İ İ TÜRKİye diyanet vakfi ansiklopediSİ Cİlt 16 hanefî mezhebi haya istanbul I 997



Yüklə 1,07 Mb.
səhifə15/20
tarix27.12.2018
ölçüsü1,07 Mb.
#87529
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20

31

HÂNÎ, Şeyh Ahmed



lar (bk. Bulut, s. 30, 33,44, i 36-137) bü­tünüyle temelsiz, yanlış ve ön yargılı bir yaklaşımın ürünüdür. Hânî'nin, varlık ve olaylardaki zıtlıkların meydana getirdiği nizam ve ahengi Allah'ın kudret ve azame-tiyle açıklaması, hikâyeyi bitirirken ken­disini ilâhî aşktan ve Peygamber sevgisin­den mahrum etmemesi için Allah'a dua etmesi {Mem ûZln, s. 125, 135; krş. Re-şîd Fendî, s. 102), ayrıca bir de akaid ri­salesi yazması bu türyorumları kesin ola­rak yalanlamaktadır. Onun samimi bir Sünnî müslüman olduğu eserini incele­yen müsteşrikler tarafından da teyit edil­mektedir (Nikitine, s. 359).

Hânî'nin İsmail Bâyezîdîjö. 112 i/î 709), Şerif Han Cûlâmergi (ö. 1161/1748) ve Murad Han Bâyezîdî (ö. 1192/1778) gibi öğrenci ve takipçileri olmuştur (Et2 | İng. ], V, 482; İA, VI, 1114).

Eserleri. 1. Mem û Zîn. Leylâ ve Mec­nûn, Ferhad ile Şîrin türünde bir mes­nevidir. Müellifin hatime kısmında do­ğum tarihini verdikten sonra kitabı bi­tirdiğinde kırk dört yaşında olduğunu kaydetmesinden eserin 1104 (1693) yı­lında tamamlandığı anlaşılmaktadır. 60 bölümden meydana gelen eser yaklaşık 3000 beyit ihtiva eder. Hânî, konusu olan aşk hikâyesini akıcı bir üslûpla anlatması yanında kendi düşüncelerini, döneminin idarî ve içtimaî meselelerini, olayın yaşan­dığı Cizre bölgesinin kültürel özelliklerini de eserine yansıtmıştır. Mesnevinin ko­nusu kısaca şöyledir: Emîr'in yakın çev­resinde bulunan Mem onun kız kardeşi Zîn'e âşık olur. Ancak Emîr, hizmetkârı Bekir'in telkinlerine uyarak kız kardeşini Mem'e vermez; birlikte kaçma girişimle­rine engel olmak için de Mem'i hapseder. Üzüntüsünden hastalanan Mem zindan­da ölür, Zîn de onun acısına dayanama­yarak can verir. Bunun üzerine Mem'in arkadaşları sevgililerin kavuşmasına en­gel olan Bekir'i öldürüp onların intikamı­nı alırlar. Cizre'de Mîr Abdal Mescidt'nin bitişiğinde bulunan türbenin Mem ile Zîn'e ait olduğuna inanılır ve halk tarafın­dan ziyaret edilir. İlk olarak İstanbul'da (1335) basılan eserin ikinci baskısı 1947'-de Halep'te yapılmıştır. Eser, Margareta B. Rudenko tarafından Rusça tercüme­siyle birlikte neşredilmiş (Moskova 1962), ayrıca M. Saîd Ramazan el-Bûtî tarafın­dan mensur olarak Arapça'ya (Dımaşk 1957), M. Emin Bozarslan tarafından da Türkçe'ye (İstanbul 1968. 1975) çevril­miştir. Halîl Reşîd İbrahim'in seçili bir üslûp kullanarak Makametü Mem û

32

Zîn adıyla Arapça bir özetini yayımla­dığı (Dımaşk 1413/1993) hikâye üzerin­de Michael L. Chyet And a Thornbush up between Them: Studieson Mem û Zîn, A Kurdish Romance adıyla bir dok­tora çalışması yapmıştır (1991, California Üniversitesi). Mem û Zîn Türkiye'de ay­nı adla filme çekilmiştir (1991) 2. Nûba­hârâ Bıçûkân. Arapça - Kürtçe manzum bir sözlük olup 1094 (1683) yılında yazıl­mıştır. Giriş kısmında, Kur'an öğrenimini tamamlayan çocuklara sarf-nahiv ders­lerine geçerken kolaylık sağlanması ama­cıyla telif edildiği belirtilen eser, her biri farklı vezinde on üç bölümden meydana gelmektedir. Sözlük, ilk olarak Yûsuf Zi-yâeddin Paşa'nın el-Hediyyetü'1-Hamî-diyye fi'l-Iuğati'l-Kürdiyye adlı kitabı­nın ekinde neşredilmiş (İstanbul 1310, s. 279-297; tıpkıbasımı A. von Le Cok, Kur-dische Texte, Berlin 1903, 1, 1-47), daha sonra Abdüsselâm Nâcî el-Cezerî'nin tas-hihiyle tekrar basılmıştır (Dımaşk. ts.} Zeynelâbidin Zinar eseri Latin harflerine çevirerek yayımlamıştır (İstanbul 1992). Bu sözlük üzerine Ahmed Hilmî el-Kügi ed-Diyârbekrî Gülzûrâ Hamûkân Şer­ha Nûbahârâ Bıçûkân adıyla bir şerh yazmıştır (Diyarbakır, ts.). 3. 'Akidâ îmân. İman esasları ve diğer akaid konularının Sünnî görüşe göre açıklandığı seksen beyitten oluşan bir risaledir. Tevhid, nübüvvet, Allah'ın sıfatlan, şefaat, dua. kıyamet ve âhiret gibi konuların açıklan­dığı eserde bazı ef'âl-i ibâd meseleleri tartışılmış, bu tür meselelerde genellikle Eş'ariyye'nin yaklaşımı benimsenirken ka­dınların peygamberliği konusunda Mâtü-rîdîler'in olumsuz görüşleri tercih edilmiş, ayrıca Lokman ve İskender'in peygam­ber olduğu yönündeki görüş de benim­senmemiştir. Risale, Ahmed Hilmî el-Kü­gi ed-Diyârbekrî tarafından Rehberâ Şâ-nî Şerha *Akidâ Şeyh Ahmed b. İlyâs el-Hânî adıyla şerhedilmiştir (baskı yeri ve tarihi yok). 4. Çârkûşe. Her bir mısraı dört ayrı dilde (Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe) yazılan rubailerden oluşan eserin aşk. ayrılık ve kavuşma temalarının işlen­diği beş rubaisi günümüze ulaşmıştır (Dî­vâna Kurmancî içinde, bk. bibi).



Hânî'ye Yûsuf u Zelîha {Züieyhâ) ve ıAkidâ İslâm gibi bazı eserler nisbet ediliyorsa da bunların ona aidiyeti tesbit edilememiştir.

İzzeddin Mustafa Resul, Ahmedî Hâ­nî şfâren ve müfekkiren feylesûfen ve mutaşavvilen başlığıyla bir monografi yazmış, Reşîd Fendî de Münâkaşât hav-

Ie'ş-şâ'iri'1-Kürdî Hânî adlı çalışmasın­da Hânî'nin İslâmî yönü üzerinde dur­muştur (bk.bibl.).

BİBLİYOGRAFYA :

Şeyh Ahmed-i Hânî, Mem ü Zîn, Halep 1947; ayrıca bk. naşirin önsözü, s. !ll; a.mlf, riûbahâ-râ Bıçûkân (nşr. Abdüsselâm Nâcî el-Cezerî), Dımaşk, ts. (Dârü't-Tıbâa), a.mlf., Akidâ İmân Ibaskı yeri yok|, 1337; a.mlf., "Çârkûşe", Dîvâ­na Kurmancî (haz. Abdürraksb Yûsuf), Necef 1971, s. 43-44; Molla Ahmed Cezerî. Dîuân, Kahire, ts. (Dârül-Kitâbii-Arabî), s. 152; Ahmed b. Muhammed ez-Zivingî, et-cİkdü'l-cevherîŞer-hu Diuâni'ş-Şeyhrt-Cezerî, Kamışlı 1377/1958, s. 686; Ahmed Hilmî ed-Diyârbekrî, Gülzârâ Ha­mûkân Şerha Nûbahârâ Bıçûkân, Diyarbakır, ts. (MatbaatuCerîdeti Sûr),a.mlf., RehberâŞâ-nî Şerha 'Akidâ Şeyh Ahmed b. İlyâs el-Hâni Ibaskı yeri ve tarihi yok]; İzzeddin Mustafa Re­sul, Ahmedî Hânişâ'iren ue müfekkiren feyle-sûfen ve mutaşauuifen, Bağdad 1979; Reşîd Fendî, Münâkaşât havle'ş-şâ'İri'l-Kürdî Hâni, Bağdad, ts. (Ma'met ve Matba'atü Câhizl; Said Nursî, Târihçe-i Hayat, İstanbul 1990, s. 35; Halîl Reşîd İbrahim, Makametü Mem û Zîn, Dı­maşk 1413/1993; Abdullah Yaşın. Bütün Yön­leriyle Cizre |baskı yeri yok|, 1983 (Yücel Matba­ası), s. 166-173; B. Nikitine, Kürtler: Sosyolo­jik ve Tarihî İnceleme (Uc. Hüseyin Demirhan-Cemal Süreyya), İstanbul 1994, s. 359, 474-475; Faik Bulut, Ehmede Xane'nin Kaleminden Kürtlerin Bilinmeyen Dünyası, İstanbul 1995; İsmet Alpaslan, Her Yönüyle Ağrı, Ankara 1995, s. 102; Th. Bois. "Coup d'oeil sur la litterature kürde", el-Meşrik, XLIX/2, Beyrut 1955, s. 204-206; a.mlf., "Kurds", EP (İng.). V, 482; V. Minorsky. "Kürtler", M, VI, 1113-1114.

Iffil M. Sait Özervarlı "~ HÂNİ' b. URVE ""

Hâni' b. UrvG el-Murâdî (ö. 60/680)

Hz. Hüseyin adına çalıştığı için

Emevîler tarafından öldürülen

Yemenli tabiî.

Hayatının ilk dönemleri hakkında bilgi yoktur. Kûfe'ye yerleşen Mezhic, Kinde ve Hemdân gibi Yemenli kabileler arasın­da büyük bir nüfuz ve itibara sahip olan Hâni' b. Urve, Hz. Hüseyin'in Kûfe'de ida­reyi ele alma çabalarına katıldıktan son­ra meşhur olmuştur.

Yezîd b. Muâviye halife olunca Medine Valisi Utbe'ye haber göndererek Hz. Hü­seyin'den biat alınmasını, aksi takdirde öl­dürülmesini emretmişti. Validen mühlet isteyip Mekke'ye giden Hz. Hüseyin, ora­da bulunan Kûfeliler'in idareyi ele alması konusunda ısrar ettiklerini görünce am­cazadesi Müslim b. Akll'i durumu incele­mek üzere Kûfe'ye göndermişti (15 Ra­mazan 60/19 Haziran 680). Müslim Kû-

fe'ye vardığında (5 Şevval 60/9 Temmuz 680| Müslim b. Avsece el-Esedî'nin evine yerleşerek faaliyetlerine başladı. Kısa za­manda 12-30.000 arasında bir sayıya ula­şan topluluk Hz. Hüseyin adına kendisi­ne biat etti. Durumu haber alan Yezîd, Küfe Valisi Nu'mân b. Beşîr'i azlederek yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyâd'ı tayin etti. Kûfe'ye geldikten sonra şehir­deki durumun Hz. Hüseyin'in lehine ol­duğunu gören Ubeydullah'ın tehditkâr bir hutbe ile göreve başlaması üzerine Müs­lim b. Akil bulunduğu evden ayrılarak da­ha nüfuzlu bir kimse olan Hâni" b. Urve'-nin evine sığındı. Zor durumda kalan Hâ­ni* Müslim'i evinde misafir etmeye mec­bur oldu. Bu olaydan sonra Hâni"in evi Hz. Hüseyin taraftarlarının karargâhı ha­line geldi. Durumu yakından takip eden Ubeydullah, Ma'kıl adlı bir casus vasıta­sıyla Müslim'in Hâni" b. Urve'nin evinde kaldığını öğrendi. Bir süre sonra Hâni'in arkadaşlarından Muhammed b. Eş'asel-Kindî ve Esma bint Hârice"ye Hâni'in kendisini niçin ziyarete gelmediğini sor­du. Onlar da hasta olduğunu ileri sürdü­ler. Ancak Ubeydullah hastalığının önem­li olmaması gerektiğini, zira bütün gün kapısının önünde oturduğunu haber aldı­ğını söyledi ve kendisine bir suikast dü­zenlenmesinden endişe ettiği için Hâni'in konağına gelmesini istediğini bildirdi. Bu­nun üzerine arkadaşları Hâni'e gidip du­rumu anlattılar ve Ubeydullah'ı ziyaret etmesinin uygun olacağını söylediler.

Hâni* b. Urve arkadaşlarıyla birlikte Ubeydullah'ın konağına girdiği zaman orada KâdîŞüreyh de bulunuyordu. Ubey­dullah ona Müslim'in nerede olduğunu sordu. Hâni' önce bilmediğini söyledi, fa­kat daha sonra Ubeydullah'ın durumu ha­ber aldığını anlayınca Müslim'i evine da­vet etmediğini, kendisinin gelip sığındı­ğını belirtti. Ubeydullah Müslim'i hemen teslim etmesini istediyse de Hâni' kendi­sine sığınan bir kimseyi teslim edemeye­ceğini ifade etti. Bunun üzerine Ubeydul­lah elindeki sopa ile Hâni'in yüzüne vur­maya başladı. Hâni', yanındaki muhafız­lardan birinin kılıcını alıp karşı koymaya çalıştı, ancak başarılı olamadı. Ubeydul­lah, Hâni'in öldürülmeyi hak ettiğini söy­leyerek hapsedilmesini emretti. Hâni'in başına gelenleri duyan Mezhic kabilesi valinin konağının önünde toplandı. Ubey­dullah kalabalığı yatıştırmak için Kâdî Şü-reyh'i gönderdi. Şüreyh Hâni'in bir soruş­turma için tutulduğunu, hayatının emni­yette olduğunu söyleyince kalabalık da­ğıldı, öte yandan Hâni'in tutuklandığı yo-

lundaki haberler Müslim'e ulaşınca men­suplarından yaklaşık 4000 kişi toplana­rak valinin konağına yöneldi. O sırada ko­nakta otuz kadar muhafız bulunuyordu. Vali durumdan endişe ederek şehrin ileri gelenlerini istişare maksadıyla konağına çağırdı. Toplantıya katılanlardan, halka Müslim'i terketmeleri ve kendisine karşı gelmelerinin doğru olmayacağı telkinin­de bulunmalarını istedi. Konaktan ayrılan kabile reisleri halkı ikna ederek dağılma­larını sağladılar. Aynı günün akşamı ya­nında sadece otuz kişinin kaldığını gören Müslim. Kinde kabilesine mensup Tav'a adlı bir kadının evine sığındı. Ancak erte­si gün Muhammed b. Eş'as'ın azatlısı olan Tav'a'nın oğlu Bilâl tarafından ihbar edil­di ve yakalanıp öldürüldü. Ardından Hâni' de hapsedildiği yerden alınarak hayvan pazarına götürüldü ve orada öldürüldü. Ubeydullah, Müslim ile Hâni'in başlarını Yezîd'e gönderdi. Hz. Hüseyin bu olayları ancak Irak'a ulaştıktan sonra öğrenebildi.

Hâni", güzel Kur'an okuyan ve "el-eşrâ-fü'1-kurrâ" arasında yer alan bir şahsi­yetti. Müslim ve Hâni' için yazılan mersi­yeler kaynaklarda Abdullah b. Zebîr el-Esedî. Ferezdak ve Süleyman fSüleym) b. Selâm el-Hanefî'ye nisbet edilir.

BİBLİYOGRAFYA :

İbn Sa'd. et-Tabakât, IV, 41; Buhârî. et-Târi-hu'l-kebir, VIII, 231; Dîneverî, el-Ahbarü't-ü-uâl, s. 233-238; Müberred. et-Kâmil (nşr M. Ahmeded-Dâlî). Beyrut 1406/1986,1, 160; Ya'-kûbî, Târih, II, 243;1^beri. Tân(î(Ebürl-Fazl|. V, 347-367; İbn Abdürabbih. el-'İkdü'l-ferld, I. 136; IV, 378; Mes'ûdî. Mürûcü'z-zeheb(Abdül-hamîdl. III, 67-70; EbCTI-Ferec el-lsfahânî. el-Eğânl, XIII, 370; XIV, 228-229; a.m!f., Mekâ-tilü't-tâtibiyyîn (nşr. Seyyıd Ahmed es-Sakrl, Beyrut, ts. (Dârü'I-Ma'rife). s. 97-108; İbnü'l-Esîr, el-Kâmtl, IV, 22-36; İbn Kesir. el-Bİdâye, VIII, 153-157; Ziriklî. el-Aclâm, IX, 51; A'yâ-nü'ş-Şî'a, ], 590-593; J. Wellhausen. Istâmiye-tin İlk Devrinde Dinî-Siyasİ Muhalefet Partile­ri (trc. Fikret Işıltan). Ankara 1989, s. 99-101, 103, 114; L Veccia Vaglieri, "Hâni3 b. 'Urva al-Muradi", Ef (İng). III, 164-165; E. Kohlberg, "Müslim b. cAkil b. Abi Talib", a.e., VII, 689-690. r-,

Iffl Mustafa Öz

r ~ı


HANIF

İslâm öncesi dönemde

Hz. İbrahim'in tebliğ ettiği dine

tâbi olanlara verilen ad.

l_ J

Hanîf kelimesinin menşei ve anlamına dair çeşitli görüşler bulunmakta; Arap­ça, Ibrânîce, Süryânîce veya Habeşçe bir kökten geldiği ileri sürülmektedir. HANIF



Kelimenin kökünü oluşturan "hnf" bütün Sâmî dillerde ortaktır. Kelimenin Ken'â-nîce şekli olan hanpa ve hanapu Teli el-Amarna tabletlerinde (m.ö. XIV. yüzyıl ortalan) ortaya çıkmaktadır. Bu metin­lerde kelime "kötülüğe meyilli ve sapkın olmak, iftira etmek" anlamlarındadır. Ye­ni İbrânîce ve Mişna'da kullanılan yahudi -Ârâmî (Judeo-Aramaic) dilinde "iki yüzlü olmak", Süryânîce şekJi olan hanfo (han­pa) ise "putperest" anlamına gelmekte­dir (Moubarac, s. 152; Denny, XXIV. 27).

İbrânîce Kitâb-ı Mukaddes'tehânef kö­kü değişik çekim şekilleriyle "mülhid, din­siz" (Yeremya, 23/11); "murdar, kirlen­miş" (Yeremya, 3/1; İşaya, 24/5; Mezmur, 106/38; Mika, 4/1 1; Sayılar, 35/33); "doğ­ru yoldan uzaklaşmak, dine karşı kayıtsız kalmak" mânalarında kullanılmaktadır (Gesenius, s. 337; Moubarac. s 152). Midrash Rabbah'taki bir rivayete göre Ahd-i Atîk'te hânef "mülhid" (İbrânîce-de "minüth") anlamındadır (Margoliouth, JRAS 11903|, s. 479). Batılı araştırmacı­lar, genellikle Arapça'daki hanîf kelime­sinin Doğu Ârâmîcesi'nden (Süryânîce) alındığına kanidirler. Bu dilde "hnp" kö­kü, diğer Sâmî dillerde olduğu gibi "put­perestlik, dinî konularda kararsızlık, fark­lı inançların bir araya getirilmesi" mâna­larına gelir (Grunbaum, XLII j I888|, s. 54-55; Faris-GIidden. XIX/3, s. 5; Gil, XII (1992|. s. 15).

Julius VVellhausen hanîf kelimesini, hem "kendini Tann'ya, ibadete verme, putları devirip yıkma", hem de "yemini bozma, yeminini tutmama, haksızlık" anlamlarına gelen hanithadan türet­mektedir. F. Schulthess. Arapça hanîf ke­limesinin Süryânîce hanpadan gelemeye­ceğini, arada en azından başka bir şekli­nin olması gerektiğini ileri sürerken (Ori-entalische Studien, s. 86; İA, V/l, s. 2 I 7) Jouon, bu kelimenin asıl anlamının "eğil­mek, dönmek" olduğunu ve hanîfin de "dönen kişi" mânasına geldiğini, bu ki­şinin hak veya bâtıl dinden dönmesine göre kelimenin "putperest" veya "mü­min" anlamı İfade edebileceğini belirtir (Moubarac, s. 153).

Modern bilim adamları arasında ilk defa Theodor Nöldeke, Arapça hanîf keli­mesinin en azından Kur'an'da kullanıldı­ğı şekliyle Süryânîce menşeli olduğuna işaret etmiş, bu görüş Tor Andrae ve Kari Ahrens gibi bazı müsteşrikler tara­fından da benimsenmiştir. Nöldeke. ha-nîfın Süryânîce aslındaki "putperest" mâ-

33

HANIF


naşının kelimeyi alan Araplar tarafından tam olarak anlaşılamadığı kanaatindedir (Neue Beitrage zur Semiüschen Sprach-tvissenschaft, s. 30). Hanîf kelimesinin İbrânîce hânefle ilgili bulunduğu (Lyall, [19031, s. 781; Gündüz, s. 21; Margoli-outh, JRAS 11903], s. 479) veya Habeş menşeli olduğu da ileri sürülmüştür (|ef-fery, The Foreign Vocabulary ofthe Qur-'&n,s. 115).

Richard Bell, önceleri hanîf kelimesi­nin "eğilmek, meyletmek" anlamındaki Arapça hanef kökünden türediğini kabul ederken daha sonra A. Jeffery'nin etki­sinde kalarak görüş değiştirmiş ve keli­menin Süryânîce menşeli olduğunu öne sürmüştür. Ona göre hanîfin ikinci hece-sindeki uzun sesli, kelimenin tekil biçi­miyle Süryânîce hanpâdan türeme ihti­malini ortadan kaldırabilir: fakat çoğul şekline (hunefâ') bakıldığında bu güçlük halledilmektedir. Zira Arapça hunefâ Sür­yânîce hanephenin bir kopyasıdır. Bu du­rumda hanîf kelimesinin çoğul biçimiyle Süryânîce'den alındığı ve tekil halinin de Arapça'da oluşturulduğu düşünülebilir. Bell'e göre hunefâ (Süryânîce konuşan hıristiyanlann dilinde "hanephe" [put­peresti) dinlerinden dönmeyen, yani ya-hudi ve hıristiyan olmayıp eski yerli dine bağlılığı sürdüren Araplar'dır {MW, XX [19301, s. 121).

Eski hıristiyan Arap yazarlarının eser­lerinde hanîf müşrikler için kullanılmak­ta, bununla da eski Yunan - Roma dininin mensupları ve özellikle kilisenin müca­dele ettiği "sır cemiyetleri"nin (mystery cults) müntesipleri kastedilmekteydi. Ni­tekim Mezopotamya'da VI. yüzyılda ya­zılmış olan Süryânîce Maarret Gazze'-nin eski Arapça tercümesinde hanîf keli­mesi (Süryânîce metinde hanpüto), Ya-huda kralı Asa tarafından Kudüs'te orta­dan kaldırılan putperest ibadetini ifade etmektedir. Öte yandan Hz. Süleyman'ın putperest olarak ölen oğlu Rehoboam için, "Hanîf (hanpâ) olarak öldü" ifadesi yer almaktadır. St. Pavlus'un mektupla­rının IX. yüzyılda yapılmış Arapça tercü­melerinde Yunanca metindeki Ellen, Sür­yânîce metindeki Armoyo (Romalı, putpe­rest) kelimesi hanîf diye çevrilmiştir. Ha­nîf aynı zamanda, hıristiyan olsa bile He­len kültürüne sahip bir kişiyi ifade etmek üzere de kullanılmıştır. Nitekim Pavlus'un arkadaşı Titus hanîf (Grekçe Ellen) diye nitelendirilmiştir (Galatyalılar'a Mektup, 2/3; Faris-Glidden, XlX/3, s. 6; Gil, XI! 11992), s. 15).

34

IV. yüzyıla ait olan ve XI. yüzyılın ikinci veya üçüncü çeyreğinde Koptça'dan Arap­ça'ya tercüme edilen Athanasius'un ka­nunlarında "hıristiyan olmayanlar" anla­mındaki "ethnikoi" hunefâ diye çevrilmiş­tir. Burada, "Şemmaslar kiliseyi öylesine ihmal ettiler ki köpekler ve hanîfler hiç­bir engelle karşılaşmadan İçeri giriyorlar­dı" denilmektedir (Faris-Giidden, XiX/3. S. 5-6; Gil, XII 11992], s. 16).



N. E. Fâris ve H. V. Glidden'e göre Kur-'an'daki hanîf kelimesi Arapça'ya Nabatî dilinden geçmiştir ve bu dilde, kısmen Helenleşmiş Süryânî-Arap dininin bir ko­lunu benimseyenleri ifade etmektedir \Journat ofthe Palesüne Orientai Society, XlX/3, s. i 2). A. F. L. Beeston'un yorumu­na göre ise hanîf Arapça'ya doğrudan Su­riye yoluyla değil Necran yoluyla girmiş­tir. Beeston, hanîfteki karşıt anlamlılığın ancak kelimenin Necran yoluyla Arapça'­ya girdiği kabul edilirse çözülebileceğini belirterek şöyle demektedir: "Necranlı-lar. Süryânî misyonerlerin hıristiyan olma­yan herkesi -ister politeist olsun ister mo­noteist- 'hanpe' diye adlandırdıklarını görmüşler ve bu kelimeyi kendi dillerine dahil etmişlerdir. V. yüzyılda Mekkeliler, Yemen'le olan ticaret ilişkileri esnasında oradaki zengin sınıfın monoteist olduğu­nu görmüş ve hanîfi, kelimenin Süryânî-ce'deki diğer kullanımlarını bir yana bıra­karak bunlar için kullanmışlardır (Bees­ton, s. 151; Rippin, s. 167).

Öte yandan müslüman müelliflerden

Mes'ûdî. hanîf lafzının Arapçalaşmış Sür­yânîce bir kelime (hanîfû) olduğunu, hu­nefâ ile de Sâbiîler'in kastedildiğini söy­ler {et-Tenbîh,s. 90-91, 122-123, 136; İA, V/l, s. 216). Ya'kûbî ise kelimeyi Hz. Da­vud'un savaştığı Filistîler için kullanmak­ta ve onların yıldızlara taptığını belirt­mektedir (Târih, 1, 51-52). Buna karşılık Arapça sözlükler hanîf kelimesinin Arap­ça olmadığına dair hiçbir bilgi verme­mektedir. Bu sözlüklere göre "hnf kökü "meyletmek, yönelmek" anlamındadır. Hz. İbrahim'in kavmi putperestliğe ilti­fat etmeyip Allah'ın dinine, İslâm'a dön­düğü için İbrahim'e hanîf denilmiştir. Ebû Amr hanîfi "hayırdan şerre veya ser­den hayra meyleden" şeklinde açıklamak­tadır (Cevherî, eş-Şıhâh, "hnf" md.: Li-sânü'l-ıArab, "hnf md). Ancak sözlük­lerde ve İslâmî literatürde "hnf kökü mutlak mânada meyletmek anlamında değil "dalâletten istikamete, diğer dinler­den hak dine dönmek" anlamında kulla­nılmış, haktan bâtıla dönme ise "cnf" kö-

küyle ifade edilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hnf" md.). Câhilİye devrin­de sünnet olduktan sonra Kabe'yi tavaf edene hanîf denilmekteydi. Zira bu dö­nemde Araplar, Hz. İbrahim'in dininden sadece sünnet olmayı ve Kabe'yi tavaf etmeyi muhafaza etmişlerdi. Bundan dolayı putlara tapanlar kendilerinin ha­nîf olduklarını söylüyorlardı. İslâmiyet ortaya çıkınca hanîf kelimesi müslüman-ları ifade etmeye başladı (Cevâd Ali, VI, 451).

Hanîf kelimesinin ilk kullanılışını tesbit edebilmek için kelimenin Kur'an dışında­ki kullanım ve anlamlarını incelemek ge­rekir. Fakat hanîfin geçtiği metinlerin ço­ğu, sıhhatlerinin şüpheli olması veya ifa­delerin kapalılığı yüzünden güçlükler ar-zetmektedir. Arap toplumunda "hnf" kö­künün türevleri ve bu arada hanîf keli­mesi birçok şair tarafından kullanılmış­tır. Eymen b. Hureym'e ait mısralarda hiçbir hanîfin tavaf etmediği, hiçbir kas­sın gece boyunca dua ederek ateşi önün­de durmadığı, pişirilmesinde hiçbir ha­hamın hazır bulunmadığı Cürcân şara­bından bahsedilmektedir. Bu mısralarda hanîf. "kas" (papaz) ve "habr" (haham) ke­limeleriyle birlikte kullanılmakta, ancak farklı bir kişiyi göstermektedir. Wellhausen'e göre kas Mecûsî din adamını, habr yahudi din adamını, hanîf de hıristi­yan zahidini ifade etmektedir. Nöldeke ve Frantz Buhl ise bu şiirdeki hanîfin müslüman anlamına geldiğini belirtmiş­lerdir. Hüzeyl kabilesinden şair Sahr'ın bir beytinde, şarap içmekte olan hıristiyan-ların bir hanîfin etrafında dolaştıkları an­latılmaktadır. Buradaki hanîfin hıristiyan keşişi veya içkiden uzak duran bir zahidi ifade ettiği ileri sürülmüştür. Nöldeke, bu beyitteki hanîfin kime delâlet ettiği­nin açık olmadığını belirtir; W. Montgo-mery VVatt'a göre ise bu bir müslüman-dır (El2 |Fr.|, [||, 169). Ebû Züeyb'in, "Ora­da bir hanîf gibi iki ay cumâdâ ve iki ay safer olmak üzere dört ay kaldı" anlamın­daki beyti, Luvîs Şeyho'ya göre hıristiyan keşişlerin oruçlarına telmih olduğu için beyitteki hanîf bir hıristiyan keşişi gös­termektedir. Ancak burada dini tam ola­rak bilinmeyen bir zahidin söz konusu ol­duğu da ileri sürülmüştür. Cirânü'1-Avd adlı putperest şairin mısralarında ibade­tini (salât) ifa eden bir âbid "mütehannif-ten bahsedilmektedir. Buhl, bunun İslâm öncesi bir Arap zahidi olduğunu ileri sü­rerken Horovitz, beyitteki "ekame's-sa-lâte" ifadesinin söz konusu kişinin put-

perest bir zâhid olması ihtimalini zayıf­lattığını söyler. Watt ise bunun bir müs-lüman olduğunu belirtir. Zürrumme'nin. "Gölge batıya döndüğünde onu hanîf sa­nırsın, güneş doğduğunda ise hıristiyan olur" beytindeki hanîf hem müslüman hem de zâhid anlamındadır. Josef Horo-vitz bu ifadenin Kur'an sonrası döneme ait olduğunu söyler. Cerîr b. Atıyye'nin, "EyÂl-i Dirhem! Siz, hıristiyan 1 arın Hanîf dinini benimseyenlerle anlaşma yapması gibi alçaklıkla anlaşma yaptınız" beytin­deki [Şerhu Dîvân, s. 41 3} "yetehannef in failinin Arap veya hıristiyan zahidi olabi­leceği düşünülmüşse de şiirde hanîf ile hıristiyanın birbirinin karşıtı olarak kul­lanılmış olması ikinci ihtimalin isabetsiz olduğunu gösterir. Beyitte geçen "yete-hannef'in masdarı olan "tehannüf" müs­lüman olmak anlamındadır [El2 (Fr.J, 111, 169). Ebü'l-Ahzer el-Himmânî'nin şiirin­de yer alan. "Her iki deve de diz çöküp ha­nîf olmayan hıristiyan kadının ibadet eder­ken yaptığı gibi başını eğdi" cümlesinde hanîf Horovitz'e göre muhtemelen müs-lümandır. Fakat buradaki hanîfin müslü­man anlamına gelemeyeceğini söyleyen­ler de vardır (Faris-Glidden, XIX/3, s. 3; ayrıca bk. Horovitz, s. 57-58; Moubarac, S 153-154, 156; İA, V/l, s 216; E!2 |Fr.|, III, 169).

Konusu Kuzey Arabistan'da geçen bir kıssada, Bekr kabilesine mensup bir hı­ristiyan olan Bistâm b. Kays'ın Ölmek üze­re iken kardeşine, "Eğer kavminin yanı­na geri dönersen hanîf olurum" diye ba­ğırdığı kaydedilir (Müberred, I, 298). Mü-berred. bu hadise cereyan ettiğinde Hz. Muhammed'in tebliğ faaliyetine başladı­ğını, dolayısıyla kıssadaki hanîf kelimesi­nin müslüman anlamına geldiğini belir­tir. Buhl ise buradaki hanîfin. Nöldeke'-nin anladığı gibi müşrik veya mürted ola­rak anlaşılmasının mânayı daha etkili kı­lacağını ifade eder (M, V/l, s. 216). Bu görüş, kelimenin menşeinin Süryânîce olduğunu ve putperest anlamına geldi­ğini savunan görüşü desteklemektedir (Moubarac, s. 155).

Hz. Peygamber'in çağdaşlarına ait ol­duğu kabul edilen hanîfle ilgili başka me­tinler de vardır. Bunlardan, Resûl-i Ek­rem'in muarızı olan Evsli Ebû Kays b. Eslefe ait mısralarda şair, Kureyş'İ Ya­hudilik ve Hıristiyanlığa karşı saf (hanîf) bir din kurmaya davet eder (İbn Hişâm, 1, 285) ve, "Eğer rabbimiz İsteseydi ya-hudi ve hıristiyan olurduk: fakat biz ha­nîf olarak yaratılmışız" der (İbn Sa'd, iV, 385;DM,X, 175). Ümeyye b. Ebü's-Salt,

Hanîf dininin kıyamete kadar devam ede­cek yegâne din olduğunu söylemektedir

(E!2\Fl\, III, 169).

Bu Örnekler, Kur'an dışı literatürde ve İslâm'ın ilk yıllarına ait şiirlerde hanîf ke­limesine farklı anlamlar verildiğini gös­termektedir. David Samuel Margoliouth, Kur'an'ın tertip edilmesi döneminde ha­nîfin mânasını pek az kimsenin bildiğini. onu ilk kullanan şairin anlamını da Kur-'an'dan aldığını ve İslâm'ın I. asrında ha­nîf tabirinin genellikle "müslim" mânasın­da kullanıldığını ifade etmektedir (JRAS (1903|, s. 483; leffery, The Foreign Voca-butaryoftheQur'ân,s. 114) Ebû Züeyb, Sahr el-Hüzelîve Eymen b. Hureym'in be­yitlerinde geçen hanîf kelimesi VVelIhau-sen'e göre "muttaki, zâhid", Hubert Grim-me'e göre "münkir ve kâfir" anlamları­na gelmektedir (Margoliouth, (19031, s. 481 ]. VVellhausen. diğer beyitlerdeki ha-nîfı hıristiyan keşiş diye antamaktaysa da bu beyitlerde kelime hıristiyan rahip ve­ya keşişten farklı bir kişi olarak takdim edilmektedir. Moubarac'a göre sadece Bistâm kıssasındaki hanîf kavramı put­perest veya müslüman belirli bir cemaa­ti ifade etmektedir. Diğer bütün örnek­lerde yer alan hanîfı yalnızca "zâhid" an­lamında almak mümkündür. Çünkü bu yerlerde hanîf kavramı, farklı bir dinî ce­maate ait olmaktan çok tövbe ve duaya dayanan bir hayat tarzını göstermekte­dir. Dolayısıyla bu anlam, kelimenin Arap­ça etimolojisine ve Grunbaum ile Micha-elis tarafından yorumlanan şekliyle diğer Sâmî köklerle de uyum içindedir (Mou­barac, s. 157-158).


Yüklə 1,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin