İLİm-felsefe-kur’an işIĞinda iman



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə27/31
tarix03.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#88844
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31

Dilini Koru

Hayran:


“Bugünkü dersimizde Allah'ın varlığına delalet eden hangi alametten bahsedeceksiniz Hocam?”

Ebu’n-Nûr:

“Hangi alametten bahsetmemi istiyorsunuz? Vücudundaki her şey O'nun varlığına delildir, Hayran. Çünkü Allah'ın yarattığı her şey senin vücudunda, daha güzel bir ter­tip, daha üstün bir denge ve daha uygun bir hareket ve gaye halinde birleşmiştir. Gerek bizzat gözlerinle görerek müşahede ettiğin, kıldan tut da en büyük organlara kadar göz, kulak, kalb, böbrek, mide, bağırsak, dil ve dudaklar, gerekse gözünle görüp müşahede ettiğin milyonlarca hücre, sinir ve damar... Bunlar insanoğlunun aklını durduracak, hayret ve dehşet verici olaylar, hikmet ve kudreti ilahiyeye delalet eden şeyler değil de nedir, Hayran?

Eğer biz insanoğlunun vücudunda bulunan organları, ha­rekat eden her şeyi izah etmeye kalksak, kitaplara sığdirama-yız. Cenabı Hak Kur'an-ı Kerim'inde birçok ayetlerde bunlar­dan bahsetmiş bizleri ibret almaya davet etmiştir. Bu organla­rın faydalarından, vazifelerinden bahsetmeye kalksak tıp kitap­larının yeterli olmayacağı kanaatindeyim, Hayran!

Çünkü bunların hepsini anlatmaya, ne ömrümüz kafi gelir, ne de vaktimiz... Bununla beraber, Cenabı Hakkın bize bahşet­tiği bazı hikmetlerden söz etmek ve onlar üzerinde az da olsa Yaştırma yapmak elbette insanoğluna büyük fayda sağlar.

Böylece insanoğlu imanını pekiştirir. Allah'a daha şuurlu ve daha kararlı olarak inanır. İmanı taklitten tahkike geçer. Al-lahüteala bir ayeti celilisinde bak ne buyuruyor:

Ben gerçek Müslümanlardanım, deyip salih amel işleyerek Al­lah'a ibadete çağıran kimseden daha güzel sözlü kim var?”346

Size gözün yapısını hocam Cisr'in dilinden naklen anlat­mıştım. Ayrıca ufuklarda belirtilen bazı ayetlerin hikmetlerini Kur'an'la açıklayarak izah etmiştim. Ve yine insanoğlunun biz­zat kendi nefsindeki ilahî kudret ve azamete delalet eden hik­metlerden de söz etmiştim. İnsanın rahimde geçirmiş olduğu merhaleleri anlatmıştım. Bundan sonra da kulağımız hakkında bazı açıklamalarda bulunmuştum. Şimdi de dilden ve dudak­lardan bahsedeceğim.” Hayran:

“Fakat hocam, üzerinde konuşup yorulmanıza değmez bunlar... Boşuna kendinizi yormayın.” Ebu’n-Nûr:

“Allahü teala Kur'an-ı Kerim'inde bunları ken­di kudret ve azametine delil alarak zikretmiştir. Sen bunları değersiz ve hafif mi görüyorsun Hayran?!” Hayran:

“Onu demek istemedim hocam! Böyle bir sözden tövbe eder Allah'a sığınırım.” Ebu’n-Nûr:

“Oğlum Hayran! Aman kötü şeylerden dilini koru. Sakın ha, böyle eşsiz ve güzel bir organı küçümsemeye kalkma. Dil o kadar güzel bir organdır ki, dört önemli görevi vardır. Eğer onu korursan kendini selamette bulursun. Herhan­gi bir bilgi için müracaat edecek olursan daima doğrusunu alır­sın. Onu doyurursan, o da seni doyurur. Onunla konuşursan, o da seninle konuşur. Sen susarsan, o da susar. Dilin çeşitli vazife ve görevlerini, sır ve hikmetlerini harfleri birleştirmesini, keli­me ve cümleler meydana getirmesini, öne ve arkaya doğru ha­reket ederek iki dudağı faaliyete geçirmesini, ağızda kolayca dönüp oynamasını, tükürük bezlerinin bol ifrazatta bulunması­nı ve buna benzer daha birçok hikmet ve sırlarını bilmeden Önce yukarıda izah ettiklerimi öğren, yeter. Bunlar dilin esrarına vakıf olman için kafidir.” Hayran:

“Gerçekten dilin bu kadar Önemli olduğunu bil­miyordum, hocam. Ancak anlamadığım bir taraf var. Dilin dört görevinden bahsettiniz, bunlar nelerdir. Öğrenmek istiyorum.” Ebu’n-Nûr:

“Dilin dışında diğer duyu organlarının ayrı ayrı vazifeleri vardır, Hayran! Fakat bunların içinde dilin başka bir hususiyeti var. Göz görme; kulak işitme; dil tatma; deri do­kunma; burun koklama organıdır. Parmak uçları dokunma du­yusunun en hassas olduğu yerlerdir. Fakat dile gelince... Tesa­düf (!) onun tat olma organı olmasını diledi ve oldu. Evet, tesa­düf (!) dili, çiğneme, yutma, hazım, tatma, dokunma ve konuş­ma organı yaptı.

Dil bir tatma organı olduğundan tesadüf (!) yüzeyinin ve kenarlarının memeciklerle donatılmasını istedi. Memecikler yi­yeceklerin tadını alarak dilin ortasında yaygın halde bulunan sinirlere iletirler... Aynı zamanda tesadüf (!) bu memeciklerin iki kısımda toplanmalarını istedi. Bir kısmı sadece tatma için­dir. Diğer kısmı da dokunma içindir. Dilin üstündeki memecik­ler genel olarak dört türlüdür. Çanak şeklinde olanlar dilin ar­ka kesiminde bulunurlar, sayıları 7 ile 11 arasındadır. Dilin ucunda ve yan tarafında ise mantar biçiminde memecikler var­dır. Bunlar yani bu iki çeşit memecikler tatma vazifesini görür­ler. Bunlardaki sinircikler tatma duyusunu beyne götürürler. Dilde iki çeşit memecik daha vardır, bunlar taç ve iplik şeklin­dedir. Üst ve yan taraflarda bulunurlar, dilin sertliğini sağlar­lar. Dilin her yanı sıcaklığı, soğukluğu, sertliği, yumuşaklığı duyar, ucu tatlı ve ekşiyi, arkada bulunan çanak biçimindeki memecikler de acıyı duyar.

Dilin serbest olan alt kesimi ince ve yumuşak bir sümük dokusuyla kaplıdır. Bu kesimin her iki yanında geriye doğru uzanan düzensiz kıvrımlar vardır. Sümük dokunun altında di­lin toplar damarları vardır. Dilin serbest olan kısmı ancak dörtte biri kadardır. Sağlam bir insan dili, ıslak ve pembe renktedir.

Yukarıda dilin üzerinde iki çeşit memecik olduğundan söz etmiştik. Burada bir noktaya daha temas etmek istiyorum. Bu iki tür memeciklerden biri vazifesini yapamaz duruma geldiği zaman diğeri kendi vazifesini devam ettirir.Yani biri diğerine tesir etmez.

Bazı insanlarda dokunma hissi olmaz. Bu his kaybedilebilir. Fakat tatma hissi kalır. Yahut bunun tam aksi de olabilir. Tatmayı kaybeder. Fakat dokunma duygusu kalır. İşte bu se­beplerle, çanak biçimindeki memeciklerin tatları alabilmesi için yiyecek maddelerinin veya yenen şeyin muhakkak erimiş ve yaş olması gerekir. Yahut dilin yaş olması lazımdır. Şu tükürük bezlerine ne dersin Hayran? Öteki tükrük bezlerinden başka, dilin altında sadece dilin daimî surette rutubetli kalmasıyla gö­revli tükrük imal eden fabrikaya ne dersin?! Tükrük bezlerin­den irfazat gelmedikçe dil görevini yapamaz. Tıpkı kulağın çe­şitli sesleri; gözlerin çeşitli renkleri ayırma kabiliyetine malik olması gibi, dil de yiyeceklerdeki tatları ve lezzetleri çeşitlerine göre ayırabilmektedir. Tabiî ki, bunu yapan çanak biçimindeki memeciklerdir. Fakat bunlar tadı nasıl alıyor?

Çanak biçimindeki memecikler dilin ortasından yana ve öne doğru dizilmiş, büyüklü küçüklü çanak biçiminde kabar­cıklardır. Her biri yeteneğine göre gıdaların tadını anlamakla, hatta bu tadı uzunca bir zaman muhafaza etmektedir. Bu iti­barla, ağızdaki lokmanın evirip çevirme ve yutma zamanına kadar muhafaza ettiği gibi yuttuktan sonra da muhafaza eder.

Dilin bulunduğu bölge olan ağız, merkezî bir yerdir. Bu ba­kımdan çok hassas olması gerekmektedir. Dilin ağza alman her lokmayı bir taraftan diğer tarafa evirip çevirir. Bir yandan öte yana aktarır. Dişlerin arasında kalan en küçük yemek kırıntıla­rını bile alıp temizler. Bu gibi vazifeleri yapan dil herhalde kor bir tesadüf (!) eseri olarak, bu merkezî yerde bulunmaktadır, Hayran?

Sonra dilin kaslarına ne dersin? Bu kaslar yorulmadan, usanmadan dili hareket ettirir. Lokmayı evirip çevirmesine, bezlerden gelen tükrük ifrazatiyle iyice çiğnendikten sonra rahatça yutulmasına kadar yardım ederler. Lokmayı evirip çevi­ren, hamur haline getiren ve hazma elverişli bir duruma gel­dikten sonra orta damak denilen yeri, üst damağa çarptıran, or-dan kaydırıp dilcik dairesi içinden boğaza nakleden, böylece insanı yutma kudretine sahip kılan hep o kaslardır. Ancak şu­nu hatırlatmak isterim ki, yutma yeteneği, yeme iradesinden apayrı bir şekilde cereyan etmektedir. Şu halde dil, bir tatma, dokunma, çiğneme, hamur haline getirme ve ayrıca yutma or­ganıdır!

Yine Hayran, kor tesadüfün rolünü (!) şuradan da hesapla­yabilirsin: Dil bunlardan başka, bir hazım organıdır. Biliyorsun ki, asıl hazım organı mide ve bağırsaklardır. Fakat bir kısım yi­yecekler vardır ki, ne mide ne de bağırsaklar hazmedebilirler bunları. Mesela, ağızda hazmolunması gereken madde nişasta­dır. Zira nişasta hidro karbonları ihtiva etmektedir. Bu madde lokmaya karıştığı zaman ancak tükrük bezlerinden gelen ifra­zatla hazmolunmaktadır. Bu yönden yani ifrazatı mideye gön­dermesi bakımından dil, bir hazım organıdır. Eğer tükrük bez­lerinin salgıladığı sıvı madde olmasaydı, vücuda çok yararlı olan ve değerli bir gıda maddesi sayılan hidro karbonları eritip hazmetmeye imkan yoktu.

Dil aynı zamanda bir konuşma organıdır. Hepimiz biliyo­ruz ki, sesler hançereden çıkar. Hançere, bütün harfleri çıkar­maya müsait değildir. Ancak sesli harfleri çıkarma kudretini haizdir. Sessiz harfler için hançereden gelen havayı durduracak ve sesi kesecek bir şeye ihtiyaç vardır. İşte bu görevi dil ile du­daklar yapar. Evet! Bu da kör bir tesadüf (!) eseri olarak cere­yan etmektedir, Hayran!

Şayet bunlar olmasaydı, elbette biz insanlar, hayvanlar gibi ses çıkartacaktık. Sesimizi büsbütün uzatacak veya tamamen kesecektik. Böyle yaratırmayışımız herhalde bir tesadüf (!) eseri olsa gerek, Hayran! Böyle bir anlaşma, birleşme, birbirine uy­gun düşme, birbiri arkasından gelme gibi düzenli hareketler ne acayip bir tesadüf (!) değil mi Hayran?” Hayran:

“Gerçekten tatma organımız dil, enteresan bir or­gan hocam! Bu arada dudakların konuşmada büyük rol oynadığını da öğrenmiş bulunmaktayım. Fakat başkaca faydaları var mıdır, lütfedip anlatır mısınız hocam?”

Ebu’n-Nûr:

“İster misin ağız, dudaksız olarak, açık veya büzülü olsun? Dışardan gelen her şey, toz, toprak içeri girsin? Sinek, böcek ne varsa, boğaza kaçsın? Tükrük, ağızdan salya gibi aksın? Sen bu kör tesadüfe (!) niçin şükretmiyorsun? O, in­sanı en güzel bir suret ve şekilde yaratıp meydana getirmiştir. Böylece yüze bir şekil vermiş. Ağıza bir kapak takmış. Tükrüğün dışarıya akmaması ve toz toprağın ciğere girmemesi için çeşitli engeller koymuştur. Sineklerin boğaza kaçmaması ve ra­hatlıkla nefes alıp vermek için gerekli tedbirleri almıştır. Bu kör tesadüfe (!) niçin şükretmiyorsun? Senin dudaklarına öyle kuv­vetli bir dokunma hissi vermiş ki, onunla sıcak ve soğuğu, ya­kıcı yiyecekleri anlıyorsun. Kendin için faydalı olanı seçme sı­fatına sahipsin. Ayrıca, dudak altında tükrük bezleri meydana getirmiş. Böylece kurumaları önlemiş, ıslaklığı muhafaza etme­lerini sağlamıştır. Sonra öyle kaslar vermiş ki, insanoğlu bizzat kendi iradesiyle, dudaklarını hareket ettirebilir. Açar, kapatır, büzer, yumar. Havanın girmesine istediği zaman mani olur. Böylece İçerde hapsedilen hava vasıtasıyla gereken harfleri du­daklardan çıkartabilir.

Eğer bu tesadüfler (!) olmasaydı, insanoğlu şüphesiz o gü­zel şekil ve suret yerine; çirkin, nefret edilen bir biçim ve vücut; tatlı ve güzel konuşma yerine kırık cümleler, tatsız konuşma­lar, anlaşılmaz sözler, çirkin ifadeler kazanırdı. Ağzı açık kalır, salyaları akar, ağzına sinekler üşüşür, hasılı çok çirkin bir man­zara arz ederdi Hayran!..” Hayran:

“Hocam! Neden bu kadar tesadüften söz ediyor­sunuz? Bu bana alay gibi geliyor.” Ebu’n-Nûr:

“Hayır! Bu kelimeyi tekrarlamakla alay etmiş değilim. Böyle bir şey düşünmedim. Hayran. Fakat beraberce önümüzdeki engelleri aşıp zirveye tırmanmak arzusundayım.” Hayran:

“Hangi engel ve zirveden bahsediyorsunuz, hocam?” Ebu’n-Nûr:

“Şek ve şüphe engelleri Hayran! İçimize yerle­şen bu engelleri aşmaktır gayem... Gerçekten Cenabı Hak bun­ları aşmamızı bizden istemektedir. “Zirve” sözüyle imanı kaste­diyorum. Cenabı Hak, bu zirveye ulaşmamızı istemiştir.” Hayran:

“İman’ın zirvesi” derken neyi kastediyorsunuz, hocam? Çünkü siz inanmış insansınız. Öyle değil mi?”

Ebu’n-Nûr:

“Oğlum Hayran! “İmanın zirvesi” hakkı tavsi­ye etmek, anlatmak, öğretmektir. Bak! Cenabı Hak Kur'an-ı Kerim’de buyuruyor?

Biz onun için iki göz, bir dil ve iki dudak varetmedik mi? Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi? Ama o, zor geçiti aşma­ya girişemedi. O zor geçitin ne olduğunu sen bilir misin? O geçit, bir köle azadetmek, yahut açlık gününde, yakınlığı olan bir öksüzü, yahut toprağa serilmiş bir yoksulu doyurmaktır. Sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye eden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden ol­maktır.”347

İşte anlatmak istediğim “zirve” budur Hayran! Bu yüzden geceleri gözüme uyku girmiyor. Senin için Allah'a dua ve ni­yazda bulunuyorum oğlum Hayran'ım!..”348

Sabır Çağlayanı

Hayran sözlerine devamla diyor ki:

“Hocam şeyh el-Mevzun, her zaman olduğu gibi, sabah na­mazım kıldıktan sonra bahçeye çıkmaya hazırlanıyordu. Yanı­na geldiğim günden beri ilk defa, kendisiyle beraber olmamı söyledi. Ve öğle yemeğini beraberimde getirmemi emretti. Bu ilk beraberlik bana büyük bir sevinç vermişti. Zira sabahtan ak­şama kadar bahçede vaktini nasıl geçirdiğini bizzat görmenin huzur ve gururu içindeydim.

Camiin kayyum ve müezzini olan ihtiyar zat da öğle vakti köyden gelmişti. Yemek torbasını yanında taşımaktaydı. Öyle namazı için minareye çıkmadan kendisine dedim ki:

“Hocamın yemeğini götürmek için hiç yorulma! Onu ben taşıyacağım. Duvarın oyuğuna bırakırım, hiç merak etme. Acil bir işin varsa köye dönersin, olmaz mı?”

“Çok teşekkür ederim. Yalnız dikkat et! Her zamanki yere koy olmaz mı? Hatırlarsın, buraya ilk gelişinde de hocanın ye­meğini sen götürmüştün, işte bu yemeği de oraya bırak.”

İhtiyar müezzin ezanı okudu, öğle namazını kılıp Hartenk'e döndü. Ben de yemek torbasını alarak bahçenin yolunu tuttum. Ağaçların arasında hocayı aradım. Her tarafı aradım. Fakat bir türlü hocamı bulamadım. Seslendim. Yüksek sesle bağırdım. Yine cevap yoktu. Şeytan aklıma kötü şeyler getiriyordu. Aca­ba hocama ne olmuştu? Telaş ve korkuya kapıldım. Bahçeden çıkmıştım. Bir de ne göreyim! Hocam bahçeden uzakta oturmaktadır. Hemen yanına koştum ve kendisine:

“Hocam seslen­dim, sizi aradım. Neden cevap vermediniz?”

“Sesinizi işittim. Cevap da verdim. Fakat sesimi nasıl du­yardın Hayran? Benim gibi bir ihtiyarın sesi, senin gibi genç bir delikanlınınki kadar gür çıkar mı?”

Hocam namazını kıldı. Öğle yemeğini yedi ve sonra konuş­maya başladık. Kendisine dedim ki:

“Hocam! Neden ağaçsız, susuz ve çıplak bir tarlada otur­mayı tercih ettiniz? Şu envai çeşit çiçeklerle donatılmış bahçede niçin oturmadınız?”

“Ben buraya kendi isteğimle gelmiş değilim. Köylülerden biri geldi.

“Burasını nasıl verimli hale getirebiliriz?” diye sor­du. Onunla istişare etmek için buraya kadar geldim, Hayran!”

Hayran:


“Hocamız ne zamandan beri tarım işleriyle meş­guldürler acaba? Eskiden ziraatla uğraşırlar mıydı?” Ebu’n-Nûr:

“Köylü benden bu hususta bilgi istemedi!.. Fa­kat benden bir mucize istedi.” Hayran:

“Mucize mi? Ne demek istiyorsunuz hocam?” Ebu’n-Nûr:

“Köylü şu geniş arazinin sahibidir. Gördüğü­nüz gibi burası kıraç ve çıplak bir yerdir. Araziyi yeşillendir­mek ve sulamak istiyor.” Hayran:

“Bundan kolay ne var hocam! Fidan getirip bura­lara diksin, sonra da sulasın. Mucizeye hacet yok.” Ebu’n-Nûr:

“Doğrudur. Fakat ziraat için suyu nereden te­min etsin. Çünkü su buraya uzak, hem de sulanacak topraktan çok aşağıdır.” Hayran:

“Yapılacak şey budur, hocam. Kışın yağmur ve karlardan meydana gelen suları bir havuzda toplamak... Yaz gelince de araziyi bununla sulamak...” Ebu’n-Nûr:

“Fakat havuzun suyu biter. Ben istiyorum ki, su bitmesin devamlı aksın.” Hayran:

“Nasıl olur hocam?”

Öyle bir plan yapmalı ki havuzdaki su bir motorla araziye akıtılsın. Sulama işi bittikten sonra da su tekrar dönsün! Ve ile­lebet böyle devam etsin.”

“İlelebet mi! Yani ne kadar hocam?”

“”Hayatım boyunca... Bilmiyorum ama belki yüz sene yaşa­rım.”

“Allah uzun ömürler versin hocam? Anlayamadığım bir şey var. Su araziye akıtılıp tekrar havuza alınırken beraberinde birtakım çamur ve çakıllar getirecektir. O zaman motor bozul­maz mı?”

“Araziden havuza dönen suyu büyük bir süzgeçten geçir­mek zor bir şey midir? Hayran!”

“Güzel ama suyu söz konusu süzgece götürmek mümkün mü?”

“Aynı motorla başka kanaldan bunu temin etmek mümkün değil mi?”

“Diyelim ki bunun için iki motor temin ettik. Fakat süzül­müş suyu havuza oradan da motora ne ile götüreceğiz.”

“Aynı motor suyu bir defada kuvvetle'süzgece iletebilir. Böylece su süzgecin borularından geçerek tekrar motora döner.”

“Fakat hocam, havuz ne kadar büyük olursa olsun biriken su bir gün elbet tükenecektir.”

“Peki suyun tükenmemesi için başka bir yol yok mudur?”

“Negibi hocam?!”

“Başka bir su kaynağı ile havuzu besleme imkanı yok mu­dur?”

“Peki suyu nereden getireceğiz?”

“Havuzun yanına başka bir motor koyamaz mıyız? Yer yü­zünde yetişen çeşitli meyve ve sebzeleri havuzun yakınında sıkmak suretiyle onlardan su çıkarmak mümkün değil midir?”

“Peki ama bu motoru ne ile çalıştıralım ki meyve ve sebze­lerin suyunu çıkarsın?”

“Üçüncü bir motorla bunu yapabiliriz!”

“Fakat bu üçüncü motoru çalıştırmak için gereken enerjiyi nereden temin edeceğiz?”

“Bunları çalıştıracak kuvveti birinci motordan temin ede­mez miyiz?”

“Çok güzel! Fakat bu ilk motorun gücü bunları çalıştırma­ya kafi gelir mi?”

“Fakat ilk motora, bir an için bile olsa durmadan çalışan, hareket eden bir güç ve kuvvet veremez miyiz?”

“Evet, bu bir gün, bir ay, bir sene veya iki sene çalışacak bir motor için düşünülebilir. Fakat siz durmadan yüz sene çalışa­cak bir motor istiyorsunuz.”

“Bu imkansız mıdır?”

“Hayır! aklî yönden imkansız değildir, hocam! Fakat bu motorları, bilhassa ilk motoru mükemmel yapmak gerekir. Ay­nı zamanda bunu yapacak makine mühendisinin çok bilgili, çok zeki ve mesleğinin erbabı olması gerekir. Zira bütün mo­torların birbirine bağlı olması, ayrı ayrı vazife görürken aynı anda hareket etmesi, kullanılan madenlerin paslanmaması, ça­lışması müddetince demir aksamının aşınmaması ve benzeri bir çok şartların mevcut olması gerekir. Aksi takdirde acınan yerleri do1 duracak bir alet icat etmek lazımdır ki, atomları birleştirsin, aşman yerleri tekrar eski haline getirsin...

“Oğlum Hayran! Madenlerdeki atomları yeniden birleşti­rip aşınan yerleri uygun bir şekilde tamir etmenin çaresi yok mudur?

“Bilmiyorum, hocam! Makineyi yapan o büyük mühendise sorunuz!.”

“Bu iş için büyük bir nıühendis'e ihtiyaç var mıdır? Hayran!”

“Bahsettiğiniz planlar hesapsız, kitapsız, mühendissiz olur mu, hocam!”

“Hocam kendini tutamadı gülmeye başladı. Benimle alay ediyormuşcasına katıla katıla güldü.”

“Benimle alay mı ediyorsunuz, hocam!” dedim. Ebu’n-Nûr:

“Hayır oğlum! Seninle hiçbir zaman alay et­miş değilim. Şimdi de etmiyorum. Ancak sana anlatmak istedi­ğim bir kalb hikayesi var! İnsan kalbinin nasıl çalıştığını, bu ça­lışmanın hedef ve gayesini, hareketindeki ölçü ve kudreti, ci­dar, oda, kulakçık, kanal, pencere ve kapılarını, mağara, çukur, küçük nehir ve ırmaklarını; gol, kaynak ve pınardan akan sula­rın temizlik ve pisliğini, gece gündüz, bir an olsun durmadan bütün ömür boyu çalışmasını, çok titiz ve sabırlılığını... Daha birçok yönlerini anlatmak istiyorum. Bu misali sana bunun için verdim.”

Hayran:

“Şu söylediklerinizin hepsi bu küçücük kalbde mi oluyor!” Ebu’n-Nûr:

“Bunlar sadece bir kısmı... Zira onun daha sa­yısız hususiyetleri vardır. Evet! Cenabı Hak yumruk kadar kalbe hayat vermiş zamanı gelince ölmesini de takdir buyurmuştur.

Hayat ise, gıda ve ısıdan ibarettir. İşte bu sebepten Allahü-teala vücudumuzun gıda ve ısısını temin eden kanı yaratmıştır. Fakat kan da bir takım gıdalara ihtiyaç duyar.

Kan daima besin ve gıdaya muhtaçtır. İşte bu yüzden mide, ciğer ve bağırsaklar yaratılmıştır. Bunlar kana, istenilen gıdayı, daimî bir şekilde vermektedir. Bizim elde ettiğimiz ve yediği­miz besinlerin içinde “karbon” denilen bir madde vardır. Vücu­dumuzu onunla ısıtırız. Çünkü karbon oksijenle birleştiği za­man yanar. Bu yanma neticesinde vücudumuz ısınır. Vücut ha­rareti aynı seviyede tutulur. Fakat burada çok önemli bir husus var:

Karbon oksijenle birleştiği zaman zehirli bir madde teşek­kül eder. Bu ise, vücudumuz için çok zararlıdır. Çünkü karbon­dioksit zehirli bir gazdır. İşte bu zehirli gazı dışarıya atmamız gerekir. Diğer zehirli maddeleri, hücrelerin ölümünden müte­vellit biriken zehirli maddeleri dışarıya attığımız gibi, karbondioksidi de atmamız gerekir. Bu gazı vücut dışına atmak için ne yapmak gerekir?

Allahü tealanın azamet ve kudreti o kadar büyük ve yüce­dir ki, her mahlûkunu eksiksiz tastamam yaratmıştır.

İşte bu sebeple vücudumuzda, iki adet temizleme süzgeci ve yanma fırını vardır: Ciğerlerimiz... Vücudumuz, ciğerleri­miz aracılığıyla, besinlerdeki karbonu havadan aldığımız oksi­jenle birleştirerek yakar. Kan dolaşımıyla ciğerlerimize gelen zehirli gaz burada temizlenir. Zehirli bir gaz olan karbon diok­sidi, ciğerlerimiz vasıtasıyla dışarı atarız. Şayet bu zehirli gaz­lar vücut dışına atılmasaydı, kanımız hareket etmeseydi, hep sakin kalsaydı, o zaman kirli kan ve ölü hücrelerdeki karbon dioksit vücudu zehirlerdi. Aldığımız gıdalar barsak, mide ve” böbrek yoluyla kana karışmasaydı, vücudumuz besinini ala­maz, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelirdi.

Şu halde vücuttaki kanın durmadan dolaşması ve turunu çabuk tamamlaması gerekir. Böylece kan hem gıda depolarına uğrayarak kendisine lazım olan besini alır, hem de biriken ze­hirli maddeleri süzgeçlere verir. Süzme, yanma ve dışarı atma motorlarının çalışmasıyla kan, zararlı maddelerden temizlenir. Bu arada kendisi için çok lüzumlu olan oksijen yakıtını ciğer­lerden alır. İşte bütün bunlar bir anda göz açıp yumuncaya ka­dar geçen zaman çerçevesinde olmaktadır.” Hayran:

“Ya Rabbi! Kudret ve azametin ne büyük! Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim.

Hocam! Kanın bu hızla akıp dolaşması ve bütün bunların bir anda olmasa nasıl izah edilir?” Ebu’n-Nûr:

“Evet, ne sür'at değil mi?! Yanma olayı da çok sür'atli olmaktadır. Aynı şekilde zehirlenme de çok hızlı seyretmektedir. İstersen nefesini kes de bir dene bakalım, ne kadar sabredebileceksin... Bunun yanında temizleme ameliyesinin de çok çabuk olması gerekir. Ancak bu şekilde önlenebilir kandaki zehirlenme... Bunu basit bir deneyle izah edeyim:

Şimdi sen, ağzını ve burnunu kapa, hiç nefes alma! Acaba ne kadar durabilirsin?

Yoksa Hayran, ciğerlerinin bir su testisi kadar büyük olma­sını mı istiyorsun? “Oksijen, bir müddet muhafaza edilsin. Kan, vücuttaki dolaşımını ancak bir saatte tamamlasın, zehir­lenme olmasın!” Böyle mi demek istiyorsun?

“Bunlar nasıl bir anda oluyor” şeklindeki sorunuza gelin­ce...

Her şeyden önce Cenabı Hak istediğini yapmaya kadirdir... İlmî tecrübelerin neticesine göre, kanın kalbden çıkarak vü­cudu dolaşıp tekrar çıktığı yere gelmesi yaklaşık olarak yirmi saniye gibi kısa zaman çerçevesinde olmaktadır. Yani normal bir insan nabzının yirmi beş kere atışı kadar bir müddet içinde cereyan etmektedir. Yahut La İlahe İllallah kelimesini on defa tekrar edinceye kadar... Bir damla kanın kalbden çıkıp devrini tamamlayarak yeniden kalbe dönüşü arasında geçen müddet kadar bir zaman almaktadır.” Hayran:

“Yaratıcı ve büyük kudret sahibi Allah'tan başka bir ilah yoktur. Onun her şeye kadir olduğuna inanıyorum, hocam.” Ebu’n-Nûr:

“İzah ettiğim bu hususlar, normal bir insan kalbinin durumuyla ilgilidir. Yani normal bir kalbin tablosu­dur. Eğer uzun bir nefes alır, ciğerlerini o bol oksijenle doldurursan, göreceksin ki, kalbin atışı yavaşlayacaktır. Ama bunun tam tersine, hızlıca konuştuğun veya nefesini kestiğin zaman kalbinin hızla çarptığını görürsün.”

Hayran:

“Allah'ım! Senin hikmet ve kudretin ne büyük!” Ebu’n-Nûr:

“İşte bu yüzden kanın vücutta çok çabuk do­laşması gerekmektedir. Fakat bu hızı meydana getirecek bir motora ihtiyaç vardır. İşte bu motor da kalb'tir. Kalbi, kanı vü­cuda pompalayan ve dolaşıp gelen kanı temizledikten sonra tekrar vücuda aktaran bir tulumba olarak mütalaa edecek olur­sak mesele çok basit gibi görünür

Fakat mekanizma görüldüğünden çok daha girift ve karı­şıktır.

Kalbde iki adet tulumbanın bulunması gerekmektedir. Biri­si kalpteki kanı vücuda gönderecek, ikincisi de kalpten ciğerle­re pompalayacaktır. Çünkü kirlendikten sonra kalbe gelen ka­nın ciğerlere gönderilip orada tertemiz, arınmış duruma gelme­si, sonra muhtaç olduğu yakıt ve besini alarak tekrar kalbe dönmesi gerekir. Fakat bir tulumba bu iki işi birden göremez. Bu yüzden iki tulumbaya ihtiyaç vardır.

Cenabı Hak kalbi ikiye bölmüş, içindekilerin karışmaması için de her iki bölümü birbirinden tamamıyla ayırmıştır. Biri­sinde kirli, diğerinde temiz kan bulunur.

Daha açık bir ifade ile bunu şöyle izah edebiliriz: Kalp yu­karıdan aşağıya doğru diklemesine kesilecek olursa dört boş­luk görülür. Bunlardan ikisi yukarıda, diğer ikisi de aşağıdadır. Bu boşluklardan üsttekinin gözlerine “kulakçıklar” (sağ kulak­çık, sol kulakçık), alttakilere de “karıncıklar” (sağ karıncık, sol karıncık) denir. Sağ kulakçıkla sağ karıncık, sol kulakçıkla sol karıncık arasında birer delik vardır, bu delikler birer kapakçık­la açılır, kapanır. Kalbden çıkan damarların kalble birleştikleri deliklerde de kapakçıklar vardır. Kalb çalışırken, karıncıklar önce kasılır, içindeki kanı vücuda atarlar. Bu sırada kulakçıklar açık durumda oldukları için, vücuttan gelen kan bunların içine dolar. Kulakçıklar kasılınca karıncıklar açılmış durumdadır, aradaki kapakçıklar da açılır, kan kulakçıklardan karıncıklara geçer. İleride bu hususları derinlemesine ele alacağım. Fakat hemen şunu da belirteyim ki, kanın kalbden vücuda aktarılma­sında damarların büyük rolü vardır. Atar damarlar daima ka­rıncıklara açılır, hiç bir zaman kulakçıklara açılmazlar. Toplar damarlar da daima kulakçıklara açılır. Burada büyük atar da­mar aort'un vazifesi çok büyük ve önemlidir. Şayet her iki tu­lumbanın da bir odası olsaydı tulumba bozulurdu. Yahut kanın dolaşımı dururdu.” Hayran:

“Anlamadım hocam?” Ebu’n-Nûr:

“Oğlum Hayran! İnsan kalbi bir dakikada yir-toi santimetre küp kan pompalamaktadır. Yani çok hızlı bir tempo ile çalışmaktadır. Şimdi beni dinle:

Kalb, yumruk büyüklüğünde, çizgili özel bir dokudan ya­pılmış koni biçiminde, dört gözlü bir kesedir. Göğüs boşluğundaki iki akciğer araşma yerleşmiş durumdadır. Kalbin alt ucu sola doğru kaymış ve diyaframın üzerine oturmuştur. Koninin üst kısmı, kalbe giren büyük damarlarla yukarı asılmıştır. Elini sol göğsün altına koyduğunda yüreğin atışını rahatlıkla duya­bilirsin.

Yüreğin dışı iki katlı bir zarla sarılmıştır. Bu zara perikard denir. Dokusu sümükselzar halindedir. Plazmaya benzeyen bir sıvı salgılar. Yüreği saran Perikard’ın altında yürekkası miyokard bulunur. Kendisine has özelliği bulunan çizgili bir kastır. Yüre­ğin içi tek sıralı epitelden yapılmıştır. Buna “endokard” adı veri­lir.

Şimdi sana yüreğin anatomisini anlatmak istiyorum, Hay­ran! Kalb niçin çeşitli bölümlerden meydana gelmiştir?

Yüreğin içi İki bölüme ayrılır. Her bir bölüm de iki kısma ayrılır. Böylece kalb dört bölüme ayrılmış olur. Üstteki gözler­den sağ taraftakine sağ kulakçık, soldakine de sol kulakçık denir.

Alttaki iki gözden, sağdakine sağ karıncık, soldakine de sol karıncık adı verilir. Sağ kulakçığın çemberi incedir. Özel bir ya­pısı vardır. Yürek kasından yapılmıştır. Bu kulakçığa üstten, üst ana toplardamar; alttan, alt ana toplardamar girer. Sağ ve sol kulakçıkları birbirinden ayıran perde üzerinde çukurca bir nokta vardır. Bu nokta, çocuk ana karnında iken, delik halinde­dir Hayran! İşte bu deliğin çocuk doğmadan kapanması lazım­dır. Ve kapanır. Fakat bazılarında çocuk doğmadan kapanmaz, açık kalır. O zaman sağ kulakçıktaki kirli kanla sol kulakçıktaki temiz kan karışır. Bu yüzden bu gibi insanların rengi mavimtrak görülür. Bu hastalığa tıp ilminde mavi hastalık denilir. Bu delik ancak şimdi, ameliyatla kapatılabilmektedir.

Sol kulakçığın çeperi, sağdakinden biraz daha kalındır. Bu­raya akciğerlerden gelen dört ciğer toplardamarı bağlıdır. Sağ ka­rıncık, kaim yürek kasından yapılmış olup sol karıncıktan bir perde ile tam olarak ayrılmış durumdadır.

Sağ karıncıkla sol karıncık bir delikle birbirine bağlanmış­tır. Bu delikle üç parçalı bir kapak vardır. Buna üçlü kapakçık (triküspit) denir. Sağlam tellerle karıncığın içindeki kabartılara bağlanmış olan bu kapakçık, yukarıya doğru kapanır, aşağıya doğru açılır.

Sol karıncığın çeperi ise sağ karıncıktan daha kalın ve daha kuvvetlidir. Buradan aort çıkar. Aort, kalbden çıktıktan sonra bir yay gibi sola bükülür. Ve soldan aşağı doğru iner. Aort yayı denilen kısımdan, kafaya giden atardamarlar çıkar. Sol karın­cıkla sol kulakçık arasında bir delik vardır. Bu delik iki parçalı bir kapakla örtülüp açılır. Bu kapağa ikili kapakçık denir...

Böylesine girift bir şekilde yapılmış olan insan yüreğinin bölümleri bu kadarla bitti mi sanıyorsun? Hayır! Daha bitmedi, Hayran!

Kalbden çıkan büyük atardamarların başlangıç kısımların­da -yarım ay şeklinde üç parçadan yapılmış- sigma kapakçıkları vardır. Aort'un çıkış yerinde, sigma kapakçıkları üstündeki kı­sımdan ayrılan iki küçük atardamar vardır. Bu damarların va­zifesi nedir, biliyor musun?” Hayran:

“Hayır, hocam! Herhalde kalbdeki kanı dışarıya pompalamaktır.” Ebu’n-Nûr:

“Hayır, hayır! Kalbi besleyen bu damarlardır. Bunlardan biri yüreğin yan tarafını, diğeri de arka tarafını bes­lemektedir. Bunlara “yüreği besleyen koronerler” denir.

Şayet kalbi besleyen bu koronerler bir pıhtılaşma halinde tı­kanırsa, kalb beslenmekten mahrum kalır. O zaman insanda şiddetli göğüs ağrıları başlar. Buna tıp ilminde göğüs anjini de­nir. Şimdi de kalbin çalışmasına geçelim:

Kalb sıkışma (sistel) ve gevşeme (diyastol) şeklinde bir tulum­ba gibi çalışır. Yürekte iki tulumba vardır.

Önce kulakçıklar sıkışır. Kanı karıncıklara geçirirler. Buna birinci sistol denir. 1/10 saniye sürer. Kan tamamen geçtikten sonra karıncıklar sıkışır. Sağ karıncıktaki kan akciğer atardamarına, sol karıncıktaki ise aort'a geçer. Buna da ikinci sistol denir ve 3/10 saniye sürer.

Bu iki sistolden sonra yürek gevşer. Buna diyastol denir. 4/10 saniye sürer. Bu sırada yürek dinlenir. İşte yüreğin hiç yo­rulmadan çalışmasının sebebi budur. Bu dinlenme ona kafi gel­mektedir. Diyastol sırasında kulakçıklara kan dolar.

Büyük ve küçük olmak üzere iki türlü kan dolaşımı vardır. Şimdi bunları sırasıyla görelim:



Küçük dolaşım: Bu kirli kanın dolaşımıdır. Vücudun çeşitli bölgelerinden gelen kan siyahlaşmış, oksijenini kaybetmiş, bu­na karşılık içindeki zararlı maddeleri çoğaltmış kirli kandır. Bu kanın tekrar vücuda dönebilmesi için temizlenmesi gerekir. Kirli kanın ana toplardamarlarla kalbin sağ kulakçığına gelir, sağ karıncığa geçer, oradan da akciğer atardamarıyla temizlen­mek üzere akciğere gider. Akciğere gelen kirli kan incecik kıl­cal damarlara yayılarak ciğerde bol oksijenli temiz hava ile te­mas eder. Böylece kanın içindeki karbon dioksit vs. gibi kirli maddeler dışarıya atılır, solunum vasıtasıyla vücuttan çıkarılır. İşte bu, kanın küçük dolaşımıdır. Altı saniye sürer.

Büyük dolaşım: Bu ise temiz kanın dolaşımıdır. Akciğerde oksijen alarak temizlenen kan, akciğer toplardamarıyla kalbin sol kulakçık boşluğuna gelir, oradan da hemen altındaki sol ka­rıncığa geçer. Sol karıncıktan büyük atardamar (aort) yardımıy­la bütün vücuda yayılır. Böylece temiz kan bütün vücuda yayı­larak organları besler. İşte kanın bu hareketine “büyük dola­şım” denir. Otuz saniye sürer. Hemen şunu da beyan edelim ki, atardamarlar daima karıncıklara açılır, hiçbir zaman kulak­çıklara açılmazlar. Toplardamarlar da daima kulakçıklara açı­lır.

Burada yeri gelmişken lenf dolaşımından da bir nebze söz etmeyi uygun buluyorum. İnsan ve gelişmiş canlıların vücutla­rında kan dolaşımından başka bir dolaşım daha vardır. Buna “lenf (akkan) dolaşımı” denir. Kan kılcallara gelince basıncın etkisiyle plazmanın bir kısmı damarın dışına sızar. Akyuvarlarda damarların içinden geçip dışarı çıkarlar. Böylece dokuların hücreleri arasındaki boşluklarında plazma ve akyuvarlardan meydana gelen beyaz bir kan toplanır. Bu lenftir. İnsan vücu­dunun 1/4 ünü lenf meydana getirir. Vücudumuza giren mik­roplarla savaşan bu akyuvarlardır.

Lenf dokuların boşluklarında birikip kalmaz, arkadan yeni gelen lenflerin itmesiyle hücreler arasındaki lenf kılcallarında ilerlemeye başlar. Bu kılcallar kendi aralarında toplanarak lenf toplardamarlarına akarlar. Bunların yapısı kan toplardamarlarındaki gibidir. Kapakçıklar dışa doğru şişkinlik gösterdiğin­in boğum boğumdur.

Bu sistemin iki ana damarı vardır. Biri vücudun üst yarısın­dan gelen damarları toplayan büyük lenf damarlardır, sağ köp­rücük altı toplardamarına açılır. İkincisi ise karm boşluğunda özel bir sarnıçtan çıkan ana damardır. Diyaframı delip omurga­nın yanı sıra yükselir, sol köprüçükaltı toplardamarına açılır.

Yeri gelmişken birazda kalbin fizyolojisinden bahsedelim. Her ne kadar daha önce değindiysem de burada derinlemesine incelemeyi yararlı buluyorum.

Kalp bütün organlar gibi yani kastan yapılmış organlar gibi kendiliğinden sıkışıp gevşer, tıpkı emme basma bir tulumba gi­bi... Bu 0,85 saniyede bir olur. Böylece kalp dakikada yetmiş defa atar. Kalbin atışı yaşa göre değişir. Mesela yeni doğan bir çocuğun kalbi dakikada 140, ilk yaşında 130, üç yaşında 100, beş on yaşlarında 90 kere atar. On yaşla elli yaş arasında ise 70 olarak kalır. Genel olarak kadınların, ufak tefek yapıda olanla­rın kalpleri daha çok atar.

Atardamarlarda kanı ilerleten kuvvetin bir kısmı karıncık­ların kasılmasıyla, bir kısmı da atardamarların esnekliğinden itme kuvvetiyle sağlanır. Karıncıkların kasılmasıyla atardamar­lara 60 gram kadar kan gelir. Bu kanın aort atardamarı ağzın­daki basıncı 15 cm.lik bir civa sütununa, akciğer atardamarı ağ­zındaki basıncı da 15 cm.lik bir civa sütununa eşittir.

Kalbin bastığı kan toplamı 20.000 kilometreyi bulan damar­larda dolaşır. Ağırlığı 250 gram kadar olan kalbin çalışması şimdiye kadar icat edilen bütün makinelerden daha ilgi çekici­dir. Kalbimiz dakikada 70, saatte 4200, günde 100.800, yılda 36.792.000 elli yılda ise 1.839.600.000 kere atar. On iki saatte 65 tonluk bir vagonu yerden 30 cm. yukarı kaldıracak kadar enerji meydana getirir. Kalbimiz hiç durmadan vücudumuzdaki 5-6 kilo kanı dolaşım sistemine pompalar. Yirmi dört saatlik bir dinlenme sonunda 20.000 kalp vuruşu tasarruf edilir. Bu enerji, hastalık anında işe yarar. Kanın kalpten çıkıp bütün vücudu dolaştıktan sonra tekrar kalbe gelmesi bir dakika sürer.

Evet! Kalp, gece gündüz, bir ömür boyu, yetmiş, seksen yüz sene durmadan, istirahat etmeden çalışır. Ne kadar cefakar değil mi? Halbuki sen onu, sıkar, sızlatır, sevginle yakar, gözyaşlarınla ağlatır, üzüntülerinle mahzun edersin. Böyleyken senden hiç bir şikayette bulunmaz. O nasıl yaratıldıysa o şekil­de görevine devam eder. Bu çalışkan kalbin de bir gün gelip ömrü sona erecektir. Mukadder olan ömrü bitecektir. O zaman çalışmaz olur artık. Suyu çekilmiş değirmene döner. Ebedi isti­rahatına çekilir.

Allah kimin gönlünü İslam'a açmışsa o, Rabbi katından bir nur üzere olmaz mı? Kalbleri Allah'ı anmak hususunda katılaşmış olanla­ra yazıklar olsun, işte apaçık sapıklıktadırlar.”349

Kalbine Allah sevgisini yerleştirenlere ne mutlu Hayran! Ne bahtiyar kişilerdir onlar!..350

Gülen Ve Ağlayan Kaya

Ebu’n-Nûr:

“Bu hayat nedir, Hayran? Nasıl meydana gel­miştir? Bak, dinle Hayran! Akılları hoplatan bu hayatı Allahü-teala kupkuru, ölü bir kayadan meydana getirmiştir. Düşüne­biliyor musun? Kaskatı, cansız, sert bir kayadan... Neticede bu ölü kaya, hisseden, anlayan, sinirlenen, gülen, şükreden, şika­yet eden, gülüp ağlayan hayat dolu bir varlık haline geldi.. Ha­yatın toprak ve sudan fışkırmasında tesadüfün payı nedir, Hayran? Bak Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'inde ne buyuruyor:

İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmı­yorlar mı?”351

Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde yürür, kimi iki ayakla, kimi dört ayakla yürür. Allah dileğini yaratır, Allah şüphesiz her şeye kadirdir.”352

Sizi topraktan yaratması O'nun varlığının belgelerindendir. Sonra hemen birer insan olup yeryüzüne yayılırsınız.”353

O, sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel tayin edendir. Be­lirli bir ecel O'nun kalındandır, sonra bir de şüphe edersiniz.”354

Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin: Sizle­rin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yara­tamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar, davalı da, davacı da ne kadar güçsüz.”355

Ey Muhammed! Allah'a eş koşanlara sor: kendilerini yaratmak mı daha zordur, yoksa bizim yarattığımız gökleri yaratmak mı? As­lında biz kendilerini özlü çamurdan yaratmışızdır.”356

Ayetlerde Cenabı Hakkın beyan buyurduğu gibi hayat, ya­pışkan bir çamurdan meydana gelmiştir. Çağımızın modern il­mi de doğrulamaktadır bunu...

O halde hayat nedir? Kur'an ve modern ilmin ittifakla var­mış oldukları neticeye göre hayat, sudan ve çamurdan meyda­na gelmiştir. Hal böyle olunca, bilginler bu hayatın sır ve gizli­likleri üzerinde neden hayret ve dehşet içinde donakalmışlardır? Hayatın bilinmeyen yönlerinin hikmeti nedir? İnsanoğlu buna neden cevap veremiyor?

Evet! insanoğlu hayatın bir çok yönlerinde bilgi sahibi ol­muştur. Hayatın temel unsurlarının nelerden teşekkül ettiğini, tabiî hallerini, nizam ve kanunlarını ve daha bir çok yönlerini anlamış durumdadır. Bütün canlıların küçücük hücrelerden, hücrelerin de ilk nutfeden yani protoplazmadan, protoplazmanın da karbon, oksijen, hidrojen ve nitrojen gibi elementlerden meydana geldiğini tespit etmiştir. Bilginler herhangi bir şeyden hayat meydana getirmek için çok çaba sarfettiler, çeşitli deney­ler yaptılar, laboratuarlarda, tecrübe üstüne tecrübe yaptılar, fakat bir türlü beceremediler. Her defasında mağlup oldular.. Böylece Kur'an-ı Kerim'de beyan buyurulan hükme boyun eğe­rek Allah'ın azamet ve kudreti önünde secdeye kapandılar. Ve O'nu, bütün noksan sıfatlardan münezzeh kıldılar. Böylece in­sanoğlunun bir sinek bile yaratamayacağını anladılar.

Oğlum Hayran! Alman bilgini Ludıvig Buchner (1824-1889)’ın şu sözünü her halde hatırlarsın:

“Kandaki akyuvarlar çok basit olmasına rağmen, bizzat kendisinin terkibi ve yapısı, cansız bir maddeden meydana gel­mesine manidir. Yani akyuvarların doğrudan doğruya cansız bir maddeden teşekkülü imkansızdır.

Hatta ilim nazarında akyuvarların cansız bir maddeden doğması, akıl yönünden büyük canlıların doğrudan doğruya cansız maddeden çıkmasından daha uzak bir mucize değildir.” Ebu’n-Nûr:

“Thomas Aauinas’ın sözünü hatırlamaz mısın Hayran:

“Bugüne kadar hiç bir bilgin bir sineğin hakikatini öğrene­bilmiş değildir.” Hayran:

“Nasıl hatırlamam hocam!” Ebu’n-Nûr:

“Herhalde İngiliz bilgin ve filozofu Roger Bacon (1214 - 1294)'ın meşhur sözünü de unutmamışsındır, Hay­ran:

“Yeryüzündeki biyoloji bilginlerinin hiç biri bugüne kadar bir sineği bütün yönleriyle öğrenebilmiş değildir.”

Hayran: “Nasıl unuturum hocam!”

Ebu’n-Nûr: Peki Hayran! Bir de Kur'an-ı Kerim'in biz in­sanlara hitap eden ayeti celilelerine kulak ver:

Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin: Sizle­rin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yara­tamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar da­valı da, davacı da ne kadar güçsüz.”357

Halbuki Kur'an-ı Kerim'in beyanı, biraz önce görüş ve dü­şüncelerini açıkladığım bilginlerden asırlar öncedir.

Hayran: Bilginler bu fikirleri Kur'an-ı Kerim'den iktibas etmiş olmasınlar, hocam?

Ebu’n-Nûr: Aklı selim sahibi kişilerin görüşleri daima bir noktada birleşir Hayran! İlim ne kadar ilerlerse, birleşme ve anlaşma da o kadar yakın ve kolay olur. İşte bu yüzdendir ki, düştükleri madde bataklığından bir çok bilgin ancak on doku­zuncu asrın sonlarında çıkabilmiştir. Çünkü sağduyu sahipleri ancak o zaman birleşebilmişlerdir. Hatta hakka dönenler de ol­muştur. Bütün bilginler, çeşitli branş ve ihtisaslarına rağmen, şu hakikat üzerinde ittifak etmişlerdir:

“Şu müşahede ettiğimiz tabiatın kanunları, nizam ve intiza­mı, ahenk ve insicamı, şu gerçeği dile getirmektedir:

Bu hayatın gelişmesi, yükselmesi, evrim geçirmesi, tek ira­de ve tek kudretin eseridir.

Aklı selim sahibi bir insan, bu hayatın kör bir tesadüf eseri olarak meydana gelmesini asla kabul edemez. Böyle bir şey dü­şünülemez. Bu akıl ve mantığa aykırıdır.”

İngiliz bilgini Lord Kalliphon, bütün insanlara hitaben iman mefhumunu izah ediyor. İnsanların tek varlık olan Allah'a iman ettiklerini ilan ediyor. Diğer yönden de bu hayatın kör bir tesadüfün eseri olduğunu ileri sürenlerle alay ediyor. Bundan başka büyük bilginlerin. Kainatta müşahede ettiğimiz nizam, kanun, tertip ve tanzimdeki hikmet ve delilleri görmemeleri gerçekten hayret edilecek bir durumdur diyerek sözlerine şöyle devam ediyor:

“Aklı selim sahibi bir insan, bu hayatın yaratıcısız, gizli bir kuvvet ve kudret olmadan başlamasını imkansız görür. Birçok bilginlerin, hatta felsefe üzerinde araştırma yapan bazı filozof­ların, birçok delilleri, Allah'ın varlığını, birliğini, kudret ve hik­metini gösteren işaretleri görememiş olmaları gerçekten beni hayrete düşürüyor. Bu kainatın nizam ve düzeni hususunda bazı felsefeciler aşırı gitmişlerdir. Halbuki etrafımızı saran ka­inatta o kadar kesin ve kuvvetli deliller var ki, bunların hepsi müstakil hür bir varlığın iradesini açıklamaktadır.

Bütün canlı varlıklar kendilerini yoktan vareden yüce bir yaratıcının varlığını haykırmaktadır. Bunu idrak edemeyen bil­ginler, ne kadar gafildirler!.”

Lord Kallipton'dan sonra hayat sahnesine çıkan büyük bil­gin Einstein şöyle diyor:

“Herşeyden önce insanda din şuurunun bulunması, zatının mahiyeti bilinmeyen, fakat her yerde hikmetinin en üstün işa­retleri ve cemalinin en parlak ışıklan tecelli eden yüce bir varlı­mın mevcudiyetini gösterir... Şahsen ben, varlık aleminde bulunan sağlam kanunların bir hikmet üzerine oturduğunu idrak edemiyecek bir bilgin tasavvur edemiyorum. İmansız ilim topallayarak, ilimsiz iman da körler gibi el yordamıyla yürür. “ek kelimeyle “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür.”

Bizlere, “Allah'ın kulları içinde kendisinden en çok korkanlar alimlerdir.” buyuran Kur'an'la, bilginlerin bu sözleri arasındaki uygunluk kadar güzel bir şey olabilir mi Hayran!” Hayran:

“Hocam, gerçekten “Allah'ın kulları içinde kendi­linden en çok korkanlar alimlerdir.” Ebu’n-Nûr:

“Ya şu insan denen varlığa ne dersin Hayran! Allahüteala Kur'an-ı Kerim'inde onu en güzel bir biçimde yarattığını söylüyor. İnsan denen varlığın yaratılışında, meydana gelişinde, şerefli bir yaratık oluşunda, olgunluk çağına erip ge­lişmesinde tesadüfün payı nedir Hayran!”

Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık”358

Ey İnsanoğlu! Seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen, müte­nasip kılan, istediği şekilde seni terkip eden, çok cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?”359

Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır. Size kulaklar, göz­ler, kalbler verilmiştir. Öyleyken pek az şükrediyor sunuz.”360

Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonunda da seni insan kılığına koyanı mı inkar ediyorsun,.”361

O, sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel tayin edendir. Be­lirli bir ecel O'nun katındandır, sonra bir de şüphe eder siniz.”362

Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.”363

İnsanoğlu, bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz, uzun bir zaman geçmiştir. Biz inşam katışık bir nutfeden yaratmışızdır, onu deneriz, bu yüzden onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdır.”364

Ey Muhammed! Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildi­ren Rabbin, en büyük kerem sahibidir. Ama, insanoğlu kendini müs­tağni sayarak azgınlık eder...” 365

...Ve Ademe her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi, “eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin” dedir”366

Rabbin meleklere: Ben balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın” demişti.”367

Bunlar, Allahütealanın insan denen varlığın yaratılışı husu­sunda Kur'an-ı Kerim'inde beyan buyurduğu açıklamalardan bazılarıdır... Evet henüz yeryüzünde yok iken, henüz bahse de­ğer bir şey değilken yüce Allah insanı topraktan, sudan yaratı­yor. Sonra da ömrünü tayin ediyor. Arzın en alt tabakalarında izi bile bulunmayan insan, toprak, su ve ilk nutfe gibi tekamül safhalarından geçerek oluşmuştur diyen modern ilimle Kur'an-ı Kerim'in bu açıklamaları aynı noktada birleşmektedir. Söyle Hayran, burada tesadüfün payı nedir?

Şekli biçimi, yaratılışı, ruh dünyası ve beden yapısıyla akıl­lara durgunluk veren insanın hayatı toprak, su ve nutfe ile başlıyor, tıpkı diğer, bütün canlılar gibi, sonra bu toprak ve sudan yaratılan insan bir filozof oluyor. “Her şeyin ismini” bilmeye başlıyor. Aklı gelişiyor kainatta bulunan varlıkları, nizamı, ger­çekleri, iyileri, güzellikleri velhasıl her şeyi anlayıp idrak edi­yor. Üstelik bunlardan sanat, edebiyat, şiir, makam, hikmet, felsefe ve tasavvuf gibi çeşitli figürler çıkarıyor.

Kainatın meçhul kapılarını aralıyor. Fakat kendisinde Al­lah'tan bir nefha olduğunu bilmiyor, gaflet içinde yüzüyor. Böyle bir insanın yaratılıp meydana gelişi kör tesadüf eseri ola­bilir mi, Hayran!

Nedir bu insan? Sana hangi taraflarını anlatayım? Annesi­nin karnında iken, o üç katlı karanlık içinde nasıl meydana gel­diğini mi? Bir zerre iken, nutfe, et ve kemik haline gelip kendi­ne nasıl ruh verildiğini mi? Bütün merhaleleri aşarak insan ha­line gelişini mi? Yoksa annesinin rahminde iken nasıl bir gıda ile beslendiğini mi? Evet, söyle hangisini anlatayım?

Şu insan denen varlığın sana hangi yönlerini anlatayım Hayran?! O kadar komple bir varlık ki, akılları durduruyor. O üç karanlığın içinde nasıl meydana geliyor? Annesinin karnın­da nutfeden, kan pıhtısına, oradan bir çiğnemlik et haline daha sonra da insan biçimine nasıl giriyor? Yaratılıştan yaratılışa na­sıl geçiyor? Ana rahminde bu akılları hoplatan yolla nasıl gıda-lanıyor?. Nasıl teneffüs ediyor?. Nasıl süt emiyor?.. Nasıl yi­yor?.. Lokmayı nasıl çiğniyor? Nasıl yutuyor? Nasıl hazmedi­yor? Gıdasını nasıl alıyor? Vücudunu nasıl ısıtıyor? Vücudun­daki kan nasıl temizleniyor? Sana daha ne anlatayım Hayran! Vücuttaki kirli kanı temizleyerek tekrar vücuda pompalayan, hiç durmadan ömür boyu çalışan kalpten mi?

Yoksa kara ciğere gelen besinlerin nasıl süzülüp vücuda yararlı hale geldiğini mi? Bunların hangisini anlatayım Hay­ran?

Evet! karaciğer nedir?.. Nasıldır onun guddeleri?.. Nedir o büyük depo? Nedir o şekerler? Neden onları depo ediyor? Öyle bir ölçü kullanıyor ki, ne fazla, ne de noksan yapıyor. Vücutta ona göre kendisine lazım olan şekeri (glicose) alıyor.

Şayet kanda binde bir oranında şeker fazlalığı olsa hemen şeker vermeyi kesiyor, durduruyor. Noksan olsa, lazım gelen miktarı hemen gönderiyor. Bir muvazene nasıl temin ediliyor vücutta, Hayran?

Nedir şu hormonlar? Ne gibi faydaları var? Görevleri ne­dir? Nedir bunların çıkardığı kimyevi maddeler? Bu sıvı mad­deler kaslara, sinirlere, kemiklere, beyine, kalbe, damarlara, ve tenasül organına niçin gönderilmiyor? İnsan vücudu bunlarla büyüyor, şişmanlıyor ve zayıflıyor. Zihni çalışmaya, kalbi işle­meye kandaki basıncı yükseltip indirmeye, sinirleri rahatlatma­ya, vücuttaki tuz ve şeker miktarını ayarlamaya, fazlalıkları yakmaya, kemiklerdeki kireç miktarını korumaya, cinsel hücre­leri beslemeye yarayan bu hormonlar da nedir Hayran?!

Vücutta gruplar meydana getiren milyonlarca hormon ne­dir? İnsan vücudunu meydana getiren hücreler nasıl şeydir? Halbuki hücrelerin geçirdiği merhaleler neticesinde insan, in­san hüviyetini kazanıyor. Ne müthiş şey değil mi, Hayran!

Nedir eşsiz düzen içinde hareket eden sinirler? Vücuttaki her organ tam bir ahenk içinde yekdiğerinin yardımına koş­makta ve başkalarının isteklerini cevaplandırmaktadır. Hücre­lerin kandaki muvazeneyi sağlaması, ölü hücreleri tamir etme­si, yaraları, tedavi altına olması, kırık kemikleri onarması, zayıf organları yeniden kuvvetlendirmesi, akan kanı durdurması, vücuttaki düşmanları ortadan kaldırması ve bu yolda lazım olan zehiri, silahı, ilacı kullanarak vücudu iç ve dış düşmanlara karşı savunması... Evet bütün bunlar ne ile izah edilir, Hayran?

Bu eşsiz düzen hala akıllara durgunluk vermektedir. Hay­ran. İnsanı hayrete düşüren o kadar hadise var ki, hangisinden başlayacağımı bilemiyorum... Bir meçhuller, ummanı alabildi­ğine uzar gider...

Hayran, biz nasıl düşünüyoruz? Nasıl idrak ediyoruz? Bir şeyi nasıl hatırımızda tutuyoruz? Zamanı gelince onu nasıl ha­tırlıyoruz? O milyonları aşan bilgiye nasıl saklıyoruz? Nereye depo ediyoruz onu? Yeri gelince nasıl buluyoruz? Bir şeyi çabucak nasıl hatırlıyoruz? Nasıl hüküm veriyoruz? Neticeye na­sıl ulaşıyoruz.

İnsan vücudunu bir ağ gibi ören şu sinir şebekesine bir bak, Hayran! Bir yumak gibi nasıl sarıyorlar vücudu! Hatta hücreler bile onların direktifiyle hareket ediyor. İrademizin dışında bir şey bu... Biz istesek de istemesek de böyle oluyor. Farkında bile olmuyoruz. O durmadan, yılmadan vazifesini yapıyor, tıpkı akıl sahibi bir varlık gibi hareket ediyor. Hemen belirtelim ki, sinirlerin insan vücudunda oynadıkları rol pek büyüktür. Çün­kü insan vücudundaki bütün organları çalıştıran mekanizma, sinir sistemidir. Sinir sistemi organizmadaki bütün sistemlerin görevlerini düzenler. Canlıların hayatında büyük bir rol oyna­yan bu sistem başlıca iki bölüme ayrılır.

1- Beyin - Omurilik sistemi.

2- Sempatik sistemi.

Şimdi bunları sırasıyla ele alalım. Merkez sinir sistemi renklerine göre çeşitli isimler alan iki cevherden yapılmıştır. Boz madde, ak madde. Bu iki maddeyi de “nöron” denilen si­nir hücreleri meydana getirir. Genel olarak sinir hücrelerinin cismi boz maddeyi, uzantıları da beyaz maddeyi meydana geti­rir. Bu hücrelerin büyüklüğü 5-6 mikronla, 110-130 mikron ara­sında değişir. Sinir hücrelerinin dendrit ve akson denilen iki çe­şit uzantısı vardır. Bir hücrenin aksonu, kendisinden sonra ge­len ikinci hücrenin dendriti ile eklenir. İkinci hücrenin aksonu da üçüncü hücrenin dendriti ile eklenir. Ak madde sinir hücre­lerinin uzantılarından meydana gelmiştir. Burada uzantılar bir­leşerek sinir iplikleri halini alır. Beynin 2/5 si boz maddeden, 3/5 ü de ak maddeden yapılmıştır.

Sempatik sinir sistemi içinde, biri isteğimizle, biri de isteği­miz dışında olmak üzere iki grup vardır. Kalbimiz, bağırsakla­rımız guddelerimiz ve karaciğer gibi isteğimiz dışında çalışan organlarımızı faaliyete geçiren sempatik sinir sistemidir. Bu sis­temin içinde de iki ayrı sistem vardır :

a- Ortosempatik (doğru sempati)

b- Parasempatik (karşıt sempati)

Bunlardan biri, mesela kalbi hızlandırır, öbürü yavaşlatır; biri barsağı hareket geçirir, öbürü durdurur; biri gözbebeğini açar, öbürü kapatır. Bunu bir dizgine benzetebiliriz Dizginle bir at nasıl sağa sola çekilirse, irademiz dışındaki organları da bu sistem bir dizgin gibi idare eder. Bunlardan birinin üstün gelmesi dengeyi bozar. Hücrelerimize kadar ince sinir ağcıkları halinde giren bu sinir sistemi, hayatî ehemmiyet arzeden faali­yetleri ve besin dengesini düzenler. Hücrelerin yaşamasında, büyümesinde ve metabolizmasında bu ağların rolü büyüktür. Bunlardan bir tanesinin durması veya vazifesini yapamaz hale gelmesi demek, bütün vücudun çalışamaz duruma düşmesi de­mektir. İşte o zaman midenin çalışması aksar, böbrekler isteni­len vazifeyi yapamaz. İşitme organı sağırlaşır. Gözler görmez hale gelir. Hatta vücudumuzdaki bütün organlar anormal şe­kilde çalışmaya başlar. Netice ölüme kadar gider... Sorarım Hayran, sinir sistemindeki bu eşsiz nizam tesadüf eseri midir?

Nedir bu beyin? Kafatasımızın içindeki beyin hücreleri ne kadardır? On iki milyonu aşan bu hücreler nasıl oldu da her bi­ri birer vazife alarak çalışmaya başladı? Bunları meydana geti­ren beyin maddesi nasıl şeydir? Bu hücrelerdeki sinir telciklerini saymak mümkün değildir. Sinirlerin beyindeki hakimiyetini sürdürmesi, tertipli ve ölçülü bir şekilde çalışması nasıl şeydir Hayran, hiç düşündün mü?

Beyindeki “sinirler topluluğu” dediğimiz şey nedir? Bu ka­dar sinir orada nasıl idare edilmektedir? Dışardan gelen binler­ce haberi nasıl değerlendiriyor. Beyindeki kumanda merkezi nasıl bir şeydir ki, kendisine gelen binlerce haberi ve şifreyi de­ğerlendirmekle, gerekli yerlere gönderip anında hareketlerini sağlamaktadır. Gelen mektup ve şifrelerin kimisini okur, Kimi­sini atar. Bazılarım zihnin derinliklerine bırakır. Sonra da orala­rında mukayese yapar. Gelen haberleri bir değerlendirmeye ta­bi tutar. Ve neticede bir hüküm çıkarır. Böylece insan akıl, id­rak ve düşünme mekanizmalarıyla diğer varlıklardan ayrılır. Çünkü insan her şeyi akıl ve idrak ölçülerine vurarak hüküm verirler. Diğer canlılar gibi içgüdü yoluyla hareket etmez. İşte bu, insanın en karakteristik vasfıdır.

Bütün bu nimetler, sağlamlık, yaratılıştaki üstünlük, ölçü, nizam, intizam, muvazene, bağlılık, karşılıklı yardım ve daya­nışma; milyonları bulan atom, hücre ve sinirlerdeki ahenk kör tesadüfün eseri olabilir mi Hayran?!

Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonunda da seni insan kıhğtna koyanı mı inkar ediyorsun?”368

Ey Muhammed! Evet, sen onlara şaşıyorsun onlar da seni alaya alıyorlar. Onlara öğüt verdiğinde öğüt dinlemezler. Bir mucize gör­düklerinde onu eğlenceye alırlar.”369

Hayran devamla şöyle diyor :

“Bu sözleri söyledikten sonra hocam, birdenbire parladı. Gözleri yaşlarla doldu. Bu arada benim de gözlerim yaşardı. Kendimi tutamadım. Hemen ellerine kapandım. Mübarek elle­rini öpeyim, gözlerinden inen yaşlarla ellerimi yıkayayım, de­dim. Fakat hocam buna müsaade etmedi. Çözlerinden akan yaşları dindiremedi ve şu ayeti celileyi okumaya başladı:

Kalbleri Allah'ı, anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun.”370

Bu durum, doğan güneşin aydınlığı ağaçların arasından üzerimize gelinceye kadar devam etti. Sonra kendine geldi. Ve kesik hıçkırıklarla şöyle dedi.

“Oğlum Hayran, ben biraz yorgunum, abdest suyumu ha­zırlar mısın?”

Ve kalktı, abdestini aldı. Ben de namaza hazırlandım. Bera­berce sabah namazını kıldık. Hocam namazdan sonra yatağına çekilirken şöyle dedi:

“Hayran! Ört beni, ört. Üşüdüm bu gece.. Uykusuzluk halsiz bıraktı beni...”371




Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin