Ş
Şâfehenî
Şâfehenî Bi'l-İcâze
Şâhid
Şakk
Şart
Şartu Müslim
Şartu’l-Buhârî
Şartu'ş-Şeyhayn
Şâz
Şâz Bi-Merra
Şâz Merdûd
Şehâdet
Şedîdu'd-Da'f
Şekke Fulân
Şekkun Mine'r-Râvî
Şekku’r-Râvî
Şemâ'il
Şeyh
Eş-Şeyhân
Şeyhun
Şeyhun Vasatun
Şibhu'l-Vad'
Şurûtu'l-Mutevâtir
Şurûtu’r-Rivâye
Şurûtu's-Sıhha
Şuyuh Tedlîsi
Şuzûz
T
Ta'âlik
Ta'anû Fîhi
Tabaka
Tabakât
Tabakâtu'r-Ruvât
Tabâkutu's-Sahâbe
Tâbi'
Tabi’î
Tabi'ûn
Tadbîb
Ta'dîl
Ta'dîl Gayru Sarîh
Ta'dil Lafızları
Ta'dîl Mertebeleri
Tahammul
Tahammulu'l-Hadîs
Tahammulu'l-İlm
Tahdîs
Tahdis Ücreti
Tahrîc
Tahrîf
Tahsîn
Tahvîk
Tahvîl
Takrîr
Takrîrî Sünnet
Taktî’
Taktî'u'l-Hadîs
Takvâ
Takyîd
Takyîdu'l-İlm
Takyîdu'l-Kitâb
Talebu'l-Hadîs
Talebul-İlm
Tâlîb
Ta'lîk
Ta'lîk Bi-Sîgati't-Tashîh
Ta'lîk Bi-Sîgati't-Temrîz
Ta'lîk Gayr-i Meczûm
Ta'lîk Meczûm
Ta'lîkan
Ta'lîkât
Ta'lîku'l-İcâze
Ta'lîl
Ta'n
Tarahû Hadîsehû
Tarahûhu
Tardiye
Ta'rifu Ve Tunkiru
Tarih
Tarîk
Tashîf
Tashîh
Tashîhu'l-Kutub
Tasnîf
Tasliye
Tazbîb
Taz'îf
Tebe'u't-Tâbi'în
Tebliğ
Tecrîh
Tecvîd
Tedlîs
Tedlîsu'l-Bilâd
Tedlîsu'l-İsnâd
Tedlîsu'l-Kat’
Tedlîsu's-Sukût
Tedlîsu's-Şuyûh
Tedlîsu't-Tesviye
Tedvin
Tedvînu'l-Hadîs
Teferrede Bihî Fulân An Fulân
Teferrud
Tefsir
Teğayyera Bi-Âhirih
Teğayyur
Tekaddum-u Semâ’
Tekaddum-u Vefat
Tekellemû Fîhi
Telakkub
Telfîk
Telfîku'l-Hadîs
Telfîku'r-Rivâyât
Telkîb
Telkin
Temrîz
Temrîz Sigası
Te'nîn
Terâcum
Terceme
Tercih
Terekûhu
Tesâhul
Tesebbut
Tesmî'
Tesmiyetu'r-Ruvât
Tesviye
Tesviye Tedlisi
Teşdîd
Tevârih Ve Vefeyât
Tevâtür
Tevâtür-ü Lafzı
Tevâtür-ü Manevî
Tevhid Ve Sıfat
Tıbb-ı Nebevî
Tirmizî
Töhmet-i Kizb
Tunkiru Merre Ve Ta'rıfu Uhrâ
Tukullime Fîhi
Turuk
Tusâ’î
Tusâ'iyyât
U
Udûl
Uhbirtu An Fulân
Uhdira
Uhtulife Fîhi
Ulûm-u Hadîs
Ulûmu'l-Hadîs
Uluvv
Uluvv Bi-Kıdemi'l-Vefât
Uluvv Bi-Kıdemi's-Semâ
Uluvv-u İsnad
Uluvv-u Ma'nevî
Uluvv-u Mutlak
Uluvv-u Nisbî
Umirnâ Bi-Kezâ
Unvan
Usûl
Usûl-ü Hadis
Usûlu'l-Hadîs
Uşarî
Uşâriyyât
V
Vâcîd
Vad’
Vada'a Hadisen
Vaddâ'un
Vaddâ'un Yeda'u
Vâdi'
Vahid
Vahin
Vahin Bi-Merra
Vahiy
Vahy-i Gayr-ı Metluv
Vahy-i Metluv
Vakafehu
Vakf
Vâkıf
Vasalehu
Vasatun
Vasıyye
Vasiyye Bi'l-Kitâb
Vasl
Vav
Vaz'
Ve Âharu
Ve Bihi
Ve Bi'l-İsnad
Ve Hazâ Lafzu Fulân Kale
Ve Tekarebâ Fı'l-Manâ
Ve Zekera'l-Hadîse
Vecedtu An Fulân
Vecedtu Bi-Hatti Fulân
Vecedtu Bi-Hatti Fulân Ve Ecâze Lî
Vecih
Vehen
Vehn
Vehim
Ve'l-Lafzu Lehu
Ve'l-Lafzu Li-Fulân
Ve'l-Lafzu Li-Fulân Kale
Verede
Verede Ani'n-Nebî
Vicâde
Vuhdân
Y
Ya'nî
Yebluğu Bihi
Yeda'u'l-Hadîse
Yehimu Fî Hadîsihî
Yekzibu
Yenmîhi
Yerfa'uhû
Yerfau'l-Hadîse
Yervi'l-Menâkîr
Yervîhi
Yesrıku'l-Hadîs
Ye'ti Bi'l-Acâ'ib
Yuda'afu
Yuhkâ
Yukalu
Yuktebu Hadîsuhu
Yunkeru Merre Ve Yu'rafu Uhrâ
Yurvâ
Yuzkeru
Z
Zabıt
Zabt
Zabt-ı Kitab
Zabt-ı Sadr
Zâhibu'l-Hadîs
Zâhibun
Zahirî İnkıta’
Zarurî İlim
Zayıf
Zekera
Zekera Lenâ Fulân
Zekera Lenâ Fulân Bi-Kırâ'atî
Zekera Lenâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi Ve Ene Esme'u
Zekera Lî Fulân
Zenadıka
Zevâ’id
Zındık
Ziyâdâtu's-Sikât
Ziyâde
Ziyadetu's-Sika
A
Âbâ Ve Ebnâ:
Âba, baba manasına gelen eb kelimesinin; ebnâ ise oğul demek olan İbn'in çoğuludur. Beraberce “babalar ve oğullar” anlamını veren bu iki kelime, baba ile evlat arasında rivayeti ifade eden bir tabir oluşturur.
Baba ile evlat arasında hadis rivayeti, babaların oğullarından ve oğulların babalarından rivayeti olarak iki şekilde görülür. Babaların oğullarından rivayetine şu hadis misal verilebilir:
“Allah her ikisinden de razı olsun, Abbas b. Abdilmuttalib'in, oğlu el Fadl'dan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) Müzdelife'de (akşam ve yatsı olmak üzere) iki vakit namazını cem etti.” 1
Babanın oğuldan rivayeti isnadda an İbnihî lafzıyla ifade edilir. Oğulların babalarından rivayetleri ise iki kısımdır. Birincisi, oğulun babasından rivayetidir. Böyle rivayetler isnadda an ebîhi lafzıyla gösterilir. Şu hadis de oğulun babasından rivayetinin pek çok misalinden biridir.
“... Ali b. Ebi Tâlib, Yüce Allah'ın el-Hannân ve el-Mennân isimlerinden sorulduğu zaman şöyle dedi: “el-Hannân, kendisinden yüz çevireni bile reddetmeyen; el-Mennân ise istemeden verendir.” 2Aynı zamanda müselsel hadise de güzel bir örnek teşkil eden bu hadisin isnadında dokuz oğul vardır. Her biri babasından işiterek rivayette bulunmuştur. İsnadın başındaki ilk baba olan Ukeyne b. Abdillah et-Teymi, hadisi Ali b. Ebî Tâlib'den işitmiştir.
Oğulların babalarından rivayetlerinin ikinci kısmına gelince bu, oğulun babası vasıtasıyla ceddinden, yani dedesinden rivayetidir. Bu şekilde rivayet edilen hadislerin isnadlarında şu eda sığasına rastlanır: an ebîhi, an ceddihî. Ancak, işaret etmek gerekir ki böyle bir siga ile nakledilen hadislerde bir müşkülle karşılaşmak ihtimali vardır. Bu müşkül, ceddin yani dedenin kim olduğunun belirlenmesidir; çünkü oğul, isnadında kullandığı an ceddihî lafzıyla kendi ceddini, yani babasının babası olan dedesini kasdetmiş olabileceği gibi, babasının ceddi olan büyük dedesini de kasdetmiş olabilir. Misal vermek gerekirse, şu örnek üzerinde durulabilir. Tanınmış sahâbîlerden Abdullah b. Amr İbni'l -As'ın, es-Sahîfetu's-Sâdıka adını verdiği hadis sahifesi, torunları tarafından Amr b. Şu'ayb, an ebîhi, an ceddihî isnadıyla rivayet edilmiştir. Oğul olarak Amr'ın künyesi, Amr b. Şu'ayb b. Muhammed b. Abdillah b. Amr İbni'l-As'dır. İsnaddaki an ebîhi lafzı Amr'ın bu sahifedeki hadisleri babası Şu'ayb'dan rivayet ettiğine açıkça delalet eder. Oysa an ceddihî lafzı dedesinden rivayete delalet etmez; zira bu lafızla kasdedilen, Amr'ın dedesi Muhammed olabileceği gibi Şu'ayb'ın dedesi, sahâbî Abdullah b. Amr da olabilir. Muhammed olduğu takdirde isnad mürseldir; zira Muhammed sahâbî değildir. Abdullah olduğu takdirde ise munkatı'dır. Çünkü Şu'ayb, dedesi Abdullah b. Amr'a yetişmemiştir. 3Buradan anlaşılmaktadır ki, an ebîhi, an ceddini isnadiyle rivayet edilen hadislerde an ceddihî lafziyle kimin kasdedildiğini kestirmek, dolayısıyla hadisin muttasıl mı, munkatı' mı olduğunu anlamak bazen müşkülat arz etmektedir.
Beşinci hicrî asrın büyük muhaddislerinden el-Hatîbu'l-Bağdadînin babaların oğullarından rivayetlerine dair Rivâyetu’l-Âbâ ani'1-Ebnâ isimli bir kitabı vardır. Oğulların babalarından rivayetleri konusunda ise Ubeydullah b. Sa'îd es-Siczî'nin Rivâyetu'1-Ebnâ an Abâ'ihim isimli eserini kaydetmek yerinde olur. 4
Âdâb:
Sözlükte edebin çoğuludur. Terim olarak edeb, umumiyetle terbiye manasına kullanılır. İnsanı kötülükten alıkoyan, nefsini İslah ederek güzel huylar kazanmasına sebep olan büyük iyiliklere, ahlâkî meziyetlere ve hasletlere âdâb denilmiştir.
Hadis ilminde âdâb, cami veya musannef denilen ve belli konulardaki hadisleri ihtiva eden hadis kitaplarındaki ana konulardan biridir. Âdâb konusuna yeme, içme, konuşma, uyuma gibi günlük hayatın çeşitli safhalarında yapılan işlerde uyulması gereken ahlâkî kaidelere ait hadisler girer. Sahîh-i Buhâri de bu bahis, Kitâbu'1-Edeb başlığı altında yer alır. Müslim'de ise aynı bölümün başlığı, Kitâbu'1-Birr ve's-Sıle ve'l-Âdâbdır.
Âdâb konusundaki hadisler bazen Buhârî'nin el-Edebu'l-Mufred'i gibi ayrı bir kitapta toplanır.
Âdâbu Tâlibi'l-Hadîs:
Bk. Âdâbu't-Tâlib.
Âdâbu'l-Muhaddis:
“Muhaddisin âdabı” anlamını veren bir tabir olup Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadislerini, bunların sahih olarak rivayetini ve sahih olmayanlardan ayırd edilmesini konu olarak alan hadis ilmiyle meşgul olan muhaddislerin riayet etmeleri öngörülen esaslara denir. Hadis Usûlü kaynaklarında aynı başlık altında yer alan söz konusu esasların en önemlileri şunlardır:
a) Hadis rivayet edecek veya hadis ilimlerinden birini öğrenmede görev alacak muhaddis, önce iyi niyetli ve ihlaslı olmalıdır. Kalbini dünya gailelerinden temizlemeli; mevki, şan ve şeref dertlerinden uzak kalmalıdır.
b) Tahdise, yani hadis rivayetine olgunluk yaşı denebilecek bir yaşa gelmeden başlamamalı; ihtiyarlamaya başladığında ise rivayeti bırakmalıdır.
Muhaddisin kendisine müracaat edenlere hadis rivayet etmeye başlama zamanı konusunda ayrı görüşler vardır. Sözgelişi, er-Râmehurmuzî'ye göre, rivayetin lâyıkıyla edâ edilebileceği yaş haddi, olgunluk ve bedenî güçlerin kemâle erdiği yaş olan ellidir. Bununla birlikte muhaddisin kırk yaşından sonra tahdise başlaması da yadırganamaz; zira bu yaş da olgunluk yaşıdır. Öyle olduğu için Hz. Peygamber, kırk yaşında peygamber olmuştur. 5
Kadi İyad, er-Ramehurmuzî'nin bu görüşüne itiraz ederek, selef ve daha sonraki nesillerden pek çok muhaddisin henüz olgunluk yaşı sayılabilecek bir yaşa gelmeden sayısız hadis rivayet ederek öldüklerine işaret eder. Ömer b. Abdilaziz'in kırkına varmadan, Sa'id b. Cubeyr ile İbrahim en-Nehai'nin ellisine ermeden öldüklerini de misal gösterir, daha sonra ise İmam Mâlik'in bir rivayete göre yirmi, bir diğerine göre onyedi yaşlarında iken hadis meclisleri akdetmeye başladığını, Rebî-'atur-Rey, İbn Şihâb ez-Zuhrî, İbn Hurmuz, Muhammed İbnu'l Munkedir ve diğer bazı şeyhleri henüz hayattalarken hadis taliplerinin kapısına yığıldıklarını; İmam Şafii'den genç yaşlarında ilim alındığını sözlerine ekler. 6
İbnu's-Salâh'a göre tahdise başlama vakti konusunda er-Râmehurumuzî'nin zikrettiği yaş sınırına diyecek yoktur. Kadı İyad'ın zikrettiği, henüz olgunluk yaşı denebilecek bir yaşa gelmeden taliplerine hadis rivayet edenler ise bu işi hadis ilminde genç yaşta parladıkları, yüksek mevkiler elde ettikleri için yapmışlardır. Açıkça veya hal karinesiyle kendilerinden hadis rivayet etmeleri istenmiş, onlar da kabul etmişlerdir. O halde uygun olan, bir muhaddisin hangi yaşta olursa olsun, ihtiyaç halinde hadislerini rivayet ederek neşretmesidir. 7
Muhaddisin hadis rivayetini bırakması gereken yaş haddi konusunda da alimler arasında birlik yoktur. Rivayete başlama vakti için yaş haddi öngören er-Râmehurmuzî, talebelerine hadis rivayet etmeyi bırakma vakti için de yaş sınırı çizer. Ona göre muhaddis seksen yaşına gelince rivayeti bırakmalıdır; çünkü bu yaş, ihtiyarlığın son haddidir. O yaştan sonra artık teşbih, zikir, Kur'ân okumakla meşgul olmak daha doğru olur. Ancak muhaddis, bu yaşa geldiği halde aklı başında, görüşü kuvvetli, rivayet ettiği hadisleri iyi bilen, onları layıkıyla edâ edebilen, üzerlerine titreyen ve sırf Allah rızası için hasbi olarak rivayette bulunan birisi ise, böylesine hayır dilemekten başka yapacak şey yoktur. 8
er-Râmehurmuzînin, muhaddisin rivayeti bırakması için çizdiği yaş sının da isabetli bulunmamıştır. Gerçekten vücutça zayıf düşmenin ya da akli melekelerin sağlam olup olmamasının kesin bir yaş sınırı çizilemez. Bu yaştan önce ihtilata maruz kalan muhaddisler olduğu gibi, daha yaşlı oldukları halde aklî melekeleri tam olarak rivayete devam edenler de olmuştur. Sahabeden Enes b. Malik, Sehl b. Sa'd, Abdullah b. Ebi'1-Evfâ, daha sonraki tabakalardan İmam Mâlik, el-Leys b. Sa'd, Sufyan b. Uyeyne, Ali İbnu'1-Ca'd gibi muhaddisler seksen yaşını geçtikleri halde rivayeti bırakmamışlardır. Hatta el-Hasen İbnu'l-Arefe, Ebu'l-Kasım el-Beğavî, Ebu İshak el-Huceymî, Kâdî Ebu't-Tayyibi't-Taberi gibi yüz yaşından sonra bile rivayet faaliyetini başarıyla yürütenler olmuştur. Şu hale göre rivayetin bırakılacağı yaş haddinin tayini isabetli görülemez. Bu konuda sahih kabul edilen görüş şudur: Bir muhaddis, ihtiyarlık veya hastalıkla gelen ihtilat ya da bunaklık yahut sonradan görme duygusunu yitirmek sonucu rivayet ettiği hadisleri birbirine karıştırmaktan korktuğu; lafızlarını değiştirmekten endişe duyduğu zaman rivayeti bırakmalıdır. Nitekim Abdurrezzak, Sa'id b. Ebî Arûbe ve daha pek çok sika muhaddisin başına bu hal gelmiştir.
c) Muhaddis, Hadis ilminde kendisinden üstün, dolayısıyla rivayete daha layık başka bir muhaddisin yanında rivayeti bırakmalıdır. Bazı hadis alimleri, bir muhaddisin yaş yahut hadis ilmindeki yeri itibariyle rivayete kendisinden daha layık bir diğer muhaddisin memleketinde hadis rivayet etmesini mekruh görerek aynı konuya dahil etmişlerdir. Rivayete göre İbrahim en-Neha'i ile eş-Şa'bî aynı hadis meclisinde bir araya geldiklerinde İbrahim susar; rivayette bulunmazmış. Meşhur cerh ve ta'dil âlimi Yahya b. Ma'în ise bir muhaddisin kendisinden daha liyakatli birinin bulunduğu yerde hadis rivayet etmesini ahmaklıkla nitelemiştir. 9
Bununla birlikte es-Suyûtî, Hz. Peygamber'in sağlığında fetva veren sahabilerin bulunuşunu delil getirerek rivayete daha layık bir muhaddisin olduğu yerde hadis rivayet etmenin hiç de mekruh sayılamayacağını söylemiştir. 10
d) Bir muhaddisten, aynı yerde bulunan başka bir muhaddisin hadisi olarak bilinen veya kendi isnadından daha âlî bir isnada sahip, yahutta herhangi bir cihetten kendisine tercih edilmesi gereken başka bir muhaddisin hadisini rivayet etmesi istenirse, öbür muhaddise haber vermesi gerekir.
e) Muhaddis iyi niyetli olarak görmediği kimselere de rivayetten kaçınmamalıdır. Bilinmez, iyi niyetli görünmeyen biri, ilerde ihlaslı bir muhaddis olabilir.
f) Muhaddis, ecrini Allah'tan umarak bildiği hadislerin neşrine gayret etmeli; rivayetten kaçınmamalıdır. Bir hadiscinin herhangi bir art niyetle bildiği hadisleri rivayet etmekten kaçınması caiz görülmemiştir. Aksine bildiği hadislerin yayılmasına çalışması hadis aliminin olgunluğuna delil sayılmıştır. Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamber'in hadislerin yayılması konusunda söylediklerine dayanırlar.
g) Muhaddis, hadis meclisine gelirken mümkünse boy abdesti, değilse normal abdest almalı, güzel kokular sürünmelidir. Meclisteki yerine vakar ve ciddiyetle oturmalıdır. Talebelerinden biri hadisten başka bir şeyle meşgul olur veya yüksek sesle konuşursa uyarmalı, gerekirse meclisinden çıkarmalıdır. Rivayete göre İmam Mâlik böyle yapar; meclisinde densizlik eden olursa “Cenâb-ı Hak (meâlen) “Ey iman edenler! Sesinizi Allah Resulü'nün sesi üzerine yükseltmeyin” buyuruyor.11 Hz. Peygamber'in hadisleri okunurken sesini yükseltmek, onun sesini bastırmak gibidir” dermiş.
h) Muhaddis, hadis meclisine gelenlerin hepsini kabul etmeli, birini diğerinden ayırmamalıdır.
i) Hadis meclisini Kur'ân-ı Kerim okumakla başlatmalı, tahdîs sonunda okunacak Kur'ân-ı Kerim, hamd, Hz. Peygambere salât ve selâm, duruma göre yapacağı dua ile bitirmelidir, el-Hâkimu'n-Nisâbûrî'nin Ebu Sa'idi'l-Hudri'den rivayet ettiğine göre sahâbîler bir araya gelip aralarında hadîs müzakere ettikten sonra Kur'ân-ı Kerim'den bir sure okuyup dağılırlardı. 12
k) Muhaddis, rivayet ettiği hadisleri acele ve anlaşılmayacak şekilde serdetmemelidir. Hadislerin yanlış imla edilmesi veya hatalı olarak ezberlenmesinin önüne geçilebilmesi bakımından bu hususa riayet edilmesi gerektiğinde hadis alimlerinin görüş birliği vardır. Bu konuda Hz. A'işe'nin bir hadisi delil getirilir. Bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.s)'in konuşurken sözlerinin sayılabileceği, açık ve anlaşılır bir şekilde konuştuğu belirtilmiştir.
1) Hz. Peygamber'in ismi geçtiği yerde tasliyede bulunmalı, sahâbî isminden sonra tardiye söylemelidir.
m) Muhaddislerin hadis imlâ meclisleri akdetmeleri müstahab sayılır. Ayrıca hadis meclisinde talebenin kalabalık olması halinde şeyhin okuduğu veya kendisine okunan hadisleri tekrar ederek uzaktakilere duyuran müstemlî denilen birinin görevlendirilmesi de muhaddisler arasında adet olmuştur.
Âdâbu'ş-Şeyh:
Şeyh denilen ve kendisine müracaat edenlere hadis rivayet eden muhaddisin bilhassa hadis rivayetinde uyacağı kaideler manasınadır. Genel anlamda şeyh muhaddis olduğundan hadis rivayetindeki adabı muhaddisin adabı dahilindedir. 13
Âdâbu't-Tâlib:
Hadis Usûlü kaynaklarında âdâbu tâlibi'l-hadîs şeklinde de geçer. Her ikisinin manası aynıdır ve hadis talebine yeni başlayan talebenin taşıması gereken hasletlerle hadis rivayetinde dikkat etmesi gereken hususlara denir.
Kendisine müracaat eden talebelerine hadis rivayet eden muhaddisin adabı gibi, hadis meclisine yeni devam ederek hadis işitmeye başlayan talibin de riayet etmesi gerekli görülen birtakım adabı vardır. Rivayet disiplininin gereği olan adabın en önemli noktalan şunlardır:
a) Hadis talibinin niyeti halisane olmalı; hadisi sırf Allah rızasını gözeterek Resulünün hadislerini öğrenmek, sonra da başkalarına öğretmek gayesiyle taleb etmelidir. Hadis vasıtasıyla herhangi bir dünya menfaati elde etmeyi düşünmemelidir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
“Allah rızası umulan ilimlerden birini öğrenen, onu sırf dünyalık elde etmek için öğrenirse Kıyamet günü Cennet kokusu duyamaz.”14 Aynı konuda Hammâd b. Seleme “Allah rızasını kazanmaktan başka bir maksatla hadis öğrenmeye kalkan aldanır” demiştir. Süfyanu's-Servî de şunları söylemiştir: “Allah rızasını umanlar için hadis talebinden daha üstün amel bilmiyorum.”
b) Hadîs talibi güzel ahlaklı olmalıdır. Ebu Âsim en-Nebil, bu konuda “Hadîs talep eden kimse din işlerinin en yücesinin peşinde demektir. Bunun için de halk arasında ahlakıyla seçilmelidir” demiştir.15
c) Hadis tahammülü için elinden gelen gayreti göstermeli, bu uğurda karşılaştığı güçlüklere ve imkânsızlıklara göğüs germelidir. Bu konuda da Hz. Peygamber (s.a.s), “Sana gerçekten fayda sağlayacak şeyler üzerinde ısrarla dur. Allah'tan yardım dile. Sakın acze düşme” buyurmuştur.16
Yahya b. Ebî Kesîr de şöyle demiştir:
“Vücud rahatıyla ilim elde edilemez.” İmam Şafiî ise “Bu ilmi kendini alim görerek yeterli saymakla arayanlar başarılı olamazlar. Buna karşılık kendisini yetersiz görenler, geçim sıkıntısı çekerek ve ilme hizmet ederek elde etmek isteyenler bu ilimde başarılı olurlar” demiştir.
ç) Hadîs talebine kendi ülkesinin isnad, ilim, şöhret, dinî inanç itibariyle en değerli şeyhlerinden başlamalı, önce onların teferrüd ettikleri hadisleri rivayet etmelidir. Onların âlî hadislerini ve diğer rivayetlerini işittikten sonradır ki, hadis talebi için başka ülkelere gitmelidir. Bütün meşhur muhaddislerin takip ettikleri yol budur.
d) Hadis tahammülünde işin kolayına kaçmamalı, rivayet şartlarına riayet etmelidir.
e) İşittiği hadislerle amel etmeyi prensip haline getirmelidir. Bu husus, öğrenilen hadisin zekâtı sayılmıştır. Ayrıca hadis ezberlemede en kolay ve sağlam bir yöntem kabul edilmiştir. Vekî, “Bir hadisi hıfz etmek istersen onunla amel et” demiştir. 17
Bilinen bir gerçektir ki uygulama en iyi öğrenim şeklidir. Görerek veya nazarî olarak öğrenilen şeylere nisbetle tatbik edilerek öğrenilen şeylerin unutulmadığı da ayrı bir gerçektir. Bu itibarla hadislerin öğrenilmesi için tatbik edilmesinin, hadis talibinin âdabından oluşu bir yana pratik hayatta da önemli faydalar sağlayacağına şüphe yoktur.
f) Tâlib şeyhine ve kısa bir süre de olsa kendisinden hadis rivayet ettiği muhaddise saygılı olmalıdır. Ayrıca şeyhine güven duymalıdır. Güzel ahlakın iyi bir görüntüsü olan hocaya saygı, aslında ilme saygıdır. Bütün ilimlerde ilmi öğretene gösterilecek saygının ilimden tam manasıyla istifadeye yol açacağı söylenmiştir.
g) Yaşlılık, utanmak veya gurur yüzünden kendisinden daha küçüklerden ilim almaktan çekinmemelidir. Vekî' bir muhaddisin kendisinden büyüklerden, kendi akranlarından ve kendisinden küçüklerden hadis almadıkça mükemmel bir muhaddis olamayacağını söylemiştir. Buhari de gerek yaşça, gerekse hadis ilmindeki yeri itibariyle kendisinden küçüklerden de rivayet etmeyen muhaddisin ilimle ilerleme kaydedemeyeceği görüşündedir, ayrıca Mücahid “Utanan da kibirlenen de ilim öğrenemez” demiştir.18 Hz. Ömer ise “yüzü yumuşak olanın ilmi çok olur” diyerek soru sormaktan kaçınmamayı öğütlemiştir. Hz. A'işe de ilim yolunda utanılın amasını, edebi dahilinde her şeyin sorulabileceğini, Hz. Peygamber'e kadınların özel halleriyle ilgili bazı sorulan çekinmeden soran Ensâr kadınlarını överken söylediği şu sözleriyle belirtmiştir: “Ensâr kadınları ne mübarek kadınlarmış. Hayaları dinlerini öğrenmelerine engel olmadı!”19
h) Hadis talibi işittiği hadislerin zayıf olup olmadığını, her birinin manasını, irabını, ricalinin, müşkil taraflarını ve garib lafızlarının anlamını iyice öğrenmelidir.
i) Meşhur hadis kitaplarının rivayetini tamamlamalıdır. el-Kutubu's-Sitte, Sahih İbn Huzeyme, Sahih İbn Hibbân, Dârimi'nin Süneni, el-Beyhaki’nin es-Sunenu'l-Kubrâsı Ahmed b. Hanbel'in Musnedi, el-Muvatta’, ahkam hadislerine ayrılmış İbn Cureyc, İbn Ebî Arûbe, Sa'îd b. Mansûr, Abdurrezzâk, İbn Ebî Şeybe'nin Musannefleri, hadis talebesinin rivayet etmesi istenen kitaplar olarak gösterilir ve bu eserleri rivayet etmeyenin muhaddis sayılamayacağı söylenir. Hadis talebesi bundan sonra İlel, Tarih, Cerh ve Ta'dil, Garîbu'l-Hadîs konularındaki belli başlı eserleri öğrenmelidir.
k) Rivayet ettiği hadisleri devamlı bir şekilde müzakere etmelidir.
1) Tahsilini tamamladıktan sonra ehil ise rivayetle ve tasnifle meşgul olmalıdır.
Tasniften maksat, hadislerin rivayetine, neşrine, iyice anlaşılmasına yarayacak kalıcı eserler vermektir.
m) Hadis talibi, zamanı geldiğinde kitap tasnif etmeye başlarsa kitabını aceleye getirmemeli, kontrol etmeden neşretmemelidir. Bilmediği hadis ilimlerinde kalem oynatmaktan çekinmelidir. Yazdığı kitabında açık ifadeler, hadisciler arasında bilinen terim ve tabirler kullanmaya özen göstermelidir. Bunların dışında tabirler kullanması doğru bulunmamıştır. 20
Âdıd:
Sözlükte ısırmak, ısırarak koparmak manasına gelen adda kök fiilinin ism-i failidir. Aynı fiil mecaz olarak takviye etmek, desteklemek, sımsıkı sarılmak manalarına da kullanılır. Nitekim İmam Şafiî'nin mürsel hadisle ancak bir mürsel veya başka tarîkdan müsned yahut da sahâbî sözü gibi bir rivayetle desteklenmesi halinde amel edilebileceği görüşü ile bu konudaki tartışmalarda desteklemek, kuvvetlendirmek manasına kullanıldığı dikkati çeker.21
Hadis ilminde âdıd, hasen li-gayrihî bahsinde geçer. Yerinde görüleceği gibi irsal, tedlîs veya cehalet, yahutta isnadında mestur bir ravi bulunması yüzünden zayıf duruma düşen bir hadis, güvenilir bir ravinin rivayetiyle desteklenirse zayıflıktan kurtulur ve hasen derecesine yükselir. Bu duruma göre âdıd, zayıf hadisi destekleyen, ona kuvvet kazandırarak zayıflıktan kurtarıp hasen derecesine yükselten güvenilir ravinin aynı manaya gelen hadisidir.
Âdil:
Bk.Adl.
Âfet:
Sözlükte sakınılacak şey, belâ ve felâket anlamına gelen bir isimdir. Hadis ilminde, hadisin zayıf veya mevzu addedilmesine neden olan sebebe denir. Söz gelimi, bir mevzu hadis hakkında mevzu olduğu söylendikten sonra âfetuhû fulân denilmişse bu ifade o hadisin o kimse tarafından uydurulduğunu veya mevzu sayılmasına sebebin o kimse olduğu belirtilmiş olur. Aynı şekilde bir zayıf hadis hakkında âfetuhû keza denilmişse zayıf sayılmasına sebep teşkil eden illet gibi bir hale işaret edilmiştir.
Âfetuhû Fulân:
Bk. Âfet.
Âfetuhû Keza:
Bk. Âfet.
Âhâd:
Bir, bir tek manalarına gelen ehad ya da vahidin çoğuludur. Umumiyetle mütevâtir derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek ravi tarafından rivayet edilen habere haber-i vâhid adı verilir. Birkaç nesilde birer ravi tarafından rivayet edilmiş olan haberlere ise haber-i âhâd veya kısaca âhâd denilmiştir.
İmam Şafii, âhade haber-i hâssa demiş ve onu Hz. Peygamber (s.a.s)e kadar tek ravinin tek raviden rivayet ettiği haber olarak tarif etmiştir.22 Daha sonraki devirlerde ise âhâd tabiri daha ziyâde, sayılan her tabakada mütevâtir haberin şartı olan kalabalık sayısına ulaşmamış raviler tarafından rivayet edilen haberler için kullanılan bir terim halini almıştır. Buna göre âhad, yalnız bir ravinin bir başka raviden rivayet ettiği haberler hakkında değil, iki ravinin iki raviden, üç kişinin, hatta sayıları üçün üstündeki ravilerin üç veya daha fazla sayıdaki ravilerden rivayet ettikleri haberler hakkında da kullanılmıştır. Şu Şartla ki, üç sayısının üzerindeki ravilerin her tabakada mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olmaması gerekir. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalık sayısına erişmemiş olması dolayisiyle haber yine âhad sayılır. Nitekim bazı hadis usulü kaynaklarında haberler, ravilerinin sayısına göre önce iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmına mütevâtir, ötekine ise âhad denilmiştir. Âhad haberler daha sonra garîb, azîz ve meşhur olmak üzere üç kısımda mütalaa edilmiştir. Bunlardan garib, bir kişinin, azîz, en çok iki; meşhur ise üç ve üçün üstünde fakat mütevâtirin şartı olan kalabalığın altındaki sayıdaki ravilerin rivayet ettikleri haberlere denilmiştir.23
İbn Haceri'l-Askalânî âhadi, bir ravinin tek basma rivayet ettiği ve mütevâtirin şartlarını taşımayan haberler olarak tarif etmiş; makbul ve merdûd olarak iki kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul âhad, amel edilebilecek ölçüde olanlardır. Merdud âhad ise mat'ûn veya adaleti tesbit edilememiş ravinin tek başına rivayet ettiği haberdir.
Âhad haber, rivayet tariklan mütevâtir derecesinde olmamak şartıyla çoğalırsa meşhur olur. Bu takdirde âhad, meşhur olanlar ve olmayanlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Meşhur âhad, isnadı isler bir, ister birden fazla olsun, dillerde dolaşan haberlerdir. Yukarıda özlü bir şekilde bahis konusu edilen azîz ve garîb haberler meşhur olmayan âhad grubuna girerler.
İslam alimlerinin çoğuna göre âhad haberler zaruri ilim değil, zannî ilim ifade ederler. Hanefîler, Şafii'ler, mâlikîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve muhaddislerin büyük çoğunluğu, âhad haberlerin zarurî ilim ifade edebilmesi için sıhhatinin sabit olması şartını ileri sürmüşlerdir. Hâriciler ve Mutezileye göre ise âhad, ister sıhhati sabit olsun, ister olmasın, zarurî ilim ifade etmez.
Âhad haberlerin zaruri ifade edip etmemesi ihtilafına bağlı olarak bu çeşit haberlerin dinî konularda delil olması, bir başka deyişle âhad haberlerle amel edilip edilmeyeceği konusunda da görüş ayrılığı vardır. İslâm alimlerinin çoğunluğuna göre her çeşit âhad haberle amel edilebilir. İmam Şafii, âhadın hüccet olduğu görüşünde olanlardandır. Ancak ona göre mütevâtır olmayan haberlerin dinî konularda hüccet olabilmesi için bazı şartları gereklidir. Bu şartlar ravi ile ilgilidir. Belli başlıları şunlardır: Ravinin dinî meselelerde güvenilir olması; doğru sözlü olarak tanınması; rivayet ettiği hadisleri iyi bilmesi; lafız yönünden manasını değiştirecek hususları bilmesi; işittiği şekilde rivayet etmesi; ezberinden rivayet ediyorsa haberi tam olarak ezberlemiş olması; yazılı olarak rivayet ediyorsa kitabını yanında bulundurması; tedlis yapanlardan olmaması. Bunların yanı sıra amel edilecek âhadin isnadının munkatı' olmaması da şarttır. Özetle tekrarlayacak olursak İslâm alimleri çoğunlukla, ravileri adalet sahibi, isnadında inkıta' olmayan âhad haberle amel edilebileceği görüşündedirler. Bununla birlikte ahadle amel edilebileceği görüşünde olanlar ayrıca onların dinde hüccet sayılan haberlerin taşıdıkları özellikleri taşımalarını; bir de konu veya delâlet itibariyle itikadı meşelerle ilgili olmamalarını şart koşmuşlardır.
Bir kısım Zahiri alimleri. Kaderiye mensupları. Râfizîler ve Ehl-i Sünnet kelâmcılarından bazılarına göre âhad haberler dinî meselelerde hüccet olamazlar. Aynı görüşte olan Mutezile, âhad haberlerin her çeşidinin hüccet olamayacağını ileri sürer. Mu'tezile, ahad haberlerin her çeşidiyle amel edilemeyeceğini ileri sürerken, “Bilmediğin şeyin peşine düşme”24; “Zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez” 25mealindeki ayetlere dayanmıştır. Ayrıca onlara göre kimi sahâbîler tek kişinin haberini kabul etmemişler, teyidi için şahit istemişlerdir.
Dostları ilə paylaş: |