İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə27/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   40

... İşte Mustafa Ekmekçi arkadaş, şimdi geçmişi, bugünü ve geleceği dinliyorum...

Hoşçakal.

Ertuğrul Kürkçü - Selimiye, 6 Mayıs 74"

(23 Mayıs 1974)

AÇ KAPIYI BEZİRGANBAŞI...
Bizim evde en çok adı geçen kişilerden biri Vedat Bey'dir. Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay... Çünkü, akşam olup da çocukların yatma saati gelince ışıkları söndüren odur.

- Vedat Bey, ışıklarının daha fazla yanmasını istemiyor. Hadi bakalım yatağa...

- Anne, kim yakıp söndürüyor bu ışıkları?

- Vedat Bey...

Sitenin önündeki -haftada bir gelen- çöp kamyonunu görmeselerdi, Vedat Bey o kadar gözlerinde büyüyecek değildi. Ankara Belediyesi'nin kocaman hortumlu çöp kamyonu, bir hırıltıyla çuuuup... diye çöpleri karnına doldurunca. Eylem'de de Özlem'de de şafak attı.

- Bu kimin?

- Vedat Bey'in... doğru. Çankaya'daki botanik bahçesini gördü Eylem. Hay Allah, o da Vedat Bey'in...

Geçen akşam, Çankaya Sineması'nda Sinematek'le Polonya Elçiliği'nin işbirliği yapıp gösterdikleri, Polonya filminin arasında gördüm Vedat Bey'i. Durumu anlattım, böyle böyle... Heyecanını, hevesini yitirmemiş bizim başkan. Bir aya kadar Ankaralılar, çeşmelerden aka suyu bardağa doldurup içebileceklermiş. Musluklardan akan suyu yani. Musluklardan temiz su akması ne demek Ankara'da Süzgeçleri temizlemişler. Gelgelelim borular o kadar pismiş ki, bir ayda ancak duru su akabilirmiş daha.. Olsun, yin de iyi.

- Bu kent, Anayasaya aykırı kardeşim. İnsan hakları değil, taşıt hakları önce geliyor çünkü.

Böyle dedi, Vedat Dalokay. İlginç plânları var Ankara'yla ilgili.

"Adınlanma" adlı Polonya filmi güzeldi çok. Baş kadın oyuncu da Ankara'daydı, filmin gösterilmesi nedeniyle. Halka göstermezler böyle filmleri. Sosyalist ülkelerden geliyor diye. Beyin yıkayıcı Amerikan filmlerini gösterirler. Daha da uyusunlar diye. Bilmez miyim? Böyle uyuşturucu Amerikan filmleriyle, Amerika'dan asıl afyon satın alan biziz...

"Aydınlanma" filmi, insanın ruhsal çelişkilerini, yaşantısı ile içyapısı arasındaki uyuşmazlıkları koymuş ortaya. O kadar da rahat izleniyor ki. Filmi seyrederken kimse uyumamıştır bahse girerim.

Aydınlanma, filmi seyretmeye gelen Maliye Bakanı Deniz Baykal'ı da etkilemiş, beğenmiş çok Baykal...

Vedat Dalokay'a göre film, "Ankara Notları"na benziyormuş. Daldan dala geçiyormuş.

*

Şiirlerine başka yerde hiç rastlamadım şimdiye kadar Nurten Çelebioğlu'nun. Ben şiirden anlamam ama, severim, okurum hoşuma giden bir şiiri. Nurten Çelebioğlu'nun yolladığı birkaç şiirden "Bahar Ezgisi"nin bir bölümünü yazmak istiyorum:



Belleklerde zorlayan gerçek

Kurşun yarası tazeliğinde


Geleceğe ödüldür yitirdiklerimiz

Ve kanayan günlerin getirdikleri

Bir çağlayan güzelliğinde

Dirilişi sunar yeniden

Yeniden bilenir yüreklerimiz.

...............................

İlkel yargılamalar süregeldiğince

141/142'ler değil sorunlar

Kısır döngünün serüvenidir

Geçmişten geleceğe utancımız

Lekedir/Onursuzluğudur acının
Sürüp gitmeyecek böyle

Yarın ezgilerimiz kelepçesiz

Baharlarımız gerçekten gülecek...

Tutukevlerinde, cezaevlerinde işkenceler durdu artık diyorduk. Fakat küfürler, kaba davranışlar durmadı, kesilmedi daha. Adam gibi davranmasını bilmeyen faşist kafaları devlet kesesinden niye besleriz anlayamam bunu bir türlü. Tutuklulara, hükümlülere sövüp sayan, ona insan gibi davranmayanı, tutup kulağından atarsın devletsen, hükümetsen. Gitsin babasının evinde, karısının önünde yapsın züppeliğini...

Tutuklular yemek yiyecekler, masa yok, sandalye yok. Yataklarının içinde yerse yesin. Af çıkmadı diye, bunca tutuklunun önünde kucaklaşıp bayram etmek nesi?

Şimdi Ecevit, Milli Savunma Bakanı Işık, Genelkurmay Başkanı Sancar, bu konuların üstüne eğilmelidirler. Şimdiye kadar yaptıkları hadi af kapsamına girdi. İşkenceciler bağışlandı. Fakat, bundan sonrasının, hesabı sorulur bir gün.

Bir sorun daha var içerdekilerle ilgili. Egemen güçler hükmünü yürüttü. Af çıkmadı. Çıkacakları beklenenler de içerde kaldılar. Şimdi, bunların "Özgürlük Yasası" çıkana kadar, daha iyi koşullarda yaşatılmaları sorunu. Mahkeme kararlarından sonra her biri, bir bucağa, bir köşeye savrulmuşlardır. İleride hukuk açısından değerlendirildiğinde "adlî hata" örneği olacak kararlarla, ortama göre yapılan uygulamalarla eziyet edildi bu insanlara. Fakat, eziyet üstüne eziyet edecek bir ulus değildir Türk ulusu.

Kadriye Deniz Özen, Giresun Cezaevinde kalır. Babası, iki kez kalp krizi geçirdikten sonra, kızının cezası Yargıtay'dan çıktıktan sonra öldü. Annesi, İstanbullulardan önce Ankara'ya, Ankara'dan Giresun'a gidip çocuğunu görmeye uğraşıyor. Bakanlığa başvurdu mu bilmiyorum, fakat onun istediği bir yerde kalmasını sağlamalıdır bakanlık. İstanbul'a, yahut İstanbul'a yakın bir yere nakledilebilir hükümlü. Ankara Merkez Cezaevi'nde yatan erdal Orhan'ın babası gelmişti Ankara'ya. Erdal'ın Muğla ilçelerinden birine, örneğin Dalaman'a naklini istiyordu.

Niğde'de yatmakta olanlar, yarı açık bir cezaevine, örneği imroz gibi bir cezaevine gönderilebilirler. Çimento tozlarından kurtarılabilirler. Adana'daki hükümlüler, orada kendilerine yapılan işlemlerden yakınmaktaydılar. Bu önlenebilir. Elbette önlenebilir, insan hakları önde gelsin isteniyorsa...

*

Mehmet Başaran'ın yolladığı "Aç Kapıyı Bezirgânbaşı" kitabını ellerinden düşürmedi çocuklar. Benim çantaya koyduğumu nerden görmüş:



- Baba, benim kitabımı neden aldın? Ben ona bakıyordum..

- Kızım, ben de bir bakıp okuyacağım. Üstüne yazı yazarım belki. Akşama getiririm, olur mu?

- Olur...

Ayrılırken, kucaklayıp öptüm. Sordum:

- Ne getireyim sana? Çikolata mı, oyuncak mı?

- Bana kitabımı getir. "Aç Kapıyı Bezirgânbaşı"yı...

(25 Mayıs 1974)

KİN DUVARLARI...


Geçen hafta, Niğde Cezaevi'nde siyasal hükümlülerle yakınlarının konuşmaları bir mesele oldu. Sabahtan saat 15'e kadar ilgililer, güçlük üstüne güçlük çıkardılar. Saat 15'e kadar -sanki- buzlu cam arkasından konuşturdular. Ankara'da eski TİP Senatörü Fatma Hikmet İşmen, Adalet Bakanı Şevket Kazan'ı aradı. Aftan önce adi suçlular, yakınları ile yanyana oturup konuşurlardı. Bu, Hayri Mumcuoğlu zamanında, siyasal hükümlüler için Kurban Bayramı'nda da uygulanmıştı sanıyorum, Niğde'ye gidenler, hükümlülerle birlikte yanyana koğuşların önüne volta attılar, çocuklar babalarını kucakladı. Konuşmalar, şakalar oldu. İçerdeki insana yalnızlığını unutturan insanca bir tutumdu bu...

İçerdekiler de, dışarda olanların, dışarda kalanların durumlarına üzülüyorlardır kuşkusuz. Hele, kendilerini görmeye gelmiş yakınlarının kötü işlemlerle karşılaşmalarını istemezler. Bunu görürlerse üzülürler. Zindan, bir daha zindan olur o zaman...

Saat 15'ten sonra durum biraz düzelir gibi oldu. Buzlu cam yerine kalın demir parmaklıklar arasından görüştürdüler. Yine de bir şeydi, konuştuğunuzun yüzünü görebiliyordunuz. Zayıflamış mı, solgun mu anlayabiliyordunuz. Adalet Bakanı Şevket Kazan mı telefon etmişti, bilmiyorum, fakat insanlık dışı uygulama terkedildi birkaç saat sonra yine de.

Niğde'de ziyaret Pazartesi günüdür, neden? Örneğin dene pazar değildir de Pazartesi'dir? orada yatan siyasal hükümlülerin çoğunun eşleri de çalışır. Görüşe gidebilmek için çalıştıkları yerden izin alma zorundadırlar. Pazara olsa, belki görüşmecilere de kolaylık olur. Görüşmeden sonra, otobüse atlayıp Ankara'ya, başka kentlere dönebilirler, işlerini aksatmazlar.

Görüşmecilere karşı cezaevleri görevlileri saygılı olma zorundadırlar. Onlara saygısızlık, içeri -haksız yere- tıktığınız insanları üzer. bir gardiyanın kötü tutumu, taaa Ankara'da Başbakana, Cumhurbaşkanına kadar uzanır, ne sanıyorsunuz?

Dünkü Ankara Notları'nda, çıkarılmak istenmeyen af sonrasının sorunlarını çıtlatmaya çalıştım. Hükümlülerin, doğru dürüst cezaevlerine nakledilebileceklerini anlatmak istedim. Yetkililer, yöneticiler buna kulak verecekler mi bilmiyorum. Hadi af, şöyle oldu, böyle oldu çıkmadı, fakat içerde kalanlar daha insanca yaşantıya ulaştırılabilir, bir çeşit hücre yaşantısı sürmekten çıkarılabilir. Niğde Cezaevinde havalandırmaya çıkarılanlar, çimento tozlarından başka yüz metrekarelik bir gökyüzü görebilirler. Ne bir ağaç, ne bir karış toprak. İnsan, nerede olursa olsun ayağı toprağa basmalı, doğayı, güneşi görmelidir. Onların hiç biri, örneğin ağacı görmeme, yeşilliği görmeme cezasına çarptırılmadılar. Ama, uygulama bu...

Niğde'de Prof. Sadun Aren kalp hastası da oldu...

Dün de önerdim, sanırım kendi istekleri de o yolda. Gerçekten özgürlüğe kavuşana dek, bir yarı-açık cezaevine -örneğin İmroz'a, Foça'ya- nakledilebilirler. Toprağa basar ayakları havalandırmaya çıktıklarında, güneşi, meyvelere durmuş ağaçları görürler...

Askerî Tutukevi'nde yatan Atilâ Sarp verem mi olmuştur. Oğuzhan Müftüoğlu siroza mı yakalanmıştır, ne derecede doğrudur duyduklarım bilmem daha. Ertuğrul Kürkçü, güneş görmemekten gözleri görmez olmuş. Kim ilgilenir bunlarla? Selimiye'de neler olmaktadır? Ankara'da devlet ve hükümet yönetenlerin, özgürlüğüne kavuşmuş olan Yılmaz Güney'le konuşmalarını ve doğru haberi ondan almalarını dilerim...

Ankara'da Askerî Tutukevi'nde yatan sanıkların yakınları basın toplantısı düzenlediler. Sanıklara, yüzlerce gence tutukevinde yapılan insanlık dışı işlemleri anlattılar. Bekleyeceğim şimdi, ilgililerin bu işlemleri önlemek için neler yaptıklarını seyredeceğim. Af Yasası'nın beşinci madesi kaldığı günün ertesinde, bir doktor yüzbaşı, rastladığını kucaklayarak bayram etmiş, Milli Savunma Bakanının, Genelkurmay Başkanının gerçekte bütün yöneticilere bulaştırdığı bu siyasal tutumu karşısında, ne yapacaklarını seyredeceğim. Kendilerine bir emanetken, tutuklulara "düşman" işlemi yapan, tutukevi yöneticilerinin yerlerinde kalıp kalmayacaklarına bakacağım...

Affı çıkarmamak, gerçekte McCarthy'cilerin başarısı oldu. Bayar'ın elini öperek durumunu kurtaracağını sanan Süleyman Bey, gerçekte onların oyuncağı olmaktan kurtulamadı. Tümü, güdük affın altında kalmışlardır. kinlerinin altında kalmışlardır bunu bilseniz. Anladım ki, küçük politikacının ördüğü kin duvarı yıkılmadan, yurtta gerçek özgürlüğü, gerçek başarı kurma olanağı yok...

Alıklar, bir şeyi unutuyorlar: Halkın, işçinin ve köylünün gitgide bilinçlendiğini. Hanyayı, Konya'yı git gide anladığını...

Anadolu'nun her kesiminden haberler geliyor. Her konuyu konuşup tartışıyor işçi ve köylü. Karaoğlan'da gözleri. Çekileceği söylentileri...

- Niye çekilecekmiş? Kim düşürecekmiş Karaoğlan'ı? Oylarımızla getirdik biz onu oraya.

Deliye dönüyor, kapıcı Ziya...

*

Can Yücel, "Sevgi Duvarı" kitabını yollamış içerden. Kitabın iç kapağına da kitabında yer almayan yeni bir şiirini yazmış:



- Mustafa Ekmekçi'ye, bu işten anlar diye-

"Meydancılar!, Ekmek geldi!

Acele kapı altına gelin meydancılar!"

Hoparlörden yayılan o dâvûdî ses,


Ses değil, canım... Buram buram kokusuydu

Nar gibi kızarmış, sıcacık ekmeğin...

Açıkmış parmaklar arasında bölünürkenki kokusu

özgürlük ekmeğinin...

(26 Mayıs 1974)

27 MAYISTA SOSYALİSTLER...


27 Mayıs Devrimi'nin üstünden 14 yıl geçmiş. 27 Mayıs'ı yazmak istiyorum. Sorduklarım, düşüncelerini tek cümleyle açıklıyorlardı:

- Neyini yazacaksın 27 Mayıs'ın, ne kaldı ki?

27 Mayıs sabaha karşı şapkamı göğe fırlattığımı düşündüm. O zaman Vatan Gazetesi'nin Ankara bürosunda muhabirim. Muhabirlikte yeni olduğum yıllar. Sokağa çıkamadım, basın kartım da yok: Kaldığım otelde çakıldım kaldım. Vatan'ın Ankara temsilcisi Erol Ülgen'di. Telefon üstüne telefon bana:

- Acele gel. Bak, herkes İsmet Paşa'nın evine gidiyor. Arka yollardan dolaş, gazeteci olduğunu anlatamazsan. Ama, kesin gel...

- Ben gazeteciliği bırakıyorum...

- Niye?


- Gazeteciliğin gerekli olduğunu sanmıyorum bundan sonra...

- Sen deli misin? Asıl bundan sonra gazetecilik yapılacak...

Gerçekten de işi bıraktım. On-onbeş gün dolaştım sağda, solda. Özgürlüğü, esen yeni soluğu yaşamaya çalıştım.

Onbeş gün sonra döndüm gazeteye. Meğer, "o gazeteciliği bırakamaz, nasıl olsa döner, gelir" diye onbeş gün izinli saymışlar...

27 Mayıs öncesini yaşamışız. Bana duyurmuyorlar, sonradan öğreniyorum. Emniyet müdürlerinden Niyazi Bicioğlu -şimdi vali sanıyorum- Vatan'a arkadaşım Erol'a gelmiş:

- Söyleyin Mustafa'ya, sokaklarda dolaşmasın. Kalabalık arasında görürsek, götüreceğiz emniyete. Bak ant içiyorum..

Erol'a sordum:

- Peki, olayları nasıl izleyeceğim?

- Çık apartman katlarından birine, oralardan izle. Seni götürecekler. Benden söylemesi...

Sokaklarda yürüyüşler, ıslıkla "Olur mu böyle olur mu / Kardeş kardeşi vurur mu" marşları. Ben söz dinlerim, bir gün bir apartmana çıktım, kapıyı çaldım. Kapıyı açan bayana durumu anlattım. Bana izin verdi, pencereden dışarıyı seyrettim. Ama baktım tatsız bir gazetecilik. Gazeteci olayların içinde olmalı öyle ya. Harbiye yürüyüşünden sonra polis de karışamadı artık.

27 Mayıs'ı ben yapmadım. Yapanların çoğu, kendi aralarında görüş ayrılıklarına düştüler. 27 Mayıs sabahı herkes nasıl 27 Mayısçı kesildiyse, ondan sonra onu bir yerinden kemirenler, yontanlar da çoğaldı. Süleyman Bey, 27 Mayıs'ta yurt dışındaymış, yurda döndükte sonra Milli Birlik Komitesi buyruğunda çalıştığını sonradan duymuş, yazmıştım. Ancak varlığını 27 Mayıs'a karşı gözükmekle sürdürebilirdi. Onu da gördüm, 27 Mayıs öncesinde Devlet Su İşleri genel müdürüydü. Ben de yeni öğrendim. Devlet Şu İşlerinde, o zamanlar "şiir günleri" düzenlermiş, kendisi de okur muydu onu öğrenemedim. Münis Faik Ozansoy filân gelir şiir okurlarmış. Herhalde, bir şeye benzer günler olmasa gerek... Menderes tanır mıydı Süleyman Bey'i acaba? Pek sanmam. Espri yollu anlatırlar: Tevfik İleri, gezilerde yanında götürür, "Başla Süleyman" der, o da barajlarda ne kadar su toplanacağını başlarmış anlatmağa... Belki, Menderes de varsa orada takılırdı ne bileyim:

- Atma Süleyman...

Bence 27 Mayıs, kafalarda bir uyanış, ileriye bakış günüdür. 27 Mayıs'ı değerlendirecekler, 27 Mayıs öncesi yaşantısını gözönünde tutma zorundalar.

Bir de işin askerleri ilgilendiren yönü vardır. Hiç unutmam, Bulvar Palas Oteli'nin salonunda, o zamanın Milli Birlik Komitesi üyelerinden Muzaffer Özdağ ile, o zamanki genç CHP'li Bülent Ecevit arasında bir konuşmayı dinlemiştim. Bayağı atışmışlardı. Ecevit'in konuşmasının özünü demokrasiyi savunma kapsıyordu. Ecevit, bu çizgiyi hep sürdürdü.

27 Mayıs Anayasası, sola, sosyalizme açık bir Anayasadır. Kuşa çevrile çevrile elimizde kalan bile uygulandığında nasıl soluğumuz genişliyor...

27 Mayıs üstüne yazı yazmak istediğim bir sırada aldım Hüseyin Ergün'ün mektubunu. Niğde Cezaevinden gelen mektubun geniş özetini vermek istiyorum:

"... Biz sosyalistler, ulusal bağımsızlığın en bilinçli savunucularıyız. Bugün üzerimizde yoğunlaşan baskıların bir nedeni de, ulusal bağımsızlık konusundaki ödün vermez tutumumuzdur. Bunun için, böyle ulusal bağımsızlığımızın elde ediliş mücadelesinin önemli günlerini simgeleyen bayramları, herkes unutsa bile bizim kutlamamız, herkese anımsatmamız gerekir. Biz toplumumuzdaki bütün olumlu gelişmelerin, kazançların mirasçılarıyız. Bu azançları tarihin akışı doğrultusunda daha da ileri götürmenin mücadelesini veriyoruz. Bu nedenle, 19 Mayıs'ı da, 23 Nisan'ı da, 30 Ağustos'u da, 29 Ekim'i de herkesten önce biz kutlarız. Bu günlerin gerçek değerlerini en iyi biz biliriz. 27 Mayıs'ı da öyle. Demokrasi ve özgürlük mücadelesindeki bu önemli uğrağın, tarihimiz içindeki yerini bizden daha iyi kimsenin değerlendiremeyeceğine inanıyoruz. İçerde olmak, baskılar altında olmak, özgürlüklerimizin kısıtlanmış olması, biz sosyalistler için, bağımsızlık ve demokrasi günlerini daha büyük coşkuyla anmamız için bir neden olabilir ancak...

Biz sosyalistler, tutumumuzu, gericilerin bize karşı uyguladıkları zulüme karşılık vermek esasına hiç bir zaman dayandırmayız, dayandırmayacağız. Biz barışı, özgürlüğü getirmek istiyoruz. Bütün davranışlarımızı buna yarayacak doğrultuda ayarlayacağız. Bu, romantik bir dilek değildir. Sosyalist toplumu, en iyi şekilde, en kısa zamanda, en zahmetsiz şekilde, iç mücadelesini barış içinde yürüten bir toplumda kurabileceğimizi biliyoruz. Bunun için de, bugün olduğu gibi, yarın iktidara geldiğimizde de, yumuşamadan yana olacağız. Toplumsal, siyasal mücadelesini barışçı düzlemlerde yürütmek yolunu seçenlere, en geniş özgürlükleri tanımaktan korkmayacağız. Siyaset yaptı, düşüncesini söyledi diye insanlar ömür boyu hapis cezalarına çarptırılmayacaklardır, bizim iktidarımızda. Kişisel bir kavga yürütmüyoruz. Toplumsal gerginliklerin sosyalist düzeni kurmada güçlükler doğuracağının bilincindeyiz. Dünyanın gelişiminin sosyalizmin barışçı yoldan kurulmasına gittikçe daha çok olanak verdiğini görüyoruz... Zalimlerin gözlerinin içine baka baka, onlara rağmen, özgür bir dünya kuracağız.

Çıkışımızı bir süre geciktirdiler. 14 Mayıs gecesi kazandıkları zafer, gericilere hayır getirmeyecektir. Tersine, ülkemizdeki özgürlük meşalesinin alevini daha da güçlendirecektir. Bu alevin demir parmaklıkları kısa zamanda eriterek, bizi özgürlüğümüze kavuşturacağına hiç kuşkum yok.

Selâm, saygı ve başarı dileklerimi iletiyorum. Uğur'a çok selâm.

Hüseyin Ergün"

(27 Mayıs 1974)


BABA.. OKUL...


Günlerden pazardı. Başbakan Bülent Bey, telefonla, küçük arabanın gönderilmesini istedi. Başkentin havasından şöyle bir kurtulmak, bir bakıma piknik yapmak geçmiş olmalıydı usundan.

Bursa'da MSP Kongresi, Antakya'da belediye seçimleri... "Düşünce ve inanç özgürlüğü çalışmaları... Yürüyeceğine inanamadığı bir ortaklığı bırakma kararı vermişti. Nasıl da telgraflar yağıyordu başbakanlığa. DİSK, çeşitli kuruluşlar, "bırakma" diyorlardı. Kulislerde konuşuluyordu:

- Bu ortamda, bir şey yapamadan bırakırsa başbakanlığı, sola bir altı-yedi yıl daha iktidar yok kolay, kolay... Parlamento'da çoğunluğu olmasa da olur, bir başlarda, azınlık hükümeti kurmayı düşünmemiş miydi? Kararlarla, dar gelirli memurun, emekçinin yüzünü de güldüremez miydi?

Bunlar konuşuluyordu.

Devlet, hükümet kadrolarında çalışanlar, Süleyman Bey'in adamlarıydılar çoklukla. Süleyman Bey'den almışlardı buyruğu:

- Oturun, yerinizden gitmeyin. İşleri kösteklemek için gereklisiniz bize...

Oturuyorlardı yerlerinde işte. Hele, hükümet düştü, düşecek söylentileri yoğunlaşınca, daha bir keyifli oluyorlardı. Bakanlarının yüzüne daha bir dikleşerek bakıyorlardı o zamanlar. Bakanları bunları anlamıyor sanıyorlardı belki de. Anlayanlar, anlamazdan geliyorlardı...

Bakanlardan biri, bir gün şöyle buyurdu:

- Bana şu konuda bir karar taslağı hazırlayıp getirin...

Taslak hazırlanıp geliyordu. Bakanın, gözleri faltaşı gibi açıldı.

- Nasıl böyle hazırlarsınız? Biz AP iktidarı değiliz, heeeyyyy...

- Başüstüne efendim. Aksi yönde hazırlayalım...

Bu kez, öyle geliyordu.

Devlet kadroları böylesine bir ahtapot gibi sarmış, hükümet edenleri.

Daha çok kimsenin haberi yoktu. Bir gün birdenbire, Meclis Muhafız Tabur Komutanı Yarbay Hüsrev Ergüven görevinden alınıp, Çıldır'a naklediliverdi. Yerine kim atandı bilmiyorum. Silâhlı Kuveetlerde, yer yer atamalar, yer değiştirmeler oluyordu.

12 Mart'tan sonra ilerici diye tanınanlar, çoktan uzaklaştırılmışlardı görevlerinden. Kimi emekliye ayrılmış, kimi -gençler nasıl emekli olabilir- Askerî Danıştay kapılarını boylamışlardı.

27 Mayıs, bir hışımla geldi kondu 1974'ün göbeğine, Anayasa ve Özgürlük Bayramı'nın, ne Anayasası ve "Özgürlüğü" kalmıştır bilesiniz.

Hükümet duracak mı, durmayacak mı söylentileri arasında hazırlanıyor, "Düşünce ve İnanç Özgürlüğü" Yasası taslağı. Bütçe çıkıp, Kasım'a kadar tatile mi gitmeli Meclisler, yoksa eldeki tasarılar ne yapılıp edilip çıkarılmalı mı? Başkent'te kafaları kurcalayan sorunlar bunlardı, hafta sonuna doğru.

Sağı, yani Süleyman Bey'i kurtaran Celâl Bayar mı üstlenmiştir? Bu hafta, bu "hayat öpücüğü"nün nasıl ortaya konduğunu seyredeceğiz.

Eski DP'liler, siyasal haklarına taaa 1969 seçimleri öncesinde kavuşuyorlardı. Süleyman Bey'i bir tedirginliktir almıştı. Ne yapmalı, ne etmeliydi ki... Meclis'ten geçti, Senato'ya geldi. Çıktı ha çıkacak o zaman. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç. O değilden bir ultimatom bir zılgıt... Tankların gürültüleri. Tam, Senato'da görüşülüp kabul edileceği sırada, AP'li Senato Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet Nusret Tuna, ayağı kalktı. Başkana seslendi:

- Teklifi, Komisyon geri alıyor efendim...

Eski DP'lilere siyasal hakları verilmeden, seçime gitti mi Süleyman Bey...

1969 seçimlerinde eski Demokratlar oylarını, Süleyman Bey'e verdiler. Seçimleri aldı geldi Süleyman Bey...

Seçimden sonra, bir gün herhalde Tağmaç'a teşekkür etmiş olmalıydı. Bu kez, öneri yeniden geldi:

- Sağolun Paşam. Sayenizde seçimleri kazandık. Artık, benim korkum yok. Getirebiliriz yeniden Meclislere. Teşekkür ederim.

Her şey sütlimandı bu kez.

Aradan dört yıl geçer geçmez. Süleyman Bey'in ayağı suya ermişti. 14 Ekim seçimlerinde o da. Yaslandığı 12 Mart'a karlar yağmıştı. Demokrasi cephesi, gerektiği gibi dersi verdi. Celâl Bey'e yaslanmaktan başka yol kalmyordu artık...

Turhan Bey vermiş olmalıydı aklı. "Ben denedim çok tuttu, bir de sen dene" diye, Süleyman Bey'i attı ortaya. Bozbeyli, zaten gönüllüsüydü "sağ"ın. Süleyman Bey'in suladığı tarladan Erbakan çıkmıştı ama, onu "solcularla işbirliği yapıyor" diye karalamak daha kolay geldi.

Süleyman Bey'den çoktan hoşlanmıyordu -yok canım Celâl Bey değil şimdiye değin tutanlar, örneğin- sermaye çevreleri. Onu nöbetten alıp, bir genç işadamını yerine koymak. Yıpranmamış, kardeşi ne işlere bulaşmamış biri.

Bu hazırlıklar arasında sarıldı Celâl Bey'in ellerine...

......................................

Pazar akşama doğru, hava karıştı Ankara'da. Bülent Bey, pikniği yarıda kesip, döndü Ankara'ya işinin başına.

*

Ulvi Uraz'ın ölümüne çok yandım. Ankara'da çok çağırdığı halde "Evlâtçıkar" oyununa neden gidemedim diye kendi kendime kızdım. Gitseydim ne olacaktı? Duygusallık işte...



Tiyatro iş yapmıyordu. Gelen-giden yoktu. Çanakkale Milletvekili Hasan Sever, Süleyman Genç, sanatçıya birşeyler yapabilmek için uğraşmışlardı. Bülent Bey'le görüştürmüşlerdi. Sonra, ayrılıp gitti Ankara'dan. Gaziantep Tiyatrosu müdürlüğünü önermişler, o Adana'ya gitmek istermiş. Aziz Nesin, kızmış bu ilgisizliğe:

- Neden İstanbul Tiyatrosu'nda iş vermiyorlar... diye.

Yakın arkadaşlarıyle konuşup, ölümü üstüne demeçler aldık. Sağlığında ilgilenemediğimiz Ulvi Uraz'ı ölümünden sonra anmışız kaç para...

*

Kıvılcım Kuseyri İnce, iki yaşındadır. Babası -Aktan İnce- tutukevindedir. Ama, Kıvılcım Kuseyri babasını okulda sanır. Bir gün görüşmelerin daha serbest olduğu bir sıra babası onu kucağına almış, deftere kalemle çizgiler çizmişlerdi.



Bundan olacak herhalde, annesi, Kıvılcım Kuseyri'yi Mamak'a götürdüğünde, beklerken çocuk birşeyler anımsar gibi olur. Konuşur:

- Baba.. Okul...

(28 Mayıs 1974)

TOZ - DUMAN ARASINDA


İzinliydim dün. Çankaya'da oturduğumuz iki buçuk göz oda, mutfak, banyo boyandı. Tertemiz pırıl pırıl oldu. Eylem'le, Özlem'in odasını koyu pembe renge boyattık. Oturma odası, açık şampanya rengi. Ancak; yine iznin bir tadını çıkaramadım diye düşünüyordum kendi kendime. Ne bekliyorum sanki, izin günü, öbür günlerden başka bir gün değil ki. Yine kafamda, yazacağım haberlerin, yazıların konuları, dönüyor ha dönüyor. Odalar boyandığı için evde de kalamayız, gece Kifayetlere gideceğiz. Sabahat de gelir. Ben de "Ankara Notları"nı bitirince giderim yanlarına.

Ne kadar yakınsam, şöyle dilediğim gibi bir dinlenemiyorum desem de, inanmıyorum söylediklerime. Çalışırken belki daha iyi dinleniyor insan.

Babam anlatırdı. Araç, gereç olmadığı için Konya-Hadim arasını -ki 110 km'dir- yaya giderlermiş. Hızlı yürüyebilmek için de kendilerince yollar bulurlarmış...

- Yolda kucağıma kocaman bir taş alıyorum. Bir süre o taşı taşıyorum. Bırakır bırakmaz, büyük bir yeğnilik, ohhh... Koşar gibi yürüyorum o zaman...


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin