İletiŞİm etiĞİ Prof. Dr. Hayrani altintaş İletişim etiği şöyle tarif edilir : Ortakça sahip olunanla kişiye ait olanı ayırmaya İletişim Etiği


İletişim etiği, karşımızdaki insana değer vermek demektir



Yüklə 210,04 Kb.
səhifə2/2
tarix27.10.2017
ölçüsü210,04 Kb.
#15880
1   2

İletişim etiği, karşımızdaki insana değer vermek demektir. İnsanın tabiî haklarının başında yaşama hakkı gelir. İnsanın hayatı kutsaldır. Hiç kimse hiçbir şekilde başkasının hayatına kastedemez. İnsanın bir de ruhî veya psikolojik hayatı vardır. Buna da, kastetmemek gerekir. İnsanın ruhî hayatı, onunla kurduğumuz ilişkinin sonucuna göre iyileşir veya kötüleşir. Meslekî yönden bir tutumumuz ona acı verebilir.

İnsanın ırzı, şerefi ve haysiyetini teşkil eden manevî hayatı da çok önemlidir ve kutsaldır. Bütün dinlerde bu böyledir.

İletişim ve meslek etiği açısından, önemli olan husus, bizim davranışımızın, karşımızdaki insanın manevî (veya ruhî) hayatına zarar vermeyecek nitelikte olmasıdır. Bütün bunlar, hürriyetin kullanımı ve insana verilen değerle ilgilidir.

İnsanın maddi ve manevi ihtiyaçları pek çoktur. İletişim etiği için önemli olan, insanın bu ihtiyaçlarının tatmin edilmesi, giderilmesi meselesidir. Manevî ihtiyaçlardan en önemlisi, onun muhtaç olduğu sevgidir. Elbette, insanın en çok sevgiye ihtiyacı vardır. Karşımızdakini insan olarak sevmeliyiz. Ama öncelikle, onun özelliklerini bilmeliyiz ki, sevebilelim. Sevgi, nesnesine bağlı olarak şiddet gösterir. Ne kadar çok tanırsak, o derece severiz. O insanın, örf, âdet, değer hükümlerini ve ihtiyaçlarını bilmeliyiz ki, onu sevelim.

İletişimde, gereken unsurlardan bazılarında eksiklik olunca insanlar kötü durumlara düşerler.

İletişimin iyi bir temele oturabilmesi için insan sevgisine, insanın psikolojik, ruhî yönüne önem verilmesine dayanması lâzımdır.

Meslek etiği, iletişim etiği yönünden fevkâlade önemli bir husustur. Her sosyal faaliyet, kendisine has bir disiplin meydana getirir ve bu disiplin ile varlık gösterir. Toplumsal bir teşekkül ve bir grup varsa, bu grup, kendi varlığını koyduğu kurallar çerçevesinde göstermeyi arzu eder. Çünkü bu kurallar onun varlığının işaretidir. Onlarla varlık gösterir. Mesela, Barolar Birliğinde disiplin kuralları, öğretmenler için tüzük, yönetmelikler vardır. Her topluluk kendi varlığını kurallar, yani ahlâkî disiplinler ile göstermektedir.

Her toplumsal grup, birtakım bölümlerden meydana gelir. Mühendisler, tabipler odası, millet, şehir, semt, mahalle, aile, fert, esnaf ve sanatkâr toplulukları gibi.

Her toplulukta, en büyükten en küçüğe inen gruplar arasında, davranışların ve insanların birbirleriyle münasebetlerinin hangi şekilde olacağını gösteren prensipler vardır. Buna etik kurallar veya ahlâk kuralları diyoruz. Ailenin, ziraat, esnaf odalarının vb.nin ahlâk kuralları vardır. Bu küçük gruplar, neden ahlâk kurallarına ihtiyaç hissetmiştir? Ancak bu etik kuralları ile varlıklarını devam ettirirler. Varlıklarının devamı için bu etik kuralları şarttır ve gereklidir.

Sosyal gruplar sadece kendi varlıklarını devam ettirmek için mi yoksa başka bir şey de düşünerek mi bu kuralları koymuşlardır?

Elbette, kişinin çıkarları ile toplumun çıkarları her zaman uyuşmaz. Nitekim fırıncılar ekmek fiyatlarını istediği gibi belirlemek istiyorlar.

Her şahıs veya grup, sadece kendi menfaatini düşünerek mesleğini yaparsa kargaşa olur, düzensizlik ortaya çıkar.

Toplumun ihtiyaçlarının korunmasını sağlamak için, meslek odaları tarafından meslek etiği dediğimiz kurallar manzumesi, disiplin kâideleri konulmuştur. Böylece, hem kendileri hakkında kötü düşünülmesini önlemiş, hem de toplumun menfaatlerini korumuş oluyorlar. Bu amaçla çıkarılan disiplin kâidelerine “meslek etiği” diyoruz. Bunlar, toplumun menfaatlerine uygun olmayan kişinin menfaatlerini, toplumun menfaatlerine uygun hale getirmek için koyulan kurallardır. Kişileri ilk anda ilgilendiren, kendi menfaatleridir, toplumun menfaatleri ile çok ilgilenmezler.

Kişiler, toplumun menfaatlerini umumiyet itibariyle düşünmezler, ama düşünmek zorunluluğu vardır. Başka bir meslekten olan kişinin toplumun menfaatlerini düşünebilmesi için bazı disiplin kurallarına ihtiyaç vardır. İşte, bunlara meslek etiği diyoruz.

Sadece kendi menfaatiyle ilgilenen meslek sahibi kimselerin düşüncesi doğru değildir. İnsanın menfaati toplumun menfaatine bağlıdır. Toplum menfaati düşünülmüyorsa, kişinin menfaati de tepkiyle karşı karşıyadır. Çünkü kişinin menfaati de toplumun menfaatine bağlıdır.

İnsanoğluna toplumun menfaatini, toplumun menfaati ile kendi menfaatinin birbirine bağlı olduğunu düşündürebilmek için, meslek ahlâkı dediğimiz disiplin kuralları oluşturmak mecburiyeti hâsıl olmuştur.

Bir avukatın, haksız olanı, kendi ünü için, hakikatleri ters yüz ederek haklı çıkarması, haksız kişinin aklanmasını temin etmesi, kendi menfaati için uygun görünse de toplumun menfaati açısından hiç de uygun değildir. Haklı ve haksız kavramlarının insanların gözünde itibar kaybetmesine sebep olur, bu da, toplumda düzensizlik meydana getirir; haksızlar çoğalır, haklılar haksızların karşısında bir şey yapamaz hale gelir. Bu nedenle, meslek etiği zorunlu hale gelmiştir. Kişi, kendi menfaatinin toplumun menfaatinden üstün olduğunu düşünür. Halbuki üstün olmadığını, onun toplumun menfaatine bağlı olduğunu, kendi menfaatini toplumun menfaatlerinin önüne çıkarması halinde toplumda kargaşa olacağını birilerinin bildirmesi lâzımdır. Bu da, meslek odalarıdır. Yani, meslek odaları, insanın tabiatı gereği daima kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmelerini önlemek için ortaya çıkmıştır.

Ahlâk disiplinleri veya meslek etiği, kişinin ait olduğu kurumun menfaatlerini korur. Ticaret odaları hem tacirin hem de toplumun menfaatlerini korumak için birtakım kurallar koyar. Yani, bu meslek organizasyonları, hem kendi üyesinin hem de toplumun menfaatlerini korumak için mecburiyetler ortaya koyar, toplumsal ve sosyal düzeni temin eder.

Meslek etiği ve bu etiğin içinde yer alan meslek disiplin kuralları, hem o kişinin hem de toplumun menfaatlerini korur ve toplumda düzeni sağlar. Bu da iyi bir iletişimin doğmasına imkân verir.

İnsanın kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi halinde düzensizlik ve kargaşalık olur, menfaat savaşı ortaya çıkar ve saldırganlık baş gösterir. Bir kişi, bir meslek grubunun suçlanmasına sebep olabilir ve bizde, o meslek grubuna karşı saldırgan tutum oluşur. Her meslek grubu, üyesinin bencil davranışlarda bulunmasını önlemek amacıyla disiplin kaideleri korur. Buna meslek etiği denildiğini ifade etmiştik. Meslek etiğinde insanlar düşünceli hareket ederlerse kendi menfaatlerinin toplumun çıkarlarında olduğunu görebilirler.

Diğer yönden, davranışları akıl yönlendirmediği zaman insanlar zor duruma düşerler.

Ahlâk, insanlara, kendi dışında bulunan gayeleri gösterir. Bizim mutluluğumuz, içimizdeki, toplumun mutluluğu ise dışımızdaki bir gayedir. Ahlâk, hem insanı hem de toplumu mutlu etmek ister. Meslek etiği, dıştaki gayeleri esas almaktadır. Ahlâk toplumsal güzellikleri göstermek suretiyle huzuru temin etmektedir. Meslek etiğinin de gayesi budur. Bu sebepten dolayı, ahlâk ve meslek etiği kişisel menfaatlerin üzerindedir. Kişi, meslek etiğini böylece kabul eder; kendi menfaatlerine aykırı olsa da meslek etiğine uygun şekilde hareket etmeyi kendisine zorunlu hisseder.



İletişim Etiği ve Gazetecilik:

Osmanlı devleti zamanında, özellikle, 17. ve 18. yüzyıllarda, yavaş yavaş Batı’daki Lonca sistemlerinin meslek teşekkülleri arasına girdiğini görüyoruz. Başlangıçta, dini bir kimlikteki Ahilik teşkilâtı, loncaların girmesi ile bu dinî kişiliğini kaybeder.

Bu değişiklikten sonra meslek teşekkülleri, sadece, Müslümanların dâhil olduğu ahilik teşkilâtı olmaktan çıkar. Müslümanların yanında, Müslüman olmayanlar da bu teşkilatlara üye olurlar. Ahilik teşkilatlarının bu hale gelmesinde Loncaların tesiri vardır. Loncalar, Tanzimat döneminde dernek teşekkülleri olarak kendini gösterirler.

Tanzimat döneminde, gazetecilik ortaya çıkar. İlk gazeteler, Türkçe değildir. Bir meslekî örgütlenme olmadığı için, meslek etiği nizamnameleri yoktur. Tanzimat’tan önce Müslüman olmayanlar gazete çıkarıyordu. Onların, kendi aralarında dayanışma vardı, ama meslek etiğini meydana getiren tüzük veya yönetmelikleri yoktu. Onlar da, kendi aralarında, Batı’da olduğu gibi bir dermek kurma faaliyetine girdiler. Hükümet bu gazetelerin faaliyetlerini yakından izliyordu.

İlk Türkçe gazeteyi çıkaran bir İngiliz’dir. Gazetecilik (basın) ahlâkı, belki ilk Türkçe gazete ile ortaya çıkıyor. Gazetecilik ahlâkının genel ahlâk kurallarına uygun olması isteniyor.

Halbûki günümüzde, bütün Müslüman ülkelerinde, çok çelişkili bir durum vardır. Din ve genel ahlâk kaideleri halkın doğru bilgilendirilmesini, doğrunun verilmesini istediği halde Müslüman ülkelerde, bazı basın organlarının buna uygun hareket etmediği görülür.

Cumhuriyetten önceki gazetelerin bir desteğe, dayanağa, mali yönden teşvik edilmeye ihtiyaçları vardı; dolayısıyla, kendilerini destekleyen kişi ya da grubun fikirleri doğrultusunda yayın yapıyorlardı. O ilk devirde çıkan gazetelerde, doğrular kısmen söyleniyordu. Bu yüzden, genel ahlâk doğrultusunda hareket edildiği görülmüyordu. İnsanlara doğru haber ulaştırılması konusunda, dini emirlerin yanında hükümetin çıkardığı kanun da vardı; ama kanunlara uyulmuyordu.

Bu gün de, aynı şeyler söz konusudur. Dinimiz, “bir haberi aldığınız zaman o haberi tahkik edin, doğru mu değil mi araştırın ondan sonra halka verin” diyor. Aksi halde, halk yanlış bilgilendirilmiş ve gazeteciler genel etiğe aykırı hareket etmiş olurlar.

Basın ve yayın hayatında, genel ahlâka uygunluk ve olması gereken gerçek birbiriyle çelişmemesi gerekirken, böyle olmamıştır. Şu bir gerçektir ki, şekli ve cinsi ne olursa olsun, insanlar, bir inanca sahiptirler. Türk basın hayatında, bu husus göz ardı edilmiş ve genel ahlâk kaidelerine uyulmayan durumlarla karşı karşıya kalınmıştır.

Tanzimat döneminde, çıkan gazeteyi destekleyen şahıs ve grupların tesirinde kalınmıştır. Müslüman olmayanların çıkardığı gazetelerde, yazarlar, kendi düşünceleri doğrultusunda haber veriyorlardı. Bu, bir anlamda, doğal, ama ahlâka da uygun olması gerekirdi. İlk Türkçe gazetenin ortaya çıkmasıyla, Türklerin de, kendi inanç, görüş ve düşünceleri doğrultusunda yayın yapmaları gerekirken genel ahlâk kurallarına ve meslek etiğine aykırı davranılarak birbirlerinin aleyhinde olan haberler verildi.

İlk Türkçe gazete Takvim-i Vekâyi, devlet eliyle çıkarılmıştır. “Vakanüvis”ler tarihi ve günlük olayları günü gününe kaydediyorlardı. Müslüman olmayanların çıkardığı gazeteyi görünce, vakanüvisler, olayların halka ulaşabilmesi yönünde ve hükümetin politikasına uygun haberler vermeye başladılar. Görevleri iç ve dıştaki olayları halka doğru olarak duyurmaktı.

Türklerin çıkardığı ilk gazete Tercüman-ı Ahvâl (1860)dır. Meslek etiğinin bozulması ve iletişimin olumsuz yönde gelişmesi ta o zamanlardan başlamıştır. İnsan, içinde bulunan çağa ve içinde yaşanılan duruma göre mi, gazetecilik ahlâkına sahip olacaktır?

Zaman, şartlar ne olursa olsun gazetecilik mesleğinde doğru haberlerin verilmesi ve gerçeklerin yansıtılması gerekir.

Bunu temin etmek üzere hazırlanmış bazı Basın Ahlak İlkeleri şöyledir:

1. Bir amme müessesi olan gazetecilik mesleği, bu mesleğin dışında kalan özel veya ahlaka aykırı maksat ve menfaatlere alet edilemez ve amme menfaatine zarar verici bir şekilde kullanılamaz.
2. Yazı, haber, fotoğraf vesaire şekillerde yapılacak yayınlarda şu hususlar riayet edilir:
a. Ahlaka aykırı veya müstehcen yayında bulunulamaz.
b. Şahıs, müessese ve zümreler hedef tutulan yazılarda galiz kelimeler kullanılamaz, şeref ve haysiyetlere karşı haksız yayın yapılamaz.
c. Amme menfaatini ilgilendirmeyen hallerde fertlerin hususi hayatları küçük düşürücü şekilde teşhir edilemez.
d. Şahıslar müesseseler veya zümreler aleyhine iftira ve isnatta bulunulamaz.
e. Din istismar edilemez.
3. Haberlerde ve olayların yorumunda hakikatlerden tahrif veya kısaltma yoluyla maksatlı olarak ayrılanamaz, doruluğu şüphe uyandırabilen ve tahkiki gazetecilik imkânları içinde bulunan haberler tahkik edilmeden ve doğruluğuna emin olunmadan yazılamaz.
4. Gazetenin veya gazetecinin şahsi veya taraf tutan kanaatlerine metninde yer verilemez.
5. Haber başlıklarında, haberin ihtiva ettiği hususlar tahrif edilemez.
6. Amme menfaati mutlak lüzum göstermedikçe ‘mahrem’ kaydı verilen malumat


yayınlanamaz.

Gazeteciler, kendi aralarında, Batı’da olduğu gibi, bir dernek kurmayı düşünüp, bazı toplantılar yaptılarsa da ilk aşamada bir dernek kuramadılar. Gazeteciliğin nasıl olması gerektiği konusunda karar almaya çalıştılar. Sultan Abdülhamit, Batı’da bir gazetecilik derneği olup olmadığını öğrenmek amacıyla Fransa’ya bir adam gönderdi.

1860 yılında, Matbaat-ı Osmaniye Cemiyeti adı altında dernek kurulmasına karar verildi. Bu çalışmalar, 1935’de kurulan Basın Kurulu’nun kuruluşuna kadar muhtelif fasılalarla devam etti. İlk çıkan gazeteden sonra, 1935’e kadar, başka gazeteler de çıktı. Basın ahlâk yasasına doğru yavaş yavaş adımlar atılmaya başlandı.

Belli bir dönemden sonra, gazetelerin birdenbire çoğaldığı görüldü. 1950’den sonra basın hayatında değişiklik oldu ve gazete sayısı bir hayli arttı. Bu sebeple, gazetecilik mesleğinde basın ahlâkı olmasına ihtiyaç hissedildi.

Her dönemde, grup ve şahıslar kendi görüşlerine göre gazetecileri desteklediler; bu hâlâ da aynı şekilde devam ediyor. Bu gruplar veya insanlar, kendi fikirlerini halka mal etmek için gazete çıkarıyorlar.

Gazeteciler arasında, hiç olmazsa haberlerin doğru verilmesi, kamuoyunun yanlış yönlendirilmemesi konusunda görüş birliğine varılmışsa da bu hiçbir zaman gerçekleşmedi.

Bu bilgilerin çoğunu aldığımız Hatemi’nin kaydettiği gibi, 27 Haziran 1938’de Basın Birliği kurulması için kanun kabul edildi. Neden Basın Birliği kurulmasına ihtiyaç vardı? Çünkü insanlar, farklı kültür ve değer yargılarına sahip, gazete sahipleri de farklı tarzda insanlardı. Demek ki, bu gün olduğu gibi, genel ahlâk kurallarına ve meslek etiğine tam olarak uyulmuyordu. O dönemde, basın ahlâkını belirleyen nizamnâme de yoktu. Bu yüzden, bir basın ahlâk kanununa ihtiyaç vardı.

Bundan sonra, gazeteler, bir müddet, hiç olmazsa toplumun düşüncelerinin yönlendirilmesinde ahlâk kurallarına uygun yayın yaptılar.

Demokrat Parti döneminde gazetecilikte bir baskı olduğu ve aleyhte yayınlara bir sansür uygulandığı kaydedilir.

1960’dan sonra, gazetecilikte büyük gelişmeler oldu. Basın Ahlâk Yasası ve Basın Şeref Divanı gibi kuruluşlar Türk gazetecilerinin hayatına girdi. Basın Ahlâk Yasası, bir kanun değildir. Her gazeteci, uymayı taahhüt ediyor, ama uymayanlara hiçbir müeyyide uygulanmıyor. Bu yüzden, basın hayatını düzenleyecek bir yaptırım yok. Ama buna şiddetle ihtiyaç hissedilmiş. Konu ile ilgili olarak yukarıda kaydettiğimiz Basın Ahlâk Yasası kurallarından bazılarını tekrar eder ve bir yorum getirirsek durum şöyledir:



  1. Basın ahlâkı, doğru haberleri kamuoyuna nakletmek ise, basın mensuplarından bunlara uymayı beklemek, insanların hakkıdır. (Ama uyulmadığı için kamuoyundan ve siyasî otoriteden şikâyet geliyor. Basın ahlâk yasasına uyulup uyulmadığı konusunda gazetecilere hâlâ sorular soruluyor.)

  2. Gazetelerde çıkartılan resim ve karikatürler müstehcenlik kaidesine aykırı olamaz, milletin örgüne, âdetine aykırı olamaz. (Ama bunlara hâlâ uyulmuyor, birçok gazete ve mecmua müstehcen sayılan resimleri boy boy basıyorlar.)

  3. Din istismar edilemez. (Ama bazı gazetelerde dinin istismar edildiğini hâlâ görüyoruz.)

  4. Haberler tahrif edilemez, olduğu gibi anlatılır. (Ama haberciler, haberleri yorumluyor ve objektiflik ortadan kalkıyor, toplumun düzeni bozuluyor. Kamuoyu yanlış şekilde yönlendirilmiş oluyor. Bunlar, iletişim etiğine uymayan hususlardır.)

İletişim etiği, meslek etiğini içerdiğine göre, basın ahlâk yasasının mutlaka kanunla tespit edilmiş olması gerekir.

Haberlerin değiştirilerek, yorumlanarak anlatılması, bizim toplumumuzda ahlâka daha fazla itibar edilmemesi, toplumun sekülarize olmasından kaynaklanıyor.

Basın Şeref Divanı, basın ahlâkına aykırı davrananlara gerekirse ceza veriyor, ama Basın Şeref Divanı, maalesef az çalışıyor. Yanlış haberler verenlerin çok azı muhakeme edilmiştir.

Hem kendi gazetecilik tarihimiz hem de basın açısından dikkat edilmesi gereken husus, kamuoyunun kültürünü ve genel ahlâk kurallarını bilip, ona göre hareket etmeleridir. Ayrıca etik kuralların neler olduğunun da insanlara gazeteciler tarafından verilmesidir.

Gazetelerin toplatılması ve kapatılmasında kanun var, ama yeterli değildir. Esasen, gazetelerin cezalarla uslandıkları da tespit edilmiş değildir.

Gereken medya ahlâkına sahip olmak, gazetecilik ahlâkından ayrı düşünülemez.

Her meslek kuruluşu, özellikle de, gazetecilik kuruluşu, gazetecilik etiğine ve onun kurallarına uygun hareket etmelidir. Çünkü kamuoyunu oluşturma gibi bir husus söz konusudur. Yanlış haber verme, yönlendirme cemiyetin düzenini bir anda altüst edebilir.

1960 hükümet darbesinden sonra, 1961 Anayasasına, basınla ilgili bazı maddeler kondu. Anayasanın 23. maddesi, bu tür maddelerin korunmasına gerekçe olarak, gazetecilik hayatında, bazı kişilerin, kamuoyuna doğru haber verme yerine aşırılığa gittiklerini söylüyor ve gazetecilik mesleği içinde, iletişim etiği, gazetecilik ahlâkı ve matbaa ahlâkına aykırı davranmalarını sebep gösteriyor. Bu maddeler, basın ve yayın hayatına temel hak ve görevler getirmiştir.



“Basın hürdür, sansür edilemez” kuralı burada ifade ediliyor. Daha sonraki tarihlerde, “Basın istediği şekilde hareket eder” düşüncesi ortaya çıktı.

Türk basın hayatında, yukarıda ifade edilen “Basın hürdür, sansür edilemez”, kuralı sadece gazeteciliğe has olarak kabul edildi ve vatandaşların hakkı gasp edildi. Maalesef, bazı gazeteciler, gelenek ve göreneklere, inanç ve akidelere aykırı, onları tahrip edecek yayınlar yapıyorlar, ama vatandaşın hakkını ve hukukunu koruyan yok…

Basına, kamuoyunun doğru tarzda bilgilendirilmesi ve yanlış yöne sevk edilmemesi konusunda da görev verilmesine rağmen kimileri buna aykırı hareket etmekte devam ediyorlar.

Devlet, vatandaşın haber alma hürriyetini engelleyemez, aksine, vatandaşın haber alma imkânlarını genişletir. Basın-yayının, devletin imkânlarından eşit tarzda faydalandırılması, yönetime veya devlete yüklenen görev bir görev olduğu halde, bu eşitlik ilkesi bizzat yönetim veya devlet tarafından iğfal edilirken kanunla temin edilmiş basının görevleri hususunda hiçbir özen gösterilmiyor.

1982 Anayasasında, “Vatandaş düşünce ve kanaatlerini yayabilir ve basabilir” ifadesi vardır. Bu hürriyet, zaman zaman kimi basın yayın organları vasıtasıyla kötüye kullanılmaktadır.

Türkiye’de, basın ahlâk kanunu ve haberleşme hürriyeti ile ilgili kanunların boşluklarından faydalanılarak düzenin bozulmasına yönelik faaliyetlere girilmiştir. Devlet bunları önleyecek kanunlar çıkarıyor, ama kanunların ifade ettiği değerler değişmiştir.

Ahlâk kuralları evrenseldir, herkes tarafından aynı şekilde kabul edilir. Birtakım değer hükümleri içerikleri kaybetmiş olabilir, ama ahlâk hükümleri değişmez. Kişinin manevî hayatı, haysiyeti ve şerefi korunmuştur. Hiç kimse, bu korunmuş değerlerin aleyhine yazı yazamaz. Ama yanlış bir basın ahlâkı anlayışı, insanların manevî hayatına saldırıya kadar gidiyor.

Medyanın görevi, 1961 ve 1982 Anayasalarında olduğu gibi, kamuoyunun veya halkın menfaatlerinin korunması ve halkın istismar edilmemesidir. Buna yönelik ceza hükümlerinin konması bu sebeptendir.

Bazı gazeteler, iletişim etiğine aykırı faaliyette bulunuyorlar. Görevleri doğru haber ve yazılarla insanları aydınlatmak olduğu halde, küçük de olsa promosyonla vatandaşı istismara yöneliyorlar. Vatandaşın doğru haber alma ihtiyacını temin yolunda bir faaliyete girecek yerde, gazetecilik ve matbuat ahlâkına aykırı olarak pek de aslı olmayan sansasyonel haberler vermek suretiyle gazete satma yoluna gidiyorlar. Bir grubu diğer bir grubun üzerine salmak amacıyla, ideolojik haber verip yayınlar yaparak iletişim ahlâkına aykırı davranıyorlar.

Kanunlar, 18 yaşından küçük çocukların ruhî gelişmesini bozacak, fikren sarsılmalarına sebep olacak yayınları yasaklarken gene kimi medya grupları, bu yasaklara aykırı davranarak meslek ahlâkına aykırı hareket ediyorlar, iletişimi olumsuz yönde etkiliyorlar.

Genel ahlâka sahip olunmazsa, içinde yaşanılan toplumun kültürel değerleri ve inançları bilinmezse, bunlara saygılı olmak mümkün değildir. Sadece, patronun menfaati içinde hareket edip şiddet ve kan dolu yayınlar yapılırsa, bunları gören küçük çocukların saldırgan olmaları pek tabiidir. Üzülerek söylemek gerekir ki, Türk medyasında yapılanlar bunlardır.

Oyuncakçılık sektöründe de, saldırganlığı ihtiva eden oyuncaklar ortaya çıkmış ve çocukların, medyadaki bu yayınlar sebebiyle, saldırganlığı simgeleyen bu tür oyuncaklara yöneldiği görülmüştür. Meslek etiğiyle bağdaşmayan bu faaliyetlerin, iletişim ahlâkına faydadan çok zararları vardır. Gazetecilikte en önemli şey, gazetecinin meslek etiğinin kurallarına göre hareket etmesidir.

Bazı gazete, mecmua ve televizyonlarda, insanların değer hükümleriyle alay edilir yayınlara rastlanmaktadır. Birçok gazete, mecmua ve televizyon vatandaşları hiçe saymakta ve istedikleri gibi yayın yapmaktadırlar. Meslek ahlâkıyla bağdaşmayan bu yayınlar, iletişim ahlâkının yokluğuna delalet etmektedir. Doğru yayın yapan medya mensuplarına diğer meslektaşlarına meslek etiği ve ahlâkın evrensel kurallarını hatırlatma konusunda görev düşmektedir.

Basın hürriyetinin toplumu istismar etmek suretiyle kullanılması, haber yapılması doğru değildir. Meslek etiğinin yerleşmesi hususunda, yöneticiler ve eğitimciler büyük bir sorumlulukla karşı karşıya bulunmaktadırlar. Vatandaşın hak ve hürriyetlerini koruma açısından birçok önemler alınmışsa da kanunların işleyişi yönündeki gevşeklik, bunu gerçekleştirememektedir. Dolayısıyla, iletişim etiği kaybolmaktadır.

Anayasada halkın haber almasına, çeşitli düşünce ve kanaatlere ulaşmasına, kamuoyunun serbestçe oluşmasına, cevap ve düzeltme hakkına v.b. lerine yer verilirken, bunlara gereği gibi uyulmamakta, menfaatler ön plana çıkmakta ve haberleşme hürriyeti kötüye kullanılmaktadır.

1961 ve 1982 Anayasalarına bağlı olarak Basın kanununda ispat hakkı üzerinde durulmuştur. Gazete, mecmua ve televizyonlarda çıkan haberlerde, herhangi bir iddiada bulunan kimse, o iddiasını kanıtlamak, ispatlamak zorundadır. Türk basın hayatında ispat hakkı tam olarak kullanılamıyor. Düşünce ve kanaatler, söz, çizgi ve resim yoluyla yayılabilir, ama başkasının düşünce ve kanaatlerini tahkir edici yönde olmamalıdır.

Televizyon yayınlarında, meslek ahlâkının temin edilemediği ve kanunların yeterli olmadığı görülünce, RTÜK diye üst kurul kurulmuştur. Anayasamız, basına, haber alma ve yayma, düşünce ve kanaatleri serbestçe ifade etme hürriyetini getirmiştir; ama bunlar hiçbir zaman, devletin ve milletin düzenine, insanların değer hükümlerine, ahlâkına aykırı olmamalıdır kaydını da koymuştur. Meslek etiğinin gerçekleşmesi için alınan bu önlemlere rağmen genel ahlâka riayet edilmediğinden bozukluklar baş göstermektedir.

Basın Ahlâk Yasası ve Basın Şeref Kurumu’nun varlığına rağmen, basın, meslekî açıdan, kendini denetleme görevini yapamamıştır. Basın Şeref Divanı, halkın düşünce, inanç ve kanunlarla belirtilmiş haklarına aykırı hareket edemler için, kovuşturma ve cezaî sorumlulukları uygulamak amacıyla kurulmuştur.

Bu kurum, meslek etiğine uymayanlar için, maddî ceza olarak Basın İlan Kurumu aracılığıyla, ilanları kesme yoluna gitmiş gitmişse de meslek ahlâkının gelişmesine katkıda bulanamamıştır. Mahkemelerdeki pek çok dava ya sonuçsuz kalmış veya etkili olamamıştır. Çünkü genel ahlâk olmadan meslek ahlâkının olması mümkün değildir.

Gazete ve mecmuaların yaşayabilmesi için ilan şarttır. Ülkemizde, ilanlar kesilince bazı yayın organları, finans eksikliğine düştükleri için, bu defa da, kendilerine verilen ilanı kesen hükümetler, müesseseler ve Basın İlan Kurumu hakkında doğrudan ve dolaylı aleyhte yayınlarda bulundular. Bazı yayın organları, ya doğrudan ya da protesto mahiyetinde Basın Şeref Divanının toplantılarına katılmadılar; hatta bu kurumdan ayrıldılar. Böylece, meslek ahlâkını yerleştirmekle görevli Basın Şeref Divanı yeterince çalışamadı.

Basın Şeref Divanının görevi basın yayın organlarının basın ahlâkına uygun davranmalarını denetlemektir. Ama gazetelerde basın ahlâkına aykırı yayınlar çıktı. Basın Şeref Divanı bu gazete ve mecmualara cezalar verdi, ilanlarını kesti. Bazı yayın organları bunları itibara almadı.

Basın Şeref Divanı toplatılması gereken bazı basın organlarını, mahkemelere bildirdi, ama mahkemeler, kanunlardaki yetersizlikler sebebiyle, bu yayınları toplatamadı; bunlar hakkında tam manada kovuşturma yapılamazken bu organlar meslek ahlâkını hiçe sayarak yeni hatalar yapmaya devam ettiler.

Alınan önlemler caydırıcı olmadığı için, cezalar gerekli sonucu vermedi. Basın Şeref Divanı, basın etiği ve genel ahlâka aykırı hareket eden basın organlarını teşhir etti; ama bu teşhire de ehemmiyet veren olmadı ve bu çaba da sonuçsuz kaldı. En etkili olan Basın İlan Kurumunun ilanları kesmesi oldu. Bu ceza gazete ve mecmuaları can evinden vurdu.

Abone ve satışlar basın organlarının satışlarını yeterince karşılayamıyordu. İlanlar kesilince basın organlarının birçoğu zararına çıkmaya başladı. Sık sık tekrar edilen yanlışlar sebebiyle ilanlar kesilince zor durumda kaldılar ve 1950-1980 arası, Basın Şeref Divanına yüklendiler. Basın Şeref Divanı faaliyetlerini yürütebilmek için yeterli malî kaynaklara sahip değildi, bu da etkili oldu.

Basın organları arasında siyasî, ideolojik çatışmalar ortaya çıktı. Kendi ideolojilerine göre haber verme, yorumlama ve kamuoyu oluşturma yoluna gittiler. Bu durum Basın Şeref Divanına da intikal etti. Basın Şeref Divanında haklı gören ve görmeyen oldu. Özellikle 1980’den önce basın organlarında adeta kamplaşma oldu. Haber ve yayınlar herkesin kendi ideolojik ve siyasî anlayışına göre çıktı; hatta Anayasanın amir hükümleri bile bunları engelleyemedi.

Sonuçta, 1980 darbesinde, Basın Şeref Divanı, basın ahlâk yasasına uygun olarak cezalandırmada bulundu, bazı kararlar aldı ama bu kararlar gazete ve mecmua tarafından benimsenmedi. Pek çok gazeteci ve fikir adamına göre, basın hayatında standart bir basın ahlâkı kurulamadığı için basın-yayın organlarının faaliyetlerini denetleyen kurumla basın arasında çatışma oldu. Basın Şeref Divanının bazı üyeleri, “basın hürdür, sansür edilemez” diyerek basına herhangi bir baskı yapılamayacağını savunurken; Anayasanın amir hükümlerini esas alanlar ise, yanlış haber, yanlış yorum ve dolayısıyla kamuoyunun yanlış yönlendirilmesini önlemek için basına bazı sınırlamalar getirilmesini istediler.

Gazeteci ve bilim adamlarının toplandığı bir sempozyumda Türkiye’de Basın Konseyi kurulması kabul edilmedi. Daha sonra, bir Basın Konseyi kuruldu. Basın Konseyi, Basın Şeref Divanının görevlerini üstlendi. Amacı, halkı doğru bilgilendirmek ve kamuoyu oluşturma gayesini temin etmeye matuftu. Daha önceki kanunlar değiştirilerek basın organları düzenleme altına alınmaya çalışıldı.

Basın Konseyi ve onunla gelen basında standart ahlâkın ortaya çıkmasını sağlayacak düzenlemeler ilk önce tesirli oldu; ama zamanla gücünü yitirdi ve aldığı kararlar geçersiz olmaya başladı.

Paneller ve toplantılarda, “Basın hür müdür?” “Basın her istediğini yazıp, kamuoyunun değer ve kıymet hükümlerini göze almaksızın yayın yapabilir mi?” ve basının sınırsız olup olmadığı tartışıldı, nelerin zararlı olup, olmadığı gündeme geldi. Kıymet hükümlerinin değiştiği ve basının faaliyetlerinde bu değişen değer ve kıymet hükümlerinin göz önünde bulundurulmasının önemli olmadığı söylendi. Bu çok yanlıştı. “Basın hürriyeti hiç kimse tarafından kaldırılamaz” diye müdahale edenler olduğu gibi, basın yalan haber veremez kendi ideolojilerine göre kamuoyunu yanlış yönlendiremez diyenler de oldu.

Sosyalist ülkelerin hepsinde basın, devletin denetimi altındadır. Totaliter rejimlerde böyle olması doğal görülebilir. Ama hür rejimler için bu söz konusu olamaz.

Bu itibarla, devletin geleceği ve itibarı, devamı açısından basına sınırlar getirildi. Basının hür olması, elbette devletten bağımsız olması demek değildir. Çıkar grupları, siyasetçi ve devleti idare edenler, ekseriyetle de çıkar grupları, basın organlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlardı. Çıkar grupları, basın organlarını satın aldı, müşterek hareket etmeye başladılar. Böyle olunca, Basın Konseyi ve yönetim arasında kavgalar ve anlaşmazlıklar başladı. Birtakım çıkar grupları, gazete ve mecmuaları ellerine geçiriyor ve faaliyetlerine aynen devam ediyordu. Mesela, geçmişte Abdülhamit’e karşı yayın yaptıkları gibi, günümüzde de kendi menfaatlerine aykırı davranan yönetimler aleyhinde aynı hareketleri sergiliyorlar. Faaliyetler aynı, ama sadece tellaklar değişti. Çıkar gruplarının menfaatleri korunmaya başlandı.

Basında danışıklı dövüşler oldu. Sırf çıkar gruplarının menfaatlerini korumak için bir gazete başka bir gazeteyle birbirinin aleyhinde bulunuyormuş gibi faaliyetler içine girdiler.

Anayasanın istediği basının hür olması ve sansür edilmemesi, kamuoyunun haberleşme hürriyetinin engellenmemesi, insanların düşünce ve vicdan hürriyetine sahip olarak düşünce ve fikirlerini ortaya koyabilmesiydi. Anayasa, hem vatandaşı hem basını koruyordu, ama Türk Basın organları, Anayasanın istediğinin aksine sadece çıkar gruplarının menfaatlerini korur hale geldi.

Türkiye’de, çıkar grupları ile basın arasında kavgalar oluyor, gazetelerin dağıtımının durdurulması gibi faaliyetler ortaya çıkıyor. Türkiye basın hayatında standart bir meslek ahlâkı teşekkül etmiş değildir. Meslek ve genel ahlâk açısından, Basın Ahlâk Yasası, Basın Şeref Divanı ve Basın Konseyi görevlerini yerine getiremiyor. Gazete ve diğer basın-yayın organları çıkar grupları doğrultusunda yayın yaptığı için ülkemizde gerçek anlamda basın ahlâkı vücut bulamamıştır.

İnsanlık tarihi, daima, bir iletişimin varlını göstermiştir. Bu iletişim, çeşitli şekillerde vücut bulmuştur. Küçük gruplar halinde olan ilk insanlar arasında da, konuşma var. Onlar, iletişimi sözlü olarak yapıyorlardı; çünkü kelimeleri ve eşyaların isimlerini biliyorlardı.

İnsanlar arasındaki bu iletişimin, belli grupların menfaatine olduğu bilinen bir gerçektir. Eski dönemlerde, kral, imparator ve etraflarında bulunan insanlar, iletişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiriyorlardı. Bu dönemlerde, iletişim ahlâkı, belli çıkar gruplarının menfaati doğrultusunda yer alıyordu. Mesela Roma’da, ve senatodakiler, insanlar arasındaki iletişime hâkim durumdaydılar. İnsanları onlar yönlendiriyordu. Yunan’da, Mısır’da Yahudi krallıklarında, Türk devletlerinde de aynı şekilde olmuştur. Ama bazı kavimlerde ve milletlerde, mümkün olduğu kadar iletişim etiğinin gerekliliği ve bu ahlâk çerçevesi içinde menfaatlerin korunması gerektiği bilinmiştir.

1950’lerde nüfusun 20 milyon civarında olduğu Türk toplumunda, çıkar grupları ve zenginler çok değildi. Basın ve iletişim etiği, gazetecilik ahlâkına uygun bir seyir takip ediyordu. Nüfus artınca zenginlik de arttı. Buna paralel olarak, çıkar grupları da o oranda çoğaldı. Holdingler kuruldu; bunların sözü geçerli olmaya başladı. Genel ahlâka uygun bir basın ahlâkı bu devirde hiç olmadı.

Basın ahlâkında, elbette, kamu ahlâkının göz önüne alınması gerekir. Çünkü herkesin, yani basın-yayın organlarının ve meslek kuruluşlarının kamuya karşı bir görevi vardır. Meslek etiğini kamu ahlâkına uygun bir tarzda düzenlemek zorunluluğu vardır.

Basın-yayın organları birbirleriyle olan münasebetlerinde birbirlerinin hak ve hürriyetlerine saygı göstermeli, birbirlerinin menfaatlerine aykırı hareket etmemelidir. Ama çıkar grupları, karşı tarafı alabildiğine kötülüyor. Bu, basın ahlâkına ve iletişim ahlâkına sığmaz.

Basın-yayın organlarını, ilan ve reklam veren gruplar besliyor, gazete ve televizyonların geleceği buna bağlıdır; çünkü gazete satışları masraflarını karşılamıyor.

Bizde çıkar gruplarının menfaatlerine uygun hareketlerde bulunma eğilimi ve bu şekilde davranma zihniyeti oluştu.

Medya, reklam ve ilan veriyorsa hükümet, menfaatlere sıcak bakıyorsa iktidar lehine yazılar yazmak, kamuoyunu o yönde yönlendirmek yerine şunlara dikkat etmelidirler.



  1. Doğruları yazmalı kararı insanlara bırakmalı ama insanları yönlendirmemelidir. Böyle yapmak ve sadece bilgilendirmek, basın ve meslek ahlâkı açısından çok önemlidir.

  2. Basın-yayın kuruluşları çalıştırdıkları insanlara karşı da ahlâklı olmalıdırlar.

Türkiye’mizde, basın yayın organlarının bazıları, bir sömürü düzeninde bahsederler, ama çalıştırdıkları insanları kısmen sömürmekten geri durmazlar. İnsanların kendi çalıştırdıkları insanlara karşı meslek etiğine sahip olmaları gerekir ki, basın ahlâkını yerine getirilmiş olsun. Her işverenin, çalışan insanlara karşı görevleri vardır. Mesela, basın-yayın organları kapatıldığı zaman gazete çalışanları paralarını alamazlar, aslında, bu gibi durumlara karşı da çalışanların geleceğini güvence altın almalıdır.

  1. Özellikle gazete ve mecmualar açısından, muhabir veya köşe yazarları yazı yazar, mesul olan ise yazı işleri müdürü ve genel yayın yönetmenidir. Yazı işleri müdürü ve genel yayın yönetmeni çok dikkatli olmalı kamu düzenini, kamu ahlâkını ve iletişim ahlâkını zedeleyecek tarzda yazılar yazılmasını, yayınlar yapılmasını önlemelidirler.

Programcı ise, televizyonda kendisini kamuya kabul ettirebilmek, empoze etmek için sansasyonel haber verip, kamuda kargaşa ve kaynaşma meydana getirmemelidir. Bu nitelikteki haberlerle insanlar yanlış yönlendirilmemelidir. Çünkü bu yayınlardan sonra, insanlar düş kırıklığına uğramaktadırlar.

Oysa haberler hakikate uygun olarak verilmeli, ama hiçbir zaman hakikatin tanımı yapılmamalı.

Gerçek bir meslek etiğinde, satıcılar mallarını övmezler; çünkü övmek, o malın reklamını yapmak, malı olduğundan farklı göstermek suretiyle dinleyiciyi kendi lehimize çekmektir. Bu ilk bakışta, müşteriyi kazandırmak gibidir. Ama gerçekte, onu kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirmektir. Bunlar, basın ahlâkına uymayan şeylerdir. Basın ahlâk kanununda, meslek ahlâkı açısından, bunları önleyici tedbirlerin bulunması gerekir. Basın ahlâkını ve genel ahlâkı rencide edici reklam ve ilanlara yer verilmemelidir.

Propaganda, kendi malımızı, yayınımızı tesir altında tutmak istediğimiz insanlara abartarak anlatmak, can sıkıcı hale gelinceye kadar tekrar etmektir. Propaganda da kişilerin tercihte bulunma hakkı elinden alınmış oluyor. Basın ahlâkında, bu tür yanıltma, yönlendirme ve propagandalara meydan vermeyecek tarzda düzenlemeler yapılması gerekir. Mal olduğu gibi verilmelidir, meslek ve ticarî ahlâk bunu gerektirir. Tercihi insan kendisi yapacak ve bütçesine göre uygun olanı alacaktır.



Meslek etiği, iletişimde bulunulan her insana yönelen bir ahlâk anlayışı olduğu için, karşıdaki insanı yanlış yönlendirmeyecek, kötü tesir altına almayacak bir tarzda ahlâk anlayışına sahip olunması gerekir.

Sorumluluk, hangi şartlarda olursa olsun, insanlara iyiyi, doğruyu, güzeli, hakikati anlatmak ve söylemektir. Aksi halde, bizim davranışımıza bakarak başkası da aynı şekilde davranacak ve insanlar yanlış bir tarzda yönlendirilmiş olacaktır. Karşımızdaki insanı kırma pahasına da olsa doğruyu söylemek lâzımdır, böylece, gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı olunur ve güven ortamı doğar.

Meslek etiği açısından, kamu ahlâkına uygun hareket etmek, insanlar için bir zorunluluktur.

Çoğunluğun yanlışta olması, yanlışın doğru olduğunu göstermez.

KAYNAKLAR

Bateson, (G.), Pour Une Ecologie de l’Esprit (C. I), Paris 1980.

Bertran, (A.), Ahlâk Felsefesi, çev. H.Altıntaş, Ankara 1999.

Dönmezer, (S.), Basın Hukuku (Basın Hürriyeti), İstanbul 1958.

Durkheim, (E.), Meslek Ahlâkı, çev. M. Karasan, Ankara 1949.

Erem, (F.), Hürriyet ve Suç, Ankara 1952.

Habermas( J.), Théorie de l’Agir Communicationnel (C. I ),Paris 1987.

Hatemi, (H.), Basın Ahlâkı, İstanbul 1976.

Laborit (H.), La Nouvelle Grille. Paris 1982.

Kayaalp, (İ.), İletişim ve Dil, Ankara 1998.

Koç, (T.), Din Dili, Kayseri, trz.

Mill, John Stuart, Hürriyet, çev. H.C.Yalçın, İstanbul 1927.

Musulin, Janka, Hürriyet Bildirgeleri, çev. Zeki, Necmi, İstanbul 1983

Pascal, Les Pensées, Paris 1928.

Watzlawick (P.), Une Logique de Communication. Paris 1972.

Zıllıoğlu, (M.), İletişim Nedir? Eskişehir 1993.




Yüklə 210,04 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin