HOCAMIN VASİYETİ
“Salih amel işleyen ve Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır.”372
“İnsanlar arasında akıllı diyebileceğimiz sadece iki grup insan vardır. Birinci grubu teşkil edenler, Allah'ı bildikleri için inanarak onun yolunda çalışırlar.
İkinci grubu teşkil edenler ise; Allah'ı bilmezler. Ama O'na inanmak ve O'nu bulmak için çaba sarf ederler. Bu iki grubun dışında kalanları akıllı saymak doğru değildir.”373
İman Ve Akıl
Hayran sözlerine şöyle devam etti:
“Hocamın üzerine yorganı örttükten sonra yanından çıktım. O gün hiç uyumadım. Çünkü Hartenk'li bir adamla görüşmem gerekiyordu. Oraya gittim. Sabahtan akşama kadar orada kaldım. Akşam geri döndüm. Müezzinle beraber yatsı namazını kıldık. Hocam yoktu. Bunu hisseden ihtiyar müezzin:
“Hoca efendiyi gördün mü?” dedi.
“Hayır, görmedim. Çünkü güneş doğarken Hartenk'e gittim. Ve daha şimdi döndüm.”
“Ben hoca efendiden endişeleniyorum. Çünkü çitin arasına, bıraktığım yemek çıkını hala orada, dalda asılı duruyor. Gelip almamış. Acaba nereye gider? Yoksa hastalandı mı? Çünkü bu akşam hava çok soğuktu. Yaktı kavurdu her tarafı mübarek...”
“Hayır, hayır! Öyle düşünme. Her halde odasındadır. Çünkü ben onu sabah erkenden yatağına yatırırken “çok yorgunum, üzerimi iyi ört” diyerek uykuya dalmıştı.
Belki biraz rahatsız olabilir. Bu yüzden dışarıya çıkmayabilir. Belki odasmdadır. Ben bakarım. Sen çocuklarının yanına dön. Müsterih ol. Endişelenme!..”
İhtiyar müezzin mescitten ayrıldı. Ve ardından mescidin kapısını sürgüledim. Sonra hocamın odasına doğru ilerledim. Baktım ki odasında ışık yok. Aklıma korkunç şeyler gelmeye başladı. Acaba hocama bir şey mi oldu? Neden ışığı yanmıyordu? Yoksa gecenin kavurucu soğuğu onu hasta mı etmişti? Kötü bir şeyle karşılaşmamak için odasını dış pencereden gözetleyeyim dedim. Mescitten dışarı çıktım. İmamı Buhari hazretlerinin kabrine bakan pencereden gözetlemek istedim. Ve arka taraftan pencereye yaklaştım. İçeriye baktım. Hocamın yatakta olduğunu gördüm. Biraz ferahladım. Bu orada bir ses işittim. Duaya benzeyen ve insanı titreten bir sesti bu. İçten gelen, derinden derine yankılanan ezgili bir dua... Allah'a şöyle niyaz ediyordu:
“Rabbim! Benim bana ve anne babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın yararlı bir işi yapmamı sağla, bana verdiğin gibi soyuma da salah ver. Doğrusu sana yöneldim, ben, kendini sana verenlerdenim.”374
Sonra sesi kesildi. Kısa bir fasıladan sonra insanın kalbini parçalayan içli bir sesle şöyle mırıldanmaya başladı:
“Arkasında cılız çocuklar bıraktıklarından endişe edecek olanlar, haksızlıktan korksunlar ve Allah'tan sakınsınlar, dürüst söz söylesinler.”375
Sonra ellerini kaldırdı, hıçkıra hıçkıra şöyle niyazda bulundu:
“Allah'ım! Kötü ve haram şeylere düşmekten, başkalarının hak ve hukukunu yemekten beni koru, ey bağışlayıcıların bağışlayıcısı!...”
Hocamın duasını işitir işitmez hemen kabrin arka tarafına dolandım. Mescide girdim. Çünkü gecenin şiddetli ayazı artık tahammül edilmez hale gelmişti. Doğruca odasına gittim. İzin istemeden içeriye daldım. Beni görünce:
“Korkma... Üzülecek bir şey yok, gel, hayattayım, biraz rahatsızım, hepsi o kadar,” dedi. Ve sonra devam etti:
“Lambayı yak. Sonra da bana biraz süt getir. Çünkü bugün mideme bir lokma bir şey koymadım. Boğazım da kurudu.”
“Getirdiğim sütü içti.”
“Abdest alacağım,” dedi yatsı namazını oturarak kıldı. Yatağına döndü ve yastığa dayandı. Hafifçe gülümseyerek bana baktı ve şöyle dedi:
“Allahü teala “Birbirinizin kusurunu araştırmayın”376 “evlere kapılarından girin”377 demiyor mu? Ne çabuk unutuverdin!” Hayran:
“Evet Hocam! Fakat size karşı duyduğum saygı ve sevgisinin neticesidir bu! Hocam Allah aşkına söyleyiniz! Sizi ağlatan nedir? Neden hıçkırdmız öyle?..” Ebu’n-Nûr:
“Bu, ihtiyarlamış, günü dolmuş, eceli yaklaşmış bir ihtiyarın yalnızlığıdır.” Hayran:
“Allah uzun ömürler versin, hocam!” Ebu’n-Nûr:
“Allahü tealanın, ele ayağa düşmeden kulunu kendine çekmesi ona olan en büyük nimetidir. Ben ölümden korktuğum için ağlamıyorum. Sadece kendi içime çekilerek Allah'a niyaz ediyorum.. Çünkü kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenabı Hak, gizlice kendisine dua ve niyazda bulunan kullarını sever..” Hayran:
“Nasıl dua ettiniz, hocam!” Ebu’n-Nûr:
“Hiç şüphe yok ki, her birimizin elemleri, emelleri, ve acıları vardır. Her insan, kendisiyle ilgili şeylerle duada bulunur.
Bu sözleri söyledikten sonra Hocam, yüzünü pencereye çevirdi. Gözleri dolu dolu olmuştu. Gözyaşlarını tutamaz hale gelmişti. Gözlerini benden saklamak için: Şu pencereyi ört. Sonbahar soğuğu, kışın soğuğundan daha zararlıdır, dedi.
Hocamın yatağına yaklaştım. Pencereyi örtmek için uzandığımda hocam benim ağlamaklı halimi hissetmiş olacak ki, şöyle mırıldandı:
“İnsanoğlu çok zayıf yaratılmıştır, Hayran!..” Hayran:
“Babanız kimdir, hocam?” Ebu’n-Nûr:
“Babam ve onun babası Allah'ın salih ve muttaki kullarındandır.” Hayran:
“Çocuklarınız nerede? Ne haldedirler?” Ebu’n-Nûr:
“Semerkant'ta oturuyorlar. Durumları iyidir elhamdülillah.” Hayran:
“Peki ama neden onları düşünüyorsunuz? Niçin üzülüyorsunuz?” Ebu’n-Nûr:
“Dünyada mal-mülk gaye değildir. Hayran! Ya rabbi! Kötü yollardan sen koru onları. Güzel örtünle ört onları.
Hayran: Neden onlardan uzakta yaşamayı tercih ettiniz? Sonra neden insanlardan uzaklaşarak bu mescitte inzivaya çekildiniz?” Ebu'n-Nûr:
“Onlardan pek uzak değilim. Hartenk'e sekiz kilometredir. Ben onların dünyalıklarını kazanmak için tam kırk yıl çalıştım, çabaladım.
Şimdi ise ahiret kazancımı artırmak için buraya, bu mescide çekildim. Öbür dünya için çalışıyorum.” Hayran:
“Çocuklarına bakmak, onların yanında olmak Allah katında en büyük sevaplardan biri değil mi? Ebu’n-Nûr:
“Evet, ama insan ecelinin yaklaştığını hissedince istiyor ki, bütün amellerim Allah'a yönelsin... Bu ise şehirde imkansızdır. Sonra benim bu küçük mescitte ve etrafını çeviren bağ ve bahçelerde, ağaçların altında, çocukluğumda geçirmiş olduğum çok değerli hatıralarım var. O anılarımın da etkisi yok değil hani bu cennet gibi yerde kalmamda... Evet! Burada beni duygulandıran çocukluk ve gençlik çağımın hazineleri gömülüdür. Sonra şurada yatan Allah'ın salih ve muttaki kulu büyük muhaddis Buharı hazretlerinin kabir yanında kalmayı da özledim... Oğlum Hayran! Şu sözlerimi iyi dinle:
“Nefis halktan uzaklaşıp kendini yalnız hissedince derhal hakka yönelir. Bunun zevkini tatmak ta ancak salih bir kulun yanında olmakla mümkündür.” Hayran:
“İsabet buyurdunuz, hocam! Biz bile bu dünyada kral ve hükümdarlara yaklaşmak için, onlara yakın olan kişilerin gösterdiği yoldan gidiyoruz.” Ebu’n-Nûr:
“Hayır, hayır! Onunla bunun arasında dağlar kadar fark var. Fakat heyhat Hayran!”
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir?”378
Bununla beraber biz yine de O'nun sevgili kulları yanında O'na yalvarıyoruz.
Günahlarımızı itiraf ediyor ve nefislerimizi Allahütealanm huzurunda çok değersiz ve aşağı görüyoruz. Bu yüzden Allah'ın rahmet kapısına varamıyoruz. Daha doğrusu bu cesareti kendimizde bulamıyoruz. Bu yüzden O'nun sevgili kullarının arkasından gelmeyi tercih ediyoruz. Ümit ediyoruz ki, Allahü-teala dua ve niyazlarımızı kabul eder. Zira Allah'tan ümit kesilmez. Allah Gafurdur, rahimdir..” Hayran:
“İlk geldiğim zaman söylediğiniz sözün manasını şimdi anladım, hocam! Evet! Ancak şimdi anladım gerçekten sizin ibadetinizdeki huzuru kaçırdım. Sizi Allah'a yakın olma zevkinden alıkoydum. Taatmızı gerçekten fesada uğrattım, hocam! Özür dilerim. Yaptığım hatayı ancak şimdi idrak ettim. Çünkü sizi ibadet ve taattan, alıkoydum.” Ebu’n-Nûr:
“Hayır! Bilakis beni ibadete yaklaştırdınız. Üstelik ibadetin gerçek yolunu bulma imkanını kazandırdınız!.. “Salih amel işleyen ve Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır..”379 Hayran!..” Hayran:
“Allah sizden razı olsun, size bol bol rahmet ve ikramda bulunsun, hocam!” Ebu’n-Nûr:
“Fakat bu gece sizi kendimden bahsederek boşu boşuna yordum.” Hayran:
“Hayır, Hocam! Sizinle konuşmak benim için büyük bir zevktir. Sizi yorgun ve kederli gördüm de geldim. Bu gün hiç uyumadım. Sabahleyin sizden ayrıldıktan sonra birisiyle görüşmek üzere Hartenk'e gittim ve akşam üzeri döndüm. Gördüğünüz gibi yorgunum hocam.” Ebu’n-Nûr:
“Şu soğuk gecede benim için dışarı çıkıp kendini yordun. Haydi, kalk! Odana git. İstirahat et, kendine iyi bak! Bu gece şiddetli ayaz var. Şu battaniyeyi de al. Üzerini iyi ört. Sıhhatine dikkat et. Bu günlerde havalar iyiden iyiye soğudu.
Daha sonra hocamın yanından ayrılıp odama çekildim. Fakat vücudumda bir halsizlik hissettim. Bir ateştir bir sıkıntıdır başladı. Geceyi uykusuz geçirdim. Sağa sola dönerken sabahı ettim. Sabah olmuştu. Müezzin geldi. Kapıyı vurdu. Çaresiz kalktım, koşup kapıyı güçlükle açtım. İhtiyar müezzin vaziyetimi görünce, hemen hocaya koşup haber verdi. Hocam, tutuna tutuna, yavaşça yanıma geldi, nabzımı yokladı. Sıtmaya tutulduğumu anlayınca yüz hatları değişti. İhtiyar müezzine dönerek:
“Koş! Köye git büyüklerden birini al da gel. Bunu hemen Semerkant'taki hastahaneye kaldıralım. Gecikmeye gelmez. Çabuk ol!” dedi. Bunun üzerine ben:
“Semerkant'a gitmek istemiyorum,” dedim. Fakat hocam ısrar ediyordu:
“Hayır! Olmaz! Sen burada yalnızsın. Üstelik ailenden de uzaksın. Sıtma seni kıskıvrak yakalamış.” Bunun üzerine:
“Hocam! Ben sıtmanın çeşitlerini bilirim. Bazıları geçicidir. Akşama doğru belki geçer. Bugün burada kalayım. Yarın emrinizi yerine getiririm,” dedim.
“Hayır, hayır. Ben de bilirim sıtmanın çeşitlerini... En tehlikelisi soğuktan gelir. Belki de uzun sürer. Onun için mutlaka hastahaneye gitmen gerekir. Bir doktora muayene olman gerekir. Gecikmek iyi olmaz,” oğlum. O gün öğleye doğru hararetim arttı. Başım döndü. Baygın bir halde kendimden geçtim. Ancak iki gün sonra kendime gelebildim. Ayıldığımda kendimi hastahanede buldum. Sonradan öğrendim ki, hocam el-Mevzun, beni bizzat hastahaneye kadar getirmiş, tedavi edilmem için elinden geleni yapmış ve ayrılmış. Bunun üzerine beni tedavi altına almışlar. Böylece hastahanede tam iki hafta yattım. Artık günbegün iyileşmekteydim. Ziyaretçilerime doktorum müsaade etmişti. Beni ziyarete gelenlerden ilki mescidin müezzini idi. Halimi, hatırımı sordu. Ona hocam el-Mevzun'u sordum.
“Hocanız Semerkant'tan döndükten sonra sıtmaya yakalandı. Şimdi yatıyor,” dedi. Bunu duyunca hemen doktoruma müracaat ederek beni taburcu etmesini istedim. Fakat doktor izin vermedi.
“Daha hastalığının birinci devresidir. Taburcu edemem. Hiç olmazsa bir hafta daha tedavi olmalısın. Aksi takdirde sıhhatin tehlikeye girer,” dedi.
Buna rağmen rica ettim.
“Hocamı mutlaka ziyaret etmeliyim,” dedim.
Doktor cevap verdi:
O şimdilik çok iyi. Birinci devreyi kolayca atlattı. Ona yataktan kalkmamayı tavsiye ettim. İhtiyar hademeye de söyledim. Hatta hoca efendiye kitap okumamasını da ayrıca tavsiye ettim. Çünkü hafif bir yorgunluk hastalığının yeniden nüksetmesine sebebiyet verebilir.
Bu, sözleri dinleyen mescidin ihtiyar müezzini dedi ki:
“Fakat o hala okumayı bırakmadı. Durmadan okuyup yazıyor tavsiyelerinizi kendisine hatırlattıysam da aldırış etmedi. Fakat bütün bunları yalnız Hayran için yapıyor.” Ben hemen söze karıştım:
“Benim için mi?”
“Evet efendim! Sadece sizin için okuyup yazmaktadır. Yazdıklarının bir kısmına dikkat ettim. Sık sık sizin isminiz geçiyordu.”
“Allah, Allah! Peki yazdıkları nerede? Neden bana onları göndermedi?”
“Bilmiyorum! Fakat yazdığı şeyler çok uzun.”
Aradan bir kaç gün geçti, İhtiyar müezzin tekrar ziyaretime geldi. Elinde benim defterim vardı.
“Hocanızın selamı var. Bunu size gönderdi” dedi. Defteri alıp dolabıma koydum. Sonra hocamı sordum. Çünkü aklıma kötü şeyler geliyordu. Acaba hocama bir şey mi oldu da defterimi bana gönderdi. Fakat ihtiyar müezzin yemin etti.
“İnanınız, hocanız hayattadır. Sıhhati yerindedir. Size bu defteri bizzat vermemi söyledi.”
“Peki ama benim için yazdıkları nerede?” deyince;
“Bunu bilmiyorum Hayran” dedi ve yanımdan ayrıldı. Aradan beş gün geçtiği halde ihtiyar müezzin görünürlerde yoktu. Altıncı günü sabahı ihtiyar müezzin çıkageldi. Fakat kederli olduğu yüzünden belliydi. Boynu bükük, göz kapakları yorgun, benzi uçuktu. Mahzun bir hali vardı. Hocamın durumunu sormaya kalmadı ihtiyar müezzin ağlamaya başladı. Bir çocuk gibi hıçkırıyordu. Hem ağlıyor, hem de:
“Hocamız sizlere ömür vefat etti Hayran! Evet, Allah'ın rahmetine kavuştu.. Sizi çocuklarından daha çok seviyordu, Hayran.”
Bunun üzerine gözyaşlarımı tutamadım, ağlamaya başladım. Hastahane başıma yıkılmıştı sanki... Daha sonra doktorum geldi,
“Neden Hayran'a haber verdiniz!” diye ihtiyar müezzini azarladı.
Sonra biraz kendime hakim olup ağlamayı kestim. Bunun üzerine ihtiyar:
“Hocanıza ikinci bir nöbet geldi. Kurtulamadı ve ruhunu teslim etti. Vasiyeti üzerine, son günlerini ibadet ve taatla geçirdiği bahçedeki ağaçların arasına defnettik. Allah gani gani rahmet etsin,” dedi.
Taburcu olmam için doktora rica ettim, müsaade etti. İhtiyar müezzinle birlikte Hartenk'e ve oradan da hocamın mezarına gittik. Kendimi tutamadım, hıçkıra hıçkıra ağladım. Hocamı kaybetmekten büyük üzüntü duydum. Saatlerce kabrinin yanında kaldım. Zamanın nasıl geçtiğim bilemedim.
Güneş batmış, akşam olmuştu. Ve sonra mescidin ihtiyar müezziniyle namazlarımızı kıldık. İhtiyar müezzin bir an olsun beni yalnız bırakmadı. O gece beraber kaldık.
Gece olmuş, ihtiyar müezzin uykuya dalmıştı. Fakat gözlerime uyku girmiyordu. Hocamın yazdıklarını muhakkak bulmam lazımdı. Kalktım aramaya başladım. Fakat bir türlü bulamadım. Uykum kaçtı. Geceler uzundu. Bir kitap alıp okuyayım, dedim. Fakat hiç bir şey bulamadım. Çünkü hocamın çocukları ne kadar eşya varsa alıp götürmüşlerdi. “Ne yapayım?” diye düşünürken aklıma elimdeki defteri açıp okumak geldi. Hocamın bağladığı ipleri çözüp açtım. Baktım ki, sayfaların arasında hocamın el yazısı ile yazılmış bir kağıt var. Hemen okudum. Anladım ki, hocamın bana yazdığı yazı bu idi.
Şöyle diyordu:
“Oğlum Hayran!
Esselamü aleyküm ve rahmetullah! Sıhhatinize kavuştuğunuza çok sevindim.
Şu anlarda ecelimin yaklaştığını hissediyorum. Sen buradan ayrıldıktan sonra kalbimde bir yorgunluk peyda oldu. Öyle zannediyorum ki, bu hastalıktan kolay kolay kurtulamayacağım. Durum onu gösteriyor. Artık Rabbime kavuşacağım anı bekliyorum. Allah'ıma şükürler olsun ki, size bu vasiyetimi yazmaya fırsat bulabildim. Belki sizi görmeden Rabbime kavuşurum sana borçlu olduğum şu yazıyı not defterine eklemeyi unutma!
Oğlum Hayran!
Bana ilk geldiğinde sapıklığın bataklıklarına gömülmüş, yetersiz bilgi, şüphe; bununla beraber yine de zayıf bilgi ve idrakinle onun daha üstündeki olaylara muttalî olma hevesi içindeydin. Ben de sana gücümün yettiği kadar karınca kaderince görüşlerimi izah ettim. Bütün emelim seni doğru yola, hidayet kervanına kavuşturup hakka eriştirmek idi. Allah'a şükür, herhalde bunda muvaffak oldum.
Öyle sanıyorum ki, emeklerim boşa gitmedi. Çünkü sendeki şüphe aynı yaşlarda bende de vardı. Sendeki “nefsin” benzerini bir zamanlar ben de gürdüm. Bilgi nerden alınır, nasıl reddedilir, nasıl öğrenilir ve nasıl öğretilir bütün bunları bildiğim için seni hidayete erdirip hakkı ve hakikati bizzat kendi delil ve ispatlarınla müşahede etmeni istedim. Öyle zannediyorum ki bunda muvaffak oldum. Rabbimin bana bahşettiği ilim ve irfan sayesinde elde ettiğim neticelerle modern ilmin ışığında hakkı ve hakikati görüp başkalarma.göstermeye mahzar oldum.
Aynı hastalığı ben de geçirdiğim için tedavisi kolay oldu. Çünkü bu, ruhî bir hastalıktı. Önce teşhis sonra tedavi gerekir.
Allah'a şükür muvaffak oldum. Felsefe hastalığından kurtulup hakka eriştiğim gibi sizi de bu illetten kurtararak şifaya kavuşturdum.
Oğlum Hayran!
Şunu iyi bil ki, iman hakdır, zarurî bir ihtiyaçtır.
İman’ın hak olduğunu şu uzun gecelerdeki derslerimizden anlamış bulunuyorsun. Bunları tekrar etmeye lüzum görmüyorum. Çünkü onu benimle birlikte yaşadınız.
İmanın zarurî bir ihtiyaç olması meselesine gelince...
Gerek inananların ve gerekse materyalistlerin bildiği gibi Allah'a inanmak faziletlerin temelidir.
Evet iman yüce değerlerin yapı taşıdır.
İman, faziletlerin anası ve temelidir.
İman, bayağılıkların frenidir.
İman, vicdanların aynası ve hayat kaynağıdır.
İman, musibet ve felaketlerde sabır ve metanet kaynağıdır.
İman, azim ve cesaretin yılmaz bekçisidir. İman, kadere boyun eğmenin ve teslimiyetin baş tacıdır. İman, kalblerdeki emellerin sönmez meşalesidir. İman, hayattan kaçan insanların huzur yuvasıdır.
İman, ecelin yaklaştığı, günlerin azaldığı demlerde kalbin güven kaynağıdır.
İman, insanın insanlığı ile yüce değerler arasında kopmaz bir bağdır.
Sakın “yüksek ahlak sahibi olmak için vicdan kafidir” sözüne aldanma oğlum!
Çünkü yüksek ahlak sahibi olmak ve onu iyice hazmedebilmek için kendi arzularımıza cemiyet arasında tam bir uygunluk sağlamamız gerekir.
Çünkü yüksek ahlak, kendi arzularımızla çevremiz arasında sağlam bir bağ kurmakla kazanılır. Başarı gösterirsek kurtuluruz, muvaffak olamazsak sapıtırız. Burada başarıya yardım eden unsur elbette imandır. Yani dinî inançtır. Bunlar olmadan yüksek ahlak sahibi olmak çok güçtür. Çünkü bizi şehvetin peşinden sürükleyen kuvvet nefsimizdir. Onu yerinde durduran kuvvet de imandır. Cemiyette ancak böyle başarı gösterebilirsin. Haddi zatında vicdan dediğimiz içduyu bile imanın eseridir. Yani vicdan imansız olamaz. Öyle ise vicdan, kalbimizin köşesinde sağlam kalmış iman kırıntılarından başka bir şey değildir.
insanlara sağlam karakter, güzel ahlak ve üstün bir seciye vermek için elbette kuvvetli bir kanun veya ceza yahutta insanların kendi aralarında tesis ettikleri bir an'ane ve adet olması gerekir. Ayrıca kalbde imanın bulunması şarttır. Dıştan gelen çeşitli müeyyidelere insanoğlu topluma zararlı olmaktan bir müddet geri durabilir. Bunun rolü çok büyüktür. İnsanı “insan-ı kamil” yapan da budur. Fakat içte duyulan vicdanla başarı gösterenler çok nadirdir. Hatta parmakla sayılacak kadar azdır. Bunun için insanı, içten gelen ilahî bir inançla idare etmek, elbette hem kendisi hem de toplum için hayırlı ve başarılı bir yoldur.
insanlar nefislerinin kurbanıdırlar. Nefis doymak nedir bilmez, habire ister.. Bazıları bu istekleri bastırmak isterler. Bazen muvaffak olurlar, bazen da dizginleri koyuverirler, tşte bu tehlikelidir. Sonu felakettir bunun. İnsanoğlu daima şehvetleriyle mücadele halindedir. Bazen vicdanın büyük yardımı olur. Ne var ki, başarı gösteren pek az olduğundan buna “zafer” denilemez. Zafere ulaşmak için kalpte Allah korkusu olması şarttır. Yoksa Allah korkusu olmayan bir insanın ne kendisine faydası olur, ne de cemiyete. Bu tip kimseler hayır soluk solumazlar insanlığa... Çünkü Allah korkusu olmayan bir insanda ne irfan kalır, ne da vicdan... Hayat onun için behimi hislerden ibarettir. Ahlaka yükseklik veren ne vicdandır, ne de irfan... İnsanlardaki fazilet hissi, Allah korkusundandır. İnsanı insan yapan, milletleri yükselten yüksek ahlaktır. Bu da ancak imanla olur. Çünkü ahlakî çöküş müthiş bir şeydir. Onun yok olması demek, herşeyin silinip süpürülmesi demektir.
İmana olan ihtiyacımız, şiddetli ve çetin günlerimizde destek musibet ve felaketli günlerimizde sığmak, gönüllerimize huzur ve sükûnet, acı ve kederli günlerimizde bir deva olmasından gelmektedir. Hemen belirtelim ki, imanın yok olduğu yerde hayatın en kötü günlerini yaşamıştır insanoğlu... Yaratıkların en üst basamağından en alt basamağına, hayvanlardan daha aşağı yırtıcı ve vahşi yaratıklardan kötü duruma düşmüştür. Canavarlaşmıştır, adeta bir sırtlan kesilmiştir. Hayvanlar da bizim gibi acıkır. Fakat onlar rızık tasasından, fakirlik korkusundan, darlık endişesinden ve dilencilik zilletinden uzaktırlar... Böyle bir duygu yoktur onlarda. Bunlar ancak insana mahsustur.
Evet! Hayvanlar da insanlar gibi acıkırlar. Yiyecek ve içeceklerini temin için çalışırlar. Onlar da insanlar gibi doğarlar, büyürler ve ölürler. Fakat insanların sahip olduğu bazı yönler hayvanlarda bulunmamaktadır. Hayvanlar yavrularını kaybederler. Tıpkı insanlarda olduğu gibi... Ama bu gibi musibetler karşısında veya anne ve babalarını kaybetme hallerinde onlarda “yetim kalma” korkusu, “kimsesizlik”, “yalnızlık” gibi duyguların hiç biri yoktur. Ama insanların kalbinden bu duyguların silinemeyeceği bir hakikattir.
Hayvanlarında insanlar gibi bedenî zevkleri vardır. İnsanlar gibi onlar da acı duyarlar. Fakat onlar kalpleri ateş gibi yakıp kavuran, gözleri fersiz hale getiren, evler yıkan, ocaklar söndüren, akrabalık bağlarını kesen, toplulukları birbirine katıp aralarındaki insanî bağları koparan haset, yalancılık, koğuculuk, başkalarına iftira atma, nifak, hıyanet, Allah'ın vermiş olduğu nimetleri inkar, iyiliğe kötülükle mukabele etme gibi durumlardan uzaktırlar.
Hayvanlar kendileri için zararlı ve faydalı olan şeyleri içgüdü yardımıyla anlarlar. Fakat yaptıklarından mesul değildirler. Omuzlarında büyük mesuliyet taşımaz onlar. Sorumluluk yoktur onlarda. Hadiseler karşısında hayret etme, şüpheye saplanma ve vicdan azabı gibi hususlar söz konusu değildir hayvanlar için.
Onlar da bizim gibi hastalanırlar ve ölürler. Fakat hastalığın neticesi, dostlardan ayrılma, ölümün ecel terleri, ölenlerin sonu ve kabirlerin ötesi gibi hususlarda gayet müsterihler onlar. Böyle bir tasaları yoktur. Bu bakımdan rahattırlar.
Yırtıcı vahşi bir hayvan kan döker. Ama bu, karnını doyurmak içindir... Çünkü o hayvandır. Yaptıklarında ne büyüklük, ne kibir ne de gurur vardır.
Birçok yönüyle hayvanlara benzeyen insanoğluna gelince... İnsan denen varlık çok zayıf, cılız, aciz fakat bunun yanında kibirli, gururlu, kan döken, yırtıcı sırtlan kesilen bir yaratıktır. Şehevî arzularına karşı zaafı vardır. Bedeninin isteklerine fazla kulak verir. Öyle zamanlar olur ki, önü ahnmaz bir vahşet gösterir. Etrafını kırar yıkar. Dört bir yana dehşet saçar. Zulmeder, zulme uğrar. Ölür, öldürür. Hasılı insanoğlunun basma gelen bütün felaketler kendindendir. Kendi düşüncesinin eseridir, insanı bu durumdan kurtaracak yegane hayat iksiri imandır, insanı geliştirip olgunlaştıran, izzet ve şeref sahibi yapan ve onu melekler seviyesine yükselten yine imandır. İmansız insan düşünülemez. Onsuz insan olamaz. İman insana kuvvet verir. İnsanı daima murakabe altında tutar.
İman insanı meleklerin kendisine secde ettiği bir varlık durumuna getirir. İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. İman sayesindedir ki, insan, insanlığına kavuşur. Bunun dışında kurtuluş ve yükseliş yolu yoktur.
İmansız bir insan, yaratıkların en kötüsü, en talihsizi, en fenası, en belalısı, en aşağısı ve en rezili olur...
İnsanoğlunu imana kavuşturan düşünce mekanizması olduğu gibi, ızdırap girdabına yuvarlayan da yine odur. Yani insan denen varlık aklını ve fikrini çalıştırıp kurtuluş kervanına katılabildiği gibi, bütün bunları bir yana iterek dalalet bataklığına yuvarlanabilir. Her şey onun elindedir. Çünkü Allahüteala ona seçme kudreti vermiştir. Ne kadar acıdır ki, insanoğlu, Rabbine kul olmadan önce aklına kul olmaktadır. Bu yüzden buhrandan buhrana sürüklenmektedir. İnsan denen varlık ne zaman, aklını imanın önünde kurban ederse işte o zaman kurtuluşa erecektir. Aksi takdirde akıbeti felakettir. Her şeyden önce insanın dünya ve ahretini mamur eden esaslara teslim olması gerekir. İnsanın yükseliş ve düşüş grafiğini ayarlayan düşünen bir varlık olmasıdır. Bu en büyük meziyettir. Yeter ki, bu şuura ersin.
Allahüteala şu insan denen varlığı yaratmış ve onu mükerrem kılmıştır. Ona hiç bir varlıkla bulunmayan meziyetler vermiştir. Onu üstün meziyetlerle bezemiştir. Melekler seviyesine yükseltmiştir. Akıl ve fikir vermiş ve bununla ona birçok bilgiler edinme imkanı sağlamıştır. Tek kelimeyle onu yeryüzünün halifesi kılmıştır. Allahüteala insanoğluna iki yol göstermiştir. Şekavet, huzur ve saadet.
Kim nefsini kötülüklerden temizlerse kurtuluşa erer. Kim nefsini kötülüklerden temizlemezse bedbaht olur. Oğlum Hayran, nefsimizi kötülüklerden nasıl temizleyeceğiz biliyor musun?
Nefsi tezkiye etmek için her şeyden önce, iyi düşünmemiz gerekir. Yani onu, “düşünme” ile tezkiye mümkündür. Şu halde nefsi, tefekkürle tezkiye edeceğiz. Onu ancak düşünce mekanizmamızla İyiye doğru götürebiliriz. Böylece yüce ufuklara erişebiliriz. İşte o zaman (yakîn) dediğimiz makamın doruğuna ulaşabiliriz. İyiyi, güzeli, hakikati ve cemalullahı orada görürüz. Orada tadarız ilahî lütfün zevkini, orada hissederiz hakiki imanın lezzetini. Nefsin niçin şekavet içinde inlediğini o zaman idrak ederiz.
Şekavetin, saadetin, zayıflığın, güçlülüğün, acizliğini, ubudiyetin, hürriyetin ve gerçek kulluğun sırrına o zaman ereriz. O zaman anlarız yolların ayrılış noktasını.. Hidayeti ve dalaleti... Gerçek hürriyeti ve esareti... Aksi takdirde ubudiyetin manasını, anlayamayız. İbadetin gerçek anlamını kavrayamayız. Bunları iyi belle Hayran!
Bunun için hak, ibadet ve takva yönünden olmasa bile, zihinlerimizin selameti, kalblerimizin huzuru; vicdanlarımızın sükûnu, insanlığın ve insanî değerlerin bekası ve cemiyetin istikrarı bakımından iman nuruyla nurlanmak ve insanlığı bu meşale etrafında toplamak en büyük vazifemizdir. Bu bir ihtiyaçtır. Bu bir zarurettir. Böylece kafaları imanla doldurur, gönülleri imanla parlatırız. İşte yol budur. Kurtuluş budur.
Oğlum Hayran!
Gençliğimde sizin gibi'ben de şüphe bataklığına saplandım. Sizin gibi beni de aldatmıştı felsefe... Uçsuz bucaksız çöllerde dolaştım senelerce... Düşünce ve kurtuluş sahralarında... Sizin gibi ben de kuru laf yığınları, neticesiz ilimler, ipe sapa gelmez nazariyelerle uğraştım yıllarca...
Bazı kuru kafalı din adamları tıpkı sizin gibi beni de yolumdan çevirmek istediler. Olmadık ithamlarda bulundular. Çalışma ve araştırmalarıma engel oldular.
Sonra aradan seneler geçti. Aylar ve yıllar birbirini kovaladı. Hayat olanca elem ve ızdirabıyla üzerime çöktü. Dönen Çarklar beni çok yıprattı. Günlerim bir zindan oldu adeta... Her konuştuğum insan, şüphelerime bir yenisini daha ekliyordu... Şüpheler bir iğne gibi zihnimi tırmalıyordu. Bu buhranlar beni ilhad çukurunun kenarına kadar sürükledi...
Artık inkar, imandan daha yakın görünüyordu bana... Her gün şüphe karanlıklarının içinde kıvranıyordum... O hale gelmiştim ki, çıldırmak işten değildi. En sonunda Allah'tan ümidi kesmekle atalarımdan tevarüs eden iman arasında bocalayıp kaldım. Ya tamamen Allah'ıma dönecektim, ya da büsbütün ümitsizliğe kapılacaktım. Evet! iki yol vardı önümde: Olmak veya ölmek...
Seneler sonra zengin bir valinin hizmetine girdim. Namlı ve varlıklı bir zattı bu. Her zaman yanında bulunurdum. Birinde beraber Hicaz'a gittik. Medine-i münevvere'ye vardık. Orada bana Şeyh Abdülkadir diye tanınan ilmiyle amil, değerli ve muhterem bir zatı tavsiye ettiler. Mescid-i nebevî'de gördüm onu. Hacc farizasını ifa etmek için gelen bir grup Hind ulemasına sabah namazından sonra ders veriyordu. Namazdan sonra ben de girdim aralarına. Pür dikkat Abdülkadir hocayı dinliyordum. Fakat dinledikçe hayretim artıyordu. Önünde bir kitap verdi. Kitapta ne haşiye, ne şerh, ne de notlar vardı. Dersini kitaptan veriyordu. Bunun Allah'ın varlığım inkar eden materyalist filozofların fikirlerini özetleyen bir kitap olduğunu görünce hayretler içinde kaldım. Bu tip kitaplar mescitlerde okutulduğunu hiç işitmemiştim. Çünkü bu kitap Allah'ın varlığını katiyen inkar eden ateistlerin ve tabiat bilginlerinin ipe sapa gelmez görüş ve düşüncelerini hülasa ediyordu.
Ders bitip hocanın etrafında bulunan mümtaz şahsiyetler yavaş yavaş dağılınca, hemen hocaya yaklaştım ve takip ettiği kitabın ismini sordum. Ayrıca kendisine hayretimi beyan ettim Abdülkadir hoca şöyle cevap verdi:
“Bak oğlum! Şu gördüğün kişiler Hint ulemasından bir gruptur. Bunlardan her biri fıkıh, hadis ve tefsir gibi ilimleri benden çok daha iyi bilirler. Hindistan'dan hac farizasını ifa etmek için gelmişlerdir. Medine'de kaldıkları müddetçe Medineli bir alimden teberrüken ders okumayı adet haline getirmişlerdir. Sonra benden adet olsun diye bir icazet istediler. Ve böylece bana en güzel mükafatta bulundular...
Bana ilk defa geldiklerinde hangi eseri okuyayım dedim.
“Tercih sizindir” dediler. Onlara Hüseyin el-Cisr'in “Risale-i Hamidiyye” adlı eserini tavsiye ettim. O benim hocamdır. İkimiz de aynı memleketteniz dedim. Bunun üzerine çok sevindiler. Memnuniyetle kabul ettiler. Çünkü bu kitap onlara yabancı değildi. Urduca'ya da çevrilmişti. Hiçbir şerh ve haşiyeye lüzum görmeden kitabı mütalaya başladım. Çünkü ibaresi gayet açıktı. Fakat kitabı okuturken içlerinden birinin kalkıp da çözemeyeceğim veya cevaplandıramayacağım bir sual sormasından endişe duyuyordum. Zira felsefe üzerinde pek öyle derinlemesine bilgim yoktu.
Hocam Cisr'in feyzinden çok istifade ettim bu kitabı okutmakla... Ve hala da istifade etmekteyim. Hemen her sene Hindistan'dan gelen ulema ve ilim meraklıları benden bu kitabı kendilerine okutmamı isterler... Ve her biri birer nüsha alarak memleketlerine hediye olarak götürürler..
Abdülkadir hoca bana memleketinden ve soyundan bahsedip Medine'ye nasıl hicret ettiğini anlattıktan sonra “Risale-i Hamidiyye”den bir nüsha istedim. Bulup getirdi. Teşekkür ettim. Ve veda ederek ayrıldım. Odama çekildim. Kitabı iki gecede okuyup bitirdim. Cisr'in fikirlerindeki enginliği, ilminin genişliğini, görüşlerinin doğruluğunu, basiretinin kuvvetini, kısır düşüncelerden uzaklığını, akla olan itimadını, ilme gösterdiği hürmeti, kesin ilmi gerçeklerle dini hakikatler arasında kurduğu sağlam bağı gördükçe tekrar tekrar okuyasım geliyordu. Bir türlü doyamıyordum kitaba...
Hizmetinde bulunduğum vali ile Hz. peygamberin mescidini ziyaret ettikten sonra, deniz yoluyla Şam diyarına doğru yola koyulduk. Ve kendisinden Cisr'i memleketinde ziyaret etmek için izin istedim. Memnuniyetle kabul etti. Trablusşam'a vardım ve Cisr'i “Taynal camiinde” ziyaret ettim. Cami çok zarifti. Tıpkı bizim mescit gibiydi. Cisr'e kendimi takdim ettim. Aslımı, nereden gelip nereye gittiğimi, buraya niçin uğradığımı uzun uzun anlattım. Ziyaretimin sebebi olan esere muttali olduğumu ve bu kitapta arzuladığım bir çok şeylerin bulunduğunu izah ettim. Şüphe hastalığından yakındığımı anlayan Cisr, bana karşı çok iyi davrandı. Halimi hatırımı sordu. Ve benden memleketimdeki büyük bilginleri teker teker sordu. Ben de bildiğim kadarıyla cevap verdim. Ayrıca bana ikramda bulundu. Trablus'un yamaçlarına düşen bir evde misafir etti. Akdeniz'in güzel manzarasını, portakal ve limon bahçelerinin arasından seyretmek insana ayrı bir zevk veriyordu. Cisr'e camiye kadar refakat ediyor, talebelerinden birçok alimlerle birlikte derslerini dinliyordum.
Hocam Cisr'in yanında bir ay kaldıktan sonra, kendisinden memleketime dönmek için müsaade istedim. Mazeretimi de ayrıca beyan ettim. Çünkü hizmetinde bulunduğum valiyle birlikte dönmem gerekiyordu. Hocam bana şunları söyledi;
“Ebu'n Nûr (ey nurun babası) Şu dinlediğin birkaç günlük ders sana kafi gelmez. Ben sana felsefeyi çok okumanı ve onu iyice hazmetmeni tavsiye ederim. Ayrıca müspet ilimleri çok okumalısın. Kur'an-ı Kerim'i de sindire sindire manalarının enginliklerine dalarak, okumalısın. Sakın bunları unutma!”
Bunun üzerine:
“Nasıl fazla okurum hocam! Beni şüpheler içinde bocalatan o değil mi zaten,” dedim.
“Bak oğlum! Felsefe bambaşka bir ummandır. O ummana açılan kişi, sahilinde tehlike ve şüphelerle karşılaştığı gibi derinliklerine daldığı zaman da huzur ve güven bulur. Az felsefe insanı azdırır. Çoğu ise coşturur. Bunun için çok okuman gerekir. Sabırla, itina ile, dikkatle, hatta hiç bir bölüm ve filozof bırakmadan bütün ekolleri ayrı ayrı okumalısın. Allah'ın varlığı ve birliği hakkında ne demişler, ne gibi deliller ileri sürmüşler, hiç birini terk etmeden hepsini bilmen gerekir.
Bütün filozofların görüşlerini dikkatle oku. Allah'ın varlığı ve birliği hususunda söyledikleri sözlerin hiç birini atıp geçme.
Sonra onları bir araya getir, Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın varlığına delalet eden ne kadar ayet varsa hepsini topla ve onları edindiğin müspet ilmin ve felsefenin ışığı altında sindire sindire iyice oku. Böylece din ile ilim arasında tam bir uygunluk sağlayarak aklın hakimiyetine dön. İşte o zaman kendini selamet ve imanın kucağında bulacaksın...
Ey nurun babası!
“Duha” ve “Enbiya” surelerini çok çok oku. Hiç bir zaman Allah'ın nimetinden ümidini kesme. Sen Allah'ın rahmetini isteyip, O'nun tevbe kapısına yüz sürdüğün müddetçe Allah sana istediğini verecektir. Seni hidayet yoluna kavuşturacaktır. Kalbini iman gibi eşsiz bir taçla süsleyecektir. Ve sana güzel söz söyleme melekesi verecek seni doğru yoluna çekecektir. Çünkü sen iyi niyetli, samimi bir kulsun. Allah bunu biliyor.
Hocamdan ayrılıp memleketime dönünce Taşkent'in büyük alimlerinden Şeyhül-İslam efendiyle karşılaştım. Ve ona Cisr'den, kitaplarından, onu ziyaretimden ve aramızda geçen konuşmalardan bahsettim. Henüz sözümü bitirmemiştim ki, gözlerinden damla damla yaşlar aktığını gördüm. Hıçkıra karışık boğuk bir sesle bana şöyle dedi:
“Cisr'in kitabı bizim memleketimizde çok okunan meşhur bir kitaptır. Hatta Türkçe'ye de çevrilmiştir. Memleketimizde hiç bir alim yoktur ki, bu kitabı tanımasın. Ve gene hiç bir kütüphane yoktur ki, rafında bu kitabın Türkçe tercümesi bulunmasın. Bundan başka Cisr'in “el-Husun” adlı bir eseri daha vardır. Bu kitap akaidle ilgilidir. Memleketimizde “İslam Akaidi” adı altında basılıp neşredilmiştir.
Sonra Şeyhül-İslam efendi Cisr'in şahsiyetinden imanından, İslam dininin müdafaasında gösterdiği samimiyetten bahsetmeye başlar. Huzurlarından ayrılmak için izin istedim. Oğlu beni kapıya kadar uğurladı. Kendisine babasının niçin ağladığını sordum. Oğlu şöyle cevap verdi:
“Babamın Cisr'e olan sevgisi sonsuzdur. Hatta o kadar saygı ve muhabbet besler ki, canı sıkıldığı veya ihtiyarlığın tesiriyle herhangi bir rahatsızlık geçirdiği zaman hemen beni çağırır Cisr'in peygamberimizin doğum günü için yazdığı kasideyi kendisine okumamı ister. Onu okuyunca ferahlar ve rahatlar. Gözyaşlarını tutamayarak hıçkırmaya başlar. Ve bana şöyle der:
“Allah senden razı olsun Ziyaeddin, gönlüm ferahladı, kalbim huzur buldu. Sağol evladım!” Allah'a yemin ederim ki, ey nurun babası, bu uzun kasideyi okuya okuya farkında olmadan ezberledim.”
Hicaz'dan döndükten sonra iki ay gibi bir zaman geçmişti. Hayran. Hizmetinde bulunduğum validen müsaade isteyip ayrıldım. Ve bütün vaktimi mütalaya verdim. Allah'ımın bana bahşettiği kudret nispetinde felsefe kitaplarını taramaya başladım. Bu hususta senelerce çalıştım. Ne kadar felsefeyle ilgili kitap varsa hepsini teker teker gözden geçirdim, Hatta kitap da yazdım. Allahü teala'nın bana verdiği güç ve fırsat nispetle de Kur'an-ı Kerim'i baştan sona kadar düşüne düşüne okudum. Ve Allah'ın varlığına delalet eden ayetleri bir araya topladım. Din ile ilim arasında bağ kurarken aklın hakimiyetine başvurdum. Böylece Cisr'in emrini yerine getirmiş oldum. Bu uzun cehalet döneminden ancak on sene sonra çıkabildim. Ve neticede hidayet ve kurtuluş yolunu buldum.
Cisr'in müjdelediği gibi bana rahmet kapıları açıldı. Ben de huzura kavuştum,
Hidayet ve kurtuluşa şu üç yolla eriştim:
a- Denge. Yani çoğunluğu teşkil eden ve aynı zamanda Allah'ın varlığını ispat eden büyük filozofların görüşleriyle, azınlıkta bulunan, şüpheci zayıf görüşlü filozofların sözleri arasında denge ve muvazene kurmakla...
b- Mukayese. Yani felsefecilerin öne sürdüğü delillerle, Kur'an-ı Kerim'in ileri sürdüğü deliller arasında mukayese yapmakla...
c- Toplamak. Yani Kur'an-ı Kerim'in kainatın yaratılışı ve oluşumuyla ilgili ayetlerini bir araya getirmek ve onları modern ilmin İspat ettiği kesin hakikatlerin ışığı altında açıklamakla...
İşte böylece kalbim aydınlığa kavuştu. Allah'ın azamet ve kudreti karşısında biz insanların ne kadar aciz olduğunu daha iyi anladım.
Felsefenin prensiplerine tam olarak bağlanan gerçek filozoflar ki, o hiç bir şahsî heves, gaye ve menfaat güdülmeden saf akılla hakikati araştırmaktır evet, felsefenin şartlarına uyan filozofların sözleri arasında kurduğum muvazene bana şu gerçekleri göstermiştir:
Bu filozoflar “ilhad” kelimesinin ifade ettiği anlamda mülhid değillerdir. Yani bu filozoflar hiç bir zaman Allah'ın varlığını mutlak olarak, bile bile inkar etmiyorlar. Aynı zamanda Allah'ın birliği ve kemal sıfatlarını da reddetmiyorlar. Fakat bunların içinde hakikati gayb perdesinin arkasında arayan bir takım şüpheciler vardır. Bunlar, imanı ne kadar kuvvetli olursa olsun bütün filozof, düşünür ve araştırıcıların bir türlü kurtulamadıkları şüphe bataklığına düşerler. Zira bu, bilinmeyen meçhulleri araştırmanın en karakteristik vasfıdır. Eğer bilinmiş olsaydı, zaten araştırmaya, düşünmeye, kafa yormaya, şüpheye ve istidla'e hiç lüzum yoktu. Fakat hemen şunu da belirtelim ki, araştırıcılar gerek zeka, gerek akıl, gerek sabır ve gerekse sebat bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Bu yüzden dirayetli, sabırlı, zeki, kabiliyetli, basiretli ve dahi filozoflar yanında kafasız, sabırsız, dirayetsiz kişiler de görüyoruz. Aralarında dağlar kadar fark vardır. Zeki ve dahi filozoflar şüphenin zifiri karanlıklarından sıyrılarak doğru düşüncenin nurlu sabahına kavuşuyorlar. Ulaştıkları yakîn mertebesiyle hiç bir zaman aklî çelişiklik göstermeyen şüphelerden kurtuluyorlar. Zira hakikati bulmuşlardır artık.. Şüpheye lüzum kalmamıştır. Fakat şüphe bataklığına saplanıp kalan zayıf düşünceli kimseler ise, kendilerini bir türlü bu çirkeften kurtaramıyorlar. Karşılarına bir engel çıkınca hemen oldukları yerde mıhlanıp kalıyorlar. İleriye bir adım bile atamıyorlar. Her şeyden önce sabır ve metanet gibi üstün vasıfları yok. Bu yüzden aklın idrak edemediği bir şeyi “yok” deyip çıkıyorlar. Yani akçın tasavvur edemediği bir şeyi imkansız görüyorlar. İşte bu, idrak yokluğunun neticesidir. Sonra bir de bunlar, yaratılış ve tanzimin herhangi bir sahasında gizli kalmış bir hikmeti bilemedikleri için çıkmaza giriyorlar. Hemen şüphe etmeye başlıyorlar. Halbuki müphem kalan bu sır, kendilerini yakîn mertebesine ulaştıracak bir işaret durumundadır. İşte bu tip kimseler paçalarını şüphe girdabına kaptırdıktan sonra çırpınıp duruyorlar. Akim aydınlattığı mahdut saha içinde apışıp kalıyorlar. Etrafa hayretle bakıyorlar. Her şeyin görebildikleri noktada bittiğini sanıyorlar. Kur'an-ı Kerim onların bu durumunu ne güzel tasvir ediyor:
“Onlar çevresini aydınlatmak için ateş yakan kimseye benzerler ki, Allah ışıklarını yok edince, onları karanlıklar içinde görmez bir halde bırakmıştır.”380
“Şimşeğin çakması neredeyse gözlerini alır, onları aydınlattıkça ışığında yürürler ve karanlık basınca dikilip kalırlar.”381 Yani şüphelerin önünde çakılır kalırlar.
“Biz bilmiyoruz” derler.
Tarih sahnesinden gelip geçen bütün milletlerde ve bütün çağlarda yer alan filozof ve dahi kişilerin hak, hakikat ve iman üzerinde birleşmeleri bana göstermiştir ki, hakikat tektir. Kur'an-ı Kerim'in de ifade ettiği gibi Hayran, “düşünen”, “bilen”, “kafa yoran”, “anlayan” ve “iman” eden bir toplumda hakikat tektir, birkaç tane değil...
Kur'an-ı Kerim'in, “yaratıcı, yoktan varedici, şekil ve suret verici, her şeyi bilici, hakîm, kadîr, istediğini dileyen ve yapan, adalet sahibi, Rahman ve Rahim, bir tek, hiç bir şekilde dengi bulunmayan, doğmamış, doğurmamış, her şeyden müstağni ve bütün mevcudatın kendisine muhtaç olduğu yüce Allah'ın” varlığı hususunda zikretmiş olduğu aklî delillerle, müslüman ve müslüman olmayan alim ve filozofların Allah'ın varlığı, birliği ve kemal sıfatları üzerinde ileri sürdükleri delil ve hüccetler bana şunu göstermiştir:
Hakikat tektir. Hakikata varan istidlal yolu da tektir. Akıl, hidayete, ister doğrudan doğruya tefekkür yoluyla ulaşsın, isterse Kur'an-ı Kerim'in ışığı altında ulaşsın aynıdır, farketmez. Allah'ın biz kullarına vermiş olduğu akim ilhamıyla Allahüte-ala'nm bizlere göndermiş olduğu Kur'an’ın vahyi arasındaki bu uygunluk, hak dinin hiç bir zaman akılla çatışmadığının, ona zıt düşmediğinin kesin delilidir. Evet, aklımızın ortaya koyduğu bilgilerle, Kur'an-ı Kerim'in verdiği bilgiler arasında asla çelişki yoktur. Kur'an-ı Kerim hiç bir zaman akılla çelişmez. Rahmetli hocam Cisr'in bana işaret ettiği en mühim noktalardan biri de budur Hayran!
Kur'an-ı Kerim'in işaret ettiği Allah'ın varlığına delalet eden yaratılışın işaretleri, tekvin, iradesinin eserleri, hikmet, ihsan, sağlamlık, insicam, muvazene, denge, takdir, tedbir ve yardım gibi hususlarla, bilginlerin Kur'an’ın nüzulünden aşağı yukarı bin sene sonra ortaya koydukları ilmin esrarı arasındaki uygunluk ve muvafakat bana şu gerçeği gösteriyor:
Allah tarafından biz insanlara gönderilen Kur'an-ı Kerim aradan bu kadar zaman geçtikten sonra, bize Allah'ın vadettiği hususları gösteriyor. Evet, gerek nefislerimizde (iç dünya) ve gerekse ufuklarda (dış dünya)daki işaretlerin hak olduğunu... Kur'an-ı Kerim'in icazından şimdiye kadar bilmediğim bir çok hususları öğrendim, Hayran!
Sonra şüphelerin sebeplerini ve imanın delillerini araştırdım. Ve onları pratik hayatta geçirdiğin tecrübelerin ve Allah yolunda mücadele veren büyük şahsiyetlerin sözlerinin ve okuduğum kitaplarının ışığı altında yekdiğerinden ayırarak kaynaklarına kadar indim. Ve neticede iyice öğrendim ve kanaat getirdim ki, imanın delilleri, Allahüteala'nm yaratmış olduğu bütün mahlûkatta mevcuttur. Varlık aleminde zerrelerden kürelere kadar her şey Allah'ın varlığını ve birliğini haykırır. Fakat şüphenin sebepleri Allah'ın insanlara rızıkta, malda, çocukta, sıhhatte, hastalıkta, şerefte, zillette, başarıda, başarısızlıkta, bedbahtlıkta ve saadette takdir etmiş olduğu miktara göre değişir. Yani şüphe, Allah'ın takdir etmiş olduğu çerçeve ile sınırlıdır. Bu kainatta bulunan iradeye, nizama, dengeye, sağlamlığa, eşsizliğe, ölçüye, dengeye, insicama, güzelliğe ve narinliğe derin bir nazar atfetme imkanına sahip olan hiç bir kimse yoktur ki, bütün bunlardan sonra, ne kadar şüpheci ve ne kadar talihsiz olursa olsun bu alemin hakîm ve alîm bir yaratıcı olmadan, kendi kendine, kör tesadüfün eseri olarak meydana geldiğini tasdik etmiş olsun.. Ve gene “sıddık” vasfına sahip büyük şahsiyetler hariç hiç bir mü’min yoktur ki, Allah'ın insanlara takdir etmiş olduğu kabiliyet ve nasiplerden doğan hayretini zihninden söküp atabilsin... Neticede şuna iyice kanaat getirdim ki, kader üzerinde kafa yorup derinliklerine inmeye çalışmak aklı rayından çıkarır ve sapıtır.
Hemen şunu da belirteyim ki, ben, şüphe ve hayretin bir tek deliliyle, Allah'ın varlığına delalet eden hesaba kitaba gelmez, sayısız, kesin deliller arasında bir mukayese yaptım. Nefsimin her türlü arzu ve heveslerinden, zühd ve takvanın bütün tesirlerinden uzaklaşarak uzun bir düşünme devresinden sonra şu sonuca vardım: İnsanların her alanda farklı oluşlarını te'vil etmek ve bunu bizce meçhul olan bir illete, veya bize perdelenen bir hikmete yahut da kaderin hakikatini gereği şekilde anlayamamanın doğurduğu hataya vermek mümkündür. '
Bu mesele her halükarda bizce meçhuldür... Ne var ki, bu meçhulün ardından gelen şüphe, kesin deliller üzerine oturan müşahhas yakîni yıkacak güçte değildir. Çünkü çok zayıftır.
Evet, Hayran! Musibet ve felaketler imanı şiddetle sarsar. Ve aklı zayıf ve aciz insanın yaratılışının sırlarını sorup araştırmaya sevkeder. Öte yandan şeytan, Allah'ın hikmet ve rahmetini bizden gizlemek için sabırsızlanan nefsimizin önüne elini uzatır. Gayesi realiteyi gizlemek, göstermektedir. Fakat hemen belirteyim ki, şüphe bulutlan daimi değildir. Bir gün mutlaka silinip gitmeye mahkûmdur. Şunu hiç bir zaman unutmamak gerekir ki, şüphenin kaynağı kurutulmadıkça şüphenin önüne geçmek mümkün değildir. Her şeyden önce illetin kökünü kazımak gerekir. Dallarını budamakla mesele halledilmiş olamaz. Fakat sen imanın sarsılmaz kulpuna iyice sarılırsan şüphe bulutları karşında duramaz. Hatırlarsın Hayran, o uzun gecelerde zevkine erdiğin akli delil ve hüccetlerle şüpheyi muhasara altına alacak olursan zafere erersin. Aksi takdirde şüphe bataklığında çırpmır durursun.
Şu bir gerçektir ki, Allah'ın varlığına, birliğine ve kemal sıfatlarına delalet eden kesin aklî delil ve burhanlar çoktur. Gayet açık ve güçlüdür. Kesin ve belirlidir. Bunların akim kontrolünden kaçması mümkün değildir. Birçok hikmetlerin sırrını çözmeye kudret ve takatimiz yetmez. Her sırrın çözülmesi de mutlaka gerekli değildir. Aslını araştıracak olursak şüphe, bilmemezlikten doğar. Bir şeyden şüphe etmemiz demek o şeyi hakkiyle kavrayamamamız demektir. Eğer bilseydik şüpheye mahal kalmazdı. Müşahede ettiğimiz dünyamızda da hikmet ve sırrını çözemediğimiz birçok hadiseler vardır. Onları mutlaka çözmemiz gerekmediği gibi, çözemediğimiz için de inkar etmemiz gerekmez, insanoğlu haddini bilmelidir. En büyük tehlike bir insanın haddini bilmemesidir. Haddini bilmeyen insandan korkulur.
Hak ve hakikati arayan insan şahsî kaprisleriyle hareket etmez. Heva ve hevesine kapılarak gözü bağlı yürümez. Yakîn ilmini bırakıp şüphe bataklığına düşmez. Çünkü o, “Allah'a dininin bir ucundan ibadet eden, eğer kendisine bir hayır isabet ederse razı olan, fakat bir bela ve felaketle karşılaşırsa yüz geri edip dinden çıkan” kişi değildir.
Evet, Allah'a inanan bir insan aşağıdaki ayette zikredilenler gibi değildir. Yüce Allah Kur'an-ı Keriminde şöyle buyuruyor:
“İnsanlardan kimi de Allah'a dininin bir ucundan ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır isabet ederse ora razı olur. Eğer bir felakete uğrarsa yüz üstü döner, dinden çıkar. Dünya ve ahireti perişan olur. İşte bu aldanış apaçık bir ziyandır.”382
Allah'a inanan kimse, inancında samimi ve azimlidir. Allah tarafından kendisine ne tebliğ edilmişse hepsini tereddütsüz kabul eder. Ve bildikleriyle amel eder. Yani hükümleri icraata geçirir. Adeta gözle görülür, elle tutulur hale getirir. Asla şüpheye, vesveseye düşmez oğlum Hayran, yüce Allah'ımız da biliyor ki, bizler hayatımızın en şekavetli devrini yaşıyoruz. Daima mücadele halindeyiz. Buhranlarla karşı karşiyayız. Bu bakımdan bazı konularda şüpheye düşebiliriz. Fakat hemen kuvvetli delilleri, aklî ve mantıkî ispatları harekete geçiririz. Bunlardan doğan yakîn ilmiyle onları bertaraf ederiz. Bununla beraber müteşabih ayetlerden, hikmet ve sırrını bilemediğimiz hususlardan mümkün olduğu kadar kaçınırız. Zira bu konulurda tartışmaya girmek doğru değildir. İnsan yanlış yollara düşebilir. Bu bakımdan müteşabih ayetleri ya muhkem ayetlerle açıklarız, ya da Allah'a havale ederiz. Çünkü onların te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor Kur'an-ı Kerim'inde:
“Sana Kur'an'ı indiren O'dur. Bunun bir kısım ayetleri açık ve kesindir. Bunlar Kuran'ın esasıdır. Diğer bir kısım ayetler de vardır ki, müteşabihtirler. İşte, kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'vile gitmek için Kur'an'ın müteşabih ayetlerine uyarlar. Halbuki, müteşabih ayetlerin te'vilini yalnız Allah bilir. İlimde kökleşmiş ve derinleşmiş kimseler ise: “biz ona (manası anlaşılmayan müteşabihe) inandık; açık ve kapalı bütün ayetler Rabbimİz tarafındandır” derler. Bunları ancak akılları tam olanlar iyice düşünür.”383
Bunlardan başka bir de muhkem ayetler, yani manası açık olan ayetler vardır. İşte bunlar kesin delil ve kati ispatlarla Allah'ın varlığına delalet eden ayetlerdir. Bahis konusu ayetlerde her iki alemin manasını idrak etmede yardımcı olacak bilgiler vardır. Böylece ilimde derinleşen şahsiyetler müteşabih ayetleri muhkem ayetlerle açıklamaya çalışırlar, muvaffak olamadıkları zaman işi Allah'a havale ederler. İnsanları idrakin doruğuna yükselten yakîn ilmidir. Bu mertebe çok sağlam ve yüksektir. Şüphe denizinin dalgalan onu sarsamaz. Ne denizin köpükleri eritebilir onu, ne de dalgalar... Evet, gerçek imanı hiçbir şey yerinden oynatamaz. İşte bu ilim ve iman ancak ilimde derinleşmiş kimselerde bulunur. Onlar yakîn ilmiyle katiyet kazanmış muhkem ayetlerin beyan buyurduğu kesin ispatlarla yollarına devam ederler. Onları müteşabih ayetler üzerinde kimse şüpheye düşüremez. Çünkü onlar Allah'ın beyan buyurduğu hükümlere sağlam delillerle bağlıdırlar. Onlar, Allahü teala'nın “ülû'l-elbab” diye hitap ettiği kimselerdir. Yani aklı selim sahibi, düşünebilen, zeki, basiretli ve ilimde derinleşmiş kişilerdir. Hak ile batılı ayırabilen mümtaz şahsiyetlerdir. Hidayet yolunu gösteren mürşitlerdir onlar.
Fakat Kur'an-ı Kerim'deki muhkem ayetlerin beyan buyurduğu deliller bir araya getirilmez, her biri ayrı yerlerde kalırsa, derinliklerinde bulunan manalar çıkarılmazsa hakikî imanın yerleştirilmesinde ve yakîn ilminin kazanılmasında beklenen netice elde edilemez. Eğer muhkem ayetlerin içerdiği deliller müspet ilmin gerçekleriyle birleştirilerek yek vücut haline getirilirse hakikat olanca açıklığıyla ortaya çıkar. Artık şüphe diye bir şey kalmaz. Yakîn ilmiyle şüphe arasında herhangi bir çatışmaya yer verilmez. İşte böylece oğlum Hayran, ilmî hakikatler arasındaki benzerliği bizzat aklınla anlar çözersin. Ne şüphenin, ne de kör tesadüfün aldatıcı yalanlarına kanarsın.
Oğlum Hayran! Buraya kadar Kur'an-ı Kerim'in ileri sürdüğü delillerle, filozofların ilmî müşahedelere dayanan hüccetlerini anlatmamın ve onları olanca açıklığıyla ortaya sermemin sebebi, vahyi ilahinin ortaya koyduğu ve aklı selimin doğruladığı gerçekleri sana bütün yönleriyle aksettirmektir. Allah gani gani rahmet etsin hocam Cisr'e. Çünkü bu yolu bana o gösterdi. Kur'an-ı Kerim'in beyan buyurduğu delillerle, aklı selimin zihnindeki ilmî müşahedeleri bir araya getirerek demetlemek, istidalin daha açık bir şekilde zuhuruna vesile olur.
Oğlum Hayran! Hepimiz Kur'an-ı Kerim'i okuyor ve ilmî hakikatleri biliyoruz. Her gün yeni yeni ilmî keşiflerle karşılaşıyoruz. Ne var ki bu bilgiler zihnimizde dağınık olduğundan, hayatta karşılaştığımız felaket ve ızdıraplar şüphemizi kuvvetlendiriyor. Fakat delillerin zihnimizde dağınık halde bulanması ancak gökten inen bir su damlası gibidir. Eğer o bilgiler vahiy ilim ve akıl yoluyla zihnimizde bir demet haline gelirse, damlalar ırmak olur akar. Önünde ne şüphe bentleri, ne de başka bir şey durabilir. Veya bunu, bütün yönleriyle bir tek çerçeve içinde seyircilere taksim edilmedikçe varlığı tanılanmayan, manası anlaşılmayan, güzelliği belirmeyen bir tabloya benzetebiliriz.
İşte oğlum Hayran, müspet ilmin verileriyle ayeti celilerin ifade ettiği manaları bir potada eritip yekpare bir bütün olarak bir tek çerçeve ve bir tek huzme halinde birleştirmek suretiyle yakîn mertebesine ulaştım. Ve bunu da sana, “İlim, Felsefe ve Kur'an’ın Işığında İman” olarak aktarmaya çalıştım.
Oğlum Hayran!
Sana yazdırmış olduğum bu notları ve son vasiyetimi sakla ve onları neşret. Herkes okusun. Belki bu kitaptan istifade edenler kalblerinde bir ferahlık, gönüllerinde bir huzur bularak imana dönerler. Böylece hem kendilerini kurtarırlar, hem de başkalarının kurtuluşuna vesile olurlar.
Oğlum Hayran!
Eğer Rabbim bana biraz.daha ömür verirse seninle tekrar buluşur, görüşürüz. Eğer görüşemezsek bana Allah'tan rahmet dile...”384
Dostları ilə paylaş: |