediği lafızlardandır. 396es-Sehâvi'ye göre hayr lafzı da aynı mertebede yer alır. Bu lafzın ta'dîl lafızları arasında yer alması faziletli bir müslüman olan Seyf b. Ubeydillah el-Cermî'ye hayru'1-halk denilmesi sebebiyledir. 397
Kaide olarak ta'dilin İbn Ebî Hâtim'in tasnifine göre ikinci mertebesinde yer alan lafızlardan birisiyle adaletine hükmedilmiş ravinin hadisleri yazılır ve gözden geçirilir; zira İbnu's-Salâh'a ve ona tabi olan alimlere göre bu mertebede bulunan lafızlar ravinin zabt vasfını bildirmezler. Öyle olunca o grupta bulunan lafızlardan biriyle ta'dil edilmiş ravinin hadisleri, zabtının anlaşılabilmesi için gözden geçirilir. Eğer bu gözden geçirme o ravinin gerçekten dâbıt olduğuna hükmetmeye kafi gelmezse hadislerini itibara tabi tutmaya ihtiyaç hasıl olur. 398Haliyle zabt hükmü itibardan sonra verilir.
Diğer taraftan hiyârun lafzını hadis imamlarından Abdurrahmân b. Mehdinin şeyhinin ta'dilinde kullandığı meşhurdur, rivayete göre bir gün hadis rivayet ederken “Haddesenâ Ebu Halde” demiştir, “sika mıdır?” diye sorulunca “Sadûktur, me’ınûndur, hiyârdır. Sika olan Şu'be ile Sufyândır” cevabını vermiştir. 399
Sonuç olarak denilebilir ki, hiyârun lafzı bazı muhaddisler tarafından ta'dilin ikinci mertebesinde yer alan diğer lafızlarla aynı derecede ta'dîle delalet etmek üzere kullanılmıştır. Ancak onlar kadar fazla kullanılmış değildir.

Huddistu An Fulân:

“Falancadan naklen bana “tahdis olundu” manasına gelen ibhâm lafızlarmdandır. Sika olan ravinin sika olan şeyhini isnadında ismiyle zikretmeyip ibhâm etmesinde yani mübhem bırakmasında kullanılmıştır.



Huffâz:

Bk. Hafız.



Humâsî:

Bk. Humasiyyât



Humasiyyât:

Kelime olarak beşli manasına gelen “humâsî'nin çoğuludur. Tabir olarak ise son ravisi ile Hz. Peygamber (s.a.s) arasında beş ravi olan âlî isnadlarla rivayet edilen hadislere denilmiştir.


Kimi hadis âlimleri, böyle kendileri ile Hz. Peygamber arasında beş ravi bulunan en âlî isnadlarıyla rivayet ettikleri hadisleri ayrı bir hadis cüzü halinde toplamışlardır. Böyle kitaplara da humasiyyât adı verilmiştir, ed-Dârekutnî'nin Süneninden seçme humâsî isnadla rivayet edilmiş hadisleri ihtiva eden cüz buna misal verilebilir.400


Huve Ruknu'l-Kizb:

“Yalanın direğidir” manasına cerh lafızlarının en ağırlarındandır.


İbn Hacer'in cerh lafızlarının altıncı mertebesine eklediği lafızlar arasında yer alan bu cerh lafzı, ravinin hadis vaz eden aşırı yalancı olduğunu ifade eder. Haliyle böyle bir lafızla cerhedilen ravinin kendisi yalancı, hadisleri yalan addedilir.

Hüccet:

Sözlükte delil ve burhana denir. Bir hakikati açığa çıkaran gerek aklî, gerek naklî, gerek iknâ'î delile hüccet adı verilir.


Hadis Usulünde iki ayn yerde iki ayrı manaya kullanılır. Bunlardan birincisi, ta'dil lafızlarındandır. Ta'dilin, İbn Ebî Hâtim'in tasnifine göre birinci, İbn Hacer'inkine göre ikinci mertebesine delâlet eder. el-Hatibu'1-Bağdâdî, bu mertebede yer alan lafızlar içinde en yüksek lafız olarak hücceti görmüştür.
Kaide olarak bu mertebede bulunan lafızlardan birisiyle adaletine hükmedilen raviler, her bakımdan güvenilir kimselerdir. Başka suretle hataları açığa çıkmadıkça rivayetleriyle gönül rahatlığı ile amel edilir.
İkincisi, muhaddislere verilen lakablardandır. Hafızdan bir derece yüksek muhaddislere verilmiştir. Hüccet lakabiyle bilinen muhaddis, hadis ilimlerini layıkiyle bilen, herkesin otorite olarak kabul edeceği bir mertebeye yükselmiş olan alim demektir.
Bazı hadiscilere göre hüccet lakabı verilen hadis alimi üçyüz bin hadisi metin ve senetleriyle hıfzetmiş, senedlere dahil ravilerin hayat hikayelerini, cerh ve ta'dil noktasından hallerini bilen kimsedir. Ancak, işaret etmek gerekir ki bir muhaddisin ne kadar hadis bildiğini kesin rakam ölçüsü içinde kestirmeye imkan yoktur. Aynı şekilde hadis ravilerinin hayat hikayelerini, cerh ve ta'dil açısından haklarında verilmiş hükümlere ne derece muttali olduğunu kestirmek çok güçtür. Bu itibarla hüccet tabirinin delâlet ettiği manayı böyle bir rakamla değil, alimin hadis ilminde ulaştığı pek yüksek bir mertebe olarak kabul etmek daha uygun olur.
Hadis İlminde hüccet kabul edilen âlimlerden bazı isimler:
Hişâm b. Urve İbni'z-Zubeyr; Musedded b. Meserhed el. Basrî; Ebu Nu'aymi'l-Curcânî.

Hükmen Merfû:

Merfu bahsinde etraflıca söz konusu edildiği gibi, isnadı Hz. Peygamber'e (s.a.s) kadar ulaşan, ona isnad edilen söz, fiil ve takrirlerden ibaret bütün hadislere merfû' denir. Hadislerdeki sözler, fiiller ve takrirlerin Hz. Peygamber'e ait olduğu ya sahabinin ona isnad eden sözlerinden anlaşılır; ya da onların Hz. Peygamber'e ait olduğuna hükmedilir. Açıkça isnad ederek değil de hükmetmek yoluyla Hz. peygamber (s.a.s) 'e ait olduğu anlaşılan hadislere hükmen nıerfû’ (merfû hükmen) adı verilir. Bir başka ifadeyle sahâbînin Hz. Peygambere isnad etmeksizin söylediği, ancak isnadı sahâbîde son bulduğu halde konusu itibariyle mevkuf olmayıp merfû' olan hadisler hükmen merfu kabul edilirler.


Bir hadisin hükmen merfu olduğu o hadisi rivayet eden sahabinin sözünden anlaşılır. Şayet sahabi hadisini, kunna nekûlu keza (Bizler şöyle derdik); kunnâ nef alu alâ ahdi'n-Nebî (Hz. Peygamber zamanında şöyle yapardık); umirna bi-keza (şu onunla emrolunduk); Nuhînâ an keza (şundan menedildik); mine's-sunne keza (şöyle yapmak sünnettendir) veya benzeri bir lafızla nakletmişse, yahutta kunna nekûlu zemene'n-Nebiyyi (s.a.s), (biz Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında şöyle derdik); kunna nef alu alâ ahdi Resûlîllah (s.a.s) (Biz Hz. Peygamber (s.a.s)'in hayatta olduğu dönemde şöyle yapardık) gibi ifadelerle rivayet ederse o hadis hükmen merfû sayılır.
Sahabî tarafından Hz. Peygamber (s.a.s)'e isnad edilerek değil de bu ve benzeri ifadelerle nakledilen hadislerin hükmen merfû sayılmaları, Hz. Peygamber henüz hayatta iken sahabîlerin ona sormadan kendiliklerinden bir iş yapmalarının akla uzak olmasındandır. Tarihen sabittir ki sahabîler, müslüman olduktan sonra eski yaşayılarını bırakarak tamamen Kurrân-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in sünneti doğrultusunda islamî bir hayat yaşamaya başlamışlardır.
Bunun yanısıra dine uygun olup olmadığını Hz. Peygamber'e danışmadan bir işi yaptıkları görülmemiştir. Bilhassa itikad, ibadet esaslarını kendi ictihadlarıyle kesdirerek uygulamalarına imkân yoktur. Bu durumda Hz. Peygamber sağken sahabîlerin yaptıkları işlerin onun bilgisi ahtnda veya öğrettiği şekilde işlenmiş olması gerekir. Dahası, bir sahabî “şununla emrolunduk, şundan menedildik” demişse emreden de men eden de Hz. Peygamberdir. Onlara bu emri veren ya da yasağı koyan bir başka merci olamaz. Yine bir sahabî “şu şey sünnettir” demişse o şeyin Hz. Peygamber tarafından işlendiğini veya takrir yoluyla beğenildiğini ifade etmiştir. Şu hale göre sahabîlerin kendi ictihadlarıyla yapmalarına imkanı olmayan işleri Hz. Peygamberden öğrendikleri şekilde yaptıklarına hükmedilerek böyle işlere hükmen merfû tabir edilmiştir.
Burada bir soru akla gelebilir. Acaba sahabîlerin hangi söz ve fiilleri hükmen merfûdur; hangileri değildir; mevkuftur? Hükmen merfû bir hadisi mevkuftan ayıracak ölçü nedir? Hükmen merfû ile mevkufun hudutlarını ayrı ayrı açıklığa kavuşturacak şöyle bir ölçü getirilmiştir: Sahabîlerin ictihadî olmayan, kendiliklerinden söylemeleri veya yapmaları imkânı da bulunmayan işlerle ibadet konusunda söyledikleri veya yaptıkları hükmen merfûdur. Kendiliklerinden bildirdikleri bir görüş, şahsî kanaat veya herhangi bir dinî konuda verdikleri fetvalar ise mevkuftur. Söz gelişi Kur'ân-ı Kerim ayetlerinin nüzul sebebim gösteren sahabî rivayeti hükmen merfûdur; çünkü olayda sahâbînin dahli yoktur. Oysa bir ayetin nüzul sebebi hakkındaki rivayet arasında o ayetin manası yahut tefsirine dair bir şeyler söylemişse bu, mevkuftur. Şu da var ki sahabîlerin sure veya ayetin iniş sebebine dair söyledikleri en azından mana yönünden aşağı yukarı aynı olduğu halde tefsirine dair söyledikleri bazen oldukça farklıdır. Bu fark, sahabîlerin şahsî görüş, kanaat ve bilgi farkından ileri gelmektedir. Böyle oluşu bile Kur'ân-ı Kerim ayetlerinin sebebi nüzulleri hakkındaki sahabî sözlerini hükmen merfû, bunun yanısıra tefsirine dair söylediklerinin mevkuf sayılması için yeterli sebeptir.

I

Istılah:

“Salaha” kök fiilinden ifti'âl babından mastar olan ıstılah, sözlük bakımından kaidenin zıddıdır ve uygunluk anlamını verir. 401
Hadis terimi olarak, hadîs alimlerinin bir kelimeyi sözlük anlamından ayrı özel bir manada kullanmalarına ve bu kelimenin sözlük manasından çıkarak Hadis İlminde kazandığı hususi manaya delâlet etmek üzere kullanılışına denir. Günümüzde kullanılan terim karşılığıdır. Çoğu ıstılâhât gelir.
Bir kelimenin Hadis İlminde aldığı ıstılah manasının sözlük manasıyla ilgisi bazı kelimelerde varsa da kimilerinde yoktur. Söz gelişi mevzu ıstılahının manası, aslındaki uydurmak manasıyla yakından ilgilidir. Buna karşılık sözlükte iyi ve güzel anlamına gelen hasen sıfatının Hadis İlmindeki ıstılah manasının sözlük anlamıyla hiçbir alakası yoktur.
Hadis İlminde pek çok ıstılah kullanılmıştır, bunlara ıstılâhât-ı hadîsiye de tabir edilmiştir. Aynı manada mustalah kelimesini kullananlar da vardır. Onun çoğulu mustalahât şeklindedir. Hadis kelimesiyle oluşturduğu Mustalâhâtu's-Hadîs tamlaması ise Hadîs Usûlü İlminin bir diğer adıdır.

Istılâhât-ı Hadîsiye:

Bk. Istılah.

İ

İbdâl:

Sözlükte değiştirmek, bir nesnenin yerine diğerini getirmek mânâsına gelir


Hadis usulü ıstılahı olarak ibdâl, uluvvü nisbînin kısımlarından biridir. Şöyle tarif edilir: Bir ravi, el-Kutubu's-Sittede veya başka hadis kitaplarının birinde bulunan hadislerden birini o kitabın tankından başka bir tarik ile musannifin şeyhinde musannıfla buluşmak üzere daha az sayıda ravi ile rivayet ederse buna muvafakat adı verilir. Şayet söz konusu muvafakat kitap sahibinin şeyhinin şeyhinden daha az ravi ile hasıl olursa isnadın bu şekilde meydana gelen ulüvvüne ibdâl denir. İsnadın musannıfta nisbetle âlî oluşunun bu kısmına ibdâl denilmesi, hadisi rivayet edilen kitap sahibinin şeyhinin şeyhinden rivayet eden ravi, o kitap sahibinin şeyhinden bedel olduğu içindir.
Bu sebeple ibdâle, şeyhin şeyhine nisbetle muvafakat sözü konusu olduğundan şeyhu'ş-şeyhte muvafakat da denir. Muvafakati mukayyede diyenler de vardır.
Şu hadis ibdâle misal verilebilir. Tirmizî, Ali b. Hucr -Halef b. Halîfe - Humeyd el-A'rec - Abdullah İbnu'l-Hâris - İbn Mes'ûd isnadiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduklarını rivayet eder:
“Rabbi kendisiyle konuştuğu gün Hz. Musa'nın üzerinde yün setre, yün cübbe, yün külah, yün şalvar vardı. Ayakkabıları ise ölü eşek derisinden yapılmıştı.” 402
Aynı hadisi el-Irakî, İbn Arefe cüzünden bir başka tarîkla ve iki ravi eksiğiyle Tirmizî'nin şeyhinin şeyhi olan Halef b. Halîfe'den rivayet etmiştir. Bu durumda el-Irâkî, kendi isnadında önce Halefe nisbetle uluvv temin etmiş; ayrıca Tirmizı'nin şeyhinin şeyhi olan Halefte daha az ravi ile muvafakat sağlamıştır. Sonuç olarak da kendi tarikından rivayetinde Haleften rivayette bulunan ravisi, Tirmizî'nin şeyhi olan Ali b. Hucr'e bedel vaki olmuştur.
İbnu's-Salâh ve ona tabi olarak en-Nevevî, el-Irâkî ve es-Suyûtî'ye göre ibdalin tarifinde uluvv yani daha az ravi ile rivayet söz konusudur. Nitekim İhnu's-Salâh, “isnadda uluvv olmazsa bunlara muvafakat veya bedel denmez. Gerçi isnad âlî olmasa da muvafakat ve ibdal hasıl olur. Ancak o takdirde bunlara iltifat edilmeyeceğinden bu isimler verilmez” diyorsa da403, bütün muhaddislerin bu ıstılahta birleştikleri bazı karinelerden anlaşılmaktadır. Nitekim ez-Zehebî ile diğer bazı Hadis Usûlü âlimleri isnadda uluvv olmaksızın da muvafakat ve bedel tabirlerini kullanmışlardır. 404
Uluvv söz konusu olmayan bedele İbdâl-i nazil diyenler olmuştur.

İbdâl-i Âlî:

Bk. İbdâl.



İbdâl-i Nazil:

Bk. İbdâl.



İbhâm:

Asıl itibariyle bir iş muğlak ve şüpheli olmak manasınadır. Bir adamı bir işten alıkoymak, kapıyı kapatmak manalarına da gelir. 405


Hadis Usulünde ibhâm, cerh ve ta'dil kaideleri ile ilgili olarak, sika bir ravinin isnadında kendisi gibi sika olan şeyhini ismiyle değil mübhem bir şekilde zikretmesine denir.
Özellikle İmam Mâlik'in el-Muvatta'ında ve İmam Şafiî'nin rivayetlerinde çokça görülen ibhâm, çeşitli şekillerde yapılmıştır. Fakat belli bir tabiri yoktur. En çok kullanılan ibhâm lafızları, ahberanî şeyhim, ahberanî raculun, haddesenâ sâhibun lenâ, huddistu an fulânin, haddesenî gayra vahidin min ashabına, haddesenî ba'du ashâbinâ, ahberanî's-sikatu, ani's-sikati, haddesenî men lâ ettehimu ve benzeri lafızlardır. Ravileri arasında ismi herhangi bir sebeple ibham edilmiş biri bulunan hadise mubhem adı verilir.
İsnadda ismi mübhem bırakılan ravînin kim olduğu bazen rivayet ettiği hadisin başka tarîktan rivayetinde isminin söylenmesiyle anlaşılır. Bununla birlikte şeyhini ibhâm eden sika ravinin bütün isnadlarının karşılaştırılmasından veya ibham edilen şeyhin ismini birinin haber vermesiyle anlaşıldığı da olur. Meselâ İmam Mâlik'in “ani's-sika, an İbn umer” dediği yerde “sika” Nâfi'dir. “Ahberanî men lâ ettehimu min ehli'1-ilm” dediği yerde ise kasdettiği el-Leys b. Sa'ddır. Yukarıda rivayetlerinde şeyhini çokça ibhâm ettiğinden bahsettiğimiz İmam Şâfi'î'nin “ahberanî's-sika, an İbn Ebî Zi'b” ibhamında sika olarak nitelediği şeyhi Muhammed b. İsmail b. Ebî Fudeyk’tir. “Ani's-sika, ani'z-Zuhrî” dediğinde ise mübhem bıraktığı kişi Sufyân b. Uyeyne’dir. “Haddesenî men lâ ettehimu” dediğinde ibham ettiği şeyhi İbrahim b. Yarıya’dır. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah'a göre İmam Şafiî'nin “Haddesenî's-Sika, an Huşeym” diyerek ismini ibham ettiği şeyh, fıkıhta talebesi olan Ahmed b. Hanbel’dir. 406
İsmi ibham edilen şeyh adalet vasfına haizse ona mubhemu't-ta'dil de denir. Sika değilse isnadın munkati olduğuna hükmedilir.

İbn Mâce:

Bk. Sünen İbn-i Mâce.



İbtidâ-yı Sened:

Senedin başlangıcı anlamına gelen bir tabir olarak hadisi rivayet eden veya kitabında nakleden muhaddise denir.

İ'câm:

İ'câm, sözlükte ifal babından mastardır ve sözü fesahat ve beyanla söylemeyip tutuk konuşmak veya maksadı açıkça anlatamamak manasına gelir. Bu mana ile ilgili olarak yazıyı noktalamaya da i'câm denir ki, yanlış okuma ihtimalini nokta, hareke ve i'rab işaretleri koyarak bertaraf etmekten ibarettir. 407


Bu kısa açıklamadan anlaşılacağı üzere hadis usulünde i'câm, hadis metinlerinin yazılışında yanlışlığı ve karışıklığı önlemek için harflerin noktalanmasına denilmiştir. Hadis yazan katibin uymak zorunda olduğu kaideler arasında sayılmıştır. Ta ki bu kaideye riayetle aynı şekilde yazılan be, te, se, ye, hatta nun; cim, ha , hı,; dal, zel; ra, ze; sin, şın; ayn, ğayn; harflerinden herbiri benzeriyle karıştırılarak yanlış okumaya meydan verilmesin. Bilinen gerçektir ki, insan hafızası unutmaya mahkumdur, ilk unutkan kişi, ilk insan olan Hz. Adem'dir.408 Şu hale göre pek çok hususta olduğu gibi yazıda da hafızaya ibareleri doğru okumayı sağlayacak tedbirleri almak gerekir. Benzer harfleri birbirinden ayırt edecek şekilde noktalarını yerli yerine koymak bu tedbirler arasındadır ve i'camın doğuşuna yol açmıştır.
Yine bilinen bir gerçektir ki yazıda düzgün noktalama yapılmayışı çok büyük hatalara yolaçmıştır. Öyle ki yerine göre bir nokta hatası “göz”ü “kör” etmiştir. Hadisleri yazan kâtip, lüzumlu yerlere nokta koymadığı takdirde bir mu'tezilî çıkar, hadiscinin “Şu'be ve Sufyândan rivayetini seb'atin ve seb'îne (77)” okur, hadiscilerle alay etmeye kalkışır. 409
Bu konuda meşhur rivayete göre Hz. Osmân Mısır valisi Abdullah b. Sa'd b. Ebî Serh'a yazdığı mektupta oraya tayin ettiği Muhammed b. Ebibekr hakkında “izâ câ'ekum fa'kbilûhu” diyerek yanlarına geldiğinde onu kabul etmelerini, ikramda bulunmalarını emretmiştir. Aksiliğe bakın ki, yazıda noktasız olan son kelime “fa'ktulûhu” (öldürün onu) şeklinde okunarak fitneye yol açmıştır.
Söylendiğine göre Hz. İsa (a. s) hakkında İncil'in Arapça Tercümesinde “Sen, erkek eli değmemiş bir kadından dünyaya getirdiğim bir peygamberimsin” ibaresi feci bir nokta ve i'rab hatasiyle “ente buneyye veledtuke mine'l-betûl” - hâşâ- (sen betul bir hanımdan doğan benden olma oğlumsun) şeklinde küfre dönüştürülmüştür. 410
Bu tarihî ve Önemli misalleri artırmak mümkündür. Verilenler göstermektedir ki, bir arapça ibarenin doğru olarak okunabilmesi her şeyden önce yazılırken noktalanmasına; bunun yanısıra gerekli yerlerine i'rablarını gösteren harekeler konulmasına bağlıdır. Böyle bir işlem gelişigüzel bir ibare için gerekli olunca dinî hükümlerin Kur'ân-ı Kerim'den sonra ikinci kaynağı olan hadisler için daha da titizlikle uyulması gereken bir mecburiyet olmaktadır.
İmam Evzâ’i’nin “yazılı metinleri harfleri noktalamak suretiyle yazmak o yazılı metinlerin nurudur” dediğine bakılırsa411, ilk hadis metinlerinin gerekli yerleri i'cam edilerek yazıldığı söylenebilir.
Bazı muhaddisler i'cama rakş demişlerse de aralarında fark vardır. (Bk. rakş).

İcâze:

Bk. İcazet.



İcâze Âmme:

“Umumî icazet” manasına icazetin üçüncü nevidir. Bir şeyhin ne rivayet edilecek icazete konu olan kitap veya hadisleri ne de onları rivayete izin verdiği şahıs veya şahısları açıklamaksızın eceztu ehle zemânî (zamanımda yaşayanlara icazet verdim), li-men edreke zemânî (zamanıma yetişenlere İcazet verdim), eceztu li'1-muslimîn (veya cemî'a'l-muslîmîn), (Müslüman olan herkese izin verdim), eceztu li-men kale lâ ilahe illallah (lâilâhe illallah diyen herkese icazet verdim) eceztu li-men yeşâ'u'l-îcâzete (isteyen herkese icazet verdim) gibi umumi bir ifadeyle verdiği icazettir. Bu icazet nevinin özelliği mucâzun lehin tayin edilmemiş oluşudur.


Şahsın belli etmeden umumi olarak verilen icazetler alimler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Hatta icazeti esas itibariyle kabul edenler bile umumiyetle bu nevi icazette tereddüde düşmüşlerdir. Bunlara göre kısıtlayıcı bir vasıfla kayıtlı icazetler, kayıtlı olmayanlara nisbetle cevaza daha yakındır. 412
Öte yandan Ebu Abdillah b. Mende “la ilahe illallah diyen herkese” diyerek umumî bir icazet vermiş, el-Hatibu'l-Bağdâdî de bunu caiz görmüştür. Ayrıca Kadi Ebu't-Tayyib et-Taberi'nin nakline göre Ebu Abdillah b. Attâb, Ebu'1-Fadl Ahmed İbnu'l-Hasen b. Hayrûn, Ebu'l- Velid b. Ruşd, Ebu Tâhir es-silefî, Ebu-bekr b. Hayr el-İşbilî aha pek çok âlim umumi icazeti caiz görmüşlerdr. 413
İbnu's-Salâh, icâze âmmeyi caiz görmemiştir. Ona göre -pek azı müstesna- umumi icazeti caiz gören selef ve son devir alimlerinden bu icazet çeşidini kullanarak hadis rivayet edildiği ne duyulmuş ne de görülmüştür. Aslında icazet zayıflıktır. Hududu geniş tutulursa zayıflığı artar ve çekilmez hale gelir.414 el-Irâki ise aynı görüştedir ve umumi icazetle rivayeti bırakmanın ihtiyata uygun olacağını söylemiştir.
Bazı âlimler icâze âmmeyi mutlak (icâze âmme mutlaka); ve mukayyed (icâze âmme mukayyetle) olarak iki kısma ayırmışlardır. Bunlardan birincisi izah edilen kayda tâbi tutulmayan umumî i-cazettir. İkincisi ise muhaddisin umumî tabiri biraz kısarak, bir şehir veya bölge yahut mezhep mensuplarına, yahutta filan şehrin ilim ehline veyahutta evvelce kendisinden okumuş olanlara diyerek bir kayıtlama yapıp verdiği icazettir.
İbn Haceri'l-Askalânî mutlak icâze âmme ile hadis rivayet etmiştir. Bununla birlikte bu yolla hadis almayı zayıf addettiği şu sözlerinden anlaşılmaktadır:
“Gerçi mutlak icâze âmmenin cevazına gelince, Kadî İyad, önce icâze âmmenin meçhul ve sayılamayan kişiler için vakıf kurmaya kıyas edildiğine; buna göre “falanın evladı için, fulanın kardeşleri için” kurulan vakfın caiz olduğuna işaret ettikten sonra şunları söyleyerek umumi icazetin caiz görülmesi tarafına meyletmiştir:
“İcazeti sahih gören alimlerin eceztu li-men huve min talebeti'1-ilmi li-beledin keza (şu beldede ilim talebesi olanlara icazet verdim); eceztu talebete'1-ilmi bi-beledî keza (memleketimde bulunan talebelere icazet verdim); eceztu li-men kara’e aleyye kable hazâ (bundan önce bana hadis arzedenlere icazet verdim) gibi kayda bağlayıcı tabirlerle umumi icazetle hadis rivayetinin caiz olduğu görüşünde birleştiklerini sanmıyoruz. Kimsenin böyle bir icazetten men edildiğini de görmedim”.415
en-Nevevi’ye göre kaydı belirten herhangi bir vasıfla verilen icâze âmme mükayyedenin caiz olması ihtimali, mutlak icaze âmmeye nisbetle daha fazladır. 416

Yüklə 2,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin