7. Çevrenin Korunması ve İnsani Kalkınma
Sürdürülebilir insani kalkınma kavramı, ekonomik, sosyal ve politik yaşamdaki iyileşmeleri ve refah düzeyinin yükselmesini kapsamaktadır. Bu kavramın önemli bir boyutunu ise, çevrenin korunması sorunu oluşturmaktadır. Çevresel sorunlar ve ekolojik dengenin bozulması, öncelikle insanlar ve diğer tüm canlılar için bir tehdit oluşturmaktadır. Bu bölümde, çevrenin korunması ve iyileştirilmesi sorununun sürdürülebilir insani kalkınma performansına etkileri incelenmeye çalışılacaktır. Bu bağlamda, çevre güvenliği konusunda gerçekleştirilen uluslararası çabalar ve Türkiye’de uygulanan çevre politikaları tartışılmaya çalışılacaktır.
7.1. Sürdürülebilir İnsani Kalkınma Kavramı ve Çevrenin Korunması
İnsan merkezli kalkınma yaklaşımı, insanların seçeneklerini ve kapasitelerini genişletmeye yönelik olarak uygun ortamın sağlanmasını amaçlamaktadır. Bu bağlamda, insani kalkınma kavramı, temel hak ve özgürlükleri, eğitim, sağlık, iyi yaşam ve çalışma koşulları ile ilgili iyileşmeleri, toplumdaki tüm grupları içeren adil bir kalkınmayı, yoksulluğun ortadan kaldırılmasını, doğal kaynakların ve çevrenin korunmasını içermektedir. Çevrenin korunması ve iyileştirilmesi, tüm dünya insanlarının iyi yaşaması ve ekonomik kalkınmanın sağlanması konusunun temel sorunlarından biridir. Doğal ya da insan yapımı çevrenin korunması, insanın iyi yaşamı ya da temel insan hakkı olan yaşam hakkının var olabilmesi için gerekli bir ön koşuldur. Bununla birlikte, günümüzde insanlar yaşam kalitesinin belli bir düzeyde korunması konusunda bile sıkıntı yaşamaktadırlar. Dünyanın birçok bölgesinde çevre kirliliği nedeniyle insanların yaşamı tehlike içindedir. Su, hava, yer ve yaşam kaynaklarındaki kirliliğin tehlikeli boyutları, yenilenemez kaynakların tüketiminin artması ve yerinin doldurulamaması, alternatif kaynak tüketiminin yaratılamaması, fiziksel, zihinsel ve sosyal insan sağlığının korunamaması, ekolojik dengenin insan eliyle zarara uğratılması, doğanın çeşitliliğine ve dengesine teknolojik yeniliklerle (örneğin, gen teknolojisi) müdahalede bulunulması çevre sorunlarından yalnızca birkaçıdır.
Sürdürülebilir kalkınma kavramı, dünyada bugünkü kuşakların ve gelecek kuşakların mevcut yaşam kalitesini koruyabilmeleri ve daha iyi bir ortamda yaşayabilmeleri için gerekli önlemlerin belirlenmesini ve bunların kararlı bir şekilde uygulanmasını içermektedir. Bunun yanında, sürdürülebilirlik, yeryüzündeki tüm kaynakların ve canlı türlerinin var olma ve yaşamlarını devam ettirmeleri olanağına sahip olmaları anlamına gelmektedir. Sürdürülebilir kalkınma sürecinde ekolojik dengenin korunması ve bunun için global boyutta önlemlerin alınması gerekmektedir.
Sürdürülebilir kalkınma kavramının ekonomik, sosyal ve ekolojik gelişimi içeren oldukça kapsamlı, aynı zamanda, yoruma açık bir içeriği vardır. Gerçekte sürdürülebilir kalkınma ekonomik, sosyal ve çevresel açıdan ulaşılacak bir duruma işaret etmemekte, bir değişimi anlatmaktadır. Sürdürülebilir kalkınmanın öngördüğü değişimlerin iki ayağı vardır. Bunlardan biri, temel gereksinimlerin karşılanması, kuşak içi ve kuşaklararası adaletin sağlanması, yaşam kalitesinin iyileştirilmesi ve katılımcılığı ön plana çıkararak insan faktörüne ağırlık vermektedir. Bir diğeri ise, doğanın taşıma kapasitesinin gözetilmesi, kaynakların yenilenebilir özlerinin korunması, yenilenemez kaynakların kullanımının azaltılması ve almaşıklarının geliştirilmesi, üretim ve tüketim kalıplarının değiştirilmesi, çeşitliliğin korunması, karar vermede çevresel, ekonomik ve sosyal boyutların bütünleştirilmesi gereği üzerinde durarak doğal kaynaklar ve çevre boyutunu vurgulamaktadır (Cerit Mazlum, 1999(a): 4-6).
Sürdürülebilir kalkınma yalnızca çevrenin iyileştirilmesi ve korunmasından ibaret değildir. Aynı zamanda, insan gereksinimlerinin de karşılanması ve yoksullukla mücadele edilmesi amaçlanmaktadır. Bu nedenle, dünyanın az gelişmiş ülkelerinin sorunları ile ilgilenmenin tüm dünya gelişimine katkıda bulunacağı gözardı edilemez. Gelişmiş ülkelerin çevre problemleri genellikle sanayileşme ve teknolojik gelişme nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık, dünyanın büyük bir kesimi, yaşamlarını sürdürmek için gerekli olan minimum gereksinimlerini bile karşılayamamaktadır. Dünyada yeterli düzeyde beslenme, giyinme, barınma ve sağlık hizmetlerine erişimden uzak bir yaşam sürdüren milyonlarca insan vardır.
Artan yoksulluk ve işsizlik, çevre kaynakları üzerindeki baskıyı artırmaktadır. Çünkü, bu durumda, giderek daha çok sayıda insan o kaynaklara doğrudan bağımlı yaşamak zorunda kalmaktadır (DÇKK, 1987: 29). Yoksul ve aç insanlar çoğu zaman sağ kalabilmek için yakın çevrelerine zarar verir, ormanları keser, marjinal toprağı aşırı kullanır, kentlere göç ile oraları aşırı kalabalıklaştırırlar. “Bugünün çevre sorunları hem gelişmenin yokluğundan, hem de bazı tür ekonomik büyümelerin istek dışı sonuçlarından kaynaklanmaktadır” (DÇKK, 1987: 55). Bununla birlikte, özellikle, dünyanın geri kalmış bölgeleri için bir sorun olan hızlı nüfus artışı, çevre üzerine önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Ancak, yoksulluğun doğrudan çevre sorunları yarattığı şeklindeki görüşe bütünüyle katılmak mümkün değildir. Çünkü, bugün dünyada tartışılan ve önlenmeye çalışılan çevre sorunları (karbondioksit ve sera gazı emisyonu, biyolojik çeşitliliğin azalması, ekolojik dengeye teknolojik müdahaleler gibi) genellikle sanayileşmiş ülkelerden kaynaklanmaktadır.
Özellikle, dış borç krizi yaşayan ülkelerde ve çok yoksul Afrika ülkelerinde, borçların geri ödenme sürecinde kaynakların büyük ölçüde tahrip edildiği, gereğinden fazla kullanıldığı kabul edilmektedir (unhchr.ch, 2001). Ancak, BM raporlarına baktığımızda, dünyanın en zengin %5’lik kısmının toplam tüketiminin, en yoksul %5’lik dilimden 16 kat daha fazla olduğu görülmektedir (UNDP, 1999: 22). Yoksulluğun ve nüfus artışının, insanların doğal kaynakları gereğinden fazla kullanmasına yol açtığını söyleyebiliriz; ancak, bunun istatistiklerle gösterilmesi oldukça zordur. Buna karşılık, sanayileşmenin ve teknolojinin çevre kirliliğine yol açtığı istatistiklerle kanıtlanabilmektedir. Sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeler, büyük boyutlardaki tüketimleri ile ve yarattıkları kirlilikle, hem kendi ülkelerinin hem de diğer ülkelerin kaynaklarını aşırı ölçüde kullanmakta ve kirletmektedir.
Gelişmiş ülkelerin çevre üzerinde yarattığı baskıya bir örnek olarak CO2 emisyonları gösterilebilir. 1998 dünya CO2 emisyonu 22.7 milyar tondur. Bu toplam içinde OECD ülkeleri 14.7 milyar ton (toplamın %64’ü) ile en büyük paya sahiptir. OECD ülkeleri ortalama 0.52 milyar ton karbon emisyonunda bulunmaktadır (oecd.org, 2001). Çizelge 42’de küresel çevre yönelimlerini büyük ölçüde şekillendiren sekiz ülkenin (Environment 8-E8) kişi başına CO2 emisyon oranları verilmiştir.
Çizelge 42. E8 Ülkelerinin Karbondioksit Emisyonu, 1997
Ülke
|
Dünyanın Toplam Karbondioksit Emisyonuna Oranı (%)
|
Kişi Başına Düşen Emisyon
|
ABD
|
22.6
|
20.1
|
Rusya
|
5.9
|
9.7
|
Japonya
|
4.8
|
9.2
|
Almanya
|
3.4
|
10.2
|
Çin
|
13.9
|
2.7
|
Hindistan
|
4.2
|
1.1
|
Endonezya
|
1.0
|
1.2
|
Brezilya
|
1.2
|
1.8
|
Kaynak: UNDP, Human Development Report 2001, United Nations Development Programme, s.200-203.
Karbondioksit emisyonu oranı sanayi yatırımları ve yoğun enerji kullanımıyla yakından ilgilidir. Bu nedenle, dünya toplamı içinde en yüksek karbondioksit emisyonuna sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması beklenen bir olaydır. Kişi başına düşen karbondioksit emisyonu en yüksek olan ülke %20.1 ile ABD’dir. Aynı göstergede yüksek paya sahip diğer ülkeler %10.2 ile Almanya, %9.7 ile Rusya ve %9.2 ile Japonya’dır (Çizelge 42).
Çizelge 43. Farklı Gelişmişlik Düzeyine Sahip Ülkelerin Karbon Emisyonundaki Payı, 1997
Ülkeler
|
Dünyanın Karbon Emisyonundaki Payı (%)
|
Kişi Başına Emisyon
|
Gelişmekte Olan Ülkeler
|
35.5
|
1.9
|
En Az Gelişmiş Ülkeler
|
0.4
|
0.2
|
Yüksek Gelirli Ülkeler
|
45.0
|
12.7
|
Orta Gelirli Ülkeler
|
37.6
|
3.5
|
Düşük Gelirli Ülkeler
|
9.1
|
1.0
|
Kaynak: UNDP, Human Development Report 2001, United Nations Development Programme, s.200-203.
Çevre kirliliğine ve iklim değişikliğine yol açan karbondioksit emisyonunun daha çok yüksek gelir grubu tarafından yaratıldığı, Çizelge 43'de gösterilmektedir. Yoksul ülkelerin bu süreçteki payı % 9.1 gibi çok küçük bir oran iken, yüksek gelirli ülkelerin karbon emisyonundaki payının %45 olduğunu görmekteyiz (Çizelge 43).
Çevre sorunlarının giderilmesi bakımından öncelikli iki sektör enerji ve ulaştırmadır. Bu iki sektör sürdürülebilir kalkınma hedefinin temel taşları arasındadır. Enerjiden daha verimli bir şekilde yararlanılması, fosil yakıtlarının verimli bir şekilde kullanılması ve gelişmekte olan ülkelerin petrol ithalatı için harcadıkları milyarlarca doları eğitim, sağlık gibi sosyal gereksinimlere aktarması gerekmektedir. Ulaşım için yapılan yatırımın ise, en az maliyeti içerecek ve çevreye zarar vermeyecek şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Ancak, ne yazık ki, Dünya Bankası’nın bu alanlardaki desteği ne ekonomik ne de çevre koruma amaçları ile bağdaşmamaktadır (French, 1994: 197).
Sürdürülebilir kalkınma kavramı global düzeyde bir gelişimi ifade etmektedir. Dünya ekonomisindeki büyümenin önemli bir göstergesi olan kişi başına gelir düzeyindeki artışın daha adil bir biçimde gerçekleşmesi, bunun yanında, sosyal olanaklardan yararlanabilen insan sayısının yükselmesi, global ekonomik kalkınmayı sürdürülebilir hale getirebilecek önlemlerdendir. Bu bağlamda, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma düzeylerinde belli bir iyileşme sağlanmasının, dünya ekonomisi açısından önemi büyüktür. Söz konusu ülkelerdeki yoksul sayısının azalması, finans kaynaklarına erişimin kolaylaştırılması, bilgi edinme ve teknolojik yenilikleri kullanabilme olanaklarının artırılması, dış pazarlarda yer edinme ve itibar kazanma şansı yaratılması uluslararası canlanmayı sağlayacaktır.
Sürdürülebilir insani kalkınma, doğal kaynakların ve insan sermayesinin korunması ve yenilenmesi stratejisidir. Bu yaklaşımdaki amaç, dünyanın verimli kaynaklarının ekolojik dengeyi bozmadan ve gelecek kuşakların yaşamını tehlikeye atmadan kullanılmasıdır. Bu süreçte bir diğer amaç, insanların daha iyi bir yaşam sürdürebilmeleri ve iyi yaşama erişebilen insan sayısının artırılabilmesidir. Burada dikkat edilmesi gereken miktar, bugün sahip olduğumuz iyi yaşam koşullarının benzerini gelecek nesillere de aktarabilmemizdir. Gelecekteki yaşam koşullarının iyileştirilmesi için, bugünkü kuşakların sağlık, eğitim, beslenme imkanlarının genişletilmesi, gelirin adil dağılımı ile yoksulluğun önüne geçilmesi gerekmektedir. Böylelikle, insanların kaliteli yaşam olanaklarının artırılması, başka bir deyişle sosyal sürdürülebilirlik sağlanacaktır. Bu eylem, sürdürülebilir insani kalkınma yaklaşımı ile örtüşmektedir. Çünkü, sürdürülebilir insani kalkınma görüşünün merkezinde insan yer almaktadır.
Sürdürülebilirlik kavramının içinde ekolojik ve sosyal devamlılık vardır. Ekolojik sürdürülebilirlik adını verdiğimiz kalkınmanın temelinde, gelecek nesillerin iyi yaşamını sağlamak üzere, insan yaşamı için gerekli olan doğal kaynakların korunması düşüncesi yer almaktadır. Ekonomik büyümenin çevre kaynakları üzerinde yarattığı baskı, çevreye zarar riskini beraberinde getirmektedir. Politika yapımcıları ancak, sürdürülebilir kalkınma modelini uyguladıklarında, büyüyen ekonomilerin kendi ekolojik kökenlerine sıkıca bağlı kalmasını ve böylece büyümenin sürekliliğini sağlayabilirler. Bu durumda, sürdürülebilir kalkınma kavramının içinde çevrenin koruması yer almış olur (DÇKK, 1987: 69).
Sürdürülebilir insani kalkınma görüşüne göre, ekonomik büyüme ile çevrenin korunması arasında bir çelişki olmaması gerekmektedir. Ancak, bunun gerçekleşmesi, doğru ve etkili politikalar uygulanmasına bağlıdır. Ekonomik büyüme, yoksulluğu ortadan kaldırıp, insanların seçeneklerini artırdığı sürece, insanların doğal kaynaklar ve çevre üzerindeki baskısı azaltılabilecektir. Bu çerçevede, ekonomik büyümenin dağılımı ve tüketim yoğunluğu önem kazanmaktadır. Çevre ve kalkınma sorunları birbirine bağlı ve karşılıklı etkileşim halinde olan sorunlardır. Rio Deklarasyonu bu görüşün çerçevesini belirgin bir şekilde çizmiştir. Kalkınma insanların beslenme, barınma, sağlık ve eğitim gibi gereksinimlerinin nitelik ve nicelik olarak daha iyi bir şekilde karşılanması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, çevrenin zarar görmesi ve biyolojik çeşitliliğin azalması söz konusu gereksinimlerin karşılanmasını güçleştirmektedir.
Doğanın ve insanlığın geleceği açısından birçok farklı sorunu yaratabilecek ve dolayısıyla çözümleri konusunda yardımcı olabilecek birçok ülkeden söz edebiliriz. Bu bağlamda, küresel çevre yönelimlerinin sadece birkaç ülkenin egemenliği altında olduğunu söylemek mümkündür. Çizelge 44’de, E8 ülkeleri ile ilgili sürdürülebilir kalkınma kapsamında ele alınabilecek bazı göstergeler belirtilmiştir. E8 ülkeleri dünya nüfusunun %56’sını, ekonomik ürünün %59’unu, karbondioksit emisyonunun %58’ini ve ormanların %53’ünü oluşturan dördü sanayileşmiş, dördü gelişmekte olan sekiz ülkedir.
Çizelge 44. E8 Ülkeleri İle İlgili Temel Çevre Göstergeleri
Ülke
|
Dünya Nüfusuna Oranı
1994
|
Gayrı Safi Dünya Hasılasına Oranı
1994
|
Dünya Karbon Emisyonlarına Oranı
1995
|
Dünya Ormanlık Alanlarına Oranı
1990
|
Dünya Çiçekli Bitki Türlerine Oranı
1990
|
ABD
|
5
|
26
|
23
|
6
|
8
|
Rusya
|
3
|
2
|
7
|
21
|
9
|
Japonya
|
2
|
17
|
5
|
0.7
|
2
|
Almanya
|
1
|
8
|
4
|
0.3
|
1
|
Çin
|
21
|
2
|
13
|
4
|
12
|
Hindistan
|
17
|
1
|
4
|
2
|
6
|
Endonezya
|
4
|
0.7
|
1
|
3
|
8
|
Brezilya
|
3
|
2
|
1
|
16
|
22
|
E8 Toplamı
|
56
|
59
|
58
|
53
|
-
|
Kaynak: Christopher Flavin, 1997, “Rio’nun Mirası”, Dünyanın Durumu 1997, WorldWatch Enstitüsü Raporu, TEMA Vakfı Yayınları No: 19, İstanbul, s.19-44.
E8 toplamı, dünyanın sürdürülebilir kalkınma boyutunda gerçekleştireceği olumlu ya da olumsuz performansın belirleyicileri olacaklardır. Çizelge 44’de görüldüğü gibi söz konusu sekiz ülke arasında, dünya nüfusu içinde en yüksek paya sahip ülke Çin (%21), en zengin ülke ABD (%26), en büyük karbon emisyonuna sahip ülke yine ABD (%23), orman alanı en fazla olan ülke Rusya (%21) ve biyolojik çeşitliliği en yüksek ülke Brezilya (%22)’dır. Sürdürülebilir kalkınma kapsamında yaratılmak istenen iyileşmeyi geriletebilecek paya sahip bu ülkeler, özellikle, önlem alması gerekli birincil ülkeler konumundadırlar. Çünkü, bu ülkeler dünya nüfusunun önemli bir oranına sahiptir ve bu topluluğun tüketiminin kontrol altına alınması gereklidir. Aynı şekilde, bu ülkeler sahip oldukları kaynaklarla, dünyanın iklim değişiklikleri ve biyolojik çeşitliliği üzerine etkide bulunma olanağına sahiptir.
Dünya Ekonomik Forumunun 2001 yılı toplantısında, 2001 Sürdürülebilir Çevre Endeksine yönelik ülke sıralamaları açıklanmıştır. Yale ve Columbia Üniversitelerinin işbirliği ile hesaplanan Sürdürülebilir Çevre Endeksi 122 ülkeyi kapsamaktadır. Endeks beş bileşen ve yirmi iki gösterge kullanılarak hesaplanmıştır. Sürdürülebilir Çevre Endeksi içinde yer alan ve beş ayrı alanı temsil eden bileşenler şunlardır (ESI, 2001: 9):
-
Çevre ile ilgili sistemler: hava, toprak, ekonomik sistemler ve su gibi etkenler,
-
Bu çevre sistemleri üzerindeki baskılar: kirlilik ve kullanım,
-
Çevresel tehditlere maruz kalma ve besin kaynaklarının azalması sonucunda, insanların çevresel değişimlere karşı kırılganlığı,
-
Çevresel zorlukların üstesinden gelmek için sosyal ve kurumsal kapasiteler,
-
Atmosfer gibi uluslararası çevre kaynaklarını korumaya yönelik kollektif çalışmaların işbirliği yoluyla küresel işbirliği taleplerini karşılama yeteneği.
Bu göstergelere bakarak, yüksek endeks değerine ulaşan ülkelerin, ekolojik dengenin korunması ve insanların iyi yaşam düzeyine erişebilmeleri konularına duyarlı çalışmalar içinde oldukları söylenebilir.
ESI sıralamasında en yüksek değer Finlandiya’nın (80.5), en düşük değer ise Haiti (24.7)’nindir. Türkiye’nin ESI değeri 46.3’tür ve bu değer Finlandiya’nın yaklaşık yarısı kadardır. Göstergelerden yola çıkarak bu rakamı değerlendirdiğimizde, Türkiye’nin çevre sorunlarını giderme ve sürdürülebilir kalkınma düzeyine erişme yolunda oldukça yetersiz bir çaba içinde olduğunu söylemek mümkündür.
Dostları ilə paylaş: |