Şimdi kâtib ilmî latîf bir sıfattır; “yemîn ya’nî sağ el” denir. Ve onun maddesi illiyyîndendir. Ve o ebrâr makāmıdır. Ve onun sâhibi karışmış içecektir. Şimdi imâm şehâdet âleminde melekûttan bir emri açığa çıkarmayı murâd eylediğinde kalbe tecellî eder de sadr açılır. Ve bu, örtünün açılmasından ibârettir. İmâmın murâdı onda yazılır. Ve bu kalb aklın aynasıdır. Şimdi akıl bundan evvel görmediği şeyi kendi aynasında görür de imâmın murâdının o olduğunu bilir. Şimdi kâtibi çağırıp onu murâdına vâkıf kılar. Ve ona, kendi zâtına şunu, şunu yaz! der. Şimdi nefiste hâsıl olunca organlar üzerine doğru yükselir. İşte bunun için biz onun hakkında karışmış içecektir dedik. Çünkü o yakınlaşmışların çeşmesi ile karıştı; ve o akıldır. Şimdi bunun için onun hakkında ona tam bir şeref hâsıl oldu.
Bilinsin ki, her insânî ferdin ilâhî ilimde sâbit olmuş bir hakîkati vardır. Ve bu hakîkat ilâhî isimlerden bir ismin gölgesel ve hayâlî sûretidir. Ve bu hakîkatler, hakîkî vücûdun vâhidiyyet mertebesine tenezzülünde sâbit olur. Ve vâhidiyyet mertebesi hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet mertebesinin ayrıntılanmışıdır. Ve bu mertebeye “insânî hakîkat” ve “ilk akıl” da derler.
Ve bu sâbit olan hakîkat hangi ilâhî ismin gölgesi ise, o isim o insânî ferdin Rabb-i hâssı olup, kendi görünme yeri olan o ferdi bütün mertebelerde alnından çekerek kendi doğru yolu üzerinde yürütür. Bundan dolayı o ismin hazînesinde gizlide olan ilâhî işler nelerden ibâret ise, dünyâda ve âhirette ve bütün duraklarında, bunlar o kulun görünme yerinden açığa çıkar. Şimdi;
-
O Rabb-i hâssın gölgesi olan sâbit ayn “kâtib;”
-
Ve ilk akıl “kalem;”
-
Ve kulun her bir duraktaki izâfî vücûdu “levha”dır.
Ve o sâbit ayn ilmî latîf bir sıfattır; ve emir ve şe’n âlemindendir.
Âlemde “imâm” muhammedî küllî rûhtur.
-
Ve “kâtib” bütün ilâhî isimlerin gölgesel sûretlerini toplamış olan “insânî hakîkattır.”
-
Ve “kalem” onların sûretlerini muhtelif mertebelerde yazan “ilk akıldır.”
-
Bu mertebelerin ilk levhası “küllî nefs”dir ki, “levh-i mahfûz”dur.
Ve Âdem’de “imâm” onun cüz’î rûhu;
-
Ve kâtib onun “hayâlî kuvveti”;
-
Ve kalem onun “cüz’î aklı”;
-
Ve levha izâfî vücûdu olan “cüz’î nefs”idir ki, mahvolma ve isbât levhasıdır.
Şimdi vücûd tecellîleri isimler dolayısıyla olduğundan; ve isim sıfatın zâhiri ve sıfat ismin bâtını bulunduğundan, bu ilmî latîf sıfattan ibâret olan kâtibe “yemîn,” ya'nî vücûda getirici el olan “sağ el” denir.
Ve bu kâtibin maddesi illiyyîn âlemindendir, ya'nî Rahmân’ın istivâ etmiş olduğu Arş’tandır. Ve o Arş sıfatın mahallidir, ya'nî rahmâniyyet sıfatının tecellî mahallidir. Ve o Arş ebrâr makâmıdır. Ve o makāmın sâhibi “karışmış içecek”tir. Nitekim ebrâr hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur “İnnel ebrâra yeşrebûne min ke’sin kâne mizâcuhâ kâfûrâ” ya’nî “Muhakkak ki ebrâr olanlar, içinde kâfur bulunan kadehlerden içecekler” (İnsân, 76/5).
Ve âlem ikidir: Birisi illiyyîn âlemi ve diğeri siccîn âlemidir.
-
“İlliyyîn” emr âlemi ve
-
“Siccîn” halk âlemidir.
Ve emr âlemi, şe’n âleminden ibâret olup latîftir.
Ve siccîn âlemi, açığa çıkma âleminden ibâret olup kesîftir.
Ve illiyyîn, bahsedildiği üzere ebrârın makâmıdır. Nitekim “inne kitâbel ebrâri le fî illiyyîn” ya’nî “Muhakkak ebrârın kitapları elbette illiyyîndendir” (Mutaffifîn, 83/18) buyrulur.
Ve siccîn, tabîat âlemi olup günahkârların makâmıdır. Nitekim “inne kitâbel fuccâri le fî siccîn” ya’nî “Muhakkak günahkârların kitapları elbette siccîndedir” (Mutaffifîn, 83/7) buyrulur.
Ve ebrârın rûhları, şerîat hükümleri gereğince amel etmeleri sebebiyle tabîat hükümlerinden kurtulduklarından illiyyîne yükselirler.
Ve günahkârların rûhları, şerîat hükümlerini terk etmekle ve nefsânî hazlara meyletmekle tabîat hükümlerinde gark olduklarından illiyyîne yükselemeyip siccînde kalırlar.
Şimdi gerek ebrârın ve gerek günahkârların kâtibinin maddesi illiyyîndendir. Bundan dolayı imâm ve halîfe olan rûh şehâdet âleminde melekûttan, ya'nî gayb âleminden, ilâhî ilimde sâbit olan bir husûsu açığa çıkarmayı istediğinde, kalbe tecellî eder de sadr açılır.
Ve bu “sadrın açılması” örtünün açılmasından ibârettir.
Ve bu hâli tâkiben imâmın murâdı kalbde yazılmış olur.
Ve bu kalb yardımcı olan aklın aynasıdır. Bundan dolayı akıl bundan evvel görmediği hayâlî sûreti kendi aynası olan bu kalbde görür; ve imâmın isteğinin bu hayâlî sûretin açığa çıkarılması olduğunu bilir.
Şimdi akıl, kâtib olan hayâlî kuvveti çağırıp onu isteğine vâkıf kılar. Ve ona:
-
Kendi zâtına şunu ve şunu yaz! der.
Ve hayâlî kuvvetin nefsânî kuvvet üzerinde tesbît ettiği bu sûretler a'zâ ve organların üzerine doğru yükselir. İşte bunun için biz bu kâtib hakkında “karışmış içecek”tir dedik. Çünkü o yakınlaşmışların çeşmesi ile karıştı. Ve o ise akıl dediğimiz yakınlaşmış olandır. Çünkü yardımcı oluşu yönüyle halîfeye onun müntesiblerinin hepsinden daha yakındır. Ve kâtib akıldan yardım alıp ma'nâyı a'zâ ve organlar kalemi vâsıtasıyla sûret âlemine açığa çıkarır. İşte içilecek olan şeyin bu karışımından dolayı kâtib hakkında kendisine tam bir şeref hâsıl oldu.
Şimdi eğer bu Arş yâhut Kürsî veyâhut onların arasının kâtibinin makâmı nedir? denirse, biz daha önce geçen mevzûlarda bildirdik ki, muhakkak Kürsî furkân ya’nî ayırma mahallidir; ve o da nefistir. Hak Teâlâ “Ve nefsin ve mâ sevvâhâ; Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” ya’nî “Nefse ve onu tesviye edene; sonra ona fücûrunu ve takvâsını emretti” (Şems, 91/7-8) buyurdu. İşte bu, kâtibin furkânıdır. Ve onun mertebesi hallerin ihtilâfı üzerine övülmüş ve zemmedilmiş hakkında yazmaktır. Ve onun makāmı kâtibliğinin mahallinde değildir. Böyle olunca bana haber ver ki, bu nasıl olur? Biz deriz ki, sözün doğrudur.
Şimdi muhakkak bilesin ki, Arş’tan Kürsî’ye kadar, mukaddes olan ilimlerden ve vasıflanmaktan ve furkândan nezih olan tenezzüllerden başka, övme ve zemmetme yoktur. Ve Arş imâmın makâmıdır. Ve Kürsî nefsin makâmıdır. Ve o hâl olarak ve makâm olarak değişim ve temizlenme mahallidir. Şimdi emr kâtibe geçtiği zaman, o mukaddes olarak tek yönlü olarak geçer; zemmetme ve övme ile vasıflanmaz. Bundan dolayı kâtib ancak muhammediyye hazînesinden yazar. Ve o kendisinde her bir hakîm emir ayrılan hazînedir. Böyle olunca bu emri bağlanışına mevzû‘ olan şey üzere muhammediyye hazînesinden alır. Eğer hamd ise o budur. Bunun indinde kâtibe ilmen ve aynen hâsıl olur, hâl olarak ve makâm olarak değil. Çünkü o yazdığı şeyin üstüdür. Ondan ancak güzellik çıkar. O bi-zâtihî irâde iledir. Ve onun tasarrufu muhammedî hazîne ile kâtiblikten ibâret olan kendi işindedir. Şimdi hâsıl olan emir ona iki emir olarak ulaşır. O ancak bu emir ile resûl ve muhâtabdır. Bundan dolayı yazmak onun zâhirindendir; ve kâtib onun bâtınındandır. Ve resûlün hakîkati kâtibin hâlinde ve makāmında kâtibin hâline yardım edicidir. Ve onun hâli yâhut onun hakkı, onun yazılarında ve fiillerinde onun için yardım edicidir. Şimdi o şerefli olması yönünden üsttür. Ve o zâtı yönünden vâhid ya’nî birdir. Ve bunun hepsi onun kendi nefsi için değildir. Çünkü Allah Teâlâ onu takdîs ile değiştirmekle yâhut illiyyîn ile siccînen değiştirmeyi isterse, bundan bir mâni’ onu men’ edemez idi. Lâkin burada bir sır vardır ki, himmetin onun talebine yükselmesi için biz onu soru tarzında getiririz. Ve o da:
“Bu kâtibin siccînde olması muhâlden midir?
Tâ ki muhakkak Ebû Cehil ve onun gayrı olan Fir'avn’ların bir cüz’ü, ya'nî onun kâtibi, ve hakîkati illiyyîndedir; ve bir cüz’ü de siccîndedir. Yâhut her ne kadar onun yüksekliği aklen muhâl ise de, Hakk’ın meşiyyeti îtinâ gösterilenlerde onun kâtibini takdîs eder oldu. Ve îtinâ gösterilmeyenlerde de siccînde kıldı, diyebilelim!” dememizdir.
Şimdi şakî, muhakkak bütünselliği ve tâbi’leri ile şakîdir. Bundan dolayı bu örtülü sırrın açılmasına dikkat ediniz! Ve bu kilitli konu sizin dışınızdan değil, içinizden açılır.
Bilinsin ki, mutlak vücûdun gayrılık elbisesiyle zâhir olan ilk mertebesi “küllî rûh” mertebesidir. “Küllî nefs” mertebesi ondan zuhûr etmiştir. Ve onun hakîkati vâhidiyyet mertebesinden ibâret olan insânî hakîkat mertebesidir. Ve insânî hakîkat mertebesi vahdet mertebesinden ibâret olan hakîkat-î muhammediyyenin tafsîlidir.
Ve Kürsî, küllî nefsdir. Ve onların arası misâl âlemidir. Şimdi Arş’tan misâle ve misâlden âlemin küllî nefsine bir takım nakışlar yazılır. Bundan dolayı bunlarda da kâtib vardır.
Acabâ Arş’ın ve Kürsî’nin ve onların arasının kâtibinin makamı nedir?
diye sorulursa biz cevâben deriz ki:
Bu kitabın üçüncü bölümünde nefsi “mübârek gece”ye benzetip, Hakîm’in emrinin her birinin onda birbirinden ayrıldığını, ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin emrinin ve yasağının bu zulmânî nefsde ayrıldığını ve onun hazzının Kürsî olduğunu bildirdik.
Ve nefsin furkân ya’nî ayırma mahalli olduğuna delîl Hak Teâlâ’nın “Ve nefsin ve mâ sevvâhâ; Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” (Şems, 91/7-8) ya'nî "Nefse ve ona a'zâ ve organlardan tesviye eylediği şey hakkı için, şimdi o nefse fücûru ve takvâyı ilhâm eyledi” mübârek sözüdür.
Ve işte bu nefis kâtibin furkân mahalli, ya'nî ayırma vâsıtasıdır.
Ve kâtibin mertebesi, muhtelif hallere göre nefsin üzerine övülmüş ve zemmedilmiş şeylere dâir yazmaktır.
Ve kâtibin makāmı, kâtibliğinin mahallinde değildir, belki kendi âlemindedir. Örneğin güneş dünyâyı aydınlatır. Fakat onun makāmı aydınlık verdiği mahalde değildir; belki kendi âlemindedir.
Bilinsin ki, her bir nefis kendi sâbit ayn’ının gölgesi ve o sâbit ayn da bir ilâhî ismin gölgesidir. Bundan dolayı nefis gölgenin gölgesi olur. Şimdi sâbit ayn hangi bir ismin gölgesi ise, o ismin hazînesinde gizlide olan hükümler ve eserler bu varlık âleminde kendisinin gölgesi olan nefiste açığa çıkar. Çünkü gölge, sâhibine tâbi'dir.
Böyle olunca her bir nefse fücûr ve takvâdan ilhâm olunan şey, kendi hakîkati olan sâbit ayn’ından; ve ona da görünme yeri olduğu ismin hazinesinden gelir. Ba'zen bir nefsin hakîkati saâdete mazhar iken, bu varlık âleminde çevresinin verdiği hâl sebebiyle, geçici olarak fücûra meyleder. Fakat mazhar olduğu ismin hükümlerinin ve eserlerinin üstün gelmesiyle ve kendisine takvâyı ilhâm etmesiyle fücûrdan takvâya döner. Ve bunun tersi de olur. Bundan dolayı nefis fücûr ile değiştirme ve takvâ ile temizleme mahallidir. Ve fücûr ya’nî günahkârlık zemmedilmiş ve takvâ övülmüştür.
Şimdi birisi çıkıp: “Kâtibin makāmının kâtiblik mahallinde olmaması ve ovülmüş olanı ve zemmedilmiş olanı yazması nasıl olur?” diye bir suâl sorabilir.
Biz cevâben deriz ki:
Sorduğun soru yerindedir ve doğrudur. Bunun îzâhı şudur ki, Arş’tan Kürsî’ye kadar aslâ övme ve zemmetme yoktur. Ancak mukaddes ilimlerden ve vasıflanmaktan ve furkândan nezîh ve pâk olan tenezzüller vardır. Ya'nî Hakk’ın mutlak vücûdunun nezîh tenezzülleri ve vücûd mertebeleri hakkındaki mukaddes ilimleri vardır. Bu ise hayrın ta kendisidir. Nefsânî i’tibârlardan yana şer yoktur. Bundan dolayı bu hayırdır, bu şerdir, diye ayırım da yoktur.
Ve Arş imâmın makâmıdır, ya'nî küllî rûhun makāmıdır. Ve küllî rûh ile ünsiyyeti olan ebrârın makâmıdır ve illiyyîndir.
Ve Kürsî ise nefs makâmıdır. Ve o nefs, hâl ve makām i'tibârı ile değiştirme ve temizleme mahallidir. Nitekim yukarıda îzâh edildi.
Şimdi emir, kâtibe geçtiği zaman, o mukaddes ve sâdece hayır olarak tek yönlü olarak geçer. Ve hayır ve şerden ibâret olan ikilik ile geçmez. Bundan dolayı bu emir tabi'ki hayır ve şer ile de geçmez. Böyle olunca kâtib ancak muhammediyye hazînesinden, ya'nî insânî hakîkat mertebesinde kulun sâbit olan hakîkatinden inmiş olan hükmü yazar.
Ve o insânî hakîkatten ibâret olan muhammediyye hazînesi kendisinde Hakîm’in her bir emri ayrılan bir hazînedir. Çünkü bu mertebede hakîkatler bir dîğerinden ayrılmıştır. Küfür ve îmân; ve fakirlik ve zenginlik; ve günahkârlık ve takvâ hakkında ilâhî kazâ öne geçmiştir. Böyle olunca kâtib bu emri bağlanışına, ya'nî sâbit ayn’ın gölgesi olan kulun nefsi üzerine, mevzû' olan şey yönüyle, muhammediyye hazînesinden alır.
SORU: Arş’tan Kürsî’ye kadar ancak mukaddes ilimler ve nezîh tenezzüller vardır denildiği halde, hakîkat-i muhammediyyenin tafsîli olan insânî hakîkat mertebesinde, kulun hakîkatinde küfrün ve îmânın sâbit olduğu beyân olundu. Küfür zemmedilmiş ve îmân övülmüş değil midir? Ve küfür emri gelince kâtibe zemmedilmiş hakkında emir geçmiş olmuyor mu?
CEVAP : Bu sorunun cevâbını Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ra) efendimiz Mesnevî-i Şerif’lerinde aşağıdaki mübârek beyitler ile verirler:
Tercüme: “İlâhî kazâ olması yönünden küfre râzıyım. Yoksa bizim fenalığımız yönünden râzı değilim. Küfür dahi Hâlık’a nisbetle hikmettir. Eğer bize nisbet edersen küfür âfettir.”
Bilinsin ki, bir “kazâ” ve bir de “makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesi” vardır. Çünkü ilâhî kazâ isimlere âit tecellîlerin gereği olduğundan ve bu tecellîler ise kemâlin aynı olduğundan Hâlık’a nisbetle hikmettir. Bundan dolayı kemâl ve hikmete râzı olmamak cehâlettir. Fakat bu kazâ hükmünün nefs âlemindeki sûreti “makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesi” olduğundan buna râzı olmak ve bundan hoşlanmak câiz değildir. Bu mes’eleyi lâyıkıyla izâh etmek için bir örnek verelim:
Gayet usta bir ressâm son derece güzel bir kadın resmini tam bir ustalıkla resimlediği gibi, görünüşü gâyet çirkin olan bir dilenci resmini de resimler. Ressâm dilencide gördüğü bütün çirkinlikleri fırçasıyla öyle ustaca tasvîr eder ve bu çirkinlikleri en inceliklerine varıncaya kadar öyle bir ustalıkla resimler ki, görenler ressamın ustalığına hayrân olurlar. Bundan dolayı ressamın kazâsından ibâret olan tasvîr güzel; ve makzîden ibâret olan sûret çirkin olur. Oysa ressamdan çıkan ancak kemâl ve hikmet ve san'attır; bu ise ancak güzeldir. Ve bu resmedilen hârici sûret ise çirkindir. Şimdi levhayı görenler ressamın kemâlinden ve san’atının hikmetinden râzı olup hoşlanırlar. Ve fakat o çirkin sûretten hoşlanmazlar, bakışlarına iğrenç görünür. Gerçi ressamın ilminde güzel ve çirkin hayâl sâbit idi. Fakat ondan, gerek güzel ve gerek çirkin, tabloya yansıyan şey, ancak san’atının kemâli ve hikmeti oldu. Bu ise ondan resimlemenin mukaddes ve vâhid ya’nî tek yönlü ya’nî sâdece hayır yönlü olarak inişidir. Çünkü onun nazarı ancak kemâle ve hikmetedir, yoksa çirkinliğe değildir. Çirkinlik, sûretten sonra olan göreceli ve i’tibârî işlerdir.
Şimdi bu örneğe uygun olarak kâtibin muhammediyye hazînesinden aldığı emir sûret âleminde övgüyü gerektirirse, o ancak övmeden ibârettir; ve eğer zemmetmeyi gerektirirse, o da ancak zemmetmeden ibârettir.
Ve bu alış indinde bu emrin mâhiyyeti kâtibe ilmen ve aynen hâsıl olur. Hâl olarak ve makām olarak hâsıl olmaz. Çünkü onun hâli ve makāmı zemmetme ve övme ile vasıflanmaktan berîdir. Çünkü o zemmetmeden ve övmeden yana yazdığı şeyin üstüdür. O ancak ilâhî kemâli ve hikmeti açığa çıkarttığı için ondan ancak güzellik çıkar.
Ve o bi-zâtihî irâde iledir, ya‘nî emr-i irâdîyi yazar. Çünkü irâde ilme ve ilim ma'lûma tâbi'dir. Ve ma'lûm ise sâbit ayn’dır. Ve ilâhî kazâ kulun sâbit ayn’ının isti‘dâd lisânı ile olan talebi üzerine iner. Ve Hak Teâlâ bu ma’lûmun açığa çıkışını onun talebi yönüyle irâde eder. Bundan dolayı kâtib, muhammediyye hazinesinden ancak emr-i irâdîyi yazar.
Ve onun bu husûsta aslâ tasarrufu yoktur. Onun tasarrufu muhammediyye hazînesi ile yazmaktan ibâret olan kendi işindedir. Ya'nî onun tasarrufu yazmak meşgalesindedir.
Şimdi muhammediyye hazînesinden alışı indinde kâtibe aynen ve ilmen hâsıl olan emir, iki emir olarak, ya'nî geçirgenliği gereği ya’nî emri a’zâ ve organlara tebliği etmesi gereği üzerine ve geçirgenliğin olmayışı ya’nî emre sâdece kendisinin muhatab oluşu ile gelir. O kâtib bu emir ile bir taraftan resûl, diğer taraftan kendisine hitâb edilendir. Kâtib onun bâtınından ve yazmak zâhirindendir. Ya'nî,
-
Emr-i irâdî bâtından kendisine gelince bu emre karşı muhâtabdır.
-
Ve bu emri açığa çıkarmak için a'zâ ve organlara tebliği yönünden resûldür.
Ve resûl olan kâtibin hakîkati, ya'nî sâbit ayn’ı, hâlinde ve makâmında kâtibe yardım eder.
Ve onun hâli veyâ hakkı da zâhirdeki yazılara ve fiillere yardım eder.
Şimdi o ma'nâ olması yönünden şereflidir; ve şerefli olması yönünden de üsttür.
Ve o zâtı ve hakîkati yönünden vâhid ya’nî birdir, çoğalma kabûl etmez. Fakat sıfatı yönünden çoğalma kabûl eder. Çünkü bir taraftan sâdece kendisine hitâb edilendir ve bir taraftan resûldür ya’nî gelen emri a’zâ ve organlara ulaştırır.
-
Ve ilâhî kazâya tabi’ oluşu yönünden zâtı şerefli olup vahdetle vasıflanmıştır.
-
Ve makzîyi açığa çıkarması yönünden, ya'nî güzel ve çirkin sûretleri yazması yönünden, iyilik ve fenâlık ile vasıflanmıştır.
Ve kâtibin bu anlattığımız sıfatlarının hepsi kendi nefsi için değildir. Çünkü Allah Teâlâ fenâ yazan kâtibi takdîs ve temizleme sebebiyle iyiye; ve illiyyîn sebebi ile iyi yazan kâtibi de siccîne ve fenâya değiştirmeyi isterse, bu değiştirme işinden onu men' eden hiç bir şey bulunmaz idi. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri “yef’alu mâ yeşâ’; yahkümü mâ yurîd” ya’nî “Dilediğini yapan; Dilediğine hükmeden”dir. Çünkü kâtibin nefis levhası üzerine yazdığı şeyler mahvolma ve isbât türündendir; ve çünkü nefis mahvolma ve isbât levhasıdır.
Bilinsin ki, yukarıda da îzâh edildiği üzere kulun sâbit ayn’ı ve hakîkati ilâhî isimlerden bir ismin gölgesidir. Ve bu isim onun Rabb-i hâssıdır. Bütün bulunduğu yurtlarında kulu alnından tutup kendi doğru yolu üzerinde yürütür. Ve ilâhî isimler Hâdî ve Mudili ve Nâfî‘ ve Dârr ve Mu‘izz ve Müzill ve diğerleri gibi karşılıklı ve zıddır. Ve her bir isim bütün isimleri taşıyıcıdır.
Örneğin, zehir Dârr isminin görünme yeridir; fakat hastalara ayarlı bir dozda verilecek olursa Şâfî isminin hükümleri de kendisinden açığa çıkar. Ve aynı şekilde çok verilirse hayât sâhibini öldürür. O vakit Mümît isminin görünme yeri olur. İşte böylece her bir ismin görünme yerinden diğer isimlerin hükümleri ve eserleri de açığa çıkar. Çünkü her bir isim diğer isimleri de taşımaktadır. Fakat Dârr isminden zarar çıkması asıldır; ve bu asıl aslâ değişmez. Ondan açığa çıkan diğer isimlerin hükümleri fer'dir. Bundan dolayı Dârr ismi bütünselliğiyle zarar vericidir.
Ve aynı şekilde Mudill ismi de bütünsellik yönüyle dalâlet vericidir. Şimdi Mudill isminin görünme yeri olan bir sâbit ayn’ın gölgesi olan kulun kesîf vücûdundan, kendi sâbit ayn’ından onun hayâl veren kuvvetine gelen emrin hükümleri çıkar. Hayâl veren kuvvet emr-i irâdîye karşı muhâtabdır ya’nî emr-i irâdî olarak sâdece kendisine olan bir hitâb vardır. Ve bu emri a‘zâ ve organlara tebliğ etmesi yönünden resûldür. Ve vazîfesi bu kalemler ile yazmaktır. Bundan dolayı yazmak zâhirinden ve kâtiblik bâtınından olur.
Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu yüce beyânlarından sonra buyururlar ki:
Bu anlatılan ma‘nâların içinde bir sır vardır. Biz onu soru tarzında getiririz. Çünkü bu gibi ince ma'nâlarda, okuyucunun önüne kilitli bir kapı mesâbesinde olan bir soru konulursa, okuyucuda o kilidi açma arzûsu oluşur. Ve onun himmeti bu sorunun cevâbını bulma talebine yükselir. O soru da şudur:
“Yukarıda kâtib, ilmî latîf bir sıfâttır; ve onun maddesi illiyîndendir, denilmiş idi. Bu kâtibin siccînde olması muhal bir şey midir?
Acabâ biz Ebû Cehil ve Nemrûd gibi diğer Fir‘avn’ların bir cüz’ü, ya‘nî kâtibi, ve hakîkati illiyyîndedir; ve bir cüz’ü de siccîndedir diyemez miyiz?
Veyâhut her ne kadar siccînde olan şakînin illiyyîne yükselmesi aklen muhâl ise de; İlâhî meşiyyet ya’nî üst irâde
-
Îtinâ gösterilen işlerde onun kâtibini takdîs eder oldu.
-
Îtinâ gösterilmeyen işlerde de onun kâtibini siccînde kıldı diyemez miyiz?”
Biz cevâben deriz ki: Şakî muhakkak bütünselliği ve tâbi'leri ile şakîdir. Ya‘nî ezelde sâbit ayn’ı, celâlî isimlerden olan Mudill isminin görünme yeri olan her bir kimsenin sâbit ayn’ından i'tibâren rûhu ve misâl ve şehâdet ve berzah ve uhrevî âlemlerine âit sûreti, bütün bu yurtlarındaki tâbi‘leri ile şakîdir.
Bundan dolayı bir şakînin bir kısmının sa‘îd ve bir kısmının şakî olması, ya‘nî bir kısmının illiyyînde ve bir kısmının siccînde olması mümkün değildir. Bu örtülü olan sırrın açılmasına dikkât ediniz! Bu kilitli kapıyı kendi vücûdunuzun dışından değil, ancak kendi içinizden açabilirsiniz. “Ikra’ kitâbek, kefâ bi nefsikel yevme aleyke hasîbâ” ya’nî “Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter” (İsrâ, 17/14). Acabâ bu sır bizim içimizden nasıl açılır?
Biz kendi nefsimizde zevkan ya’nî bizzât yaşayarak biliriz ki, îmân ve küfürden ve isyân ve tâattan hangi ma‘nâ da gark olmuş isek, onda gark oluşumuz bütünseldir. Çünkü bunlar birbirine zıd olan şeylerdendir. “İki zıd bir arada olmaz” kâidesince îmânda gark olduğumuzda bir kısmımızın küfrü düşünülemez. Şakâvet ile saâdet dahi bir diğerinin zıddıdır. Bir kısmının şakî ve bir kısmının sa‘îd olması düşünülemez. Çünkü vâhid ya’nî bir olan şey zıddını içinde toplamaz. Bu zâhir hallerde de böyledir. İnsanın bir gözü ağlarken diğeri gülmez, ikisi birden ağlar. Çünkü vücûdun gark olduğu hal ağlamaktadır.
SORU: Kâfirlerden sadaka vermek ve yetîme bakmak ve va‘dini yerine getirmek ve doğru konuşmak gibi îtinâ gösterilmiş olan bir takım güzel ameller çıkar. İlâhî meşiyyetin ya’nî üst irâdenin;
-
Bütün bunları yazan onların kâtibini takdîs ederek illiyyînde kılması;
-
Ve bunların aksi olan kötü amelleri yazan kâtibi de siccînde kılması mümkün değil midir?
CEVAP: Hak Teâlâ kâfirlerin ve münâfıkların hakkında buyurur: “Ulâikellezîneşterevûd dalâlete bil hudâ, fe mâ rabihat ticâretühüm ve mâ kânû muhtedîn” (Bakara, 2/16) ya'nî “Onlar hidâyete karşılık dalâleti satın aldılar. Bundan dolayı onların ticâretlerinde hiç kâr yoktur. Ve onlar hidâyete ermiş değildirler.” Ve diğer bir âyet-i kerîmede buyurur: “Ulâikellezîne habitat a’mâlühüm fîd dünyâ vel âhirati, ve mâ lehüm min nâsırîn” (Âl-i İmrân, 3/22) ya'nî “O küfür edenler amellerini dünyâda ve âhirette bâtıl kıldılar. Ve onlara yardımcı yoktur.” Bundan dolayı kâfirlerin îtinâ gösterilmiş olan amelleri bütünsellik yönünden şakî oluşları i'tibârı ile bâtıldır. Onların bu amellerine karşılık bir kârları yoktur.
Biz deriz ki, bu kâtib, halîfenin kendi nefsi için seçtiği şerefli bir mevcûddur. Ve ünsü için onu arkadaş edindi. Bundan dolayı ezâya çok sabır göstermesi ve dayanıklı ve melekûte âit sırları saklayıcı olarak huyunun güzel olması onun üzerine vâcib olan şeydendir. Kısa ibâreler içinde bir çok ma’nâları düzgün ve anlaşılır olarak derecelendirip onlardan açıkça haber verir. ‘Ikabından emîn olduğu makāmın dışında kitâbına bir kesinlik yazmaz; eğer emîn olmazsa, kitâbında sözlerden iki ve daha fazla ma‘nâlara ihtimâli olan şeyi yazar, tâ ki imâma onun kitablarının ba'zısından bir şey zâhir olup, sözün ihtimâl dâhilinde olan şeylerinden birisi o şeyi verir ve imâm bunu çirkin görürse, imâm bu sözün ihtimâl dâhilinde olduğu ikinci ihtimâle dönsün. Ve Allah kesîrü’l-afv ve’t-tecâvüzdür. Şimdi ihtimâl dâhilinde olduğunda, onun belirli bir şey’ üzerine delîl oluşu düşer. Ve işte bu, kâtibin mahâreti ve zekî oluşudur; ve harflerin ve ma’nâlarının i'tidâli arasını cem‘ etmesidir. Ve o yazmasında ancak açık alışılmış hitâb sözlerini kullanır ki, onların nefse uygunluğu ve kalbe bağlantısı vardır. Ve eğer kitaplarına hamd ve senâ ve salât ile başlarsa, daha sonra imâmın adâletini ve onun şerefli güzel vasıflarını ve yüksek makâmını beyâna başlar ve ona rağbet ettirir. Daha sonra, gerek rağbet edilmiş olan hayır olsun ve gerek bunun gayrı olsun, emrolunduğu şeyi zikreder. Ebû Yezîd’e: “Ârif isyân eder mi?” denildi. “Ve kâne emrullâhi kaderen makdûrâ” ya’nî “Allâh'ın emri, takdîr edilmiş bir kader idi (yerine getirildi)”(Ahzâb, 33/38) buyurdu.
Dostları ilə paylaş: |