O’nun yolu en iyisidir
Gereksiz planlar yapmaktan vazgeçmeli
Ve yaşamımızın yönetimini O’na teslim etmeliyiz.
Kırılmış ve yumuşamış yüreklerimizi yalnız Tanrıya karşı değil, aynı zamanda diğer kişilere karşı da uygulamamız gerekir. Bu sözler, kibirli, iddiacı ve gurulu olmayacağımız anlamına gelirler. Haksız yere suçlandığımız zaman, haklarımızı ya da kendimizi savunmak için bir mecburiyet hissetmeyeceğiz. Bize hakaret edildiği zaman, bizimle alay ettiklerinde, tacize uğradığımız zaman ya da iftira atıldığında geri dönüp bunları yapan kişiler ile savaşmayacağız. Yüreği kırılmış kişiler yanlış bir şey söyledikleri ya da yaptıkları zaman, özür dileme konusunda çabuk davranırlar. Kin tutmazlar ya da kendilerine yapılan kötülüklerin hesabını tutmazlar. Diğer kişilere bakar iken, onları kendilerinden daha iyi olarak görürler. Ertelemeler, gecikmeler, kesintiler, hayal kırıklıkları, kazalar, program değişiklikleri ve sinir çöküntüleri ile yüz yüze geldikleri zaman, taşkınlık, panik, histeri ya da zihin karışıklığı ile karşılık vermezler. Yaşamın krizli dönemlerinde sakin ve dingin kalırlar.
Eğer evli bir çift gerçekten kırılmış yüreklere sahip ise, boşanmak için mahkemeye gitmeye asla gerek duymayacaklardır. Yüreği yumuşamış anne babalar ve çocuklar asla bir kuşak uçurumu tecrübe etmezler. Alçakgönüllü komşuların bahçelerinin aralarına asla çit kurmaları gerekmez. Yumuşak yürekli olmayı öğrenmiş olan kilise üyeleri sürekli olarak uyanış tecrübesi yaşarlar.
Rabbin Sofrasına geldiğimiz ve Rabbin, ‘Bu, sizin uğrunuza kırılmış olan bedenimdir’ sözlerini işittiğimiz zaman, bu sözlere vereceğimiz tek uygun karşılık, “Rab İsa, işte yaşamım, senin uğruna kırılmıştır” sözleri olacaktır.
15 Ağustos
“Dikkatli olun! Her türlü açgözlülükten sakının.” (Luka 12:15)
Açgözlülük, zenginlik ya da mal mülk için duyulan yoğun arzudur. İnsanları pençesine düşüren, her zaman giderek çok daha fazlasını istemelerine neden olan aşırı bir düşkünlüktür. Açgözlülük, aslında insanların gerçekten ihtiyaç duymadıkları şeyler için şiddetli bir arzu duymalarına neden olan bir hastalığa benzer.
Örneğin, asla tatmin olmayan bir iş adamında açgözlülük görürüz. Böyle bir iş adamı belli miktarda bir parayı bir araya getirdikten sonra duracağını söyler, ama o zaman geldiğinde, daha fazlasını toplamak için duyduğu açgözlülük artmıştır.
Açgözlülüğü, elindeki tüm parayı alış verişte harcayan ev hanımında da görürüz. Tavan arası, deposu ve garajı yığılmış bir çok eşya ile doluncaya kadar tonlarca şey satın alır.
Noel armağanları ve doğum günü armağanları ile ilgili gelenek konusunda da açgözlülüğe rastlarız. Hem gençler hem yaşlılar başarıyı topladıkları kazancın miktarına göre tanımlarlar.
Açgözlülüğü gördüğümüz başka bir alan bir malın paylaşılması konusu ile ilgilidir; Biri öldüğü zaman akrabaları ve dostları törensel bir şekilde gözyaşı dökerler ve sonra ortadaki yemi paylaşmak için akbabalar gibi yeme doğru alçalırlar ve genellikle süreç içinde yasal bir savaş başlatılır.
Açgözlülük putperestliktir (Efesliler 5:5; Koloseliler 3:5). Açgözlülük, Tanrının isteği yerine kendi isteğini koyar; Tanrının vermiş olduğu ile tatmin olmadığını ifade eder ve bedeli ne olur ise olsun daha fazlasını almak için kararlıdır.
Açgözlülük, mutluluğun maddesel şeylere sahip olmak ile bulunduğu izlenimini yaratan bir yalandır. Bir adam hakkında şu öykü anlatılır: bu adam, istediği her şeyi yalnızca arzu ederek elde edebilen bir adamdır: büyük bir ev, hizmetkarlar, bir Cadillac bir yat istedi veanında istediklerini elde etti! Başlangıçta bu durum adam için çok heyecan verici idi, ama artık aklına yeni fikirler gelmemeye başladığı zaman, bu durum onu tatmin etmemeye başladı. Sonunda şöyle dedi: “Bu durumdan kurtulmak istiyorum, bir şey yaratmak istiyorum, bir şeyler için acı çekmek istiyorum. Burada olmak yerine cehennemde olmayı tercih ederim.” Adamın yanında bulunan kişi ona şöyle dedi: “Nerede olduğunu sanıyorsun ki?”
Açgözlülük, insanları istedikleri şeyi elde etmeleri için ödün vermeye, aldatmaya ve günah işlemeye yönlendirir.
Açgözlülük, kilisede önderlik yapacak olan bir kişi için hiç de uygun değildir (1.Timoteos 3:3). Ronald Sider şu soruyu sorar, “Kilise disiplinini obur açgözlülükleri kendilerini ‘yaşlılar heyetine seçilmek yerine ekonomik başarıya’ yönlendirmiş olan kişilere uygulamak Kutsal Kitap’ a daha uygun olmaz mıydı?”
Açgözlülük zimmete geçirmek, gasp etmek ya da diğer toplum skandalları gibi noktalara ulaştığı zaman, kiliseden uzaklaştırma gerektirir (1.Korintliler 5:11).
Ve eğer açgözlülük itiraf edilmez ve vazgeçilmez ise, Tanrının Krallığından mahrum edilmeye kadar götürebilir.
16 Ağustos
“Ve yiyeceğimiz ve giyeceğimiz var ise bunlar ile yetiniriz.”
Bu sözleri ciddiye alan çok az Hıristiyan vardır. Ancak bu sözler yine de Yuhanna 3:16’da olduğu gibi Tanrının gerçek sözleridirler. Bize, yiyecek ve giyecek ile tatmin olmamızı söylerler. Bu “giyecek” sözcüğü, üzerimize giydiğimiz giysiler kadar başımızı sokacak bir çatı anlamına da gelir. Başka bir deyiş ile, elzem ihtiyaçlarımızın karşılanması ile tatmin olmamız gerekir ve bunun dışındaki her şeyi Rabbin işine katkıda bulunmak için kullanmalıyız.
Gönlü hoşnut olan kişi, paranın satın alamayacağı bir şeye sahiptir. E.Stanley Jones şöyle dedi: “Her şey, birkaç şey istemeyen kişiye aittir. Hiçbir şeye sahip olmamak ile, yaşamda, yaşamın kendisi dahil olmak üzere her şeye sahiptir. İsteklerinin azlığı ile, sahip olduklarının bolluğundan daha fazlasına sahiptir.”
Yıllarca önce Rudyard Kipling, Mcgill Üniversitesi’nde bir mezuniyet sınıfına konuşma yaptığı zaman, maddesel zenginliğe çok fazla önem vermemeleri konusunda uyarıda bulundu. Ve şöyle dedi: “Bir gün bu tür şeyler ile hiç ilgilenmeyen birine rastlayacaksınız ve o zaman kendinizin ne kadar yoksul olduğunuzu anlayacaksınız.”
“Yeryüzündeki bir Hıristiyan’ın en mutlu durumu birkaç isteğinin olması gerektiği bir durum gibi görünür. Eğer bir kişi yüreğinde Mesih’e sahip ise, cennet gözlerinin önünde ise, ve yaşamda kendisini güvenle taşıyacak olan ihtiyaç duyduğu geçici bereketlere yeterince sahip ise, o zaman acı ve üzüntü konusunda çok az çaba gösterecektir; böyle bir kişinin kaybedeceği çok az şey vardır.” (William C.Burns)
Bu gönül hoşnutluğu ruhu Tanrının pek çok devini tanımlıyor gibidir. David Livingston şöyle dedi: “Tanrının Krallığı ile ilişkisi olmasının dışında sahip olduğum hiç bir şeye bakmamaya kararlıyım.” Watchman Nee ise şöyle yazdı: “Kendim için birkaç şey istemiyorum; istediğim her şey Rab için.” Ve Hudson Taylor, “ilgileneceği bir kaç şeye sahip olmanın lüksünden” keyif aldığını söyledi.
Bazı kişiler için gönül hoşnutluğunun anlamı, güdü ve hırsa sahip olmamaktır. Bu kişiler gönlü hoşnut olan bir insanı, başkasının sırtından geçinen biri ya da bir otlakçı olarak tanımlarlar. Ancak bu tanımlama, tanrısal bir gönül hoşnutluğu değildir. Gönlü hoşnut olan Hıristiyan, çok sayıda güdüye ve hırsa sahiptir, ama bunlar maddesel olana değil, ruhsal olana yöneliktirler. Gönlü hoşnut Hıristiyan bir otlakçı olmak yerine ihtiyaç içinde olan kişilere verebilmek için çalışır. Jim Elliots’ın sözlerine göre, gönlü hoşnut kişi, Tanrının “sımsıkı kavrayan elin tansiyonunu gevşetmiş olduğu” kişidir.
17 Ağustos
“.. beni onurlandıranı ben de onurlandıracağım..”
Rabbi onurlandırabileceğimiz pek çok yoldan bir tanesi, tanrısal ilkelere sadık kalmak ve ödün vermeyi sürekli olarak reddetmektir.
Adam Clarke, gençlik yıllarında bir ipek tüccarının yanında çalıştı. Bir gün patronu ona bir müşteri için kumaş ölçtüğü zaman, ipek kumaşı nasıl esnetmesi gerektiğini gösterdi. Adam, patronuna şu yanıtı verdi: “Efendim, sizin ipek kumaşınız esneyebilir, ama benim vicdanım esnemeyecektir.” Tanrı, yıllar sonra bu dürüst kişiyi, kendi adını taşıyan bir Kutsal Kitap yorumu yazması için destekleyerek onurlandırdı.
Eric Lidell Olimpiyat Oyunlarında koşacağı 100 m. için gün almıştı. Ama koşacağı günün Pazar gününe denk geldiğinin farkına vardığı zaman, müdüre o gün koşmayacağını söyledi. Rabbin gününü onurlandırmadığı takdirde, Rabbin Kendisini de onurlandırmamış olacağını hissetmişti. Bunun üzerine büyük bir eleştiri fırtınası başladı. Eric Lidell, ülkesini yarı yolda bırakan bir oyunbozan ve dindar bir fanatik olmak ile suçlandı. Ama kararından vazgeçmeyecekti.
220 m.lik koşunun hafta içi bir günde yapılacağını öğrendiği zaman, bu kategoride olmamasına rağmen menajerinden 220 m. Koşmak için izin istedi. İl ve ikinci koşuyu kazandı ve yarı finalde de başarılı oldu. Final koşusunun yapılacağı gün, başlangıç yerine doğru ilerler iken, biri eline küçük bir kağıt parçası sıkıştırdı. Eric Lidell, kağıtta yazanları göz ucu ile okudu: “Beni onurlandıranı ben de onurlandıracağım.” Ve o gün yalnızca yarışı kazanmak ile kalmadı, ama aynı zamanda yeni bir dünya rekoru da kırdı.
Rab, ona Uzak Doğu’daki elçilerinden biri olarak hizmet vermek gibi daha büyük bir onur sundu. II. Dünya savaşı sırasında Japonlar tarafından yakalandı ve bir toplama kampında öldü ve böylece şehitlik tacını kazandı.
Adam Clarke ve Eric Lidell, Tanrıyı onurlandıran ve Tanrı tarafından bir kıtlık zamanında halkının kurtarıcısı yapılarak onurlandırılan Yusuf gibi kişilerin örnek listesinde yer aldılar. Musa gibi bir adamın sadakati Tanrı tarafından İsrail ulusunu Mısır esaretinden kurtarma onuru ile ödüllendirildi. Daniel gibi bir adam, inancından ödün vermeyi reddettiği için Pers Krallığında üstün bir konuma getirildi. Ve – herkesten en büyük olan – Babasını hiç kimsenin onurlandırmadığı bir şekilde onurlandıran Rab İsa’ya her adın üstünde olan bir Ad verildi.
18 Ağustos
“Zırhını kuşanmadan önce değil, kuşandıktan sonra övünsün.” (1.Krallar 20:11)
Bu sözler kötü kral Ahav tarafından söylenmiş olmasına rağmen, gerçeğe ait olan sözlerdir. Bazen tanrısaymaz insanlar bile gerçeğe gömülürler.
Suriye kralı, Ahav’dan, itaat etmediği takdirde askeri bir felakete uğrayacağı tehdidi ile ona hakaret eden ve onu küçük düşüren taleplerde bulunmuştu. Ancak bu durumu izleyen savaşta Suriyeliler geri çekilmek zorunda kaldılar ve kralları da yaşamını kurtarmak için kaçmaya mecbur oldu. Kralın gücü ve kibiri birbirleri ile uyumlu değildiler.
Bu gün yazdığımız metin, aynı zamanda Golyat için de iyi bir öğüt olmuştur. Golyat, Davut’un kendisine yaklaştığını gördüğü zaman, şöyle dedi: “Bana gelsene! Bedenini gökteki kuşlara ve kırdaki hayvanlara yem edeceğim.” (1.Samuel 17:44) Ama Davut sapan ile fırlattığı bir taş ile onu kolayca yere düşürdü. Dev çok övüngen davranmıştı.
Genç imanlılar olduğumuz zaman, kendi gücümüzü abartmak bizim için çok kolaydır. Dünyayı, benliği ve şeytanı sanki tek elimiz ile devirecekmişiz gibi hareket ederiz. Hatta, daha yaşlı imanlıları müjdeyi dünyaya duyurma konusunda başarısız olduklarını söyleyerek azarlayabiliriz dahi. Onlara bu işin nasıl yapılacağını göstermek isteriz. Ama bu övüngenliğimiz zamanından önce yapılan bir davranıştır. Savaş yalnızca başlamıştır ve bizler sanki savaş sona ermiş gibi hareket ederiz.
Resmi olmayan bir imanlılar toplantısında bir akşam, tüm dikkatler orada bulunan genç ve zeki bir vaiz üzerinde toplanmıştı. Bu genç vaiz ilgi odağı olmaktan oldukça hoşnut idi. Bu grupta aynı zamanda, onun yaşamı üzerinde derin bir etki bırakmış olan bir Pazar okulu öğretmeni de bulunmakta idi. Biri bu öğretmene şöyle dedi: “Eski öğrenciniz ile oldukça gurur duyuyor olmalısınız.” Öğretmen şu karşılığı verdi:”Evet, eğer sonuna kadar iyi devam eder ise.” O zaman bu sözleri duyan genç vaiz şöyle düşünmüş idi: “Her şeyin yolunda gittiği bir akşam bu tür sözler söylenmese daha iyi olur idi.” Ama daha sonra, geçen yılların getirdiği anlayış ile, eski öğretmeninin haklı olduğunun farkına vardı. Önemli olan, zırhınızı nasıl giyindiğiniz değildir. Önemli olan, savaşı nasıl bitirdiğinizdir.
Aslında bu yaşamda savaş, asla bitmez. Cennetteki yüce Komutanımızın önünde duruncaya kadar, savaş bitmeyecektir. O zaman O’nun hizmetimiz ile ilgili onayını işiteceğiz – gerçekten önemli olan tek onayı. Ve O’nun onayı ne olur ise olsun, biz övünmek için bir temele sahip olmayacağız. Yüreğimizde hissettiğimiz alçakgönüllülük ile şöyle diyeceğiz: “Biz değersiz kullarız, sadece yapmamız gerekeni yaptık.” (Luka 17:10)
19 Ağustos
“Tanrıya sövmeyeceksiniz, halkınızın önderine lanet etmeyeceksiniz.” (Mısır’dan Çıkış 22:28)
Tanrı Musa’ya yasayı verdiği zaman, yetki konumuna sahip olan kişilere karşı sövgü ya da lanet dolu sözler sarf edilmesine yasak koydu. Bunun nedeni aşikardır. Bu egemen kişiler ve önderler Tanrının temsilcileridirler. “Herkes, baştaki yönetime bağlı olsun. Çünkü tanrıdan olmayan yönetim yoktur.” (Romalılar 13:1) “Çünkü yönetim senin iyiliğin için Tanrıya hizmet etmektedir. (Romalılar 13:4) Sözü edilen önder Rabbi kişisel olarak tanımıyor olsa bile, yine de Rabbin hizmetinde olan bir kişidir.
Tanrı ve insan önderler arasındaki bağlantı öylesine yakındır ki, O, bazen onlara tanrılar olarak işaret eder. Böylece bu günkü ayetimizde şunu okuruz: “tanrılara sövmeyeceksiniz”; buradaki anlamı ile yönetimdeki yetkililere sövmeyeceksiniz denmektedir. Ve Mezmur 82:1,6 ayetlerinde Rab, onlardan kuruldaki ilahlar olarak söz eder – ama onların tanrılar olduklarını ifade etmez, ama yalnızca Tanrının temsilcileri olduklarını belirtir.
Kral Saul’un Davut’u öldürmek için yaptığı saldırılara rağmen, Davut adamlarına krala hiçbir şekilde zarar vermemeleri için uyarıda bulundu, çünkü kral Rabbin mesh etmiş olduğu kişi idi.(1.Samuel 24:6)
Elçi Pavlus, baş kahini tanımayarak onu azarladığı zaman, hemen tövbe etti ve şu sözleri söyleyerek özür diledi: “Kardeşler, baş kahin olduğunu bilmiyordum. Nitekim, ‘halkını y önetenleri kötüleme’ diye yazılmıştır.” (Elçilerin İşleri 23:5)
Yetkililere saygı gösterme konusu ruhsal alanda bile uygulanır. Bu ilke, Başmelek Mikael tarafından da uygulanır; Mikael Musa’nın cesedi konusunda İblis ile çekişip tartışır iken, söverek onu yargılamaya kalkışmadı ve yalnızca, “seni Rab azarlasın” dedi. (Yahuda 9)
Son günlerdeki sapkınların belirtilerinden biri de, bu küstah, dik başlı kişilerin yüce varlıklara sövmekten korkmamalarıdır. (2.Petrus 2:10)
Buradan alacağımız ders aşikardır. Politikalarını kabul etmiyor olsak bile ya da onların kişisel karakterlerini onaylamasak dahi, önderlerimize Tanrının resmi hizmetkarları olarak saygı göstermemiz gerekir. Hiç bir koşul altında politik bir kampanyanın harareti sırasında bir imanlının söylediği şu sözleri söylemememiz gerekir: “Başkan alçak bir haindir.”
Ayrıca, “Tanrı yoluna tam bir bağlılık ve ağırbaşlılık içinde sakin ve huzurlu bir yaşam sürelim diye, krallar ile tüm üst yöneticiler dahil, bütün insanlar için dilekler, dualar, yakarışlar ve şükürler sunmamız” gerekir. (1.Timoteos 2:2)
20 Ağustos
“Terbiye edilmek uğruna acılara katlanmalısınız. Tanrı size oğullarına davranır gibi davranıyor. Hangi oğul babası tarafından terbiye edilmez?”
Terbiye etmek sözcüğü farklı gramer yapıları ile İbraniler12. Bölümün ilk 11 ayetinde yedi ez yer almaktadır. Bu nedenle, sıradan bir okuyucunun bu konuda yanlış bir izlenim edinmesi zor değildir. Tanrıyı kolayca, çocuklarını sonsuza kadar kırbaçlayan öfkeli bir Baba olarak gözünün önüne getirebilir. Bu yanlış anlayış terbiye etme konusunu sadece ceza verme olarak gören bir düşünceden kaynaklanır.
Terbiye etmek sözcüğünün Yeni Antlaşma’da bundan çok daha geniş bir anlama sahip olduğunu öğrenmek çok rahatlatıcıdır. Terbiye etmenin gerçek anlamı çocuk eğitmektir ve bir çocuğun yetiştirilmesi ile ilgili var olan her tür anne baba eylemini içine alır. Kittel terbiye etmeyi şöyle tanımlar: “Olgunluğa doğru büyümekte olan ve yönlendirilmeye, öğretilmeye ve eğitilmeye ihtiyaç duyan çocuğa uygulanan disiplin ya da hatta döverek cezalandırma şeklindeki belirli ölçüde bir zorlayış.”
İbraniler kitabının yazılmış olduğu Hıristiyanlar zulüm görerek acı çekiyorlardı. Yazar, bu zulümden Rabbin terbiyesinin bir bölümü olarak söz eder. Yazarın bu ifadesi, zulmü Tanrının gönderdiği anlamına mı gelir? Kesinlikle hayır! Bu görüş müjdenin düşmanları tarafından uydurulmuştur. Tanrı, günahları nedeni ile Hıristiyanlara ceza mı vermektedir? Hayır, zulüm görmelerinin nedeni büyük olasılıkla O’na ettikleri sadık tanıklıktır. O zaman, zulme Tanrının bir terbiyesi olarak bakmak hangi şekilde mümkündür? Şöyle düşünebiliriz; zulüm görmelerine Tanrı izin verdi ve sonra da bu zulmü Halkının yaşamındaki eğitici planının bir kısmı olarak kullandı. Başka bir deyiş ile Tanrı, çocuklarının Oğlu’nun benzerliğine dönüşmeleri için bu zulmü onları temizlemek ve olgunlaştırmak amacı ile kullandı.
Bu tür bir döverek cezalandırma hiç kuşkusuz, uygulandığı anda hiç de hoş değildir. Keski, sert bir şekilde mermere şekil verir; fırının yoğun kızgınlığı altını arıtır. Ama mermerin içinden insan yüzü ortaya çıktığı zaman ve altın maden cürufundan arındığında, çekilen bütün sıkıntıya değer.
Rabbin terbiyesini küçümsemek ya da terbiye görür iken zayıf düşüp bayılmak, insan yenilgisi ile eş değerdedir. Hatırlanması gereken tek uygun tutum, Tanrının bu durumu eğitici bir plan olarak kullandığıdır ve daha sonra bu durumdan en üstün yararı sağlayacaktır. Yazar, “Böyle eğitilenler için bu sonradan esenlik veren doğruluğu üretir” derken kast ettiği anlam budur. (İbraniler 12:11b)
21 Ağustos
“Ama imanlılar topluluğunda diller ile on bin söz söylemekten ise, başkalarını eğitmek için zihnimden beş söz söylemeyi tercih ederim.” (1.Korintliler 14:19)
Burada sözü edilen konu elbette dillerin kilise toplantılarında tercüme edilmeden kullanılmalarıdır. Pavlus, bu tür bir uygulamaya karşıdır; konuşulan dillerin tercüme edilmesi konusunda ısrar eder, çünkü aksi takdirde hiç kimse gelişemez.
Ama bu ayet daha geniş bir anlamda uygulanabilir. Konuştuğumuz zaman, herkesin işitebilmesi için duyulacak kadar yüksek ses ile konuşmamız gerekir, aksi takdirde yalnızca yabancı bir dilde konuşuyor oluruz. Hemen hemen her dinleyici topluluğunda ağır işiten kişiler var olacaktır. Eğer konuşan kişinin sesi çok alçak olur ise, konunun düşünce düzenini kaçırırlar ve bu onlar için sıkıntılı bir duruma neden olur. Çünkü sevgi, kendisini değil, diğerlerini düşünür, konuşur iken herkesin işitebilmesi için yeterli olacak bir ses tonu ile konuşur.
Sevgi, aynı zamanda sıradan bir insanın da anlayabileceği kadar basit sözcükler kullanarak konuşur. Biz büyük bir mesaja, tüm dünyadaki en büyük mesaja sahibiz. İnsanların mesajı işitmeleri ve anlamaları önemlidir. Eğer belirsiz, karmaşık ve teknik bir dil kullanarak konuşur isek, kendi iyi amacımıza karşı çıkmış oluruz.
Bir vaiz, oradaki halka hizmet etmek için Uzak Doğu’ya gitti ve elbette yanında bir tercümanı vardı. Konuşmasındaki mesajın ilk cümlesi şu idi: “tüm düşünce iki sınıfa ayrılabilir: somut ve soyut.” Dişsiz büyükannelerin ve huzursuz çocukların bulunduğu dinleyici topluluğuna bakan tercüman, bu cümleyi şöyle tercüme etti: “Amerika gibi uzak bir yerden buraya gelmemin nedeni size Rab İsa’yı anlatmaktır.” O noktadan itibaren mesaj tamamen meleklerin ellerinde idi.
Bir Hıristiyan dergisinin son sayısında şu tür ifadeler ile karşılaştım: tarih ötesi bir kategorinin kural teşkil eden başlangıç noktası; çeşitli sistem ve kaynaklardan derlenmiş olmayan, ama var oluş uygunluğuna sahip olan bir iş; bilinç halinin dikey düzlemde bir süreklilik arz etmesi; onaylamanın kanonikal dili; ölçünün aşırı sınırlarındaki klasik nedensellik. Bu tür dinsel bir karışık ve anlamsız sözün içinde ağır ve güçlük ile ilerlemeleri istenen zavallı insanlara ne yazık! Sınırsız cümleler kullanarak hiç bir şey söylememek gibi can sıkıcı ve zihin yorucu bir yola sahip olan bu tür kişilerden hepimiz esirgenelim!
Ortalama TV ya da radyo programının üçüncü derecede bir eğitim almış olan kişileri hedeflediğini duyarız. Bu bilgi, dünyaya kurtuluş mesajı ile ulaşmak isteyen Hıristiyanlar için bir ipucu olsun.”Mesajı net ve sade kılmamız gerekir: MESİH GÜNAHLI İNSANLARI KABUL ETTİ” şeklinde bir ifade yeterince kolay anlaşılırdır. Hiç kimsenin anlamadığı bir dilde on bin sözcük kullanmak yerine beş sözcük söylemek ve anlaşılmak çok daha iyidir.
22 Ağustos
“Bana dokunma, çünkü daha Babanın yanına çıkmadım.” (Yuhanna 20:17)
Çocuklar tarafından çok sevilen ilahilerden birinde şöyle der: “O eski, tatlı öyküyü okuduğum zaman, şunu düşünürüm: İsa burada insanların arasında iken, küçük çocukları kuzuları olarak ağılına çağırdı, o zaman benim de onlarla birlikte olmam gerekir.” Her birimiz büyük olasılık ile bu duygulu arzuyu zaman zaman hissetmişizdir; Tanrının Oğlu’na yeryüzündeki hizmeti sırasında kişisel olarak eşlik etmenin ne kadar keyif verici olacağını düşünmüşüzdür.
Ancak farkına varmamız gereken şey şudur: O’nu Söz aracılığı ile Kutsal Ruh tarafından açıklandığı şekilde bilmek çok daha iyidir. O yeryüzünde iken O’nun yanında olamayışımız bir dezavantaj değildir, aslında bizler öğrencilerden daha ayrıcalıklıyız. Bu konuya şu açıdan bakalım: Matta İsa’yı, Matta’nın gözleri ile gördü, Markos, Markos’un gözleri ile, Luka, Luka’nın gözleri ile ve Yuhanna, Yuhanna’nın gözleri ile. Ama bizler İsa’yı, dört Müjdecinin gözleri aracılığı ile görüyoruz. Ve bu düşünceyi eğer bir adım daha ileriye taşıyacak olur isek, o zaman Rab İsa ile ilgili Yeni Antlaşma’nın tamamında yer alan daha derin bir açıklamaya, O yeryüzünde iken yanında bulunan öğrencilerin hepsinin sahip olduğundan daha çok sahibiz.
İsa’nın döneminde O’nunla birlikte yaşamış olan kişilerden daha ayrıcalıklı olduğumuz konusunda bir başka ek avantaja daha sahibiz. İsa, Nasıra ya da Kefernahum’daki kalabalığın içine karışmış iken, bazı kişilere mecburen diğerlerinden daha yakın idi. Yuhanna, üst kattaki odada İsa’nın göğsüne yaslandı, oysa diğer öğrenciler O’ndan daha farklı mesafede idiler. Ama bu durum şimdi değişmiştir. Kurtarıcımız, şimdi tüm imanlılara eşit şekilde yakındır. O, yalnızca bizimle birlikte değildir; O, bizim içimizdedir.
Meryem dirilmiş Rab ile karşılaştığı zaman, O’na daha önceden yapmaya alışık olduğu şekilde dokunmak istedi. O’nun fiziksel, bedensel varlığını kaybetmek istemedi. Ama İsa ona şöyle dedi: “Bana dokunma, henüz Babanın yanına çıkmadım-“ (Yuhanna 20:17) İsa aslında şunu demek istiyordu: “Meryem, Bana yersel ve fiziksel anlamda dokunma. Babamın yanına çıktığım zaman, Kutsal Ruh yeryüzüne gönderilecek. Sizler O’nun hizmeti aracılığı ile Beni şimdiye kadar tanımış olduğunuzdan çok daha dolu, açık ve yakın bir şekilde bileceksiniz.”
Tüm bunlardan çıkan sonuç şudur: İsa yeryüzünde iken O’nunla birlikte olmayı arzu etmek yerine sevinçli bir şekilde şimdi O’nunla birlikte olmanın daha iyi olduğunun farkına varmamız gerekir.
23 Ağustos
“Çünkü halkım iki kötülük yaptı: Beni diri suların pınarını bıraktı, kendilerine sarnıçlar, su tutmayan çatlak sarnıçlar kazdılar.” (Yeremya 2:13)
Bir pınarı, sarnıçlar, hem de su tutmayan çatlak sarnıçlar ile değiş tokuş etmek çok kötü bir pazarlıktır. Bir pınar yerin altından fışkıran serin, duru ve tazeleyici bir su kaynağıdır. Bir sarnıç ise su depolamak için kullanılan bir su haznesidir. Sarnıcın içindeki su, durgunlaşabilir ve kirli hale gelir. Sarnıç çatladığı zaman, içindeki su dışarı sızar ve dışarıdaki kir de içeri sızar.
Rab, diri suların Kaynağıdır. O’nun halkı O’nda kalıcı doyum bulabilirler. Dünya bir sarnıçtır ve aynı zamanda çatlak bir sarnıçtır; zevk ve mutluluk umudu sunar, ama onda doyum arayan kişilerin hayal kırıklığına uğramaları kaçınılmaz bir durumdur. Mary, Tanrının Sözünün okunduğu ve ezberlendiği bir evde büyüdü. Ama anne ve babasının yaşam biçimlerine karşı isyan etti ve kendi hayatını sürmeye kararlı olarak evden ayrıldı. Dans, yaşamının tutkusu haline geldi. Hıristiyan geçmişinin tüm anılarını bastırmaya çalışarak kendini dansa verdi.
Bir gece, partneri ile birlikte dans pistinde kayarak dans eder iken, küçük bir kız olduğu zamanlarda öğrenmiş olduğu bir Kutsal Kitap ayeti aklına geldi: “Çünkü halkım iki kötülük yaptı: Beni, diri suların pınarını bıraktı, kendilerine sarnıçlar, su tutmayan sarnıçlar kazdılar.” Dansın tam orta yerinde günahına ikna edildi. Yaşamının boşluğunu fark ederek Rabbe döndü ve iman etti. Dans etmeye devam etmekten vazgeçti, salondan ayrıldı ve bir daha da asla geri dönmedi.
Dostları ilə paylaş: |