SANSAR MUSTAFA HİKÂYESİ
Konusunu IV. Murad döneminde (1623-1640) yaşanmış olaylardan alan "kitabi, mensur, realist" İstanbul halk hikâyelerinden biri.
Bu hikâyeyi İ. H. Sevük, "Meddahlık" alt başlığı altında verirken Ö. Nutku meddah hikâyelerinin kaynakları arasında saymaktadır. M. N. Ozon ile P. N. Boratav'ın anmadığı bu hikâye, Ş. Elçin tarafından bütün özellikleriyle birlikte, "kitabi, mensur, realist İstanbul halk hikâyesi" olarak adlan-
dırılır. Cevrî Çelebi Hikâyesi(->), Hançer-H Hanım Hikâyesii.-^) ile bunun varyantı olarak kabul edilen Letaifname(->), Tay-yarzade Hikâyesi(^), Tıfli ile iki Biraderler Hikâyesi(r*) ve Kanlı Bektaş Hikâye-si'nde olduğu gibi, IV. Murad burada da hikâyenin kahramanları arasında yer alır. Ancak, bu hikâyede sultanın üstlendiği rol oldukça önemlidir. Sultanın musahibi Tıf-lî de, diğer hikâyelere göre daha fazla yer almaktadır. Elçin ve Nutku, istanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki 250 ve 1208 no'lu yazmaların birer tanesinden faydalanmışlardır. Basma nüshasına tesadüf edilememiştir. Hikâyenin özeti şöyledir:
IV. Murad, musahibi Tıflî Efendi'den, o gün Tophane'nin seyir günü olduğunu öğrenir. Derviş Hasan ve Derviş Hüseyin adlarıyla ve Mevlevî kıyafetiyle seyre çıkarlar. İkikapılı'da bir berber dükkânından çıkarken gördükleri bir delikanlının kim olduğunu merak ederler. Adı Ahmed olan delikanlı dükkân sahibinin oğludur. Ancak ertesi gün Ahmed işe gelmez; babasından öğrendiklerine göre "Sansar" lakaplı Mustafa onu kaçırıp Panayot'un meyhanesinin üstündeki bir odaya kapatmıştır.
IV. Murad, Tıflî'ye Ahmed'i bulması için kesin emir verir; aksi takdirde sonu ölümdür. Pek çok insan Ahmed'le Sansar'ı aramaya koyulur. Bu arada Ahmed, Mustafa'nın bulduğu bir kadınla Dolmabahçe'de-ki bir evde murat almaktadır. Ancak kadının kendilerini bulmakla görevli olduğunu, Ahmed'den hoşlandığı için ihbardan vazgeçtiğini öğrenen Mustafa onu Cezayir palası ile öldürüp denize atar. IV. Murad dürbünle deniz seyrinde iken olayı tesadüfen görür. Bu olayda da Mustafa'nın parmağı olduğunu anlayan sultan, nihayet onları yakalatır. Ancak Mustafa, cella-ta tuz ekmek hakkı için Ahmed'i asmamasını söyler ve onu kurtarır. Mustafa için kurtuluş kaçmaktadır; bir gece Cumapaza-rı'nda uyumakta iken öldürdüğü iki Arna-vutun elbiselerini giyip Mısır'a gitmek üzere Ahmed'le bir kalyona binerler. Çeşitli maceralardan sonra İskenderiye'ye ulaşırlar. Orada kahveciliğe başlarlar ve Ah-med'in güzelliğine koşup gelenler sayesinde zengin olurlar.
Aradan 5-6 yıl geçtikten sonra Ahmed memleketini özler; İstanbul'a dönerler. Ancak Sansar bir gün Üsküdar dönüşü Taş-çılar'da dolaşırken yakalanır, huzura çıkarılır. Olanları birer birer anlatır. Sonuçtan memnun kalan sultan, Ahmed'in kız kardeşini Sansar'a alır; Ahmed'e de haremden bir kız vererek herkesi muradına erdirir.
Hikâye, diğerlerine göre çeşitli özellikleriyle dikkati çekmektedir. Olaylar, artık İstanbul'u aşmış, Akdeniz yoluyla Mısır'a kadar uzanmıştır. Diğer hikâyelerde şöyle bir görünüp sonuçta ortaya çıkıveren padişahla musahibi burada önde gelen kahramanlar arasında yer almaktadır. Sevük'e göre Tıflî, hikâyedeki hayali olaylara gerçek olayları da aşılamıştır. Hançerti Hanım ve Letaifname gibi hikâyelerin aksine buradaki sevgi tek taraflıdır. Elçin'in tespitine göre, hikâyenin bazı epizotlarına, mensur hamse sahibi Nergisî'de de (ö. 1635) rast-
lanılmaktadır. Hamsedeki "Ferdî ile Yeniçeri Ağası" adlı hikâyede, ağanın imrahor ile bir olup Ferdî'yi kaçırması, Mustafa'nın Ahmed'i kaçırmasını hatırlatmaktadır.
İstanbul'un Cumapazarı, Üsküdar, Taşçılar, Tophane, Dolmabahçe gibi semtleri hikâyenin çeşitli mekânlarını oluştururlar. Ayrıca Tophane Mesiresi de bayram günleri İstanbulluların gittiği eğlence yerlerinden biridir. Panayot'un meyhanesi, İki Kapılı Meyhane ünlü meyhanelerdir. Meh-med Tevfik, İki Kapılı Meyhane'nin Tophane yerine Langa'da olduğunu kaydeder.
Bibi. ismail Habib (Sevük), Edebiyat Bilgileri, İst., 1942, s. 306; Ş. Elçin, "Kitabî, Mensur, Realist İstanbul Halk Hikâyeleri", Hacettepe Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, I, S. l (Mart 1969), s. 74-106; Nutku, Meddahlık, 93, 98-99, 108, 129; Mehmet Tevfik, İstanbul'da Bir Sene, ist., 1991, s. 157.
SAİM SAKAOĞLU
SANSÜR
Osmanlı Devleti'nde sansürün sistemli hale gelişi basımevinin yaygınlaşmasıyla bağlantılıdır. İlk Türkçe basımevleri devletin, azınlık basımevleri ise dini liderliklerin kontrolünde olduğu için başlangıçta bir sansür mekanizması düşünülmemiştir. Hattâ ilk Fransızca gazetelerin yasaklanmasında Babıâli doğrudan hareket etmemiş, yabancı konsolosluklardan karar çıkmasını beklemiştir. Tanzimat'ın ilk döneminde kontrol tamamen kitaplara yönelikti ve basılmadan önce izin alınması şartına bağlanmıştı. Gazete yaşatmanın büyük mali yük getirmesi ve bunun ancak Babıâli'den alınan ödenekle karşılanabilmesi sebebiyle bunlara ayrı bir kontrol uygulaması başlangıçta düşünülmemiştir.
1850'den itibaren izinsiz açılan bası-mevlerinin sayısında hızlı bir artış görüldü. Bunun üzerine 1857'de Basmahane Nizamnamesi çıkarıldı. Basımevi açmak yanında basılanlar için de önceden izin almak şartı getirildi. 1858 Ceza Yasası'na da özel maddeler konarak yasakların sınırı
Cevdet Kudret'in Abdülhamit Devrinde Sansür adlı kitabının kapağında yer alan dört belge. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi
belirlendi. Hükümdara, hükümet üyelerine, cemaatlere ve dinlerine dokunulmazlık tanınıyor, genel ahlaka aykırı alay ve yermeler, edepsizce yazı ve resimler yasaklanıyordu. Ardından Hariciye Nezare-ti'ne bağlı bir de Matbuat Müdürlüğü kurularak bu kuralların uygulama mekanizması ortaya kondu. Milliyetçi akımların yaygınlaşmasıyla bu dönemde dışarıdan gelen yayınlarda muzır arama ihtiyacı da belirdi. Özellikle Yunanistan'da çıkan bazı gazetelerin ülkeye girmesinin engellenmesi ve Londra'da bir Yunanlının çıkardığı Bri-tish Star'ın yayımının durdurulması istekleri, mekanizmanın yeni bir şekle bürünme-si sonucunu yarattı. Elçiliklere sırf gazete tarayan elemanlar alındığı gibi, posta ve gümrüklerde kontrol işleri de sıkılaştırıldı.
1860'tan itibaren Tasvir-i Efkâr'la dinamik kamuoyuna geçiş ve azınlık gazetelerinde milliyetçi eğilimlerin belirmesi, yerli basın üzerinde kontrolün sıklaştırılması ihtiyacını doğurdu ve 12 Mart 1867'de çıkarılan kararnameyle (Âli Paşa Kararnamesi ya da Kararname-i Âli olarak bilinir) bugünkü deyimle "görülen lüzum üzerine" gazete kapatma yetkisi hükümete verildi. Bundan sonra sansür uygulaması gittikçe artan bir oranda şiddetlendi. 1876'daki ilk Kanun-i Esasi'de "basının kanunlar çevresinde serbest olduğu"nun kaydedilmesine rağmen uygulamada hep daha katılaşmaya gidildi. İçeride gazetelere de ön sansüre (basılmadan önce onay alma) geçildi. Zaten kitaplar için de aynı uygulama yapılıyordu. Ayrıca bütün basın sarayın para yardımına bağlanmış olduğundan içerideki kontrol tam işler haldeydi. İktidarın istemediği en ufak haber yayınlara girmiyordu. Buna karşılık sansür sistemi belli kurallara bağlı olmadığından keyfi ve tutarsız uygulamalar belirdi. II. Abdül-hamid'in basın rejimini alay konusu haline getiren olaylar birbirini izledi. Bunu daha da artıran, ülke dışından gelen gazete ve kitaplarda muzır arama yöntemleri oldu. Sayıları binleri bulan yasaklanmış yabancı dildeki gazetelerin ülkeye sokulmaması kendilerinden beklenen cahil memurlar işin içinden çıkamayınca, rasgele toplamalara giriştiler. Aynı şey yerli ve yabancı kitaplar için oldu. Depolara yığılan kitaplar çuvallara doldurulup Çemberlitaş Hamamı'nda yakıldı. Jön Türk basını ve yasaklanmış gazetelerin içeride gizlice dağıtılmasını önlemek için dokunulmazlığı bulunan yabancı postaneler ve diplomatik kolilere el konması da işleri büsbütün karıştırdı.
İstanbul basım II. Meşrutiyet'e kendi girişimiyle sansürü bertaraf ederek girdi. 1909'da Kanun-ı Esasi'ye basımdan önce sansür yapılamayacağı maddesi eklendi. Başlangıçtaki kısa bir süre dışında hep sıkıyönetim rejimi bulunduğundan, hazırlanan liberal bir basın yasasının hiçbir geçerliliği olmadı. Basın keyfi şekilde yönetildi. Mütareke yılları boyunca İstanbul'da işgal kuvvetlerinin sansürü hâkim oldu.
Onu izleyen Cumhuriyet dönemi de devrimlerin yerleştirilmesi için gerekli uy-
Mütareke döneminde gazeteler Babıâli ve işgal kuvvetlerinin sansür uygulamaları nedeniyle sık sık boş sütunlarla yayımlanıyordu. O. Koloğlu, Türk Basını, Ankara, 1993
sallığın sağlanması için bir süre, Âli Paşa Kararnamesi niteliğindeki Takrir-i Sükûn Kanunu ile yönetildi. 1930'daki çokpar-tili sistem uygulaması sırasında bu kanunun kaldırılmış olması bir rahatlık getirdiyse de 1931'de hazırlanan Matbuat Kanunu ile otoriter rejime bağlı olanlar dışındakilerin yaşayamayacağı bir sistem kuruldu. II. Dünya Savaşı sırasında bu rejime sıkıyönetimin eklenmesiyle daha da katı bir uygulama belirdi. Ankara'dan gelen emirlerin dışında bu askeri gereksinmeleri de karşılamak gerekiyordu. Çokpartili sisteme girilmekle birlikte 1946'dan sonra da sıkıyönetimin devam etmesi, sansürün ortadan kalkmasına yetmedi.
Demokrat Parti'nin ilk uygulamalarından biri 21 Temmuz 1950'de Matbuat Ka-nunu'nun antidemokratik sayılan 51. maddesini değiştirmek oldu. Ayrıca yurtdışındaki muzır yayınların Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanması da formüle edildi. İktidara gelmesinden önce en yoğun kampanyasını basın özgürlüğü konusunda yürüten Demokrat Parti iki yıl geçmeden basınla ters düşmeye ve kısıtlayıcı önlemler almaya başladı. Yasaların dışında, kâğıt ve diğer ihtiyaçlarını kontrol altında tutarak muhalefet basınını kendi kendine sansür uygulamaya zorladı. Partilerin muhalefetteyken basın özgürlüğü yanlısı kesilmesi ve iktidara geçince basına sansür uygulama çabaları, Demokrat Parti örneğini izleyerek günümüze kadar sürmüştür. Üç askeri rejimle ortaya çıkan "ara rejimler" de buna katkıda bulunduğundan, basın teorik olarak özgür görünmekle birlikte çeşitli kısıtlayıcı etkilerin altında kalmıştır. 1980 sonrasında basının (basın ve televizyonun) tamamen büyük sermayenin kontrolüne girmesi, çeşitli fikirlerin ifade edilmesi açısından bazı kısıtlamaları ge-
tirdi. Liberal bir döneme girildiği hakkındaki iddialara rağmen, 1980'lerin sonu ve 1990'ların başında gazeteler hakkında açılan davaların evvelki dönemleri çok aşan rakamlara vardığı görülmüştür. 9 Mayıs 1990'da çıkarılan "Şiddet Olaylarının Yaygınlaşması ve Kamu Düzeninin Ciddi Şekilde Bozulması Sebebine Dayalı Olağanüstü Halin Devamı Süresince Alınacak İlave Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname", yeni kısıtlamalar getirdi. Güneydoğu'daki olayların devamı gazete ve dergi kapatmaların artması, cezaların da yükselmesi sonucunu yarattı. Son yıllarda sayısı artan gazeteci öldürmeleri ve bunların faillerinin "meçhul" kalması da bir tür sansür uygulaması olarak nitelenmektedir.
Bibi. S. îskit, Türkiye'de Matbuat İdareleri ve Politikaları, İst., 1943; A. Kabacalı, Başlangıçtan Günümüze Türkiye'de Basın Sansürü, ist., 1990; O. Koloğlu, "ikinci Abdülhamit Sansürü", TT, S. 38 (Şubat 1987); Y. Koçoğlu, Kurşunla Sansür-Gazeteci Cinayetleri, îst., 1993; Çağdaş Gazeteciler Derneği, Basın 80-94, Ankara, 1984; C. Kudret, Abdülhamit Devrinde Sansür, İst., 1977.
ORHAN KOLOĞLU
SANTA MARİA DRAPERİS KİLİSESİ
Beyoğlu îlçesi'nde, İstiklal Caddesi üzerinde Galatasaray-Tünel arasında yer alır.
Kilisenin tarihi 16. yy'ın sonlarına kadar uzanmaktadır. İlk kez 1584'te Galata Mumhane Caddesi üzerinde inşa edilmiş olan Santa Maria Kilisesi'nin yanması sonucu, Fransisken tarikatından Madam Clara Bratola Draperis'in bağışladığı bir evin arsasına yeniden inşa edilmiş ve bu bağıştan dolayı adına "Draperis" sözcüğü eklenmiştir. Bu tarihten sonra 1660'ta yeniden yanan ve Fransisken rahipler tarafından yaptırılan kilise, l678'de bir kez daha yanın-ca bir daha Galata bölgesinde yapılmamıştır. 1691'de bu kez Beyoğlu'nda yapılan kilise yeniden yanmış ve 1769'da bugünkü yerinde kagir olarak yapılmıştır. 1870 Beyoğlu yangınında bir kez daha hasar gören bina bu büyük yangın sonrasında İstanbul'un imarında görevlendirilmiş olan İtalyan mimar Guglielmo Semprini tarafından inşa edilmiştir. Bir süre Avusturya-Ma-caristan İmparatorluğu'nün büyükelçilik binası ve yine bir süre Türk Posta İdare-si'nin bir şubesi olarak kullanılmış olan binanın kitabesinde II. Abdülhamid zamanında (1876-1909) Rıdvan Paşa'nın şehre-minliği zamanında 1904'te yapılmış olduğu yazmaktadır. 1678'deki yangından kalan "Meryem Ana" tablosu ise günümüzde kilisenin ana sunağı üzerinde durmaktadır.
Bugünkü kilise İstiklal Caddesi'ne cephe veren ve zemin katında dükkânlar bulunan Santa Maria Hanı ile kiliseyi her iki yanından öndeki han binasına bağlayan kilise lojmanlarıyla birlikte bir kompleks oluşturacak şekilde oldukça eğimli bir arazi üzerinde yer almaktadır. İstiklal Caddesi üzerinde han binasının zemin katında yer alan ana kapıdan merdivenlerle kiliseye inilmekte, yine kiliseye ait olan lojmanlara giriş ise ara kollardaki platform-
Dostları ilə paylaş: |