BÜYÜK KARIN: Hamlığa ve cehâlete ve ürkekliğe delîldir. Karnın inceliği ve göğsün darlığı aklın güzelliğine ve güzel görüşe delîldir. Omuzların ve belin genişliği cesûrluğa ve aklın hafifliğine delîldir.
Ve SIRTın kavisli olması huyun kötülüğüne delîldir. Ve sırtın normal olması övülmüşlüğe alâmettir.
Ve OMUZLARın kalkık olması niyyetin kötülüğüne ve mezheb ve meşrebinin meflûciyyetine delâlet eder.
KOLLAR avucunun içi dizlere değecek kadar uzun olursa cesûrluğa ve kereme ve nefsin izzetine işâret eder. Ve eğer kısa olursa onun sâhibi korkaktır ve şerri sever.
PARMAKLARın uzunluğu ile berâber avucun uzun olması san’atta etkili olmaya ve amellerde sağlamlığa ve reîslikte idâreciliğe delîldir.
AYAKtaki etin kaba olması cehâlete ve fenâlığa muhabbete delîldir. Zayıf ve küçük olan ayak günâha işâret eder. Ökçenin inceliği ürkekliğe delîldir. Ve kalınlığı cesûrluğa delîldir. Baldırlar ile berâber bacakların kalınlığı düşüncesizliğe ve hîleye delîldir. Ve bu adımları geniş ve ağır olan kimse bütün işlerinde ve amellerinde murâdına muvaffaktır ve işlerin sonunu düşünendir. Ve zıddı, zıddı için sâbittir.
Şimdi Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! İşte hakîmlerin koydukları şey üzere firâsetin kısacası budur. Bundan dolayı onu incele ki insanlar hakkında bilgi sâhibi olmakta, inşâallâhü Teâlâ, rüşd sâhibi olasın. Ve biz bu fasılda, bu bölümün başlarında hakîmlerin bahsettiği i'tidâl üzere olan oluşumu kasteder ve elbette onun üzerine yürürüz. Ya'nî rûhânî oluşumu da harfi harfine onun üzerine sevk ederiz.
Hz. Şeyh-i Ekber (ra) hikmetlere âit fîrâsete dâir olan bu fasılda buyururlar ki: Bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabında tefekkürden hâsıl olan bilgileri ve akıl gözünün bakışından hâsıl olan bir takım ilimleri ve eşyânın dış görünüşündeki tecrübelere göre hâsıl olan hükümleri beyâna lüzûm gördü. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri, kâbiliyyetlerinin olmaması dolayısıyla, herkese yakîn nûrunu hîbe ve ihsân etmedi. Ve onların basîret gözlerinden ruyûn örtüsünü kaldırmadı ki, onlar şer’î firâset ehli ipinde dizilsinler ve onların zümresine dâhil olsunlar.
“Ruyûn,” “râ” harfinin üstünlü okunuşuyla “reyn’” kelimesinin çoğuludur. Ve “reyn” günahların işlenmesi sebebiyle kalbi kaplayan perdeye derler. Nitekim Hak Teâlâ “Kellâ bel râne alâ kulûbihim” ya’nî “Hayır, bilakis kalplerinin üzerini örttü” (Mutaffifîn, 83/14) buyurur.
Şimdi bu şer’î fîrâset, Allah Teâlâ hazretlerinin emîn olan kullarına hîbe edilmiş oluşuyla, her bir kimseye mahsûs olmayıp, ancak o firâsete kulların seçkinleri erer ve nâil olur. Bizim bu kitabımız ise, seçkinlerin ve avâmmın muhtâç oldukları hakîkatler ve bilgiler için yazılmıştır. Bu sebebe binâen bu bölüm, beyânına lüzûm görülen şeyleri içine almaktadır ve onlara âiddir. Çünkü insan diğer insanlar ile berâber yaşamaya ve onlar ile dostluk içerisinde yaşamaya mecburdur. Oysa her insân ferdi, görünme yeri olduğu ilâhî isim dolayısıyla kendi sınıfında ve kendi âleminde hayâtını geçirir. İlâhî isimler muhtelif ve hükümleri başka başka olduğundan, insân ferdlerinin sınıfları ve âlemleri de birbirine benzemez. Ne zamanki her bir insân ferdi diğer insanlar ile berâber yaşamaya mecbûr oldu ve berâber yaşadığı çevresindekilerin arasını, fikren ve ahlâkan ayırt edebilmek için kendisinde şer’î firâset bulunmadı; bundan dolayı biz insanın, halkın zâhirinde delîllere vâkıf olması ve işlerinde ve mühimmâtında bu delîllere göre tasarruf etmesi ve bu delîllerden oluşan ilme göre insanların fe- nâ olanlarından kaçıp, iyi olanlarıyla birliktelik etmesi sebebiyle tââtın aksâmı ile meşgûl olması için hikmetlere âit firâsetten yeterli bir faslı ilâve ettik.
İşe yaramazlardan kaçıp sâlihler ile sohbetlerin sebebiyle hayırlı amellere muvaffak olmandan olayı, belki Allah Teâlâ kalbini kaplamış olan perdeleri açarak sana kendi indinden yakîn nûru tarafına ve melekût-i a’lânın ya‘nî gayb âleminin tetkîkine ve müşâhedesine bir kapı açar.
Şimdi ey birâder! Sen bizim bu fasılda hakîmlerin sözüne göre görünüş özelliklerinin en güzeli ve oluşumların en i’tidâl üzere olanından olmak üzere bahsettiğimiz vasıflardaki ve şekillerdeki insanları kendine arkadaş edin!
Ve Efendi’imiz Muhammed Resûlullah (sav), kendisinin zâhiren ve bâtınen kemâlinin sâbit olması için, bu bahsedilen hilkatte halk edildi. Ve kendileri ilâhî kemâlâtın numûnesi idi. Şimdi bu kemâlâtın numûnesine benzer olan kimseden başkasını arkadaş edinmemeye gücün yeterse, hiç durma öyle yap!
Ve Allah Teâlâ senin basîret gözünü yakîn nûru ile nurlandırmadığı ve sende şer’î firâset mevcûd olmadığı zaman, sakın şehvetinle, ya‘nî nefsinin irâdesi ve hükmü ile insanlardan her önünden geleni ve nefsinin isteğine uygun olanı, kendine arkadaş ve dost edinme! Böyle bir durumda bu bahsettiğimiz hikmetlere âit firâset ile amel et! Eğer bu amelin sebebiyle ilâhî nûr seni rızıklandırırsa, sen bu nûra nâil olduğun zaman iki âlemin, ya'nî şehâdet âlemi ile gayb âleminin, sultânı ve bu iki âleme mahsûs olan hakîkatin sâhibi olursun. Ve her iki âlemin mevcûdları senin kahrın ve reîsliğin ve emrin altında olur. Çünkü sen bu hâl içinde senliğin ile olmayıp Hak ile bâkî bulunursun. Senin kahrın Hakk’ın kahrı ve senin reîsliğin Hakk’ın reîsliği ve senin emrin Hakk’ın emri olur.
Ey birâder! Bunu dahi bilesin ki, hakîmler hikmetlere âit firâset hakkındaki sözlerini kendilerine gâlib olan zan üzerine binâ ettiler. Ben ise onların bu söyleyip yazdıklarını tecrübe ölçeğine koymadan kabûl etmedim. Ve bu tecrübem sonucunda gördüm ki, muhakkak halkın en dengelisinin vasfı evvelce bahsettiğimiz şey gibidir. Ve hakîmlerin anlattıkları hikmetlere âit firâset tecrübe ile sâbit ve tahakkuk etmiştir.
Bundan dolayı insân a’zâlarından her birinin muhtelif şekillerindeki delîller birer birer sayıldı. İşte hakîmlerin belirlediği üzere hikmetlere âit firâsetin kısaca beyânı bunlardır. Sen insanlar arasında yaşarken bunları tatbîk et ve incele ki, bu delîller sâyesinde insanların hallerine bilgi oluşturabilesin. Ve tatbîkatın netîcesinde de inşâallâhü Teâlâ rüşd sâhibi olasın. Ve biz bu fasılda ileride, bu bölümün başında hakîmlerin bahsettiği i’tidâl üzere olan oluşumu kasteder ve ona yönelir ve elbette bu maksad üzerinde yürürüz. Ya‘nî zâhirî ve nefsânî oluşuma karşılık olarak kelime kelime bâtınî ve rûhânî oluşumu da bu firâset üzerine sevk ederiz.
Şimdi ben derim: Bilesin ki, muhakkak insânî rûhun bir yüzü salt nûra ve bir yüzü tabîattan ibâret olan salt karanlığadır. Onun zâtı nûr ile karanlık arasında ortadadır. Ve sebebi şudur ki o, madde bedensel tabîî oluşumu idâreci olarak halk edildi. Hebâ’ ve akıl arasında olan küllî nefs gibi. Şimdi hebâ’ salt karanlıktır; ve akıl salt nûrdur; ve nefis onların ikisinin arasında nûr ile karanlık karışık olan bir şeydir. Şimdi ne zaman insânî latîflik üzerine iki vasıftan biri gâlib olmazsa i’tidalde olur; her bir hak sâhibinin hakkını verir. Ve ne zaman onun üzerine salt nûr ve salt karanlık olan şey gâlib olursa, üzerine gâlib olan şey sâbit olur. Nitekim hissî oluşumda aşırı uzunluk veyâ aşırı kısalık ve aşırı beyâzlık ve aşırı siyahlık anlatıldı. Ve her iki zıd, iki tarafın birinde farklılık üzeredir. Ben derim ki: Aşırı beyâzlık, kendi tabîat âlemini idâre ettiği şey kendisinde geriye bir şey kalmayacak şekilde, bakışın nûr âlemine sarf edilmesidir. Şimdi nûru sarf ettiği vakit diğer şıktan tabîatı idâreden yana kusurlu olur. Bundan dolayı kemâlin oluşmasından önce serî’ bir şekilde bozulup zemmedilmiş olur. Ve diğer taraf hakkında da böyledir. Ve o tabîatında nûr âleminden bakışı kesmesi yönüyle aşırı siyahlıktır. Şimdi bu da zaman zaman olsa bile zemmedilmiştir. Nitekim (Asv) Efendimiz “Benim bir vaktim vardır ki, ona Rabb’imin gayrı sığmaz” buyurur. Oysa onun ashâbı ile berâber bir vakti ve ehliyle berâber de bir vakti var idi. Ve onun iki tarafından birine olan bakışındaki onun ikâmet süresinin uzunluğu ve kısalığı da böyledir.Bundan dolayı sürenin ihtiyâç kadarınca olması gerekir. Ve etin rutûbette kalınlığı ve inceliği arasındaki i'tidâli, cild ve kemik arasındaki et gibi, ma'nâ ve his arasında onun berzah oluşlardaki i'tidâlidir. Ve kıldaki i'tidâle gelince, onun kabz ile bast arasında bulunmasıdır. Ve onun parlak yüzlü olması güzel konuşma ve güler yüzlülüktür. Ve gözün geniş ve gözbebeğinin büyük olması işlerde bakışın sıhhatidir. Ve onun gözlerinin çukurluğa ve siyâha meyilli bulunması, gizli işlere ve gaybî işlere netîce çıkarmasıdır. Ve onun normal bir şekilde başının büyük olması akıl çokluğudur. Ve onun omuzlarının ne pek çıkık ne de pek düşük olması, etkilenmeksizin ezâya tahammüldür. Ve onun boynunun düz olması, onlara meyli olmaksızın eşyâya vâkıf olmasıdır. Ve onun, seslerin doğru çıkmasına mahsûs nefes mecrâsı olan gerdanının normal bir şekilde olması, hitâb etmede muhâtaba lâyık olan şey ile kelâmın doğruluğudur. Ve kaynakların ve onların arasının etli olmaması mecbûr olduğu ve üzerinde oturduğu işlere bakarak iki taraftan birini seçmesidir. Çünkü o her ne kadar berzahî ise de, o sebeple işlerin gâlib oluşunda ma'zûr olur. Ve avucunun dörtgen ve içinin biraz tümsek olması, bağlantısı olmaksızın dünyâyı atmaktır. Ve az gülmesine ve konuşmasına gelince, onun bakışı hikmet mevkîlerinedir. İhtiyâç kadar söyler ve güler. Ve tabîatının safrâya ve sevdâya meyli olması, ulvî âleme meylin onun üzerine gâlib olmasıdır. Ve onun bakışında ferah ve sevinç olması diğer nefislerin muhabbet ile kendi üzerine çekilmesidir. Ve onun mal hakkında hırsının az olması âileden uzaklıktır. Ve onun senin üzerine hükmetmeyi ve efendilik yapmayı istemez oluşu, onun meşgûliyetinin senin ile değil, nefsin kemâli ile olmasıdır. Ve onun aceleci ve çok ağır olmaması, kudret ile berâber, alışının serî ve âciz olmaması demektir.
Daha önce hakîmlerden naklen anlattığımız i’tidâl üzere olan tabîî oluşum üzerine kelime kelime karşılık olarak insânî latîf oluşumun i'tidâli, işte bu bahsettiğimizdir. Daha sonra sen bu misâl üzerine, onda doğru bakışın üzerinde durduğu şey kadar, a'zânın tafsîlini alırsın. Ve biz kitabın uzamaması için onu buraya koymadık. Ve şimdi şer’î firâsete döneriz.
Hz. Şeyh-i Ekber (ra) nefis ile rûhun huylarını karşılaştırma ve mukāyese için buyururlar ki: Muhakkak insânî rûhun bir yüzü salt nûra ve bir yüzü de tabîattan ibâret olan salt karanlığa olduğundan, o rûhun zâtı nûr ile karanlık arasında ortadadır. Ve onun ortada oluşunun sebebi şudur ki, o insânî rûh, madde bedensel tabîî oluşumu idâre etmek üzere halk edildi. Onun durumu, heba’ ile akıl arasında olan küllî nefsin durumuna benzer.
“Hebâ’" maddesel zerre parçalarından ibâret olup, salt karanlıktır.Ve bu maddî zerreleri muhtelif şekillerin oluşumu için idâre eden akl-ı kül salt nûrdur. Çünkü “nûr,” kendi zâhir olan ve eşyâyı zâhire çıkaran şeye derler.
Ve “akl-ı kül” ise, muhtelif idâreleriyle eşyâda zâhir ve maddî zerre parçalarını terkîb etmek sûretiyle eşyâyı zâhire çıkarıcıdır.
Ve bütün eşyâ sûretlerini yüklenmiş olan “nefs-i kül” onların ikisinin arasında olup nûr ile karanlık karışık olan bir şeydir.
Şimdi her ne zaman insânî latîfliğin ya'nî insânî rûhun üzerine, nûr ve karanlıktan ibâret olan iki vasıftan biri gâlib olmazsa, o insânî rûh i’tidâlde olur. Her bir hak sâhibinin hakkını verir, ya'nî icâbında gerek karanlıksal olan kesîf sûretin ve gerek nûrânî olan aklın hükümlerini i’tidâlli bir şekilde yerine getirir.
Ve her ne zaman, o rûh üzerine salt nûr ve salt karanlıktan ibâret olan bir vasıf gâlib olursa, o rûh kendisine gâlib olan vasıf ile vasıflanır. Ya'nî insân ferdlerinden her bir ferde bakılır:
-
Eğer bütün fiilleri ve hareketleri nefsânî ve hayvânî gereklere tâbi’ olarak cereyân etmekte ise, ona “zulmânî ya’nî karanlıksal” denir.
-
Ve eğer nefsânî gereklerden uzak ve zâhirî hükümlerden sakınan ve bilakis melekût âlemine yönelmiş ise, ona “nûrânî” denir.
Bu âlemde bunların ikisi de i'tidâl değildir. Nitekim hissî oluşumda, ya'nî insanın kesîf sûretinde, aşırı uzunluk ve kısalık; ve aşırı beyâzlık ve siyahlık hakkında yukarıda îzâhlar verilmiş idi.
Ve her iki zıd, iki tarafın birinde farklılık üzeredir. Ya'nî aşırı derecede olan uzunluklar ve kısalıklar ve beyazlıklar ve siyahlıklar arasında farklı farklı dereceler olduğu gibi, rûhun salt nûra ve salt karanlığa olan yönelişinin de farklı farklı dereceleri vardır.
Ben rûhun aşırı derecede beyaz olmasının ma‘nâsı hakkında derim ki: Rûh kendi tabîat âlemini, ya'nî bağlandığı kesîf sûreti, idâre ettiği şey kendisinde geriye bir şey kalmayacak şekilde bakışını tamâmen nûr âlemine sarf etmesidir. Bu bakışın sarf edilmesi vaktinde, salt karanlıktan ibâret olan diğer şıktan tabîatı idâreden kusurlu olur. Ya‘nî rûh kudret bakışını tamâmı ile nûr âlemine sarf ettiği için salt karanlık cinsinden olan kesîf sûretin tabîatını idâre edemeyecek bir hâle gelir. Gıdâ lâzım iken zamanında cisme gıdâyı veremez. Nikâh lâzım iken, zamanında nikâhı yapamaz. Sonuç olarak tabîat âleminin hükümlerini şerîatın çizdiği sınır içerisinde yerine getiremez. Bundan dolayı beşerî kesîf sûret, hakkı verilmediği için, serî' bir şekilde bozulup zemmedilmiş olur. Bu hakîkate işâreten nebîlerin en ârifi (sav) Efendimiz “Nefis senin binek hayvanındır; ona nezâket ile muâmele et!” buyururlar.
İki taraftan birisi olan salt karanlık dahi böyledir. Ve bu taraf, rûhun bağlandığı kesîf sûretin tabîatında nûr âleminden bakışı kesmesi yönüyle, aşırı siyahlıktır. Ve kesîflik âlemine yönelmekten ibâret olan aşırı siyahlık zaman zaman olsa bile zemmedilmiştir. Ya'nî zaman zaman kesîflik âlemine olan yöneliş, bütünsel bir sarfiyat ile olmamalıdır. Belki bu yöneliş nûr âleminden perdelenmeyi gerektirmeyecek şekilde olmalıdır. Nitekim bu hâle işâreten Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Ricâlun lâ tulhîhim ticâratün ve lâ bey’un an zikrillâhi” (Nûr, 24/37) ya'nî “Erler vardır ki, onları ticâret ve alışverş, Allâh’ın zikrinden meşgûl etmez” buyurur. Ve nitekim (Sav) Efendimiz “Benim bir vaktim vardır ki, ona Rabb’imin gayrı sığmaz” buyurur. Bu da nûr âlemine yönelişe işârettir. Oysa nebîlerin en ârifi Efendimiz (s.a.v)’in ashâb-ı kirâmıyla sohbet buyurdukları bir vakti ve ehli ve âilesiyle bulundukları bir vakti var idi. Bunlar da karanlık âleme yöneliştir.
Ve rûhun iki taraftan birine, ya'nî aşırı beyâzlık olan nûr âlemine ve aşırı siyahlık olan karanlık âleme olan bakışında, bu taraflarda ikâmet süresinin uzunluğu ve kısalığı da bahsedilen hükümlere tâbi'dir. Bundan dolayı bu bakışın zemmedilmişlik dâiresinden kurtulması için bu sürenin ihtiyâç kadarınca olması gerekir.
Cismin etinin rutûbet, ya'nî sert olmayıp yumuşaklık dâiresinde kalınlık ve incelik arasında i'tidâline karşılık, rûhun bu vasfı, cilt ve kemik arasındaki et gibi, ma'nâ ve his arasında onun berzah oluşlardaki i'tidâlidir. Ya'nî rûhun, ne büsbütün ma'nâda ve ne de tam olarak histe gark olmayıp berzah oluşlardan ibâret olan bu ikisinin arasında i'tidâlini muhâfaza etmesi lâzımdır.
-
Rûhun kabz ile bast arasında bulunması, cismin kılının i'tidâline karşılıktır.
-
Ve onun güzel konuşması ve güler yüzlülüğü cismin yüzünün düz olmasına karşılık gelir.
-
Ve rûhun gizli ve gaybî işlerde netîce çıkarması, cismin gözlerinin çukurluğa ve siyâha meyilli olmasına karşılıktır.
-
Ve işlerde bakışın sıhhati, cisim gözünün geniş ve gözbebeğinin büyük olmasına karşılık gelir.
-
Ve rûhun akıl çokluğu cismin başının büyüklüğüne karşılıktır.
-
Rûhun asla etkilenmeksizin câhillerin ezâya ve cefâya tahammülü, cismin omuzlarının ne pek çıkık ve ne de pek düşük olmamasına karşılık olur.
-
Ve rûhun meyli ve muhabbeti olmaksızın eşyâya vâkıf olması cismin boynunun düz olmasına karşılıktır.
-
Ve rûhun hitâb esnâsında, muhâtabına lâyık olan ma’nâlar ile kelâmının doğruluğu, seslerin doğru çıkmasına mahsûs nefes mecrâsı olan cisim gerdanının i‘tidâline karşılıktır.
-
Ve rûhun mecbûr olduğu ve üzerlerinde oturduğu işlere bakarak ifrât ve tefritten ibâret olan iki taraftan birini seçmesi, cisim kaynaklarının ve onların arasının etli olmamasına karşılıktır. Gerçi rûhun i'tidâli her ne kadar berzahî, ya'nî iki taraftan birini terk etmekle, vasatı tercih etmesi ise de, mecbûriyyet sebebiyle, iki taraftan birine meyil gâlib olan işlerde ma‘zûr olur.
Ve metinde sayılan ve îzâh edilen vasıflar da bunlara kıyaslanabilir.
İşte daha önce hakîmlerden naklen anlattığımız i’tidâl üzere olan tabîî oluşum üzerine kelime kelime karşılık olarak insânî latîf oluşumun i'tidâli bu bahsettiğimiz vasıflardır. Bu beyândan sonra sen bu misâle tatbîk ederek, doğru bakışın vâkıf olabildiği şey kadar, a'zâya ilişkin olan hükümlerin ve vasıfların tafsîlini alabilirsin. Ve biz bu kitabın uzamaması için bu tafsîlâtı buraya koymadık.
Bilinsin ki, hakîmler ve tahkîk ehli “kıyâfetnâme”ler yazmışlardır. Bu cümleden olarak İbrâhîm Hakkı hazretleri Ma’rifet-nâme’sine bir de “kıyâfetnâme” koymuştur. Ayrıntısını isteyenler bu gibi eserlere mürâcaatla daha geniş bilgi edinebilirler. Ve biz şimdiki halde şer’î firâsetin beyânına döneriz.
F A S I L
ŞER’Î FÎRÂSET
Allah Teâlâ sana rahmet eylesin ve basîretini nurlandırsın! Bilesin ki, melekût âlemi, ki şehâdet âleminin hareketlendiricisidir ve Allah Teâlâ tarafından hikmet olarak onun kahrı ve itâatı altındadır, bunu hakedişi kendi nefsinden dolayı değildir. Şehâdet âleminden hiç bir hareket ve sâkinlik ve yeme ve içme ve konuşma ve sessizlik çıkmaz, illâ ki gayb âleminden çıkar. Ve beyânı budur ki, hayvan ancak kast ve irâdeden hareket eder; ve onlar kalbin amelindendir; o da gayb âlemindendir. Ve hareket ve onun şekilce benzeri şehâdet âlemindendir. Ve bizim indimizde şehâdet âlemi âdet olduğu üzere his ile ondan her bir idrâk ettiğimiz şeydir. Ve gayb âlemi, âdet üzere hisse zâhir olmayan şeyde bizim şer’î haberle ve fikrî bakışla, ya‘nî basîret ile idrâk ettiğimizdir.
Şimdi biz deriz ki, şehâdet âlemi nasıl madde bedenin gözü ile idrâk edilir ise, gayb âlemi de basîret gözüyle idrâk edilir. Ve nitekim göz kendisinden karanlık perdeleri ve mâni’lerden bunun benzerleri kalkmadıkça idrâk etmez. Şimdi mâni'ler kalkıp ve nurlar hissedilebilir şeylerin üzerine yayıldığında, göz görülen şeyleri idrâk eder. Bundan dolayı onun idrâki gözün nûruna ve güneşin nûruna veyâ ışığa ve nurlardan bunların benzerlerine yakındır.
Basîret gözü de böyledir. Ve onun perdesi işlenen günahlar ve şehvetlerdir ve gayrıyı düşünmelerdir ve perdelerden bunun gibilerdir. Onunla melekûtun ya'nî gayb âleminin arasına mâni’ olur. Ve insan, kalbinin aynasına kastettiği ve onu, ondan perdeyi izâle edinceye kadar türlü mücâhedeler ve riyâzât ile parlattığı zaman, onun nûru gayb âlemine yayılan nûr ile bir araya gelir; ve onunla melekût ehlini yavaş yavaş görür. Ve o hissedilebilir şeylerdeki güneş derecesindedir. Bunun indinde basîret gözünün nûru, ayırt etme nûru ile bir araya gelip gayb ile ilgili şeyler bulundukları hâl üzere açılır.
Şu kadar var ki, ikisinin arasında bir incelik vardır. Ve beyânı budur ki, muhakkak hisse, ya'nî bildiğimiz görmeye, duvar ve aşırı uzaklık ve aşırı yakınlık ve kesîf cisimler perde olup, idrâk etmeyi isteyen kimse ile onun arasına mâni’dir. Ve bu âdet olarak kusurdur. Ve nebî veyâ velî ba'zen âdeti yırtar. “Ben sizi arkamdan görürüm” sözü gibi.
Ve Hakk’ın evliyâsında açılımların başlaması, onların seyr ü sülûklarının başındadır. Ve muhakkak mürîde en önce açılan şey hissedilebilir şeylerdendir. Şimdi o, gelmek üzere olan bir adamı görür; yâhut onu her hangi bir hâl üzere görür. Oysa Mekke’de görüşü yönüyle aralarında aşırı uzaklık ve kesîf cisimler vardır. Ve Batı’nın en uzağında olduğu halde Kâbe’yi görür. Hallerinin başlarında mürîdler indinde bu çok olur. Allah Teâlâ’ya hamd olsun ben bunu bizzât yaşadım. Eğer inâyet ve nebevî verâset ile seçkin kılınmışlık ehlinden olursa, daha sonra bundan intikâl eder. Ve eğer sürekli, ya'nî âdetin yırtılması devâm üzere olursa, onlara “budelâ” ta'bîr edilir. Ve eğer bu, zaman zaman onlara aralık verirse, o kimse yâ vâris veyâ feterât sâhibi olan âbiddir.
Ve basîret âlemine gelince, ona perde yoktur. Çünkü gayb âlemiyle basîret gözünün arasında mesâfe ve uzaklık ve aşırı yakınlık yoktur. Ve onun perdesi ancak kalbe gelen örtü ve gaflet ve kibirdir. Ve mücâhede ile kaldırıldığı ve kalb aynası parladığı ve kendisine karşılık duran şeyin zâhir olmasına istidâdlı bulunduğu vakit, gayb alâmetleri âşikâr olur.
Lâkin bizim bahsedeceğimiz bir husûs olur ki, o da beyân ettiğimiz gibi, her ne kadar basîret gözü nüfûz ederse de, şimdi diğer bir ilâhî perde olur ki, o da muhakkak varlık mertebelerinde gayb ile ilgili olanların üzerine cömertlik hazretinden yayılan nûrdur ki, onlara umûmî olmaz. Ancak senin aynan gâyet sâf ve parlak olmak ile berâber, Allah Teâlâ’nın murâd ettiği şey kadar, onlardan sana açılır. Ve bu, vahiy makâmıdır. Buna kendimiz için delîlimiz, onu bizzât yaşamamızdır. Ve bizim dışımızdakiler için Hak Teâlâ’nın: “Kul….. ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ biküm, in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye” (Ahkâf, 46/9) ya'nî “Ey Habîbim, de ki: Ben benim ile ve sizin ile ne işlenir bilmem. Ben, ancak bana vahyolunan şeye tâbi' olurum” sözüdür.
Nebevî sâflık son derecede olmakla berâber böyle olursa, iğne ucu kadar kendisine yol açılmamış olan velî nasıl olur?
Ve işte bu ancak ilâhî perdedir.
Ve o azîz Kitâb’da vardır: “Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu” (Şûrâ, 42/51) ya'nî “Allah Teâlâ’nın beşere söylemesi ancak vahiy ile, yâhut perde arkasından, yâhut bir resûl göndererek oldu. Şimdi o dilediği şeyi kendi izni ile vahyeder.”
Onun “Ben ancak bana vahyolunan şeye tâbi'yim” sözü gayb âleminden kendisine açılan şey kadardır. Bundan dolayı şehâdet âleminde onun te’sîrini görür. Bu kadarı üzerine onunla söyler de “Böyle olacak; ve böyle olmayacak; ve onun işinin âkıbeti bunadır” der. Açılan kadarı üzerinedir.
Ve bu ilâhî perdedir ki, kişi delîl ile son derece mükemmellik üzere olsa da, aklen onun kaldırılması mümkün değildir. Muhakkak bu perde ancak sonsuz bilinenlere bağlı olan ezelî ilimdir. Ve vücûdun sınırladığı her bir şey sonludur. Ve basîret gözü, ancak vücûd mertebelerinin o cihetten her hangi bir vechi ile vücûdda dâhil olan şeyi keşfeder. Ve Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” (Yâsîn, 36/12) ya’nî “Ve herşeyi İmâm-ı Mübîn'de saydık” sözü senin için delîl olmaz. Allah Teâlâ “Allâh’ın kelimeleri tükenmez” (Lokmân, 31/27) buyurur. Ve “Rabb’imin kelimeleri tükenmezden evvel elbette deniz biter” (Kehf, 18/109) buyurur. Ve bu, nihâyetin olmayışından dolayıdır.
Ne zamanki bu karar kıldı ve bizim için gayb âleminden açılım haddi sâbit oldu; şimdi bu makāmda olan kimseden her hangi bir şahıs hakkında, zâhiri üzerine bundan bir şey zuhûr etse, bu şer’î firâsettir; ve o keşfetme ya’nî açılım derecelerinin a'lâsıdır. Ve Kitâb-ı azîz-i mübînden hazzı da “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” ya’nî “Muhakkak bunda ibret alanlar için delîller vardır” (Hicr, 15/75) âyet-i kerîmesidir. Çünkü onlar için histe alâmetler ve onlarla gayb âlemi arasında irtibât vardır.
Ve bu hikmetlere âit firâsetin tersine olarak zevka ya’nî bizzât yaşamaya bağlı olan bir ilimdir. Çünkü hikmetlere âit firâset tecrübe ve âdet üzerinedir; ve ba‘zen doğru olmaz. Bu ise bu şânın ehli indinde onun yalanlanmasına yol olmayandır. Çünkü Allah Teâlâ’nın nûrudur ve ancak hakîkatleri verir. İşte şer’î firâset böyle olur. Ve onun hâsıl olma sebebi bizim anlattığımızdır.
Ve ba'zen Allah Teâlâ şer’î firâseti öğrettiği âlime, mevcûdların zâhirinde alâmetler kılar. Nitekim kendisine helâl olmayan bir şeye bakması hakkında bir adamı azarladığında Osmân (ra)’dan haber ulaştı. O adam ona “Resûlullâh (sav)den sonra vahiy mi vardır?” dedi. “Hayır, velâkin Resûlullâh (sav): “Mü’minin firâsetinden sakınınız çünkü Allâh’ın nûru ile bakar” buyurdu. Ben bunu senin gözlerinde gördüm” diye cevap verdi. Ve bu alâmetler ancak perdelerdir ki, Allah Teâlâ zayıf kalplerin alıştırılması ve mutmain olmak üzere onların cezbedilmesi için diğerlerinin gözlerine diker.
Dostları ilə paylaş: |