İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə25/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   40


"... Burada 200 kadar genç var. Ulan şu Mustafa Ekmekçi Abimizi bi görsek diyorlar. Ne gerçekçi çocuk diyorlar. Abi, bir tane güzel bir kartpostal gönder, kendi resmini de yolla. Şuraya berber dükkânına asalım, camlıyalım. Ha, şunu da bilmiyorsundur, 1969'da burada Alakir Barajı'nın ortağı Sayın Demirel buraya geldiğinde ona yuh çeken geçlerden biri de benim. Bizim değil burada, bütün Türkiye'de hapishanelerde bir tek adamımız yok. Ama, gerçeği yaratan şu adamlar hapishanelerde yatıyorlar. Benim ellerimde ufacık bir şey olsa yatırmam. Yılmaz Güney, bu adam gerçeğin ta kendisi. Başka filmlere gitmemeye yeminliyiz. Bir de Âşık Mahzunî var, bundan başka da Âşık İhsanî. Bunlardan başka plak dinlemeyiz. Af çıkacak diye bekliyoruz ama çıkmadı. Köyün arasında, dağlarda boşa mı bağırdık Ecevit'e sesimiz çıkmasıya kadar.

Baraj yolsuzlukları yapanlar içerde yatmıyor da, bu adamlar niye içerde yatıyorlar? Böyle uygulamalar çağdışıdır..."

(14 Nisan 1974)

17 NİSANLAR AŞILIRKEN...


Köy Enstitülerinin kuruluşunun 34'üncü yılı bu gün. O günleri ben de biliyorum. İlkokuldan bazı arkadaşlarımız bir ara köyden, ilçeden gittiler, sonra onları bir biçim boz urbalar içinde dönmüş gördük. Okulda yoksullara da bu giysilerden vermişlerdi. Hocalar köyünden Hatip Çavuş da gitti. O kısa süre sonra, "eğitmen" olarak geldi köyüne. Saz da çalardı Hatip Çavuş.

Sonra sonra Konya'da kızlı - erkekli enstitülü öğrencileri görür imrenirdim. Bozkır yanığı kızlar, delikanlılar öbek öbek gezerler, disiplinli bir eğitim gördüklerini belli ederlerdi.

Tonguç'u o zaman tanımazdım, nereden tanıyacağım. Hasan Âli Yücel Millî Eğitim Bakanı olarak o sıralar, Konya Lisesi'ne de gelmiş dersler dinlemişti. Lise son sınıflardan birinde, -galiba bunu herkes sorardı- öğrencilerden bazılarına sormuştu:

- Ne olmak istiyorsun?

- Veteriner olmak istiyorum efendim.

- Sen, ne olacaksın?

- Ben veteriner olmayacağım efendim, baytar olacağım...

Bakan gittikten sonra, olay kısa zamanda yayılmıştı. Anlatıp, anlatıp gülüyorduk.

Hasan Âli Yücel, kesin bilmiyorum ama, belki de Konya'nın İvriz Köy Enstitüsü'nden dönmüş, ya da oraya gitmişti. Umutlar, klasik okullarda değil, enstitülerdeydi.

Köy Enstitüleri kapatıldıktan sonra işin farkına vardım. Enstitülerin önce adlarını değiştirmişler, sonra ilkelerini. Çok eskilerde bir yazımda, "Tevfik ileri, Yassıada'da eski DP'li olduğundan değil, enstitüleri, kapattığından dolayı yargılanmalı" diye yazmıştım.

Karalamalar, koşullanmış kafaların tutumları yüzünden, Köy Enstitüleri -ilerde daha gür gelişmeleri muştulamak üzere- tarihin sayfalarına karışmıştı. İlk öğretmen kıyımları Tonguç'la, Halil Aytekin'lerle başlar. Daha öncesi var. 1946'larda Behice Boran'a da uzanır. ileri düşüncelere katılamayan düz akıllı, tutucu çevrelerin tek silâhıdır kıyım.

Kapanmıştır, kapatılmıştır ama, bu kapanış, kapatılış o denli yankı yapmıştır ki, kapatan kapattığına, kapatacağına bin pişman olmuştur. TİP de öyle olmuştur. Kapatılmıştır ama -daha bilmiyor çok kimse- bilinçlenme alabildiğine genişlemiş, yayılmıştır. Geçirdiğimiz günler, bunun örnekleriyle dolu değil midir?

Tonguç'la sonradan arkadaş olduk biz daha doğrusu, o beni arkadaş yerine koydu. Gönülsüz, kibirsizdi. Çalıştığım gazete bürosuna gelir oturur, çalışmamı seyrederdi:

- Sen çalış, işine bak. Ben biraz oturup gideceğim.

İşlerimi bitirmişsem, kendisine arkadaşlık etmemi ister bazan:

- Hadi, seninle bir hastaneye kadar gidelim. Orada yatan bir öğrencim var. Hem sen de tanı istiyorum, derdi.

Giderdik.

1960'lardan sonraydı. Kendisini kıyanlar, Yassıada'ya gönderilmişlerdi. Köy Enstitüleri'ni kapatanlar...

- Bak, demişti biri, edenler buldular. Tevfik İleri de gitti Yassıada'ya...

Hiç oralı bile değildi. Elini salladı...

Gitseler ne olacak, kalsalar ne olacak...

*

17 Nisan toplantılarının adını "Anma Toplantısı" koyuyorlar. Yaşayanların anılması gerekli değildir ki. Onlar duyururlar kendilerini her yerde. İşçilerde duyururlar, köylüler de duyururlar, gençler de, çocuklar da duyururlar varlıklarını. Yaşadıklarını, ölmediklerini. Köylülerin uyanmasını, bilinçlenmesini isteyen Tonguç'un hiç bir köyde anıtı yok daha. Ne anıtı, çok ölülerin mezarları bile olmaz. Ama, yaşarlar... Çocuk adlarında yeniden gelirler dünyamıza.



Yeni iktidarın köykentler tasarısında, ilk Köy Enstitüleri'nin o köy kalkınmasının izleri yok mudur?

Yasaklarla bilinçlendi bizim toplulumuz.

Yıllar yıllar geçti aradan...

Dün bir imam geldi Yeniortam Bürosuna. Asılacak adam, kendisine dinî telkinde bulunacak kişiden emin değilse, kabul etmeyebilirmiş onu. Ya dinî telkinde bulunacak olan bir üçkâğıtçı ise? Olmadık şeyleri yapıp, cezalar görülmüşse, yine de mi kabul edilecek? İnsan, bilmese de sezer çok şeyleri. Böyle anlattı imam...

Son şiirini okudum Ergin Günce'nin "Yeni A" da. İki dizesini yazacağım:

"Yargıç zaman kazanmak için tarihten

Durmadan satırbaşı yaptırıyor."

*

Arkadaşım Binali Seferoğlu, Muş'tan, Bulanık'tan yazmış mektubunu.



"Bu satırları çok uzaklardan yazıyorum. Süphan Dağı'nın eteğinden. Süphan Dağı bir gelin duvağı gibi göklere doğru uzanmış. Delecek havayı, sonsuza ulaşacak gibi. Ne ki doruğunu kara dumanlar kaplamış, görmek olası değil. Çevre tüm kar ve aklık uzanıp gidiyor. Kara dumanlarla kesiliyor bir yerde.

Aklığı kesen kara bulutlara baktıkça hep sizi ansıyorum. Genç bir kızın titizliğiyle, oya işlercesine ince ince ve de özele dokuyorsunuz sosyal bakışı. İşliyordunuz, ne ki bilinmeyen eller bir yerde bunu kesiyor, aklığın üzerine sürüyorlardı karalarını. Süphan'ın doruğunu saran kara bulutlar gibi.

Süphan'ı bilmeyenler için bu kara bulutlar belki umutsuzluk kaynağı olabilir. Ancak hiç de sonsuza dek sürmüyor o kara bulutlar. Tüm doğayı hopur hopur oynatan, dere şırıltısını, kuşların cıvıltısını, tüm canlılara yaşama tutkusu aşılayan seher yelinin kaynağı olan güneş Süphan'ın tepesinden bir gün kesinlikle doğacak, doruğu saran kara bulutlar yitip gidecek, bir daha gelmemecesine..."

Seferoğlu, Bulanık'a geçiyor sonra. Orada olup bitenlere:

"Bulanık'ta ise gerçekten hiç bir değişiklik yok. Öğrencisine sarkıntılık eden okul müdürü yine Atatürkçülükten, lâiklikten dem vuruyor. Halka yukarıdan bakanlar, "başıbozuk" diye niteleyip hor görenler, devlet olanaklarını kendi kişisel çıkarları için kullananlar, başını sallayıp maaşını alanlar, güncel çıkarları bozulmasın diye bürokrasiye yağ yakan kasaba politikacıları yerli yerinde, demirbaş gibi duruyorlar.

Duruyorlar, ne ki bu sıra başları da dertte. Çünkü halk onların mavallarını artık yutmuyor ve kendilerini çok gerilerde bırakmış...

Akşamları kendi aralarında oturuyor, zamlar üzerine "ahkâm" kesip duruyorlar... Zamları şişirenler kasaba burjuvazisi ve onlarla bütünleşen bürokrasidir.

Anam her akşam "OImuyor ki bir gece de eski kasavetle yatalım" derdi. Kederler, kambur üstüne kambur gibi yığılıp dururdu. Sanırım hep öyle gideceğe benzemiyor. Halk uyanıyor... Anama okuyorum yazılarını: "Bu herif beni âleme rüsva etti, ama yazdıkları da doğru" diyerek övünüyor seni. Sanırım "karacahil" bu anaların övgüsü, mürekkep yalamışların yergisinden yeğdir..."

Bugün 17 Nisan. Ve...

Yargıç, zaman kazanmak için tarihten

Durmadan satırbaşı yaptırıyor...

(17 Nisan 1974)


İŞÇİ SINIFI NASIL UYANIYOR?


En çok ne zaman sıtkım sıyrılmıştı, işkillenmiştim biliyor musunuz? İzmir Sıkıyönetim Komutanı Cemal Süer, emekli olduktan sonra bilmem ne kadar aylıkla, bilmem ne mağazalarının bilmem ne şubesine müdür olduğu zaman. Karşısında metrelerce uzak durulabilen adam, emekli olduktan sonra, başkalarının karşısında özellikle sermayenin karşısında, ayakta durmamalıydı, derdim kendi kendime. Sonradan bunun örnekleri arttı. Memduh Tağmaç, bankacılığa merak sardı filân. Soluğumu tutarak izledim çok şeyleri.

Sermayenin ve sermayeye kendini kaptırmış bürokrasinin zararını en çok işçiler, DİSK'e bağlı işçiler çekmişlerdi. 12 Mart sonrasında toplu sözleşmeler nasıl yapılmıştı bir düşünür müsünüz?

Daha önceleri, 15-16 Haziran olayları sırasında, Sıkıyönetim Adlî Müşaviri olan Kurmay Albay Orhan Ok, emekli olduktan sonra, o sıralar, açık açık baskı yaptığı bir lâstik fabrikasına müdür oldu. İyi mi? Lâstik fabrikasını bir vakitler işgal etmiş işçilere, açıkça zılgıt geçmişti:

- Fabrikanın yakınına ayak basarsanız, ayaklarınızı kırarım...

İşçiler, aylarca hattâ yıllarca süründüler. İşsiz kaldılar, kırıldılar bu doğru. Ama Orhan Ok'un emekliliğinden sonra, lâstik fabrikasına geldiğini öğrenince daha bir uyandılar. Herhalde içlerinden, "vay canına, demek böyleyken böyle oluyormuş" demişlerdi.

Fabrika, kasıklara kadar çıkan lâstik çizmeler yapmıştı, balık avcıları için. -öyle kadınlarda görülen cinsinden değil, daha biraz kabası- söylentilere göre elde kaldı bu kasık çizmeler. Nereye satıldı sonunda biliyor musunuz? Silâhlı Kuvvetlere, ordunun komando birliklerine...

Bir başka adlî müşavir yardımcısı, emekli olduktan sonra demir-döküm fabrikalarından birine personel şefi oldu, oradan bir ilâç fabrikasına transfer etti.

Bunları neden anlatıyorum: Türkiye şöyle ya da böyle dönemler geçirmiştir. Bu dönemlerde görev almış olanlar, emekli olduktan sonra, nerelere geçmişlerse, bunlar bir anlam taşımakta. Gözleri daha çok açmaktadır.

*

İşçiler uyanmasın diye neler de yapılmaktadır. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığının "İşçilerimiz Nasıl Kandırılıyor?" adlı broşüründen, çok önceleri "Ankara Notları"nda söz etmiştim. Yeni Ortam okurları bunu ansıyacaklardır.



Ben işçileri uyutma uygulamaları arasında bir başkasının, fabrikalarda komando eğitiminin ne derece yaygınlaştığına değinmek istiyorum. Tarafsız olması gereken sıkıyönetim broşürlerinde, bunlara da yer verilseydi, belki yararlı bir iş yapılmış olurdu.

Gerçekte, Türkiye'de toplu sözleşme, grev yasaları çıkar çıkmaz, bu yasaları en iyi kullanarak günlüklerini kazanmak yolunu tutan sendika ağaları türemişti. Bir çok sendikacı -özellikle AP'ye sırtını dayayarak- yasaya sahip çıkmış göründü. Toplu pazarlıklar başlamıştı. Bu toplu paarlıklar işçiyi kurtarıcı değil ama o toplu pazarlıkları yöneten sendikacılara, kontenjandan -özellikle AP'den- Parlamento'ya girme yollarını da açıyordu. Bunların örneklerini Ankara yakınlarındaki sendikalardan vermek mümkündü. Fakat, bu oyunlar fazla sürmedi. Ortaya, sosyal demokrat sendikalar vs. de çıktı. Bu halde, gerileyenler, çekilenler, bıraktıkları yerlerde "Komando örgütleri" kurarak çekiliyorlardı. Sendika bu kez AP'lilerin elinden çıkıyor. MHP'li militanların eline geçiyordu. Bu sendikalar, sendika çatısı altında çeşitli spor dalları kurmaktaydılar. Buralarda yeni militanlar yetiştiriliyordu. Bu spor antrenmanlarına gelmek isteyenler, fabrikalar yöneticilerince izinli gösterilirler, kayıp saatler fabrika kasasından ödenirdi. Buralarda öyle örneklere rastlanır ki, okur-yazar olmayanlardan posta başları bile çıkar. Yeter ki, militan olsun.

30 Mart 1974 günü, bu fabrikalardan birinde işçilerden 20'şer lira toplanarak bir gece düzenlenmiş, burada CHP'li olan işçilere "komünistler" diye bağrılmış, olaylar çıkarılmıştır.

Sıkıyönetim savcılarının okudukları iddianamelerde ağırlığı olduğu söylenen -takma adı Kurt Karaca olan- doçentin, düzmece seminerlerde, konuşturulduğu bilinmektedir. Kurt Karaca'nın savunduğu görüş, "toplumcu-milliyetçi" görüşmüş...

Bütün bunlar, Ecevit Hükümetine de, Çalışma Bakanı'na da bir bir yansıtılmış olmalı aslında. İşçi sınıfı uyanmasın diye neler yapılıyor anlasınlar diye...

(18 Nisan 1974)


ÇOCUKLAR İÇİN...
12 Mart sonrasında, çok kimse karamsarlığa kapılmamış mıydı? Demokrasiye dönüşten umudunu kesmemiş miydi? Genç - yaşlı kadın, - erkek, işçi- köylü, aydın içerlere doldurulmuş, "Ne olacak?" diye bekleştiği sıralar.

İçerde yatmış olanlar, yatanlar -yer yer- daha da karamsardılar. Tutukevinin üstünden bir uçak uçsa, yatağının üstünde doğrulur kişi, "Ne oluyor? Ne uçağı bu?" diye.

Dışardakiler -hele bilgiç olanlar- öğütler verirlerdi:

- Ne yapıp, edip emekli olmağa bakın. Hapis cezasına çarptırılacaksınız nasıl olsa. Kesin umudunuzu üniversitelerinize, kürsülerinize, okullarınıza dönmekten.

- Yaaa...

- Bence öyle.

- Fakat bir suçumuz yok ki. Bir dönem bu. Türkiye'nin koşullarında, Türk halkının yapısında, daha uzun sürdürülemez. Dışardakiler, demokrasiden yana olanlar ağırlık koymaya çalışsanız, uyarsanız...

Dönemin ne kadar süreceği üstüne, içerde ne çok tartışmalar oluyordur. Kimi, "Asarlar bizi, hepimizi göreceksiniz bakın..." diyordu. Soğukkanlı olanlar, beklemeyi öneriyorlardı.

Yavaş, yavaş belki fakat demokrasi için verilen savaş etkisini gösterdi. 19 Ekim, haydi arkasından 9 Aralık seçimleri...

Dönemin tamı tamına ne kadar süreceğini kestirebilenleri de biliyorum. Belki, dışarı çıktıklarında -izinlerini alarak- düşüncelerini de yazarım. Şimdi değil...

*

Öğretmen, tarih dersinde Hamurabi Yasalarını anlatıyordu çocuklara. Öğrenciler, dikkatle dinliyorlardı. "Nasıl yasalarmış, bunlar?" derecesine gözlerini açmışlardı. Anladı öğretmenleri bakışlarından:



- Fakat çocuklar, çağımız artık Hamurabi çağı değil. Şimdi insanlar daha uygar yasalarla yönetiliyorlar. Artık, suç işlediler diye, insanların dilleri koparılmıyor, elleri bileklerinden kesilmiyor...

Bir öğrenci mırıldandı oturduğu yerde:

- Fakat öğretmenim, daha dün üç genç asılmadı mı?

Öğretmen, mırıltıyı duymamış gibi, derse devam etti...

*

Emekli öğretmen Fikret Madaralı'nın Cumhuriyetin ellinci yılı onuruna başlattığı ve her yıl 17 nisan'da yinelenecek "roman" ödülünü Yaşar kemal aldı bu yıl. ödül verme töreninde TGS Genel Başkanı Semih Balcıoğlu'nu, Fakir Baykurt'u, Fikret Madara'lıyı, Yaşar Kemal'i, Rauf Mutluay'ı dinledim. Töreni Ankara'dan gelen Erdoğan Tokatlı, İstanbul'da oturan Mehmet Başaran, Vedat Günyol, Ümit Kaftancıoğlu orada tanıdığım pek çok Yeniortam okuru da izlediler.



Çocuk gibi heyecanlıydı Yaşar Kemal. Çocukları anlattı bir ara. Basınköy'ün çocukları ile "Uçurtmacılar Kulübü" bile kurmuş. Bugün yarın başlayacaklarmış, uçurtma uçurtmaya...

Daha ödül dağıtma törenine kaç dakika var. Balcıoğlu, kulağıma eğildi.

- Törende Madaralı, diplomayı Yaşar Kemal'e, on bin liralık çeki de eşi Matilda'ya vermeli...

*

Can Yücel, en başarılamayacak işleri çocuklarla yapabileceğini kurardı.



- Yürüyüş mü çocuklar yürümeli. Dizilmeli köprünün iki yakasına, halka karşı olanları tükrük yağmuruna tutmalı.

Anayasaya aykırı faşist yasaları da çocuklar kaldıracak göreceksiniz. Sizin çocuklarınız...

Yarın onların bayramı...

(22 Nisan 1974)

KOMONİZİM!
Kürsüdeki, kara gözlüklü konuşmacı, makine gibi okuyordu kâğıttakileri:

- 141, 142'ye faşist kanun hiç denemez. Bunlara faşist diyenler komonistlerdir. Komonistlerle mutabık olmayan herkes faşisttir...

Böyle gidiyordu konuşma. Arada bir âyet okuduğu da oluyordu. Sözcüğü bazan "Komonizm", bazan "Komanizm" bazan da "Kamınizim" diye okuyordu, AP'li sözcü...

Kara gözlüklerinin ardındakini okumaya çalışıyordum. Konuşma, Süleyman Bey'in Mecliste yaptığı konuşmaya çok benziyordu. Bir öfkeyi, bir hıncı boşaltmak istercesine sözcüklerin vurgularına bastırıyordu:

- Komonistler fikir sahtekârlarıdır...

Bu adam, senatör olmasaydı ne işi yapardı diye sormak geçiyor aklımdan...

Af önerisi görüşülüyor Senatoda. AP'nin ve yandaşlarının amacı, CHP-MSP ortaklığının temellerindeki tuğlalardan bir kaçını söküp çıkarmak, güdük çıkarmak affı yani. Ondan sonra kürsüye geçip sırıta sırıta seyretmek...

- Aaa, bak bozuldu koalisyon gördünüz mü?

Sonrasını düşünmemişlerdir bir an. Hükûmet bunalımları olacakmış, olsun... Biz, elde kalanların dümenlerini kurtarırız ya, sen ona bak...

Süleyman Bey, gerçekten bir hükûmet bunalımını göze alabilir mi? 12 Mart'ta kararan gözü, hâlâ bir şey görmemekte midir? Yoksa, seçim sonrasında uğradığı yenilgiyi onaracak, yeni girişimleri için bahane, zaman kazanma mı bu gördüklerimiz? Celâl Bayar'ın ne yapacağını, o değil de yan gözle gözetleyen Süleyman Bey, pusuya yattı da, sağa sola saldırtacaklarını ortaya salıp kopacak gürültüyle dikkatleri başka yönlere mi çekmek istiyor? Hükümeti şimdi düşüremeseler bile, yıpratabildikleri kadar yıpratıp dokunsan düşecek duruma getirmek de bir şey hani.

Cumhurbaşkanı Korutürk niye öyle konuştu 23 Nisan'da? Beğenilmeyen liderler diyerekten. Ecevit'i de beğenmeyen çok değerli vatan evlâtları var, ben de onları kontenjandan getirmek istiyorum demeye mi getiriyor? Parti liderlerini böylesine eleştirmeye hakkı yok. Sayın Korutürk'ün Ali İhsan Göğüş'ü, Kemal Satır'ı, Faik Türün'ü, Nihat Erim'i kontenjandan senatoya sokmak istiyorsa sokabilir -ona da keyfi istedi diye yapamaz ya- fakat, af önerisini Senatoda, Komisyonda istediğimiz gibi değiştiren, ey partililer, grup kararlarına aykırı oy kullanın gibisine yeşil ışık yakamaz. Tarafsızlığına aykırı düşer bu. Bir gazeteci olarak, Sayın Korutürk'e seçildiğinden beri bu sütunlarda tanıdığım şansın, böylesine kendine kıyarcasına harcanmasına ne kadar üzüldüm anlatamam. Bir Cumhurbaşkanı olarak kamuoyundan şimdiye kadar topladığı puanları harcamağa ne hakkı var? Yok mu kimse Cumhurbaşkanının çevresinde? Çevresindekiler aylıklarından, yolluklarından başka şey düşünmezler mi? Uyarmak görevleri değil mi Cumhurbaşkanını, böyle günlerde?

Kürsüde konuşuyordu, AP'li sözcü. 141. maddeyi orağa, 142 maddeyi çekice benzetiyordu. Bu maddelerin Ceza Yasası'ndan çıkmasını istemek doğru değildi. Bunlar, değiştirile değiştirile artık ulusallaşmış maddeler olmuşlardı. Ceza Yasası'nın süsüydüler gibi, ilkokul öğrencilerinin bile düşmeyecekleri bayağı benzetmelere düşüyordu sözcü. Öyle diyordu:

- Komonizim, komonistler... Komanizim, kaminizim...

Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay'ın Kızılay'daki Güven Anıtı önünden "Türk âleminin en büyük düşmanı komünistliktir. görüldüğü yerde ezilmeli" levhasını kaldırtması, AP eğilimlilerinin karşı çıkmalarına yol açtı. Senato'da Senato araştırması istendi. Bir milletvekili yazılı soru önergesi verdi. Anneler Derneği o da -o da AP'li- Cumhurbaşkanı Korutürk'e baş vurdu.

Atatürk, böyle bir sözü söylemiş miydi? Söylemişse nerede, ne zaman söylemişti? Prof. Afet İnan'ın bana söylediğine göre, Atatürk'ün konuşmalarında, yayınlanmış demeçlerinde böyle bir şey yok. İddialara göre, Atatürk, böyle bir cümleyi bir kitabın yanına yazmış, kitap da Reşit Galip'in kitaplığında bulunmuş. Kitap ortada yok. Bir adam var: Münir Hayri Egeli, "Ben bu yazıyı gördüm, camdan kopyasını çektim" diyor. Yazının aslı nerede? Yok. Niye çekmiş cama acaba. O az çok belli...

Prof. Afet İnan, o sözler için kısaca şöyle dedi:

- Üslûp Atatürk'ün değil. Ancak, varsa öyle bir yazı, yazının aslını görmem gerek. Nereye, nasıl yazıldığını görürsem, Atatürk'ün olup olmadığına tanıklık edebilirim. Bu, kendi zamanında yayınlanmış bir şey değil.

Prof. Afet İnan, kendi yazısının bir süre önce, Atatürk'ün bir arkadaşının oğlu tarafından bir gazeteye, "Atatürk'ündür" diye satıldığını söyleyerek, bu biçim şeylerin olageldiğini, artık kendisinin de şaşmadığını ima etti. Amaç ne? Kullanmak ve çıkar sağlamaktan başka, koşullandırılmış toplumları, insanları oy için sömürmek...

Çetin Altan, sözün Atatürk'e ait olup olmadığını yıllarca araştırdı. İsveç'e bilim adamlarına gönderip inceletti. Çetin Altan, 1965 seçimlerinde adaylığını koyarken yaptığı bir basın toplantısında konuyu ortaya atmış, Münir Hayri Egeli bunun üstüne, "Yazıyı camdan ben çektim" diye karşılık vermişti. Münir Hayri Egeli'nin "Yazıyı camın üstünden ben kopya ettim" dediği söz Cemal Kutay'ın bir zamanlar çıkardığı "Millet" dergisinin kapağında yahut içinde çıkmıştı. Öyleyse bu işin iç yüzünü Münir Hayri Egeli ile Cemal Kutay bilirler, fakat ölmeden açıklarlar mı?

Neyse, sözün başına geleyim: Vedat Dalokay, soru yönelten Parlamenterlere kısaca şu karşılığı verdi:

1-Güven Anıtı dünyanın en güzel anıtlarından biridir. Bittiği zaman, Proje Mimarı C. Holzmeister Atatürk'e yazı için bırakılan yere ne yazılması gerektiğini sorduğunda Atatürk: "Türk, öğün, çalış, güven" demiştir. Bu nedenle anıtın gerçek anlamını ortaya koymaktadır. Bu nedenle bu anıtın yanına konan ve onun anlamını ve biçimini gölgeleyen söz konusu pano kaldırılmıştır.

2-Atatürk'ün o panodaki sözleri 1930 yıllarında söylediği savı - iddiası- var. İsteseydi, onları yazdırırdı anıtın gövdesine.

3-Üstelik, bir dükkân tabelâsı, bir gazino vitrini veya reklâmı gibi bir biçimle Atatürk'ü anımsamak, onun kişilik ve dünya görüşüne ve şanına yakışmıyordu. Bu nedenlerle kaldırılmıştır.

*

Güven Anıtı önünden o uyduruk "pano" kaldırılmıştır ama, Kurtuluş'ta Cemal Gürsel Alanı'nda durmaktadır. Gerçekten de görgüsüz ve bilgisiz bir kalem çizmiş dersiniz panoyu. Faşit bir sözdür. "Görüldüğü yerde ezilmeli..." sözü Atatürk'ün olamazdı böyle bir söz. Olsa olsa bir zamanlar "Muhalefeti karınca gibi ezeriz" gibi sözler söyleyenlerin kafasında birisi uydurmuş olabilirdi.



Cemal Gürsel Alanı'ndaki o uyduruk pano da kaldırılacakmış. Hem de 27 Mayıs günü...

(27 Nisan 1974)

12 MART ÇOCUKLARINA!..
Eylem, koşa koşa geldi:

- Baba, benim bisiklet günüm ne zaman?

Dedesi Eylem'e yaş gününde bisiklet alacağını söylemiş, onun derdinde...

Çocuklar ne çabuk büyüyorlar, yahut bana öyle geliyor. Özlem, Eylem'e öykünüyor, taklit ediyor yani. Eylem, anasının etkisinde eğitiminde büyüdü. Özlem, Emine Hanım'ın... Nerden de öğreniyorlar bunca sözcüğü. Hoşuna gitmeyen bir şey oldu mu, öfkeleniyor Özlem:

- Aptal baba, eşek baba...

- Aaaa, küstüm...

Eylem geliyor araya:

- Desin baba, aldırma...

- Aaaaa...

İzmir'den İhsan Günbulut, ince, anlamlı mektubunda ne demiş bakın:

"Seni kutlarım ağabey. Kendim ödüllenmiş kadar sevindim bu işe. Ödül verenler kendilerini de ödüllendirmiş oldular, 12 Mart gazetecisine vermekle ödülü.

Şimdi sıra Eylem'le Özlem'e verilecek plâkette. Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından verilmeli bu. "12 Mart çocukları plâketi." O devrin çocuklarını onlar simgeliyorlar gerçekten Selâmlar, iyi günler..."

*

Senato'daki af önerisi geçerken, affa karşı çıkanları "101'lerin Ödülü" başlıklı Ankara Notları'nda -bir izlenim biçiminde- anlatmış, bu adların tanınmasını istemiştim. Gazeteler haber olarak yayınlar mı diye bekledim, kimse yayınlamadı. 20'den fazla madde için, değişik oylar kullananlar da oldu. Örneğin Nihat Erim. Öbürlerinde oy kullandığı halde, şimdi yayınlayacağım listede adı yok. Bu liste, 141, 142'den sanık veya hükümlü olanların af kapsamından çıkarılmasını isteyenlerle ilgili. Bence, özlenen demokratik özgürlük ve barış ortamını geciktirenlerdir bunlar. Bu yönden unutulmamaları gerek...



Selâhattin Acar (AP), Erdoğan Adalı (AP), Mehmet Nuri Ademoğlu (AP), Ali Şakir Ağanoğlu (AP), Nurettin Akyurt (CGP), Osman Albayrak (AP), Ali Alkan (AP), Hikmet Aslanoğlu (AP), İbrahim Şevki Atasagun (AP), Mehmet Faik Atayurt (AP), Cevdet Aykan (AP), Yusuf Ziya Ayrım (AP), İbrahim Halil Balkız (AP), Tarık Remzi Baltan (AP), Bekir Sıtkı Baykal (Bağımsız), Beliğ Beler (AP), Musafa Bozoklar (AP), Osman Nuri Canpolat (AP), Abbas Cilara (AP), Ali Celâlettin Coşkun (AP), Bahri Cömert (AP), İhsan Sabri Çağlayangil (AP), Mehmet Çamlıca (AP), Fethi Çelikbaş (Kontenjan), Mustafa Deliveli (AP), Hayri Dener (Kont.) Hüsnü Dikeçligil (DP), İskender Cenap Ege (AP), Hasan Ergeçen (AP), Mehmet Nafiz Egemenli (AP), Raif Eriş (AP), Azmi Erdoğan (AP), Nurettin Ertürk (AP), Hüseyin Avni Göktürk (AP), Mustafa Gülcügil (AP), Turgut Yaşar Gülez (AP), Vahap Güvenç (Kont.), Feyzi Halıcı (AP), Sakip Hatunoğlu (AP), Salim Hazerdağlı (CGP), Ömer Lütfi Hocaoğlu (DP), İsmail İlhan (Bağımsız), Kâmuran İnan (AP), Nâzım İncebeyli (AP), Cemalettin İnkaya (AP), Mehmet İzmen (Kont.), Hüseyin Kalpaklıoğlu (DP), Turhan Kapanlı (AP), Oral Karaosmanoğlu (AP), Musa Kâzım Karaağaçlıoğlu (AP), Adnan Karaküçük (AP), İlyas Karaöz (AP), Ahmet Karayigit (AP), Şeref Kayalar (AP), Mümin Kırlı (AP), Orhan Kör (AP), Yiğit Köker (AP), İbrahim Tevfik Kutlar (AP), İsmail Kutluk (AP), Kasım Küfrevi (AP), Sait Mehmetoğlu (AP), Ferit Melen (CGP), Haldun Menteşoğlu (AP), Necip Mirkelâmoğlu (CGP), Hasan Oral (AP), Sabahattin Orhon (AP), Cahit Ortaç (AP), Sabahattin Özbek (Kont.), Mehmet Şevket Özçetin (AP), Talip Özdolay (AP), Ahmet Özmumcu (AP), Mukadder Öztekin (Bağımsız), Şerafetin Paker (AP), Vefa Poyraz (AP), Refet Rendeci (AP), Osman Salihoğlu (AP), Hilmi Soydan (CGP), Tayfur Sökmen (Kont.), Cevdet Sunay (Tabii üye), Orhan Süersan (AP), Kemal Şenocak (AP), Naim Talu (Kont.), Cemal Tarlan (DP), Gürhan Titrek (AP), Lütfü Tokoğlu (AP, Mehmet Orhan Tuğrul (AP), Ahmet Nusret Tuna (AP), Ruhi Tunakan (AP), Sami Turan (CGP), Mehmet Turanlı (AP), Ali Kemal Turgut (AP), Ömer Ucuzal (AP), Mehmet Varışlı (AP), Safa Yalcuk (Bağımsız), İsmail Yetiş (AP), Alettin Yılmaztürk (AP), Ahmet Demiryüce (AP), Arif Hikmet Yurtsever (DP), Reşat Zaloğlu (AP), Macit Zeren (AP).


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin