31
HÂNÎ, Şeyh Ahmed
lar (bk. Bulut, s. 30, 33,44, i 36-137) bütünüyle temelsiz, yanlış ve ön yargılı bir yaklaşımın ürünüdür. Hânî'nin, varlık ve olaylardaki zıtlıkların meydana getirdiği nizam ve ahengi Allah'ın kudret ve azame-tiyle açıklaması, hikâyeyi bitirirken kendisini ilâhî aşktan ve Peygamber sevgisinden mahrum etmemesi için Allah'a dua etmesi {Mem ûZln, s. 125, 135; krş. Re-şîd Fendî, s. 102), ayrıca bir de akaid risalesi yazması bu türyorumları kesin olarak yalanlamaktadır. Onun samimi bir Sünnî müslüman olduğu eserini inceleyen müsteşrikler tarafından da teyit edilmektedir (Nikitine, s. 359).
Hânî'nin İsmail Bâyezîdîjö. 112 i/î 709), Şerif Han Cûlâmergi (ö. 1161/1748) ve Murad Han Bâyezîdî (ö. 1192/1778) gibi öğrenci ve takipçileri olmuştur (Et2 | İng. ], V, 482; İA, VI, 1114).
Eserleri. 1. Mem û Zîn. Leylâ ve Mecnûn, Ferhad ile Şîrin türünde bir mesnevidir. Müellifin hatime kısmında doğum tarihini verdikten sonra kitabı bitirdiğinde kırk dört yaşında olduğunu kaydetmesinden eserin 1104 (1693) yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır. 60 bölümden meydana gelen eser yaklaşık 3000 beyit ihtiva eder. Hânî, konusu olan aşk hikâyesini akıcı bir üslûpla anlatması yanında kendi düşüncelerini, döneminin idarî ve içtimaî meselelerini, olayın yaşandığı Cizre bölgesinin kültürel özelliklerini de eserine yansıtmıştır. Mesnevinin konusu kısaca şöyledir: Emîr'in yakın çevresinde bulunan Mem onun kız kardeşi Zîn'e âşık olur. Ancak Emîr, hizmetkârı Bekir'in telkinlerine uyarak kız kardeşini Mem'e vermez; birlikte kaçma girişimlerine engel olmak için de Mem'i hapseder. Üzüntüsünden hastalanan Mem zindanda ölür, Zîn de onun acısına dayanamayarak can verir. Bunun üzerine Mem'in arkadaşları sevgililerin kavuşmasına engel olan Bekir'i öldürüp onların intikamını alırlar. Cizre'de Mîr Abdal Mescidt'nin bitişiğinde bulunan türbenin Mem ile Zîn'e ait olduğuna inanılır ve halk tarafından ziyaret edilir. İlk olarak İstanbul'da (1335) basılan eserin ikinci baskısı 1947'-de Halep'te yapılmıştır. Eser, Margareta B. Rudenko tarafından Rusça tercümesiyle birlikte neşredilmiş (Moskova 1962), ayrıca M. Saîd Ramazan el-Bûtî tarafından mensur olarak Arapça'ya (Dımaşk 1957), M. Emin Bozarslan tarafından da Türkçe'ye (İstanbul 1968. 1975) çevrilmiştir. Halîl Reşîd İbrahim'in seçili bir üslûp kullanarak Makametü Mem û
32
Zîn adıyla Arapça bir özetini yayımladığı (Dımaşk 1413/1993) hikâye üzerinde Michael L. Chyet And a Thornbush up between Them: Studieson Mem û Zîn, A Kurdish Romance adıyla bir doktora çalışması yapmıştır (1991, California Üniversitesi). Mem û Zîn Türkiye'de aynı adla filme çekilmiştir (1991) 2. Nûbahârâ Bıçûkân. Arapça - Kürtçe manzum bir sözlük olup 1094 (1683) yılında yazılmıştır. Giriş kısmında, Kur'an öğrenimini tamamlayan çocuklara sarf-nahiv derslerine geçerken kolaylık sağlanması amacıyla telif edildiği belirtilen eser, her biri farklı vezinde on üç bölümden meydana gelmektedir. Sözlük, ilk olarak Yûsuf Zi-yâeddin Paşa'nın el-Hediyyetü'1-Hamî-diyye fi'l-Iuğati'l-Kürdiyye adlı kitabının ekinde neşredilmiş (İstanbul 1310, s. 279-297; tıpkıbasımı A. von Le Cok, Kur-dische Texte, Berlin 1903, 1, 1-47), daha sonra Abdüsselâm Nâcî el-Cezerî'nin tas-hihiyle tekrar basılmıştır (Dımaşk. ts.} Zeynelâbidin Zinar eseri Latin harflerine çevirerek yayımlamıştır (İstanbul 1992). Bu sözlük üzerine Ahmed Hilmî el-Kügi ed-Diyârbekrî Gülzûrâ Hamûkân Şerha Nûbahârâ Bıçûkân adıyla bir şerh yazmıştır (Diyarbakır, ts.). 3. 'Akidâ îmân. İman esasları ve diğer akaid konularının Sünnî görüşe göre açıklandığı seksen beyitten oluşan bir risaledir. Tevhid, nübüvvet, Allah'ın sıfatlan, şefaat, dua. kıyamet ve âhiret gibi konuların açıklandığı eserde bazı ef'âl-i ibâd meseleleri tartışılmış, bu tür meselelerde genellikle Eş'ariyye'nin yaklaşımı benimsenirken kadınların peygamberliği konusunda Mâtü-rîdîler'in olumsuz görüşleri tercih edilmiş, ayrıca Lokman ve İskender'in peygamber olduğu yönündeki görüş de benimsenmemiştir. Risale, Ahmed Hilmî el-Kügi ed-Diyârbekrî tarafından Rehberâ Şâ-nî Şerha *Akidâ Şeyh Ahmed b. İlyâs el-Hânî adıyla şerhedilmiştir (baskı yeri ve tarihi yok). 4. Çârkûşe. Her bir mısraı dört ayrı dilde (Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe) yazılan rubailerden oluşan eserin aşk. ayrılık ve kavuşma temalarının işlendiği beş rubaisi günümüze ulaşmıştır (Dîvâna Kurmancî içinde, bk. bibi).
Hânî'ye Yûsuf u Zelîha {Züieyhâ) ve ıAkidâ İslâm gibi bazı eserler nisbet ediliyorsa da bunların ona aidiyeti tesbit edilememiştir.
İzzeddin Mustafa Resul, Ahmedî Hânî şfâren ve müfekkiren feylesûfen ve mutaşavvilen başlığıyla bir monografi yazmış, Reşîd Fendî de Münâkaşât hav-
Ie'ş-şâ'iri'1-Kürdî Hânî adlı çalışmasında Hânî'nin İslâmî yönü üzerinde durmuştur (bk.bibl.).
BİBLİYOGRAFYA :
Şeyh Ahmed-i Hânî, Mem ü Zîn, Halep 1947; ayrıca bk. naşirin önsözü, s. !ll; a.mlf, riûbahâ-râ Bıçûkân (nşr. Abdüsselâm Nâcî el-Cezerî), Dımaşk, ts. (Dârü't-Tıbâa), a.mlf., Akidâ İmân Ibaskı yeri yok|, 1337; a.mlf., "Çârkûşe", Dîvâna Kurmancî (haz. Abdürraksb Yûsuf), Necef 1971, s. 43-44; Molla Ahmed Cezerî. Dîuân, Kahire, ts. (Dârül-Kitâbii-Arabî), s. 152; Ahmed b. Muhammed ez-Zivingî, et-cİkdü'l-cevherîŞer-hu Diuâni'ş-Şeyhrt-Cezerî, Kamışlı 1377/1958, s. 686; Ahmed Hilmî ed-Diyârbekrî, Gülzârâ Hamûkân Şerha Nûbahârâ Bıçûkân, Diyarbakır, ts. (MatbaatuCerîdeti Sûr),a.mlf., RehberâŞâ-nî Şerha 'Akidâ Şeyh Ahmed b. İlyâs el-Hâni Ibaskı yeri ve tarihi yok]; İzzeddin Mustafa Resul, Ahmedî Hânişâ'iren ue müfekkiren feyle-sûfen ve mutaşauuifen, Bağdad 1979; Reşîd Fendî, Münâkaşât havle'ş-şâ'İri'l-Kürdî Hâni, Bağdad, ts. (Ma'met ve Matba'atü Câhizl; Said Nursî, Târihçe-i Hayat, İstanbul 1990, s. 35; Halîl Reşîd İbrahim, Makametü Mem û Zîn, Dımaşk 1413/1993; Abdullah Yaşın. Bütün Yönleriyle Cizre |baskı yeri yok|, 1983 (Yücel Matbaası), s. 166-173; B. Nikitine, Kürtler: Sosyolojik ve Tarihî İnceleme (Uc. Hüseyin Demirhan-Cemal Süreyya), İstanbul 1994, s. 359, 474-475; Faik Bulut, Ehmede Xane'nin Kaleminden Kürtlerin Bilinmeyen Dünyası, İstanbul 1995; İsmet Alpaslan, Her Yönüyle Ağrı, Ankara 1995, s. 102; Th. Bois. "Coup d'oeil sur la litterature kürde", el-Meşrik, XLIX/2, Beyrut 1955, s. 204-206; a.mlf., "Kurds", EP (İng.). V, 482; V. Minorsky. "Kürtler", M, VI, 1113-1114.
Iffil M. Sait Özervarlı "~ HÂNİ' b. URVE ""
Hâni' b. UrvG el-Murâdî (ö. 60/680)
Hz. Hüseyin adına çalıştığı için
Emevîler tarafından öldürülen
Yemenli tabiî.
Hayatının ilk dönemleri hakkında bilgi yoktur. Kûfe'ye yerleşen Mezhic, Kinde ve Hemdân gibi Yemenli kabileler arasında büyük bir nüfuz ve itibara sahip olan Hâni' b. Urve, Hz. Hüseyin'in Kûfe'de idareyi ele alma çabalarına katıldıktan sonra meşhur olmuştur.
Yezîd b. Muâviye halife olunca Medine Valisi Utbe'ye haber göndererek Hz. Hüseyin'den biat alınmasını, aksi takdirde öldürülmesini emretmişti. Validen mühlet isteyip Mekke'ye giden Hz. Hüseyin, orada bulunan Kûfeliler'in idareyi ele alması konusunda ısrar ettiklerini görünce amcazadesi Müslim b. Akll'i durumu incelemek üzere Kûfe'ye göndermişti (15 Ramazan 60/19 Haziran 680). Müslim Kû-
fe'ye vardığında (5 Şevval 60/9 Temmuz 680| Müslim b. Avsece el-Esedî'nin evine yerleşerek faaliyetlerine başladı. Kısa zamanda 12-30.000 arasında bir sayıya ulaşan topluluk Hz. Hüseyin adına kendisine biat etti. Durumu haber alan Yezîd, Küfe Valisi Nu'mân b. Beşîr'i azlederek yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyâd'ı tayin etti. Kûfe'ye geldikten sonra şehirdeki durumun Hz. Hüseyin'in lehine olduğunu gören Ubeydullah'ın tehditkâr bir hutbe ile göreve başlaması üzerine Müslim b. Akil bulunduğu evden ayrılarak daha nüfuzlu bir kimse olan Hâni" b. Urve'-nin evine sığındı. Zor durumda kalan Hâni* Müslim'i evinde misafir etmeye mecbur oldu. Bu olaydan sonra Hâni"in evi Hz. Hüseyin taraftarlarının karargâhı haline geldi. Durumu yakından takip eden Ubeydullah, Ma'kıl adlı bir casus vasıtasıyla Müslim'in Hâni" b. Urve'nin evinde kaldığını öğrendi. Bir süre sonra Hâni'in arkadaşlarından Muhammed b. Eş'asel-Kindî ve Esma bint Hârice"ye Hâni'in kendisini niçin ziyarete gelmediğini sordu. Onlar da hasta olduğunu ileri sürdüler. Ancak Ubeydullah hastalığının önemli olmaması gerektiğini, zira bütün gün kapısının önünde oturduğunu haber aldığını söyledi ve kendisine bir suikast düzenlenmesinden endişe ettiği için Hâni'in konağına gelmesini istediğini bildirdi. Bunun üzerine arkadaşları Hâni'e gidip durumu anlattılar ve Ubeydullah'ı ziyaret etmesinin uygun olacağını söylediler.
Hâni* b. Urve arkadaşlarıyla birlikte Ubeydullah'ın konağına girdiği zaman orada KâdîŞüreyh de bulunuyordu. Ubeydullah ona Müslim'in nerede olduğunu sordu. Hâni' önce bilmediğini söyledi, fakat daha sonra Ubeydullah'ın durumu haber aldığını anlayınca Müslim'i evine davet etmediğini, kendisinin gelip sığındığını belirtti. Ubeydullah Müslim'i hemen teslim etmesini istediyse de Hâni' kendisine sığınan bir kimseyi teslim edemeyeceğini ifade etti. Bunun üzerine Ubeydullah elindeki sopa ile Hâni'in yüzüne vurmaya başladı. Hâni', yanındaki muhafızlardan birinin kılıcını alıp karşı koymaya çalıştı, ancak başarılı olamadı. Ubeydullah, Hâni'in öldürülmeyi hak ettiğini söyleyerek hapsedilmesini emretti. Hâni'in başına gelenleri duyan Mezhic kabilesi valinin konağının önünde toplandı. Ubeydullah kalabalığı yatıştırmak için Kâdî Şü-reyh'i gönderdi. Şüreyh Hâni'in bir soruşturma için tutulduğunu, hayatının emniyette olduğunu söyleyince kalabalık dağıldı, öte yandan Hâni'in tutuklandığı yo-
lundaki haberler Müslim'e ulaşınca mensuplarından yaklaşık 4000 kişi toplanarak valinin konağına yöneldi. O sırada konakta otuz kadar muhafız bulunuyordu. Vali durumdan endişe ederek şehrin ileri gelenlerini istişare maksadıyla konağına çağırdı. Toplantıya katılanlardan, halka Müslim'i terketmeleri ve kendisine karşı gelmelerinin doğru olmayacağı telkininde bulunmalarını istedi. Konaktan ayrılan kabile reisleri halkı ikna ederek dağılmalarını sağladılar. Aynı günün akşamı yanında sadece otuz kişinin kaldığını gören Müslim. Kinde kabilesine mensup Tav'a adlı bir kadının evine sığındı. Ancak ertesi gün Muhammed b. Eş'as'ın azatlısı olan Tav'a'nın oğlu Bilâl tarafından ihbar edildi ve yakalanıp öldürüldü. Ardından Hâni' de hapsedildiği yerden alınarak hayvan pazarına götürüldü ve orada öldürüldü. Ubeydullah, Müslim ile Hâni'in başlarını Yezîd'e gönderdi. Hz. Hüseyin bu olayları ancak Irak'a ulaştıktan sonra öğrenebildi.
Hâni", güzel Kur'an okuyan ve "el-eşrâ-fü'1-kurrâ" arasında yer alan bir şahsiyetti. Müslim ve Hâni' için yazılan mersiyeler kaynaklarda Abdullah b. Zebîr el-Esedî. Ferezdak ve Süleyman fSüleym) b. Selâm el-Hanefî'ye nisbet edilir.
BİBLİYOGRAFYA :
İbn Sa'd. et-Tabakât, IV, 41; Buhârî. et-Târi-hu'l-kebir, VIII, 231; Dîneverî, el-Ahbarü't-ü-uâl, s. 233-238; Müberred. et-Kâmil (nşr M. Ahmeded-Dâlî). Beyrut 1406/1986,1, 160; Ya'-kûbî, Târih, II, 243;1^beri. Tân(î(Ebürl-Fazl|. V, 347-367; İbn Abdürabbih. el-'İkdü'l-ferld, I. 136; IV, 378; Mes'ûdî. Mürûcü'z-zeheb(Abdül-hamîdl. III, 67-70; EbCTI-Ferec el-lsfahânî. el-Eğânl, XIII, 370; XIV, 228-229; a.m!f., Mekâ-tilü't-tâtibiyyîn (nşr. Seyyıd Ahmed es-Sakrl, Beyrut, ts. (Dârü'I-Ma'rife). s. 97-108; İbnü'l-Esîr, el-Kâmtl, IV, 22-36; İbn Kesir. el-Bİdâye, VIII, 153-157; Ziriklî. el-Aclâm, IX, 51; A'yâ-nü'ş-Şî'a, ], 590-593; J. Wellhausen. Istâmiye-tin İlk Devrinde Dinî-Siyasİ Muhalefet Partileri (trc. Fikret Işıltan). Ankara 1989, s. 99-101, 103, 114; L Veccia Vaglieri, "Hâni3 b. 'Urva al-Muradi", Ef (İng). III, 164-165; E. Kohlberg, "Müslim b. cAkil b. Abi Talib", a.e., VII, 689-690. r-,
Iffl Mustafa Öz
r ~ı
HANIF
İslâm öncesi dönemde
Hz. İbrahim'in tebliğ ettiği dine
tâbi olanlara verilen ad.
l_ J
Hanîf kelimesinin menşei ve anlamına dair çeşitli görüşler bulunmakta; Arapça, Ibrânîce, Süryânîce veya Habeşçe bir kökten geldiği ileri sürülmektedir. HANIF
Kelimenin kökünü oluşturan "hnf" bütün Sâmî dillerde ortaktır. Kelimenin Ken'â-nîce şekli olan hanpa ve hanapu Teli el-Amarna tabletlerinde (m.ö. XIV. yüzyıl ortalan) ortaya çıkmaktadır. Bu metinlerde kelime "kötülüğe meyilli ve sapkın olmak, iftira etmek" anlamlarındadır. Yeni İbrânîce ve Mişna'da kullanılan yahudi -Ârâmî (Judeo-Aramaic) dilinde "iki yüzlü olmak", Süryânîce şekJi olan hanfo (hanpa) ise "putperest" anlamına gelmektedir (Moubarac, s. 152; Denny, XXIV. 27).
İbrânîce Kitâb-ı Mukaddes'tehânef kökü değişik çekim şekilleriyle "mülhid, dinsiz" (Yeremya, 23/11); "murdar, kirlenmiş" (Yeremya, 3/1; İşaya, 24/5; Mezmur, 106/38; Mika, 4/1 1; Sayılar, 35/33); "doğru yoldan uzaklaşmak, dine karşı kayıtsız kalmak" mânalarında kullanılmaktadır (Gesenius, s. 337; Moubarac. s 152). Midrash Rabbah'taki bir rivayete göre Ahd-i Atîk'te hânef "mülhid" (İbrânîce-de "minüth") anlamındadır (Margoliouth, JRAS 11903|, s. 479). Batılı araştırmacılar, genellikle Arapça'daki hanîf kelimesinin Doğu Ârâmîcesi'nden (Süryânîce) alındığına kanidirler. Bu dilde "hnp" kökü, diğer Sâmî dillerde olduğu gibi "putperestlik, dinî konularda kararsızlık, farklı inançların bir araya getirilmesi" mânalarına gelir (Grunbaum, XLII j I888|, s. 54-55; Faris-GIidden. XIX/3, s. 5; Gil, XII (1992|. s. 15).
Julius VVellhausen hanîf kelimesini, hem "kendini Tann'ya, ibadete verme, putları devirip yıkma", hem de "yemini bozma, yeminini tutmama, haksızlık" anlamlarına gelen hanithadan türetmektedir. F. Schulthess. Arapça hanîf kelimesinin Süryânîce hanpadan gelemeyeceğini, arada en azından başka bir şeklinin olması gerektiğini ileri sürerken (Ori-entalische Studien, s. 86; İA, V/l, s. 2 I 7) Jouon, bu kelimenin asıl anlamının "eğilmek, dönmek" olduğunu ve hanîfin de "dönen kişi" mânasına geldiğini, bu kişinin hak veya bâtıl dinden dönmesine göre kelimenin "putperest" veya "mümin" anlamı İfade edebileceğini belirtir (Moubarac, s. 153).
Modern bilim adamları arasında ilk defa Theodor Nöldeke, Arapça hanîf kelimesinin en azından Kur'an'da kullanıldığı şekliyle Süryânîce menşeli olduğuna işaret etmiş, bu görüş Tor Andrae ve Kari Ahrens gibi bazı müsteşrikler tarafından da benimsenmiştir. Nöldeke. ha-nîfın Süryânîce aslındaki "putperest" mâ-
33
HANIF
naşının kelimeyi alan Araplar tarafından tam olarak anlaşılamadığı kanaatindedir (Neue Beitrage zur Semiüschen Sprach-tvissenschaft, s. 30). Hanîf kelimesinin İbrânîce hânefle ilgili bulunduğu (Lyall, [19031, s. 781; Gündüz, s. 21; Margoli-outh, JRAS 11903], s. 479) veya Habeş menşeli olduğu da ileri sürülmüştür (|ef-fery, The Foreign Vocabulary ofthe Qur-'&n,s. 115).
Richard Bell, önceleri hanîf kelimesinin "eğilmek, meyletmek" anlamındaki Arapça hanef kökünden türediğini kabul ederken daha sonra A. Jeffery'nin etkisinde kalarak görüş değiştirmiş ve kelimenin Süryânîce menşeli olduğunu öne sürmüştür. Ona göre hanîfin ikinci hece-sindeki uzun sesli, kelimenin tekil biçimiyle Süryânîce hanpâdan türeme ihtimalini ortadan kaldırabilir: fakat çoğul şekline (hunefâ') bakıldığında bu güçlük halledilmektedir. Zira Arapça hunefâ Süryânîce hanephenin bir kopyasıdır. Bu durumda hanîf kelimesinin çoğul biçimiyle Süryânîce'den alındığı ve tekil halinin de Arapça'da oluşturulduğu düşünülebilir. Bell'e göre hunefâ (Süryânîce konuşan hıristiyanlann dilinde "hanephe" [putperesti) dinlerinden dönmeyen, yani ya-hudi ve hıristiyan olmayıp eski yerli dine bağlılığı sürdüren Araplar'dır {MW, XX [19301, s. 121).
Eski hıristiyan Arap yazarlarının eserlerinde hanîf müşrikler için kullanılmakta, bununla da eski Yunan - Roma dininin mensupları ve özellikle kilisenin mücadele ettiği "sır cemiyetleri"nin (mystery cults) müntesipleri kastedilmekteydi. Nitekim Mezopotamya'da VI. yüzyılda yazılmış olan Süryânîce Maarret Gazze'-nin eski Arapça tercümesinde hanîf kelimesi (Süryânîce metinde hanpüto), Ya-huda kralı Asa tarafından Kudüs'te ortadan kaldırılan putperest ibadetini ifade etmektedir. Öte yandan Hz. Süleyman'ın putperest olarak ölen oğlu Rehoboam için, "Hanîf (hanpâ) olarak öldü" ifadesi yer almaktadır. St. Pavlus'un mektuplarının IX. yüzyılda yapılmış Arapça tercümelerinde Yunanca metindeki Ellen, Süryânîce metindeki Armoyo (Romalı, putperest) kelimesi hanîf diye çevrilmiştir. Hanîf aynı zamanda, hıristiyan olsa bile Helen kültürüne sahip bir kişiyi ifade etmek üzere de kullanılmıştır. Nitekim Pavlus'un arkadaşı Titus hanîf (Grekçe Ellen) diye nitelendirilmiştir (Galatyalılar'a Mektup, 2/3; Faris-Glidden, XlX/3, s. 6; Gil, XI! 11992), s. 15).
34
IV. yüzyıla ait olan ve XI. yüzyılın ikinci veya üçüncü çeyreğinde Koptça'dan Arapça'ya tercüme edilen Athanasius'un kanunlarında "hıristiyan olmayanlar" anlamındaki "ethnikoi" hunefâ diye çevrilmiştir. Burada, "Şemmaslar kiliseyi öylesine ihmal ettiler ki köpekler ve hanîfler hiçbir engelle karşılaşmadan İçeri giriyorlardı" denilmektedir (Faris-Giidden, XiX/3. S. 5-6; Gil, XII 11992], s. 16).
N. E. Fâris ve H. V. Glidden'e göre Kur-'an'daki hanîf kelimesi Arapça'ya Nabatî dilinden geçmiştir ve bu dilde, kısmen Helenleşmiş Süryânî-Arap dininin bir kolunu benimseyenleri ifade etmektedir \Journat ofthe Palesüne Orientai Society, XlX/3, s. i 2). A. F. L. Beeston'un yorumuna göre ise hanîf Arapça'ya doğrudan Suriye yoluyla değil Necran yoluyla girmiştir. Beeston, hanîfteki karşıt anlamlılığın ancak kelimenin Necran yoluyla Arapça'ya girdiği kabul edilirse çözülebileceğini belirterek şöyle demektedir: "Necranlı-lar. Süryânî misyonerlerin hıristiyan olmayan herkesi -ister politeist olsun ister monoteist- 'hanpe' diye adlandırdıklarını görmüşler ve bu kelimeyi kendi dillerine dahil etmişlerdir. V. yüzyılda Mekkeliler, Yemen'le olan ticaret ilişkileri esnasında oradaki zengin sınıfın monoteist olduğunu görmüş ve hanîfi, kelimenin Süryânî-ce'deki diğer kullanımlarını bir yana bırakarak bunlar için kullanmışlardır (Beeston, s. 151; Rippin, s. 167).
Öte yandan müslüman müelliflerden
Mes'ûdî. hanîf lafzının Arapçalaşmış Süryânîce bir kelime (hanîfû) olduğunu, hunefâ ile de Sâbiîler'in kastedildiğini söyler {et-Tenbîh,s. 90-91, 122-123, 136; İA, V/l, s. 216). Ya'kûbî ise kelimeyi Hz. Davud'un savaştığı Filistîler için kullanmakta ve onların yıldızlara taptığını belirtmektedir (Târih, 1, 51-52). Buna karşılık Arapça sözlükler hanîf kelimesinin Arapça olmadığına dair hiçbir bilgi vermemektedir. Bu sözlüklere göre "hnf kökü "meyletmek, yönelmek" anlamındadır. Hz. İbrahim'in kavmi putperestliğe iltifat etmeyip Allah'ın dinine, İslâm'a döndüğü için İbrahim'e hanîf denilmiştir. Ebû Amr hanîfi "hayırdan şerre veya serden hayra meyleden" şeklinde açıklamaktadır (Cevherî, eş-Şıhâh, "hnf" md.: Li-sânü'l-ıArab, "hnf md). Ancak sözlüklerde ve İslâmî literatürde "hnf kökü mutlak mânada meyletmek anlamında değil "dalâletten istikamete, diğer dinlerden hak dine dönmek" anlamında kullanılmış, haktan bâtıla dönme ise "cnf" kö-
küyle ifade edilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hnf" md.). Câhilİye devrinde sünnet olduktan sonra Kabe'yi tavaf edene hanîf denilmekteydi. Zira bu dönemde Araplar, Hz. İbrahim'in dininden sadece sünnet olmayı ve Kabe'yi tavaf etmeyi muhafaza etmişlerdi. Bundan dolayı putlara tapanlar kendilerinin hanîf olduklarını söylüyorlardı. İslâmiyet ortaya çıkınca hanîf kelimesi müslüman-ları ifade etmeye başladı (Cevâd Ali, VI, 451).
Hanîf kelimesinin ilk kullanılışını tesbit edebilmek için kelimenin Kur'an dışındaki kullanım ve anlamlarını incelemek gerekir. Fakat hanîfin geçtiği metinlerin çoğu, sıhhatlerinin şüpheli olması veya ifadelerin kapalılığı yüzünden güçlükler ar-zetmektedir. Arap toplumunda "hnf" kökünün türevleri ve bu arada hanîf kelimesi birçok şair tarafından kullanılmıştır. Eymen b. Hureym'e ait mısralarda hiçbir hanîfin tavaf etmediği, hiçbir kassın gece boyunca dua ederek ateşi önünde durmadığı, pişirilmesinde hiçbir hahamın hazır bulunmadığı Cürcân şarabından bahsedilmektedir. Bu mısralarda hanîf. "kas" (papaz) ve "habr" (haham) kelimeleriyle birlikte kullanılmakta, ancak farklı bir kişiyi göstermektedir. Wellhausen'e göre kas Mecûsî din adamını, habr yahudi din adamını, hanîf de hıristiyan zahidini ifade etmektedir. Nöldeke ve Frantz Buhl ise bu şiirdeki hanîfin müslüman anlamına geldiğini belirtmişlerdir. Hüzeyl kabilesinden şair Sahr'ın bir beytinde, şarap içmekte olan hıristiyan-ların bir hanîfin etrafında dolaştıkları anlatılmaktadır. Buradaki hanîfin hıristiyan keşişi veya içkiden uzak duran bir zahidi ifade ettiği ileri sürülmüştür. Nöldeke, bu beyitteki hanîfin kime delâlet ettiğinin açık olmadığını belirtir; W. Montgo-mery VVatt'a göre ise bu bir müslüman-dır (El2 |Fr.|, [||, 169). Ebû Züeyb'in, "Orada bir hanîf gibi iki ay cumâdâ ve iki ay safer olmak üzere dört ay kaldı" anlamındaki beyti, Luvîs Şeyho'ya göre hıristiyan keşişlerin oruçlarına telmih olduğu için beyitteki hanîf bir hıristiyan keşişi göstermektedir. Ancak burada dini tam olarak bilinmeyen bir zahidin söz konusu olduğu da ileri sürülmüştür. Cirânü'1-Avd adlı putperest şairin mısralarında ibadetini (salât) ifa eden bir âbid "mütehannif-ten bahsedilmektedir. Buhl, bunun İslâm öncesi bir Arap zahidi olduğunu ileri sürerken Horovitz, beyitteki "ekame's-sa-lâte" ifadesinin söz konusu kişinin put-
perest bir zâhid olması ihtimalini zayıflattığını söyler. Watt ise bunun bir müs-lüman olduğunu belirtir. Zürrumme'nin. "Gölge batıya döndüğünde onu hanîf sanırsın, güneş doğduğunda ise hıristiyan olur" beytindeki hanîf hem müslüman hem de zâhid anlamındadır. Josef Horo-vitz bu ifadenin Kur'an sonrası döneme ait olduğunu söyler. Cerîr b. Atıyye'nin, "EyÂl-i Dirhem! Siz, hıristiyan 1 arın Hanîf dinini benimseyenlerle anlaşma yapması gibi alçaklıkla anlaşma yaptınız" beytindeki [Şerhu Dîvân, s. 41 3} "yetehannef in failinin Arap veya hıristiyan zahidi olabileceği düşünülmüşse de şiirde hanîf ile hıristiyanın birbirinin karşıtı olarak kullanılmış olması ikinci ihtimalin isabetsiz olduğunu gösterir. Beyitte geçen "yete-hannef'in masdarı olan "tehannüf" müslüman olmak anlamındadır [El2 (Fr.J, 111, 169). Ebü'l-Ahzer el-Himmânî'nin şiirinde yer alan. "Her iki deve de diz çöküp hanîf olmayan hıristiyan kadının ibadet ederken yaptığı gibi başını eğdi" cümlesinde hanîf Horovitz'e göre muhtemelen müs-lümandır. Fakat buradaki hanîfin müslüman anlamına gelemeyeceğini söyleyenler de vardır (Faris-Glidden, XIX/3, s. 3; ayrıca bk. Horovitz, s. 57-58; Moubarac, S 153-154, 156; İA, V/l, s 216; E!2 |Fr.|, III, 169).
Konusu Kuzey Arabistan'da geçen bir kıssada, Bekr kabilesine mensup bir hıristiyan olan Bistâm b. Kays'ın Ölmek üzere iken kardeşine, "Eğer kavminin yanına geri dönersen hanîf olurum" diye bağırdığı kaydedilir (Müberred, I, 298). Mü-berred. bu hadise cereyan ettiğinde Hz. Muhammed'in tebliğ faaliyetine başladığını, dolayısıyla kıssadaki hanîf kelimesinin müslüman anlamına geldiğini belirtir. Buhl ise buradaki hanîfin. Nöldeke'-nin anladığı gibi müşrik veya mürted olarak anlaşılmasının mânayı daha etkili kılacağını ifade eder (M, V/l, s. 216). Bu görüş, kelimenin menşeinin Süryânîce olduğunu ve putperest anlamına geldiğini savunan görüşü desteklemektedir (Moubarac, s. 155).
Hz. Peygamber'in çağdaşlarına ait olduğu kabul edilen hanîfle ilgili başka metinler de vardır. Bunlardan, Resûl-i Ekrem'in muarızı olan Evsli Ebû Kays b. Eslefe ait mısralarda şair, Kureyş'İ Yahudilik ve Hıristiyanlığa karşı saf (hanîf) bir din kurmaya davet eder (İbn Hişâm, 1, 285) ve, "Eğer rabbimiz İsteseydi ya-hudi ve hıristiyan olurduk: fakat biz hanîf olarak yaratılmışız" der (İbn Sa'd, iV, 385;DM,X, 175). Ümeyye b. Ebü's-Salt,
Hanîf dininin kıyamete kadar devam edecek yegâne din olduğunu söylemektedir
(E!2\Fl\, III, 169).
Bu Örnekler, Kur'an dışı literatürde ve İslâm'ın ilk yıllarına ait şiirlerde hanîf kelimesine farklı anlamlar verildiğini göstermektedir. David Samuel Margoliouth, Kur'an'ın tertip edilmesi döneminde hanîfin mânasını pek az kimsenin bildiğini. onu ilk kullanan şairin anlamını da Kur-'an'dan aldığını ve İslâm'ın I. asrında hanîf tabirinin genellikle "müslim" mânasında kullanıldığını ifade etmektedir (JRAS (1903|, s. 483; leffery, The Foreign Voca-butaryoftheQur'ân,s. 114) Ebû Züeyb, Sahr el-Hüzelîve Eymen b. Hureym'in beyitlerinde geçen hanîf kelimesi VVelIhau-sen'e göre "muttaki, zâhid", Hubert Grim-me'e göre "münkir ve kâfir" anlamlarına gelmektedir (Margoliouth, (19031, s. 481 ]. VVellhausen. diğer beyitlerdeki ha-nîfı hıristiyan keşiş diye antamaktaysa da bu beyitlerde kelime hıristiyan rahip veya keşişten farklı bir kişi olarak takdim edilmektedir. Moubarac'a göre sadece Bistâm kıssasındaki hanîf kavramı putperest veya müslüman belirli bir cemaati ifade etmektedir. Diğer bütün örneklerde yer alan hanîfı yalnızca "zâhid" anlamında almak mümkündür. Çünkü bu yerlerde hanîf kavramı, farklı bir dinî cemaate ait olmaktan çok tövbe ve duaya dayanan bir hayat tarzını göstermektedir. Dolayısıyla bu anlam, kelimenin Arapça etimolojisine ve Grunbaum ile Micha-elis tarafından yorumlanan şekliyle diğer Sâmî köklerle de uyum içindedir (Moubarac, s. 157-158).
Dostları ilə paylaş: |