Hz. Muhammed ve evrensel mesaji hz. Muhammed'İn peygamber olarak gönderiLDİĞİ ortam



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə10/31
tarix24.11.2017
ölçüsü1,37 Mb.
#32819
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   31

c- Yeni Bir Kardeşlik Sistemi

İslâm toplumunun teşkilatlanmasında bir önemli adım da ensar ile muhacirler arasında özel kardeşlik sistemi kurulmasıdır. Buna geçmeden evvel, İslâm'ın getirdiği ve geliştirdiği kardeşlik sisteminin tarihî seyrine kısaca temas etmek yerinde olacaktır. Hz. Peygamber İslâm'ı ilk tebliğ etmeye başladığı andan itibaren bu dine girenleri hangi ırk, kabile ve ülkeden olursa olsun eşit kabul etmiş ve kabile kardeşliğinin yerine İslâm kardeşliğini getirmiştir. O, bir yandan insanlara Allah'ın varlığını ve birliğini anlatırken, diğer yandan bu inanç etrafında toplananları din kardeşliğinde birleştirip kaynaştırıyordu. Bu sistemde Habeşistanlı bir köle ile Kureyşli bir asilzade arasında fark kalmıyordu.

İslâm tarihinin en eski kaynakları, Hz. Peygamber'in, birisi hicretten önce Mekke'de, diğeri de hicretten sonra Medine'de Müslümanları iki defa özel olarak kardeşleştirdiğini kaydederler. Mekke'deki kardeşleştirmede (muâhâtta) son derece anlamlı bir husus dikkati çekmektedir. Bu, Kureyş'e mensup bazı Müslümanların azatlı kölelerle kardeş ilan edilmesidir. Kaynakların bu konuda verdiği listeler incelendiğinde Kureyş mensuplarıyla şu azatlı kölelerin kardeşleştirildiği görülmektedir: Hz. Peygamber'in azatlısı Zeyd b. Hârise ile Hz. Hamza, Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Sâlim ile Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Hz. Ebû Bekir'in azat ettiği Bilâl-i Habeşî ile Ubeyde b. Hâris.[238]

Bu kardeşleştirme (muâhât) hadisesini Müslümanlar kısa sürede özümsediler. Öyle ki, bir Müslüman, putperest kabiledaşıyla ve akrabasıyla ilişkisini kesip, aralarında kan bağı bulunmayan, başka bir kabile veya ülkeye mensup olan, yahut da köle olan bir Müslümanla maddi ve manevî dayanışma içine giriyordu. Nitekim İslâm'ın daha ilk yıllarında Hz. Ebû Bekir işkence çeken, kendisiyle aralarında kan bağı bulunmayan köleleri hiçbir karşılık beklemeden sırf Müslüman oldukları için büyük paralar ödeyerek satın almış ve hürriyetlerini ellerine vermiştir.

Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirler birbiriyle kenetlenmiş ve kardeşlik bilincine sahip olmuş kimselerdir. Medine'deki Evs ve Hazrec kabilelerinin "Ensar" haline dönüşmesine

gelince, İslâm'dan önce Evs ve Hazrec kabileleri, aynı babadan türemiş oldukları halde yıllarca birbiriyle savaşmışlardı. Aralarındaki geçimsizlik Hz. Peygamber'in buraya hicretine kadar devam etmişti. Birinci Akabe görüşmesinde İslâm'ı kabul eden Medineliler, Evs ve Hazrec düşmanlığının vahim boyutlarını ve Hz. Peygamber'den nasıl medet umduklarını şu sözleriyle dile getirmişlerdi: "Milletimiz iç savaşlar sebebiyle çok kötü bir durumdadır. Cenab-ı Hak sizin sayenizde milletimizi savaştan, darmadağınıklıktan belki kurtarır ve onları birleştirir".[239]

Gerçekten Evs ve Hazrec arasındaki kan davaları o derece korkunç boyutlara ulaşmıştı ki, bu iki kabile neredeyse tarih sahnesinden silinecekti. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilmiştir: "Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirdi. O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi kurtardı".[240] Cenâb-ı Hak, Evs ve Hazrec'in Müslüman olmadan önceki durumunu ve içinde bulundukları ortamı ateş çukuruna benzetmektedir. Ateş çukurunun kenarında bulunan kimseler büyük ölçüde yok olmakla karşı karşıya kalırlar. Evs ve Hazrec kabileleri de böyleydi; birbirine ateş püskürüyorlardı. Kabilelerarası savaşlarda birbirini öldürmek suretiyle tükenecekleri bir sırada Allah hidayetini lutfedip İslâm sayesinde onları kurtardı ve kardeş topluluklar haline getirdi; Evs ve Hazrec birbirleriyle kenetlendiler, İslâm'a girmekte birbirleriyle adeta yarıştılar. İslâm'ın birleştirici şemsiyesi altında "Ensar" adıyla, İslâm toplumunun şerefli bir kesimini oluşturdular.

Şimdi sıra Muhacirlerle Ensarı kardeşleştirmeye gelmişti. Hz. Peygamber, Enes b. Mâlik'in evinde (bir rivayete göre Mescid-i Nebevî'de) hicretin birinci yılının ortalarında onları topladı ve ikişer ikişer kardeşleştirdi. Bu sistemin yüklediği sorumlulukları taraflara açıkladı. Kardeşleştirilen kimselerin sayısının kırkbeşer kişiden doksan veya ellişer kişiden yüz olduğu söylendiği gibi, ensardan biriyle kardeşleştirilmeyen hiçbir muhâcirin kalmadığı da rivayet edilmektedir.[241] Kardeşleştirilen kimselerle ilgili listeler kaynaklarda geniş olarak kaydedilmektedir. Ancak burada biz, listeleri uzun uzadıya vermeksizin birkaç örnek kaydetmekle yetineceğiz. Kardeşleştirilen kimselerden bazıları şunlardır:

Hz. Ebû Bekir ile Hârice b. Zeyd,

Abdullah b. Mes'ud ile Muâz b. Cebel,

Mus'ab b. Umeyr ile Ka'b b. Mâlik...[242]

Kardeşleştirmenin, rastgele seçilen iki kişinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmadığını; bilakis hicretten itibaren altı ayı aşkın bir süre zarfında Hz. Peygamber'in müslümanları iyice tanıyarak, durumlarını inceleyerek ve her çift arasında ortak vasıflar bularak bunu gerçekleştirdiğini belirtmek gerekir.[243]

Hz. Peygamber'in, eşsiz bir sosyal yardımlaşma ve dayanışma örneği olan kardeşleştirmeyi gerçekleştirmesinin gayesi, iş-güç ve servet sahibi oldukları Mekke'de herşeylerini bırakan ve dinleri uğruna doğup büyüdükleri yeri terkeden muhâcirleri maddî ve manevî olarak desteklemek, mâlî sıkıntılarını bir ölçüde de olsa hafifletmeye çalışmak ve öz yurtlarından ayrılmış olmanın vermiş olduğu garipliği ve mahzunluğu gidermekti. Böyle bir faaliyet aynı zamanda muhâcirlerle ensarı birbirine ısındırma, yekvücut olarak kenetlenmelerini sağlama, bilgi ve tecrübelerini birleştirme, ortaklaşa iş yapma ve üretme anlayışını kazandırma amacına yönelikti. Ensarın fedakarlığı o derece ileri gitti ki, hurmalıklarının muhacir kardeşleriyle paylaştırılmasını bile teklif ettiler. Ancak Hz. Peygamber bunu uygun görmedi. Beraber çalışmak suretiyle mahsule ortak olmalarını kararlaştırdı. Kardeşleştirilenler birbirlerine vâris bile olabileceklerdi. Bu müessesenin mirasa ait hükmü Bedir Savaşı'nden sonra nâzil olan Kur'an âyeti ile neshedilmiştir.[244] Kardeşlik anlaşması ile, Câhiliye dönemindeki hilfin yerini İslâm kardeşliği almıştır. Ancak Hz. Peygamber câhiliye döneminde haksızlığı önlemek ve yardımlaşmak amacıyla gerçekleştirilen hilfleri de doğru kabul etmiştir. Şu kadar var ki, İslâm döneminde ve özellikle hicretten sonra Müslümanlar arasında dayanışma temin edildiği ve kardeşlik kurulduğu için hilfe gerek kalmadığını açıklamıştır. Muâhât sayesinde muhâcirlerin Medine'nin yaşayışına daha kolay ve kısa sürede intibakı sağlanmıştır. Mâlî destek ve vâris olma, işin maddî yönüydü. Mesele sadece maddî destekten ibaret değildi; öyle olsaydı, Hz. Peygamber muhâcirlere gerekli yardımın yapılmasını ensara emreder, onlar da bu emri memnuniyetle yerine getirirlerdi. Fakat bu sistemle işin maddî yönü manevî bir kardeşlikle desteklenmiş oluyordu. Ensar ile muhâcirler arasında ortak kimlik oluşturuluyor, zihniyet birliği sağlanıyordu. İçte Yahudî ve münafıklara, dışta ise müşrik Arap kabilelerine karşı anlaşmış ve kaynaşmış bir toplum oluşturuluyordu. Bu daha sonra genişleyerek bütün mü'minleri içine alan genel İslâm kardeşliğine dönüşmüştür.

Kardeşlik müessesesini bir de insan hakları açısından değerlendirmek gerekir. Hz. Peygamber faaliyetlerinde daima can, mal ve ırz güvenliği gibi temel insan haklarını korumuş ve buna riayet etmiştir. Veda hutbesinde insan hakları ile ilgili esasları bir kez daha vurgulamıştır. Görüyoruz ki, Hz. Peygamber, insan haklarına ilave olarak kardeşlik haklarını getirmiştir. O, "Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz" buyurmuştur. Ki bu, insan haklarının de ötesinde bir gelişmedir. Çünkü kardeşlikte, hakkın da ötesinde fedâkârlık ve duygu sözkonusudur.

Hicretten sonra Hz. Peygamber, muhacirleri yerleştirmek amacıyla Medine'de yeni bir yerleşim planı hazırladı. Ensar, Medine'deki fazla arazilerini muhacirlere vermek üzere Hz. Peygamber'e bağışladılar. Şayet o isterse evlerini de verebileceklerini söylediler. Fakat Peygamberimiz "Evlerinizin hayırını görün" buyurarak bunu kabul etmedi; sahipsiz arazilere ve ensarın bağışladığı topraklara muhacirleri yerleştirdi. Kabilelere ve şahıslara belli yerleri tahsis etti. En eski tarih yazarlarımızdan İbn Sa'd, Hz. Peygamber'in Abdurrahman b. Avf, Hz. Ebû Bekir, Talha b. Ubeydullah, Ebû Seleme, Zübeyr b. Avvam ve Erkam b. Ebü'l-Erkam'a tahsis ettiği yerleri, hurmalıkları ve arsaları ayrı ayrı bildirmektedir.[245] Kubâ'da ev yapılması mümkün olmayan yerlerde muhacirler misafir oldukları evlerde ikamete devam ettiler. Medineli Müslümanlar, kendilerine misafir olan muhacirleri ağırlamak için birbiri ile yarışıyorlardı.[246]

d- Birarada Yaşama Tecrübesi

Daha önce de belirtildiği gibi, Resûl-i Ekrem Medine'ye hicret ettiği sırada burada bütün şehir halkını kapsayan bir idârî yapı mevcut değildi. Her kabile kendi içinde birlik oluşturuyordu. Hz. Peygamber, kardeşleştirme müessesesi ile Müslümanlar arasında birliği sağlamlaştırdıktan sonra şehre, Müslümanları, gayrı müslim Arapları ve Yahudileri içine alan ve daha önce Medine tarihinde hiç rastlanmayan bir siyâsî-sosyal yapı getirdi. Bu yapı, etnik kökenleri ve dinleri farklı çeşitli gruplardan, federasyonlardan oluşan bir konfederasyon idi. Bu teşebbüs her şeyden evvel şehir halkının barış ve güven içinde yaşamasını sağlamak gayesini taşıyordu. Öncelikle de Medine'de Müslümanların güvenliğini sağlamak gerekiyordu. Bu, İslâm'ın ve Müslümanların geleceği bakımından son derece önemli idi. Çünkü Mekke müşrikleri Medine'ye saldırmak için fırsat kolluyorlardı.

Medine'de Müslümanlar dışında müşrik Araplar ve Yahudiler önemli bir güç olarak duruyorlardı. Yahudiler hem mâlî bakımdan, hem de nüfus olarak hiç de küçümsenmeyecek bir durumda idiler. Hz. Muhammed (s.a.s.) başlangıçta Yahudileri ve müşrik Arapları şehirden uzaklaştırmak veya onlara husûmet beslemek gibi bir tutum içine girmedi. Aksine onlarla antlaşma yapmak için teşebbüse geçti. Bu suretle Medine'ye yapılacak bir saldırı karşısında Yahudilerin ve müşriklerin tehlike oluşturması önlenmiş oluyordu. Buna ek olarak şehri beraberce savunacaklardı. Bu, siyâsî ve askerî bakımdan son derece gerekli idi.

Hz. Peygamber, Müslümanların yanısıra Medine toplumunu oluşturan Yahudileri ve diğer grupları bir şehir devleti halinde teşkilatlanmaya ikna etti. Durumu müzakere etmek üzere Enes b. Mâlik'in evinde bir toplantı yaptı. Bu toplantıya katılanlar Medine toplumunu yeniden düzenleyen bir sistem oluşturmaya karar verdiler; birbirleriyle ve yabancılarla ilişkilerini, idârî ve adlî yapılarını, fertlerin sahip oldukları din ve vicdan hürriyetini, haklarını ve sorumluluklarını belirli esaslara bağlayan bir metin hazırladılar. Bir sosyal mukavele olarak da kabul edilebilecek bu metin, şekil açısından bugünkü anayasalarla hayli farklı olsa da bir anayasa niteliğindedir. Bu metin, ana kaynaklarımızda bütün halinde bize intikal etmiş bulunmaktadır. "Kitâb", "Sahîfe" ve "Müvâdea", yani sulh antlaşması adını taşıyan bu vesîka zamanımızda Medine Anayasası, Medine Vesîkası, Medîne Belgesi, Medine Sözleşmesi ve Medineliler Sözleşmesi olarak anılmaktadır. Ondokuzuncu yüzyıldan günümüze kadar, çeşitli araştırmacılar tarafından inceleme konusu yapılmıştır.

Araştırmacılar tarafından 47 veya 52 madde olarak tasnif edilen vesîkanın bazı maddeleri şunlardır:

"Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü'minler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla, yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihat edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).

* İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmia) teşkil ederler.

* Kureyş'ten olan muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu vechile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler; onlar harp esirlerinin kurtuluş fidyesini mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet ilkelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.

* Mü'minler kendi aralarında ağır mâlî sorumluluklar altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, kurtuluş fidyesi veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve makul bilinen esaslara göre vereceklerdir.

* Takvâ sahibi mü'minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir eylemde bulunmayı tasarlayan, yahut bir suç ve kötülük işleme, yahut bir hakka tecâvüz veyahut da, mü'minler arasında bir karışıklık çıkarma kastını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

* Takvâ sahibi mü'minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.

* Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah'a ve Muhammed'e götürülecektir.

* Yahudiler, mü'minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak zorundadırlar.

* Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafta bulunacaklardır.

* Bu sahifenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili (cevf), haram (mukaddes) bir yerdir.

* Onlar (Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib'e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.

Vesîka, Medîne'de dinî olduğu kadar siyâsî bir topluluk da meydana getirme gayesine yönelikti. Daha ilk maddede bu topluluğun ensar ve muhacir Müslümanlarla, bir savaş durumunda Müslümanlarla birlikte saldırgana karşı savaşacaklarını kabul eden gayri müslim topluluklardan oluşacağı belirtilmektedir. Vesikaya göre bu topluluk (ümmet) diğer bütün insanlardan ayrı bir mahiyettedir. Aralarında ihtilaf çıkan herkes için Allah, kanunların ve adaletin yegane kaynağıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) de en yüksek hakemdir.

Vesîkada, açık bir şekilde Yahudilerin Mekke müşriklerine veya onların işbirlikçilerine bir yardım, yahut himaye hakkı vermeleri yasaklanmıştır. Bir düşman saldırısı halinde, buna karşı çıkmak üzere bir Müslüman-Yahudi ittifakı sözkonusu olacaktır. Şehrin savunulması için girişilecek savaşların masrafları, taraflarca karşılanacaktır. Fakat Medine dışında yapılacak bir savaş halinde hiçbir topluluk diğerine yardımda bulunma sorumluluğu altında bulunmayacaklardır. Müslümanların çıktıkları savaşlara Yahudilerin katılması, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in müsaade ve rıza göstermesine bağlanmıştır. Yahudiler, Müslümanlara düşman olan Mekkelilere bundan böyle emân hakkı tanımayacaklardır.

Vesîkada Müslüman cemaatin ve İslâm dininin hukûkî ve sosyal varlığı, diğer unsurlar tarafından tanınmaktadır. Bu, Müslümanlar açısından önemli bir gelişmedir. Bu sözleşme ile Medine'deki müşrik Araplar ve Yahudiler, Müslümanları dinî, siyâsî ve sosyal açıdan tanıyorlardı. Aynı zamanda Mekkelilerle ittifaklarını bozup, onlara karşı Müslümanlarla işbirliği içine giriyorlardı. Müslümanlar gayri müslimlere, inanç ve fikir hürriyeti, mal ve can güvenliği sağlıyorlardı. Hîle ve vefasızlık yasaklanıyordu. İstibdat, zorbalık, hakka ve hukuka riayetsizlik, zulüm ve şiddetin hakim olduğu o günkü dünya ortamında bu vesîka çok önemli bir gelişmedir. Hatta "Yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özelliğine sahip olduğu" kabul edilmektedir.[247] Aynı zamanda "Bu vesika, Peygamber'in nâdir tesadüf edilir bir diplomasi kabiliyetine sahip olduğunu göstermektedir."[248]

Hz. Peygamber ve Müslümanlar vesîkanın şartlarına riayet ettiler. Yahudilerin vesîkanın şartlarına her riayetsizliklerinde Hz. Peygamber, onlara ahde vefa göstermeleri gerektiğini hatırlatmıştır. Ancak Yahudilerin vefasız davranmaları, Kureyş'i tahrik etmeleri, hileleri, Evs ve Hazrec'in aralarını bozmaya çalışmaları, Resûl-i Ekrem'e suikast tertiplemeleri gibi davranışları sebebiyle önce onlardan Kaynukâ', sonra Nadîr grupları şehirden çıkarıldılar. Hendek savaşından sonra da Kurayza'nın cezalandırılmasıyla vesîka yürürlükten kalkmış oldu.[249]



4- Hicretin İlk Yıllarında Diğer Bazı Önemli Gelişmeler

İstatistiğe önem veren Hz. Peygamber, hicretten sonra Müslümanların bir sayımını yaptırmıştır. Müslümanlıkta bu ilk nüfus sayımının yapıldığı yıl ve sayımın sonucunda elde edilen rakam hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Ancak hicrî 1. yılda yapıldığı ve sayım

sonucunda Müslümanların sayısının 1500 olduğu kabul edilmektedir.[250] Hicretin 1. yılı şevval ayında (Nisan 623) veya 2. yılın şevval ayında (Nisan 624) Hz. Peygamber Hz. Âişe ile evlenmiştir.

Hicretin 1. (622) veya bir rivayete göre 2. (623) yılında ezan yürürlüğe konmuştur. Namaz Mekke döneminde farz kılındığı halde, Resûlü Ekrem Medine'ye hicret edinceye kadar namaz vakitlerini bildirmek için bir yol düşünülmemişti. Esasında Mekke dönemindeki ortam da buna müsait değildi. Medine döneminde Müslümanlar başlangıçta bir araya toplanıp namaz vaktinin gelmesini beklerlerdi. Bir müddet, namaz vakitlerinde sokaklarda "Namaza! Namaza!" (es-Salâh, es-Salâh) şeklinde çağrıda bulunuldu. Ancak bu yeterli olmuyordu. Namaz vaktinin geldiğini duyurmak üzere bir ilana ihtiyaç vardı. Bunun için Hristiyanların şimdiki çan yerine kullandıkları ve üzerine bir çomakla vurularak ses çıkaran bir tahta parçası (nâkûs) çalınması, boru öttürülmesi, ateş yakılması veya bayrak dikilmesi şeklinde çeşitli fikirler ileri sürüldü. Ancak boru Yahudilerin, nâkûs hristiyanların, ateş de Mecusîlerin adeti olduğu için Resûl-i Ekrem hiçbirini beğenmedi. Bu sırada sahâbeden Abdullah b. Zeyd b. Sa'lebe'ye rüyasında ezan öğretilmiş ve o da ertesi gün Hz. Peygamber'e gelerek durumu anlatmıştı. Hz. Peygamber "Bu sâdık bir rüyadır"[251] diyerek Bilâl-i Habeşî'ye ezan cümlelerini öğretti. Bilal-i Habeşî de Neccâroğullarına ait yüksek bir evin damına çıkarak ilk olarak sabah ezanını okudu. Daha sonra Mescid-i Nebevî'nin arka tarafına ezan okumak için özel bir yer yapıldı.

Hicretin birinci yılında Cuma Namazı farz kılınmıştır. Önceleri gerek yolculukta ve gerekse mukîm iken bütün namazlar ikişer rekat kılınıyordu. Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden bir ay sonra Rebîülâhir ayında, mukîm iken kılınan öğle, ikindi ve yatsı namazları dört rekata çıkarıldı.[252] Hicretin ikinci yılı şaban ayında ramazan orucu farz kılındı. Aynı yılın Ramazan bayramından bir iki gün önce Hz. Peygamber fıtır sadakası ile ilgili hükümleri bir hutbesinde halka açıkladı. Şevval ayının girmesiyle birlikte bayram namazı kıldırdı. Zilhicce ayının onuncu günü de kurban bayramı namazı kılındı. Hicretin ikinci yılında Ramazan ayından sonra ise zekat farz kılındı.[253]

Hz. MUHAMMED'İN İSLÂM'A VE MÜSLÜMANLARA YÖNELİK SALDIRILARLA MÜCADELESİ-I

1- Müşriklerle İlişkiler

a- Hz. Peygamber, Barış ve Savaş

Peygamberliğin Medine döneminde, Hudeybiye Antlaşması'ndan Mekke'nin Fethi'ne kadar yaklaşık iki yıl devam eden barış dönemi dışında Mekke müşrikleriyle ve diğer müşrik Arap kabileleriyle ilişkiler genellikle mücadele ve savaş şeklinde geçmiştir. Ancak, Kureyş müşriklerine karşı izlediği politikada Hz. Peygamber'e yardımcı olan Huzâa'nın bazı kolları ile, Cüheyne, Damre ve Gıfâr gibi antlaşma yapılan kabileleri bundan hariç tutmak gerekir. Mekke'nin Fethi, Huneyn zaferi ve ardından Arap Yarımadası'nın çeşitli bölgelerinden heyetlerin Medine'ye gelip Müslüman olmalarıyla birlikte, müşriklerle ilişkilerde büyük bir yumuşama yaşanmıştır. Bununla birlikte, Hz. Peygamber'le müşrikler arasındaki mücadele, hicretin 9. yılı sonunda müşriklerle ilişkilerde son noktanın konulmasına kadar devam etmiştir.

Müşriklerle ilişkilerde olduğu gibi, hicretin ikinci yılından sonra Müslümanlarla Yahudiler ve Hristiyanlar arasındaki ilişkilerde de savaşlar önemli yer tutmaktadır. O nedenle, burada, Hz. Peygamber'in savaşa bakış açısına temas etmek yerinde olacaktır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Peygamberimiz hem Mekke ve hem de Medine döneminde insanları öğütle, delille, ikna yoluyla ve Kur'an okuyarak İslâm'a davet etmiştir. Dolayısıyla onun etrafında oluşan topluluk, zor kullanılarak bir araya getirilen insanlardan değil, bunun aksine tatlı dille, ikna yoluyla Allah'a çağrılmaları sonucu hür iradeleriyle İslâm'ı seçen kimselerden oluşmuştur. "Çünkü insan, zorla alıştırmayla, kanunlarla, kaba kuvvetle ıslah edilemez, sadece davranışı değişebilir".[254] Halbuki Hz. Peygamber'in amacı insanların sadece davranışlarını değiştirmek değil, özüne hitap ederek ıslah etmekti. Barış, sevgi ve rahmet peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.s.), esasında savaştan ve savaşmaktan hoşlanmazdı. İslâm'ın Mekke döneminde kendisine ve Müslümanlara düşmanlık yapan, işkence eden ve şiddet uygulayanlara aynı yolla karşı çıkmamış, onlardan intikam alma yoluna gitmemiştir. Mekke döneminde nâzil olan Kur'an-ı Kerim âyetlerinde Hz. Peygamber'e ve inananlara sürekli sabır tavsiye edilmiştir.[255] Müslümanlar maruz kaldıkları işkencelerden şikayet ettiklerinde Hz. Peygamber "Sabredin ben savaşla emrolunmadım" buyurarak onlara sabırlı ve metin olmayı öğütlemiştir.

Kur'an-ı Kerim'de başka topluluklarla ilişkilerde barış esastır. İnananlara hitaben "hep birden barışa girmeleri" emredilmektedir.[256] Eğer başkaları barışa yanaşırlarsa Hz. Peygamber'den de barışa yanaşması istenmektedir.[257] İnananlar için Allah uğrunda yola çıktıkları zaman iyice araştırma yapmaları ve kendilerine barış önerene, dünya hayatının geçici menfaatini arzulayarak "Sen mü'min değilsin" dememeleri öngörülmektedir.[258]

Barış ve barışı kabule eğilim insanın fıtratında, tabiatında bulunan olumlu nitelik ve yatkınlıklardan biridir. Kur'an-ı Kerim'de fıtrat övülür ve onun devam ettirilmesi emredilir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'den de Allah'ın insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevirmesi istenir.[259] Barış kavramı bu bağlamda ele alındığında, Hz. Peygamber'in uygulamalarında barışın esas olduğunu anlamamız daha kolay olacaktır. Çünkü o, hayatı boyunca fıtratı zorlayan davranışlardan hem kendini ve hem de sahabeyi uzak tutmuştur.

Hz. Peygamber'in gayesinin barış olduğunun bir başka göstergesi de onun çeşitli vesilelelerle çevrede barışın hüküm süreceğine dair söylemiş olduğu sözlerdir. Nitekim Medine'ye gelip Müslüman olan Adiy b. Hâtim'e söylediği şu söz çok mânidardır: "Allah'a andolsun ki, çok sürmez bir kadının Kâdisiye'den devesinin üzerinde yalnız başına çıkıp Kabe'yi ziyaret edinceye kadar Allah korkusundan başka hiç bir korku duymayacağını işiteceksin".[260] Hz. Peygamber'in bu sözünü, ileride ne olup biteceğine dair gâibden haber verdiği iddia edilen rivayetler sınıfına dahil etmeye ve o şekilde değerlendirmeye kanaatimizce hiç gerek yoktur. Çünkü herşeyden önce böyle bir huzur ve barış ortamının gerçekleşmesinin sağlanması onun en büyük arzusu ve hedefiydi. Ayrıca bu konuşmanın gerçekleştiği hicrî 9. yıla kadar izlenen politika sayesinde gelinen nokta ve alınan olumlu sonuçlar da bu hedefe ulaşılacağını somut olarak göstermiştir. Aynı çizgide ve aynı hızla çalışmalar devam ederse, bir kadının tek başına Kâdisiye ile Mekke arasında emniyet içinde yolculuk yapabilmesinin hiç de imkansız olmayacağı açıktır. Bunun gerçekleşeceğini söylemek için kehânette bulunmaya da gerek yoktur. Zaten Peygamberimizin de böyle bir iddiası olmamıştır. Yukarıda söylediğimiz şekilde o, somut örneklerden hareket ederek bu sonuca varmış olmalıdır.

Peygamberimiz Mekke döneminde İslâm'ı bu şehrin dışına da silahla tanıtmamış ve kaba kuvvetle yaymamıştır. Evs ve Hazrec'in ne şekilde İslâm'a girdiğini daha önce görmüştük. Tam aksine, İslâm'ı kabul ettiklerinden dolayı Müslümanlara kılıç çekilmiştir. Hicretten sonra, tahammül etme ve boyun eğmenin yerine savaşa izin verilmiş ve hatta savaş emredilmiştir. Savaşa izin verilmesinin ve cihadın meşrû kılınmasının sebepleri şu şekilde özetlenebilir:

Meşrû savunma: Savaşa izin verilmesinin en başta gelen sebebi Müslümanların canlarını, mallarını ve namuslarını korumalarına imkan tanımaktır. Müslümanlar, Mekke'de müşriklere hoşgörülü davrandıkça, onlar azgınlıklarını, zulümlerini artırmışlardı. Bu saldırganlık hicretten sonra da devam etti. Ebû Süfyan ve Übey b. Halef, ensara bir mektup yazarak Hz. Muhammed (s.a.s.)'le kabilesinin arasından çekilmelerini istediler ve aksi takdirde kendileriyle savaşacaklarını bildirdiler. Ensar'ın bunu reddetmesi üzerine Kureyşliler münafıklara ve Yahudilere de buna benzer mektuplar yazdılar. Ebû Süfyan, küçük birliklerle Medine'ye saldırılar düzenlemeye başladı. Nitekim hicretten sekiz ay sonra iki yüz kişilik bir birlikle "Batn-ı Râbiğ" denilen yere kadar yürüdü. Bu durum, Mekke müşriklerinin iyilikten, hoşgörüden ve yumuşak davranıştan anlamadıklarını ve onların saldırılarının da hoşgörüyle önlenemeyeceğini gösteriyordu. Zora karşı zor kullanmak, kuvvete karşı kuvvetle karşılık vermek kaçınılmaz hale gelmişti. Cihada izin veren âyet-i kerîmelerin nâzil olmasıyla Müslümanlar artık canlarını ve mallarını korumak için savaşabileceklerdi. Bu âyet-i kerîmelerde mü'minlerle savaşıldığı, zulme uğradıkları, sadece Allah'a inandıkları için haksız yere yurtlarından çıkarıldıkları ifade edilmekte ve bütün bu sebeplerden dolayı kendilerine savaş konusunda izin verildiği açıklanmaktadır.[261]

İslâm davetini güvence altına almak: Allah Teâlâ'nın tüm insanlık için gönderdiği İslâm dininin yayılması gerekiyordu. Hür iradesiyle Müslüman olan kimselere, kendilerine kılıç çekenlere karşı savunma hakkı vermemek, İslâm'ın yayılmasına engel teşkil edebilirdi. Müslümanlar davete silahla engel olan müşriklere boyun eğmek zorunda bırakılırsa, bunu gören diğer insanlar, saldırılara karşı kendilerine savunma hakkı tanımayan bir dini kabul etmekten çekinirlerdi.

İnsan hakları ve din hürriyetini güvence altına almak: Hz. Muhammed (s.a.s.) nasıl ki insanları zor kullanarak İslâm'a dahil etmiyorsa, hür iradesiyle Müslüman olan kimseleri dinlerinden döndürmek için hiç kimsenin zor kullanmaya hakkı yoktu. Bu noktada zor kullanmak, insan haklarını çiğnemek ve din hürriyetini insanların elinden almak demekti.

Antlaşmaları bozanları ve hainlik yapanları cezalandırmak: Yahudilerle yapılan savaşlar, ahdi bozanları cezalandırma politikası içinde değerlendirilebilir. Medine'deki Yahudiler, Hz. Peygamber'le yaptıkları antlaşmayı kısa süre sonra ihlal etmişlerdir. Kimisi müşriklerle işbirliği içine girmiş, bu yetmiyormuş gibi kimisi de Hz. Peygamber'e süikast tertiplemiştir. Kaynukâ ve Nadîroğulları, Medine'den çekip gitmeyi kabul etmişlerdir. Bunlar sorgusuz sualsiz idam edilebilirdi. Fakat Hz. Peygamber böyle yapmamıştır. Kurayzaoğulları ise Hendek Savaşı'nda Müslümanlar aleyhine savaş suçu işledikleri için, seçtikleri hakemin verdiği karara göre idam edilmişlerdir. Bu husus "Yahudilerle İlişkiler" kısmında ele alınacaktır.

İslâm topraklarını yabancıların saldırılarından korumak: Evrensel İslâm daveti Arap Yarımadası'nın sınırlarına dayanınca dünyanın o zamanki süper güçlerinin İslâm bölgelerine yaptıkları saldırılara karşı konulmazsa, hem İslâm ve hem de Müslümanlar zarar görürdü. Nitekim İslâm dininin Arap Yarımadası'nın hemen her tarafına yayılması üzerine, daha önce Müslümanları önemsemeyen Bizans ve Sâsânî İmparatorlukları İslâm topraklarına saldırmayı planlamışlardır.

Tebük Seferi ve Mûte Savaşı bu saldırıları önlemek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Savaşı zorunlu kılan nedenler Kur'an'da açıklanmıştır.

Hz. Peygamber'in gazveleri gerek savaş taktikleri ve gerekse dinî ve siyâsî sonuçları bakımından büyük önem taşımaktadır. Onun döneminde meydana gelen çarpışmalar, dünya harp tarihinin bilinen en az kan dökülen savaşlarındandır. Yapılan bir hesaba göre (yaklaşık olarak) onun dönemindeki bütün savaşlarda Müslümanların verdiği şehit sayısı (Bi'r-i Maûne ve Recî' Olaylarında öldürülenler hariç) 138, müşriklerin verdiği ölü sayısı da (Kurayza hariç tutulursa) 216'dır.[262] Çünkü Hz. Peygamber daima prensip olarak düşmanı yok etmeyi değil, kazanmayı tercih etmiştir.


Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin