İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə29/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   ...   40

- Vallahi Ecevit hemen istifa etsin, ayrılsın. Fakat giderken, yapılan zamları kaldırsın, eski haline hükümete geldiği zamanki durumuna getirsin ve şöyle desin:

"Alın, buyurun biraz da siz götürün..."

Ne güzel olur ama, uydurum basında başlar yaygaralar:

- Aaaa, olur mu zamları kaldırıp gidiyor. Biz sonra nasıl sömüreceğiz?

İktidara gelir gelmez, zamları yapma zorunda olması, doğrusu Karaoğlan'ın gradosunu hayli düşürür gibi olmuştu. Süleyman Bey, bu noktadan yukarı çıkmaması için iktidarın, elinden geleni yaptı doğrusu. Bu da hakkı. Ecevit çırpınıyor, yükselen grafiği daha da yükseltip, giderse yine aranan bir umut olarak gitmek için. Bu nedenle bu yazı atlatmaya çabalıyor. Fakat hayır, paçasına yapışılacak ve ne edilip edilip yaz atlattırılmamaya çalışılacaktır. Kafalarda kuşku bırakılacaktır azından.

- Efendim bu hükümet beceriksiz. Baksana iş yapılmıyor. Bunun için verildi gensoru önergesi aslında. Kuşkuları kafalarda yaşatmak için. Kavgalar bunun için koparıldı, yalan mı? Gensoru önergesinin arkasında güvenoyu yatar. Gensoruyu veren, güvenoyu alamazsa hükümet, "çekilin ben gelip oturacağım" diyebilmelidir. Bunu demiyor. Ya da diyecek gücü olmadığını biliyor.

Bülent Bey de kilo veriyor habire.

Fakat halk Bülent Bey'in neden kilo verdiğini, zayıfladığını iyi biliyor bence. Farkında bu işin. Kendi dışındaki güçlerce engellenmekte her gün. İş yaptıramamakta valilerine, müsteşarlarına. İhanet içinde, Süleyman Bey'in gözlerine bakmakta bazıları çünkü. Sanki ülke, Yahya Amca'nın çiftliği de, ölesiye sömürecekler birlikte. Türkiye'de bürokrat takımı, bu denli ayağa düşmemişti hiç bir döneminde. Şuradan edebimizle emekli olup gidelim de, gençlere yurtlarını daha çok sevenlere bırakalım ortalığı diyorlar mı hiç? Sıkıyönetim mahkemelerinde görülen hiçbir sabotaj dâvası, böyle değildi.

Salı günü yeniden görüşülecek gensoru önergesi, CHP'nin -adım gibi biliyorum- kalmadı ortağına güveni zerre kadar. Fakat, gitse de en rahat biçimde gitmek istiyor. Anlatmak istiyor vatandaşa:

- Ben iktidara geldim sayılmaz. Beni şu kadar milletvekiliyle getirdiniz buraya. Şunları, şunları yapmak istedim. Fakat kösteklendim her yerden. Kimi içerden hançerlemek istedi. Bürokratlar, iş yapması gerekenler düşmüş iktidarların oyunlarını sürdürmek istediler. Yasalar ya uygulanmadı, savsaklandı ya da bizim sırtımızdan kanunsuzluklar yapıldı. İşte Burdur Valisi'nin yaptıkları. İşte Selimiye Karakolu...

Gençlik için, gençlere yaklaşım için projeleri vardır. Cezaevlerinde haksız yere yatan siyasal hükümlüler için... Hiç değilse onlara daha katlanılır bir yaşama ortamına getirmek istemektedir.

Ecevit Hükümeti bir iş yapmıyor diyenler, Ecevit'in neden yedi kilo zayıfladığını nasıl açıklarlar acaba? Neden Süleyman Bey hiç zayıflamıyor da habire semiriyor?

Bence halk çoğunluğu biliyor, anlıyor bütün bu yazdıklarımı. Onun için bir yere "Ecevit geliyor" dediklerinde orası miting alanı haline dönüyor. Gensoru önergesini veren "sağ cephe" halk gözünde halkın önünde bu tutumunu açıklayamaz duruma düşmüştü. Gensoru önergesi vermek sanki vatan ihanetiymiş gibi, savunuya geçmişti kendini. "Biz gensoruyu hükümeti düşürme amacıyle vermedik..." filân diye. Seyrediyoruz bakalım hele, hele...


(16 Haziran 1974)

BİRAZ DÜŞÜNÜR MÜSÜNÜZ?


- Babam bi daha Meclis'e gitmesin,demiş Eylem, kavga oluyormuş da...

Şimdi çocuklar, nasıl da yakın izliyorlar herşeyi. Sorularından kurtulmak için ben tutuyorum soru yağmuruna:

- Bu ne?

- Balaban...

- Balaban'ın nesi ama?

- Balaban'ın öküzleri...

- Ne olmuş öküzlere?

- Öküzlerin kemikleri çıkmış...

Balaban'ın tablosunun yanında Emel Mesci'nin cezaevinde yapıp yolladığı yağlıboya resim. Kökleri cam gibi parlayan bir ağaç.

- Bu ne?


- Ağacın kökleri...

Sonra ip atladı birazcık.

Akşamüstü çıktım evden. "Ankara Notları"nı erken yazıp yetiştirmem gerekiyor gazeteye.

Caddeler adam dolu, kızlar, erkekler gençler. Sarmaşdolaş parklarda. Kızların kiminin etekleri kısa mı kısa, kiminin uzun mu uzun. Moda ne, uzun mu, kısa mı?

Gençlik Parkı'nın içinden mi geçsem? Seyretsem insanları, fışkıran suları havuzda. Ankara'nın denizi gibi Gençlik Parkı havuzu. Bu özlemi gideriyor olmalıdır. Gençlik Parkı içinde yürüdüğüm sürece üzüntülerimi, tasalarımı unutur muyum? Bir an için olsun...

Anayasa Mahkemesi ne yapacak? Beşinci maddeyi iptal ederse, aftan yararlanamamış bunca kişi çıkar mı? Ancak, bunun için esastan iptal etmesi gerekiyor galiba. Usul yanlışlığından iptal edilirse, yeni bir yasa taslağı hazırlanacak.

Ya 20'nci maddenin başına gelenler? Şu disiplin cezaları ile ilgiliydi biliyorsunuz. Mecliste af gecesi, Senato ve Karma Komisyon maddeleri reddedildi. Sıra Meclisin metninin oylanmasına gelmişti. Senatoda o madde salt çoğunlukla geçtiğinden, Mecliste de salt çoğunluk yani en az 226 oy zorunluydu. Ortaklarının ihanetine uğramış CHP'liler düş kırıklığıyla bir yerde bozguna gitmişlerdi. 224 oyda kaldı mı size? Altmış bin öğretmenin, birçok subayın ve memurun disiplin cezaları af dışında kalmış oldu böylece. Bunlardan 227'si çeşitli nedenlerle mesleklerinden çıkarılmış öğretmenlerdi. Kimi var ki, öğretmenliği sırasında nişanlanmış, nişanlısı evliymiş ama bir türlü karısından boşanamıyormuş. "Vayyy, bu öğretmenliğe yakışmaz" deyip, uzaklaştırmışlar öğretmenlikten. Mahkemelerde sanki boşanma işlemleri kolay yürütülüyormuş gibi, iki yana da eziyet üstüne eziyet.

Süleyman Bey döneminin kıyımına uğramış, on binlerce öğretmen hâlâ disiplin cezaları altındadırlar. Silinememiştir cezaları. Yüzlerce subay, assubay, harpokulu öğrencisi de öyle. Meclisin önerdiği metin de geçemediği için, disiplin cezası almış olanların orduya dönmeleri de engellenmemiş durumda. Güya, bundan komutanlar da tedirginmişler...

*

İşkence anılarını hazırladığını yazdığım polis memurundan mektup geldi. Bir değişik açıklama. Yorumsuz yayınlıyorum:



"Özlem ve Eylemlerin babaları,

12 Mart'ın hışmına, balyozun gazabına bilmem neden uğramayan gazeteci, benim için işkenceleri seyretmiş, izlemiş diyorsunuz.. Noksan, hayır. Çünkü ben de bir işkenceci idim.

Adî suçlular, hâkimin karşısında çoğu kez; "bilmiyordum, yapmadım, yapmamalı idim, sarhoştum, affet beni elini ayağını öpeyim" derler..

Hırsızlar, namussuzlar, üçkâğıtçılar, dolandırıcılar, katiller, vergi kaçakçıları, vatan hainleri ve onların koruyucuları...

Kader kurbanı mı, değil mi henüz bilemediğimiz biz işkencecilerin mahkemeye çıkarılması, halka: "Bunlar Anayasa'nın 14'üncü maddesini ihlâl edenler" diye ilân edilmesi en büyük isteğimdi.

Ancak, günümüzün Başbakanı Sayın Ecevit bunlara ve bu konulara sünger çekti.. 20 MSP'li de kendisine rest çekti. Benim için susmanın gereği yok artık. Ben yalnız işkenceleri izlemedim... Ben işkenceleri yalnız seyrettim... Gerçek şu: Ben etmedim değil, neler etmedim neler?...

Babası yaşındaki işkenceci (gardiyan) tarafından saçları kökünden kesilen öğrenci kız.. (Size bacım demek geliyor içimden ama diyemiyorum. Çünkü bilmiyorum kabul edeceğinizi..)

Yediği dayaklar aile toplantılarında konu edilen Doğu Perinçek, işkencede can veren Hıdır Altınay, Vedat Gevrek ve öğretmeni, işçisi, sendikacısı, subayı, gazetecisi, memuru, Ankara Emniyet Sarayı'nda işkenceye (ameliyata) tabi tutulanlar...

Herşeyi fazlasıyle söylediği halde ölüm raddesine kadar işkenceye tabi tutulan komiser muavini (Alevî diye)...

Ben... robotluktan çıkıp, gazete ve kitap okumam nedeniyle insanlığın "n" harfine sarılma anındayım.

Beni bağışlar mısınız? 15.6.1974

Not: Bir parça esrar, bir trafik kazası, bilmem daha neler... Engel olamazlar bana, insanlıktan payımı alabilmem için vereceğim uğraşta. Saygılarımla..."

*

Geçenlerde Hürriyet'e Cüneyt Arcayürek'in "Vehbi Koç ile Eczacıbaşı'yı kaçıracaklardı..." başlıklı bir haberi vardı. Bununla ilgili olarak tutukevinde bulunan Erol Tozlutepe ile Mehmet Kiracı'dan birer mektup geldi. Zarfın üzerinde başgardiyanın "görülmüştür" yazısı. Olay için "birtakım ince hesaplar neticesi belirli, günlerce tezgâhlanmış senaryolar" diyorlar. Konyalı Mehmet Kiracı, işkence yapıldığını mı anlatmaya çalışıyor mektubunda. Kısaca şöyle demiş:



"Basit zabıta vakalarının tertibinden en iyi şekilde yararlanabilmek, baskı, zulüm ve işkenceleri yoğunlaştırmak. Dolayısıyle uzaktan da olsa Ecevit başkanlığındaki hükümeti yığınların gözünde küçük düşürme hesabı. Bunu bilmeyen, anlamayan da kalmadı.

Birkaç günlük polis operasyonundan geçirildikten sonra, Üsküdar Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne çıkarıldım. Toptaşı Tutukevi'ne kapatıldım. Burada tüm sağlık ve yaşama koşullarından yoksun olduğum için hiçbir güvencem de yoktur.

Durumu önce Sayın Bülent Ecevit ve ilgililere mektupla bildirdim. Ne bileyim belki de haber bile alamadılar. Diyeceğim şu ki, ilgili mercilere siz de duyurun, hukuk adına yapılanların hesabı sorulsun. Ayrıca namuslu bir gazetecinin burada bizimle görüştükten sonra gerçeği kamuoyuna aktarması iyi olur.

Ben Ermenek'ten çardağı ve kıraç tarlayı bırakıp 1968 yılında İstanbul'a geldim. Hukuka yazıldım, yakamı bırakmıyorlar ki bitirip gideyim. Tutukevi koğuşundan saygı ve selâmlar... 11 Haziran 1974."

(17 Haziran 1974)

EYLEM BAĞIRDI : "BABA, KAPIYI AÇ!."


Dün sabah erken kalktım. Bir yandan çayımı yudumluyor, bir yandan Çetin Altan'ın "Suçlanan Yazılar" kitabını okuyorum. Kitabın son sayfalarını. Bu bölüm, bilirsiniz Çetin Altan'ın dokunulmazlığının kaldırıldığı sıra gece sabaha karşı Parlamento'da yaptığı konuşmalardır. Aklımda o günler:

"- Bu söz suçmuş ve bunun için 7,5 sene hapis yatacakmışım. Niye? Yalan mı? Yalan mı? (Gürültüler) Köylü efendimiz olsun ister misiniz, istemez misiniz? Eğer namuslu insanlarsanız bunu köylüye söyleyin. Senin efendi olmanı biz istemiyoruz deyin. Bunun için beni burada yargılar havasında, köylü ile işçinin Türkiye'de vazgeçtik efendi olmasından sizlerle temsil ettiğiniz burjuva sınıfı ile aynı dengede olmasını istiyor musunuz ve bunu da köylü ile işçilere benim gibi açık söylüyor musunuz? Yoksa buna kızıyor musunuz? Mesele burada. ("Bu komünizmdir" sesleri, gürültüler) Bu komünizmde değil o ikinci laf o. Komünizm kelimesinin arkasına saklanan insanları sömürmeye de faşizm derler yeryüzünde. Komünizm kelimesinin arkasına saklanarak. (Gürültüler)..."

Şöyle bitiyor, konuşması Çetin Altın'ın:

"- Efendim, zamanınızı çok aldım. Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim. Yalnız hayatta ne yaparsanız yapın, samimiyetine inanın sosyalistlerin. Kahırlı iştir, kahırlı iştir. Eğer biz bu kahrı çekmemiş olsaydık sizlerle beraber çoğunlukta bulunabilirdik. Neyimiz eksik. Kahırlı iştir. Samimiyetlerine inanın, çünkü bu kadar eziyetli bir şeyde yalan söyleyerek kalmanın anlamı yoktur, eğer bir çıkarı olsa insanın. Hepinizi hürmetle selâmlarım, iyi akşamlar, benim için de bu saatlere kadar kaldınız büyük faaliyet gösterdiniz ona da ayrıca teşekkür ederim efendim, hoşça kalın (CHP ile TİP sıralarından alkışlar)".

Altı buçuk yıl önce Parlamento'da Çetin Altan'ın yaptığı konuşma...

Önümüzdeki günlerde Parlamento'da yine tartışmalı toplantılara tanık olacağız. Hükümet programının okunmasından sonra, güven oylaması ve arkasından af tasarısı...

Partiler ne yapacaklar acaba? CHP ile MSP, 141'de anlaşmaya vardılar. MSP, baştan direnmişti. 163'üncü madde ile 141'inci maddenin dayandıkları anlamın aynı oluşu meseleyi kolaylaştırmıştı. Birinde şeriat düzeni getirme amacıyle örgüt kurma, öbüründe "sosyal bir sınıfı ortadan kaldırma vs..." olunca, ikisi birbiriyle çakıştı. Bir de Ecevit'in görüşmelerin son gününde "Ya bugün biter, ya biter..." demesi, 141 konusunu çözüme bağladı.

MSP'liler, bu kez 146/3'ü af kapsamına hiç mi sokmak istemediler? Konu iki ekip arasında pazartesi günü görüşülecekti olmadı, salı günü de olmadı. MSP'li üyelerden biri bakan da olmuştu. MSP onun yerine bir başka üye gönderdi komisyona. Şimdi, böylesine ortada 146/3'ler...

Bir yandan çayımı yudumlarken, kitapları kapayıp düşünmeye başladım. Eylem'le Özlem uyanmışlar, mutfaktan sesleri geliyor. Eylem, şarkısız yemez yemeğini. Gece de masal anlatılacak ki uyusun...

"Peynir yalnız kaldı...

haaaydiii, peri kızı..."

Eylem'in sesi:

- Anne, peynir yalnız kalmasın, n'oolur...

- Olur. Haydi, şu lokmanı da bitir...

Ben odada tedbirimi almışım. Kapının dış kolunu çıkardım. Dışardan açılması olanağı yok. Rahatça "Ankara Notları"nı düşünebilirim. Kapı vuruldu Eylem:

- Baba, kapıyı aç...

Hay Allah, açsam mı açmasam mı?

Bu ülkenin üniversiteleri yok mu? Koca koca profesörleri ne düşünürler? Yurtta barışı sağlamak için adî suçların mı, siyasî suçların mı affı gerekli? Neden görüşlerini açıklamıyorlar? Hiç kimsede ses yok. Eylem, kapıyı hızla vurmaya başladı:

- Baba, kapıyı aç...

Açtım kapıyı. Koştu, yatağın üzerindeki balonu aldı:

- Balonum kalmış...

Balonunu aldı, koşa koşa gitti. Kapıyı kapadığıma nasıl da üzüldüm. Engel olacak, çalıştırmayacak sandığıma...

(18 Haziran 1974)

TONGUÇ BABA...


Amacım, öleli ondört yıl olan İsmail Hakkı Tonguç'a ağıt yakmak değil. Anma toplantılarıyla, ağıtlarla da yaşatılamaz kişiler, gerçekten yaşamıyorlarsa aramızda değillerse. Tonguç unutulmamıştır biliyorum, öğrencilerinde arkadaşlarında, eserlerinde yaşamakta. Tonguç adı, gelip geçmiş en büyük eğitimci olarak yaşayacak da. Eğitimci dedim, öyle sunuluyor, öyle yaşatılmak isteniyor çünkü. Tonguç gerçekte, eğitimi bir araç olarak kullanarak büyük kitleyi bilinçlendirmek istemişti. Köylü bilinçlenerek, örgütlenerek haklarını arayacak, koruyacak kalkınacaktı. Köy enstitülerini birer öğretmen yuvası sayanlar bundan dolayı yanılırlar. Romancı, sanatçı yetiştiren öğretmen okulu mu olur, yetişenleri nasıl sapasağlam kalmışlardır bakmadınız mı?

Köylünün yoksulluktan kurtulmasına katlanamadı egemen çevreler, o zaman da. Köy enstitüsünde bir sabah binlerce gencin jimnastik yapıp bir ağızdan marşlar söylediklerini seyreden o dönemin bir sorumlusu, birden bütün Türkiye'de köylülerin böyle biraraya gelip, marşlar söyleyebileceklerini düşünmüş ödü patlamış.

- Sonra bizim halimiz ne olur?... gibisine.

Köy enstitülerindeki özgürlük havası, 1960 devriminden ve Anayasasından gelen güçle, gençliğe yansır gibi oldu. Öğrenciler toplantılar, forumlar düzenliyorlar, yöneticilerini, yurt yöneticilerini eleştiriyorlardı. Korktu bundan egemen çevreler. Oracıkta boğmak için kışkırttılar üstlerine güçlerini. Varılan yeri hepimiz biliyoruz. Ben görmedim okudum, dinledim. Köy enstitülerinde eğitimin başlıca özelliklerinden biriymiş, eleştiri. Öğrenci, öğretmen ayırımı yok. Nitekim adı da öğretmen de değil. "Eğitim başı"vb... Bu en demokratik yol, işlere gelmezdi elbet. Çünkü bunlar, yüzbinler, milyonlar oldu mu seyredin gümbürtüyü o zaman.

Arkadaşlarım arasında bazı sosyalist ülkelere gidip dönenler, nisbet yaparlar:

- Orada da dilenci gördüm. Hem resmini de çektim...

- Kaç tane?

Hafif bozulur o vakit:

- Bir tane, ama olsun. Oralarda da var ya. Demek ki ne yapsan, yoksullutan kurtaramıyorsun insanları..

Gülerim içimden. Ulus'a sapıp da Rüzgârlı'ya dönerken yolboyu sıralanmış dilencilerin önünden geçerim. Süleyman Bey'i, daha önceki yöneticileri, şundan, bundan dolayı yüce divanlara göndermek isterler. Kardeşlerine yardım etti devlet olanakları ile filân diye. Asıl, başka nedenlerden yollanmalılar yüce divanlara, yargılanmalılar. Her dilenci, sömürülen bir iliğin simgesidir. Kentteki dilenci de köyde karun sayılır ne dersiniz?

Türkiye'de işçiyi, köylüyü bilinçlendirmek isteyenler, ondan yana ömür tüketenler hep horlanageldiler egemen güçlerce. Bakınız cezaevlerine, Behice Boran niye hapistedir? Sadun Aren, TİP yöneticileri niye kapatılmışlardır zindana? Daha ne insanlar izleyeceklerdir aynı yolları...

Tonguç'u en iyi onların anlamalarını bilmelerini isterdim. TÖB-Der Tonguç'un kitaplarını gençlerin anlaybilecekleri dile çevirip daha arılaştırarak yayınlamaya başlamıştı. Bunu sürdürmesini dilerim.

Geçenlerde Meclis kürsüsünden eski bir Millî Eğitim ve Tarım Bakanı olan İlhami Ertem yalan yanlış konuşuyordu. "Kapatılan komünist TÖS" gibi lâflar ediyordu. Bir kez, TÖS, hiç bir zaman mahkeme kararıyle kapatılmadı. TÖS, yasal bir örgüt iken, yapılan bir Anayasa değişikliğiyle memurların sendika kurmaları yasaklandı. Bundaki amaç da ortadaydı. Nihat Bey ve Ferit Bey, kendilerinden yana olmamış bu kuruluşların kapatılmasını, ortadan silinmesini istiyorlardı. Yasalarla kapatıldılar. TÖS de bunlardan biriydi. TÖS'ün genel merkezinde, çok şubelerinde Tonguç Baba'nın büyütülmüş fotoğraflarını görürdünüz. "Komünist TÖS" demek de yanlıştı. Çünkü, daha TÖS yöneticilerinin sıkıyönetimden geçmiş davaları Askerî Yargıtay'da görülmekteydi. Bir yanda yalan yanlış konuşmak, bir yanda yüksek mahkemelere aklı sıra etkiler yapma girişiminde olmak...

Tonguç, ileri hareketlerin adamı olarak yaşayacaktır. Ama bu hiç bir zaman serüvene, aceleciliğe dönüşmedi onda. Sabırla, sindire sindire birşeyler yapılabileceğini umdu. Zamanın Cumhurbaşkanı İnönü'nün, "Bakın, bu harp yıllarında ne yapabilirseniz yaparsınız. Sonra size bunları yaptırmazlar. Süratle köy enstitülerinin sayısını iki misline çıkarın..." önerisini bile olanaksız buldu. Tonguç'un yaşamında en çok pişmanlık duyduğu buymuş. Neden İsmet Paşa'nın önerisini dinlemedim diye. Kırka çıksa ne olacaktı, sonuç değişecek miydi acaba? Belki, egemen çevreler, güçlüye karşı çıkamayacaklar mı o kadar? Ama, arkasından 1950 geliyordu...

Gençlik hareketlerinin başlarında düşünürdüm Tonguç'u. O olsaydı acaba ne derdi diye. "Benim yetiştirmek istediğim gençlik" mi derdi? O gençliğin sonra, egemen güçler elinde nasıl işkenceler altında ezildiğini iyi ki görmedi. 27 Mayıs Devrimi'nden hemen sonra, gençlerin Harbiyelilerin yürüyüşünü mü seyretmiş, belki 27 Mayıs öncesi yürüyüşüdür, -dört saat gençler önümden geçtiler- diye kıvançla anlatırmış. Köy enstitülerinin benzerini kentlerde de kurma, onun tasarısıydı. Bunun gereğine inanmış olmalı. Aradan yıllar geçti, şimdi daha esaslarını bilmediğim köy-kent projeleri çıkıyor ortaya. Aynı zorunluluk sürüp gidiyor ülkede çünkü.

Bazı, kendi kendime konuşurum:

- Tonguç sağ olsaydı, içerde mi dışarda mı olurdu?

- Belki dışarda oludu. Fakat o kadar insanı içeri tıkanlar, Tonguç'u tıktıklarını biliyorlar...

*

Mamak Askerî Tutukevi'nde yatan Atilâ Sarp'tan çok sıcak bir mektup aldım. 1964-65'lerde nasıl tanıştığımızı anlatıyor. Şöyle diyor mektubunda Atilâ Sarp:



"1964-65 yıllarında partinin basın bültenlerini sizi görmedikçe vermek içimden gelmezdi. (X)de çalışan bir gazetecinin parti bülteninin basında yer almasına katkısını onyedi yaşımda düşünemezdim doğal olarak. Ama gülümseyen, sevecen davranışınız, ağabeyce tavrınızı gazetenin kapısına gelince görmek isterdim. Aradan yıllar geçti. Sıkıyönetim koşullarında köşeniz aydınlıkça ortaya çıktı. Güçlüklerle temiz bir uğraş verdiniz.. Çabanız af üzerine haklı olarak yoğunlaşmıştı. Buna gelen haksız ve densiz tepkilere bakmadan olumlu çabanızı sürdürdünüz. Sağlıklı davranmanın doğurduğu çok yönlü tepkiyi ben de tadanlardanım...

... Eksiği, yanlışıyla birşeyler yapmaya çalıştık ağabey. Bu nedenle koşullar bizi seyirci olmaya zorluyor. Durum da bu. Barış ve özgürlük bizim en içten sloganlarımızdır ve kitleler bundaki içtenliğimizi bildikçe tek tek tüm insanlar bu konudaki ikirciksizliğimizi bildikçe kazanacağızdır..

Salt size duyurmak için içimden gelen şu satırları yazdım. Sağlıcakla kalasınız.."

(23 Haziran 1974)

TATAVA BURJUVA!
Ben Eda'nın annesi... diye tanıttı kendini genç bayan. Hiç bilmez olur muyum? Babası, Selimiye'de, cezaevindeydi Eda'nın o zamanlar.

- Eda'nın babası çıktı mı? Nerede? Eda nerede?

- Şimdi geliyor o da. Eda'yı babaannesinde bıraktık. Çok küçük, belki yola dayanamaz, dedik.

Sonra Eda'nın babasıyla da tanıştım.

- Ben içerdeyken mektup yazmış karım size...

- Tabiî hatırlıyorum. Geçmiş olsun, sizler de çıktınız demek.

Kuşkuyla ürkerek sordum babaya:

- Mektupta ad açıklamamıştım, bildiler mi?

- Evet. Kızı Eda olan kim var diye arayıp bulmuşlar. Fakat önemi yok farketmez.

Selimiye'den Ören'e gelmişlerdi. İki arkadaş, eşleri... Dörtbin beşyüz lira aylıkla bir yer tuttular. Genç yaşta emekliye de ayırmışlardı. Ben hesabını yapıyordum: Ne zorluklarla tatile çıkmışlardı kimbilir...

Kumda, güneş altında konuştuk, birkaç kez. Belki yine görürüm onları.

Geceleri sayıklıyormuş başlarda. Bağırarak, acılardan kıvranarak. Eşi uyandırıyormuş hemen:

- Birşey yok, evindesin...

Dalıyorum yine.

Kumdan kümeler yapıyordu, yattığı yerde...

- Anayasa Mahkemesi kararı güzel oldu değil mi?

- Çooook...

Anayasa Mahkemesi'nin güzel kararı üzerine, içerden çıkanların çoğu soluğu doğanın güzelliklerinde almışlardı.

Karardan sonra, Prof.Sadun Aren'in eşiyle konuşuyorduk:

- Biz Ören'e gidiyoruz, siz de oraya gelin...

- Ören daha serin olur. Sadun sıcağı sever. Herhalde biz Bodrum'a gideriz...

Arenler Bodrum'a gitmişlerdi gerçekten. Bodrum'da Kıbrıs Çıkartması günü, kaymakam tüm turistleri -aldığı bir yanlış haber sonucu olacak- dağa çıkarmasaydı, tatil belki daha da güzel geçecekti.

*

1970'den beri ikinci kez izin yapıyordum. Birincisi 75 gün süren bir zorunlu izindi. Erim Hükümetiydi işbaşında o zaman. Çalıştığım yere baskılar yapılmış uzaklaştırılmam istenmişti. İşyeri, başlarda hiç değilse unutturmak için -bence iyi niyetle- "Git evinde otur, yazı yazma" demişti. İzin sonunda da ayrılmıştım oradan artık. Yeniortam çıkalıberi ilk kez iznim şimdi...



Ören'de bir hafta on gün kadar, henüz yazlığına gelmemiş bir dost evinde kaldık. Sonra ev sahiplerinin geleceği güne yakın orayı boşaltıp, Ören yakınında bir köy malı olan "Aras Motel"e geçtik. Evde gerçekten çok rahattık. Ayrılış günü her yer temizlendi, yıkandı...

- Bu tabak bizim... Bu, Kâmil Beylerin...

Az sonra Eylem, parmakları üstünde, bir sinek ölüsü ile geldi:

- Babacığım, bu bizim sineğimiz mi?

Çevirmen Atillâ Tokatlı, Eleştirmen Asım Bezirci, Ozan Tahsin Saraç, Kaya Öztaç, Aziz Nesin'in eşi Meral Nesin oradaydılar. Biz Ankara'ya döndüğümüzde Fakir Baykurtlar gitmeye hazırlanıyorlardı Ören'e.

Gittiğimiz her yerde Yeniortam okurlarının ilgisiyle karşılaşıyorduk. Bakkaldan gelirken, Eylem'i Özlem'i görenler söz atıyorlardı:

- Eylem, abla olmak istiyor mu artık...

Kıbrıs'taki Cenevre'deki başarı Ecevit'i sevenleri uçuruyordu neredeyse. AP'lilerin ağızlarını bıçak açmıyordu. Kahvelerde, köşelerde kendi kendilerine fısıltılarla konuşur oldular sonra sonra.

Soranlar oluyordu:

- Bir seçim yapılsa Ecevit tek başına gelir değil mi, kesenkes gelir...

Bir Alman profesörü, Ecevit'i Nobel'in Barış Ödülü için en güçlü adayıdır diyesiymiş, öyle mi? Valla ben olsam ona verirdim ödülü...

Politikacı Turan Güneş'i, Cenevre'deki başarısından ötürü kutlamak gerek. Esprileriyle, Türklerin asık yüzlü olmadıklarını da göstermiş kötü mü?

Ankaya'ya gelince daha Kızılay caddelerinde kulaklarım doldu söylentilerden:

- MSP'liler dikleşiyorlarmış. CHP ile MSP arasında somut görüş ayrılıkları varmış...

- Vallahi ne olursa olsun vız gelir tırıs gider...

*

Bir yandan dinlenirken, bir yandan halktaki uyanışı, bilinçlenmeyi görmeye, yakalamaya çalışıyorum.



İçerden çıkanlar, yıllar yılı bunca acıyı çeke çeke, göre göre geçmiş olaylardan ders ala ala kendilerinden bilinçleniyorlar mı? Aydınlar, gençler işçilere, köylülere halka yaklaşabiliyorlar, yanlarına varabiliyorlar mı? Her demokratik gelişim bilinçlenmeyi hızlandıracak niteliktedir kuşkusuz.

Birini anlattılar. O da içerden çıkmıştı, ama okuması ya var ya yoktu. Mapushane arkadaşlarının çoğu gençler, aydınlardı. Başlarda konuşmalarına ısınamamıştı belki de. Konuşmaları, kendi argosuna hiç mi hiç uymuyordu. Amerika'daki Nixon-CIA dengesini, dünyadaki yeni oluşumları dinledi onlardan. Yeni yeni kavramlar, sözcükler argo sözcüklerle dolu kafasında birbirlerine vuruyorlardı. Burjuvanın ne demek olduğunu, kime dendiğini öğrendi. Af çıktı, o da çıktı. Konuşma biçmine en çok eski arkadaşları şaşıyorlardı:


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin