İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə31/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   45

Tercüme: “Gönülde yerleşen her bir hayâl, mahşer gününde bir sûret olacaktır. Senin vücûduna gâlib olan bir sîretin sûretiyle senin haşredilmen îcâb eder. Mahşer gününde her arazın bir sûreti vardır. Her bir arazın sûretinin nöbeti vardır. Senin elinden bir mazlûma cefâ eriştiği vakit, o zakkûm cinsinden yetişen bir ağaç olur. Senin bu yılan ve akreb gibi sözlerin yılan ve akreb olup senin nefesini keser.”

İşte “Amelleri tezkiye edin!” ya'nî “temizleyin ve yükselin ve geliştirin!” sözünün ma'nâsı budur. Ve bu söz zavallı gâfil insanlara büyük bir nasîhattır.

Şimdi ameller mertebeden mertebeye intikâl ettikleri için, bu mertebelerin isimleriyle isimlenir. Ya'nî yukarıda îzâh edildiği üzere onlara “hissedilebilirer,” “hayâl edilebilirler,” “hatırlananlar” veyâ “muhâfaza edilenler,” “tefekkür edilenler,” “akledilenler,” “rûhlar” ve “sırlar” isimleri verilir. Oysa o ameller zâtında bir şeydir. Örneğin göz bir sûreti görür. Bu görüş hissedilebilirler mertebesinden “sırlar” mertebesine varıncaya kadar işin aslında gözün amelinden başka bir şey değildir. İsimlerde ihtilâf ancak mertebenin ihtilâfından kaynaklanmaktadır.

Şimdi kulun itâat yolunda hareketinin ne kadar şerefli olduğuna bir bak! Ve burada zâhir ve bâtın ve şerîat ve hakîkat ve organların ameli ve kalblerin ameli, ya'nî akıl hazretindeki amel, bir arada toplanır. Ve senin fenâ amellerine gelince, onlar hayâl hazînesinde sâlih amellerden ayrılır; ve ulvî âlemden “esîr feleğin”dedir. Ey efendi, birinci semâvâtı yırtan amelleri üzerine lâzım kıl! Ve ilimlere gelince, bizim anlatmış olduğumuz amellerden değildir. Çünkü ilimler ma‘lûmâtı yönüyledir. Şimdi bilgiler yükseldiği ve her bir bilgi vâkıf olduğu vakit kendi bilineni iledir. Bundan dolayı ilmini “Allah’a” kıl ki, ilmin noksanlıklardan mukaddes ve münezzeh olsun. Ve lillâhi’l- hamd. Ve söyleyen Allah için güzel söylemiştir:

Bâkî kıldığın kimsenin fenâsından sonra, Sen zâhir oldun.

Şimdi o kimse vücûdsuz oldu. Çünkü Sen, o oldun.

Ya'nî yukarıdaki îzâhlardan anlaşılmış olduğu üzere kulun ilâhî emirlere uyması ve yasak olanlardan sakınması sûretiyle itâat dâiresinde hareketinin ne kadar şerefli bir şey olduğuna bir bak; ve onun şerefli oluşunun derecesini iyice düşün! Ve bu itâatte zâhir ve bâtın; ve şeriat ve hakîkat; ve a'zâların ameli ve kalbin, ya'nî akıl hazretinin, ameli hep sende toplanır. Çünkü itâatinde şerîata uygunluk ve zâhir selâmet ve bâtın safâ dolayısıyla hakîkate ulaşma olduğu gibi, organların dürüst olan ameli kalblerin ameli ile birlikte olur.

Ve senin fenâ amellerine gelince, onlar hayâl hazînesine kadar giderler ve orada sâlih amellerden ayrılır; ve onların çirkin sûretleri ulvî âlemden "esîr feleği”ndedir. Ve “esîr feleği” yeryüzünü çevrelemiş havânın son bulduğu tabaka olup “tabîat âlemi”dir. Bundan dolayı fenâ ameller bu tabakayı yırtıp birinci semâvâta çıkamaz. Bundan dolayı efendi olan rûh, birinci semâvâtı yırtıp Sidre-i müntehâ’ya yükselen sâlih amelleri üzerine lâzım kıl!

İlimlere gelince, bu ilimler bizim anlattığımız cisme âit amellerin cinsinden değildir. Çünkü ilimler, bağlandığı ma'lûmların hâline tâbi'dir. Eğer ma'lûm şerefli ise, o ilim de şereflidir; ve eğer değersiz ise ilim de değersizdir. Bundan dolayı bilgiler yükseldiği ve her bir bilgi durduğu vakit kendi bilineniyledir, ya'nî bilineni nezdine kadar çıkar; ve bilineni nezdinde durur. Böyle olunca ilmini Allah Teâlâ hazretlerinin şerefli zâtına ve sıfatlarına ve isimlerine ve fiillerine tahsîs et ki, ilmin noksanlardan mukaddes ve münezzeh olsun; ve şereflilikte bütün ilimlere üstün eylesin!

Ve Hz. Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin cümlenin sonunda “ve lillâhi’l-hamd” buyurması kendi ilimlerinin “Allah’a” olduğunu beyândır.

Bilinsin ki, ilim ikidir: Birisi "hakîkat ilmi” ve diğeri “hayâl ilmi”dir.

“Hakîkat ilmi” nebîlerin ve onların vârisleri olan evliyânın öğrettikleri ilimdir ki, hakîkat ile hayâl arasını toplamıştır. Bu ilmi öğrenenler vücûd hakîkati ile hayâl arasındaki bağlantılara ârif oldukları için hayrete düşerler. Bu hayret “övülmüş hayret”tir. Çünkü hakîkî ilim netîcesidir. Onun için (Sav) Efendimiz "Ya Rabbi, sende olan hayretimi arttır!” buyurdu.

Hayâl ilmi de felsefe ile bilim ehlinin meşgûl oldukları tabîî ilimlerdir. Bu sınıf nebîlerin ve evliyânın öğretimlerine iltifât etmeyip maddî şeylerin tedkîki ile vücûd hakîkatini idrâk etmeye çalışırlar. Oysa madde ve maddeden oluşmuş olan muhtelif sûretler hep hayâllerden ibârettir. Bu hayâller ise hakîkî vücûdun isimlerinin gölgelerinden başka bir şey değildir. Ve hayâllere gark olmuş olan kimseler bir hayâli bırakıp diğerine yapışmak sûretiyle değerli ömürlerini kaybederler; ve aslâ doğru yolu bulamayıp hayrete düşerler. Onların bu hayreti “zemmedilmiş hayret”tir. Çünkü hayâlin verdiği bir ilmin netîcesidir. Ve bu ilim cehâletin aynıdır. Çünkü işleri dolayısıyla durmaksızın devâm eden tecellîlerden ibâret olan ilâhî emrin sonu yoktur ki, bir son noktada durması mümkün olabilsin. Hâlin hakîkati böyle iken, hayâl ehli bir gâyeye ulaşmak için gayret sarf ederler. Bunun muhâl olduğunu bilmezler. Kendilerinin yürüdükleri yola bir söz söylense câhillikle suçlarlar.

Şimdi hakîkat ilminin yolcuları diridir. Nitekim hadîs-i şerîfte “İlim ile diri olan kimse ebeden ölmez” buyrulur. Çünkü onların malûmları vücûdun hakîkati olan Hak’tır; ve Hak Teâlâ Hayy’dır. Bundan dolayı bu âlimler malûmları olan dâim Hayy ile bâkîdir. Ve hayâl ilmi erbâbının malûmu fânî olan maddiyyâttır. Bundan dolayı onlar da, fânî olan malûmları ile fânîdir. İşte bu ma‘nâya binâen aşağıdaki beyti söyleyen ne güzel söylemiştir.

“Ey dâim Hayy olan yüce Rabb’im! Bâkî kıldığın kimsenin fenâsından sonra, Sen zâhir oldun. Böyle olunca o kimse vücûdsuz oldu. Çünkü Sen o kimse oldun.”



Çünkü kendisinde hakîkat ilmi hâsıl olan kimse, bütün varlıkları Hakk’ın varlığı görür. Ve izâfî vücûdları Hakk’ın hakîkî vücûdunun isimleri dolayısıyla taayyününden ibâret bilir. Ve kendi vücûdunun da, bu izâfî vücûdlar arasında bir ilâhî zuhûr yeri olup Hakk’ın vücûdundan gayrı olmadığına hakîkatini yaşayarak ârif olur. Bu bizzât hakîkatini yaşadığı ilimde gark olması dolayısıyla kendisinin vehmî vücûdunu kaldırır. Bu vücûdu kaldırdıktan sonra onda Hakk’In hakîkî vücûdu zâhir olur. Ve netîcede o kimse vücûdsuz olur. Ve vücûdsuz olunca kendisinin vehmî tasarrufları kalmaz. Artık onun zuhûr yerinde tasarruf edici olan Hakk’ın hakîkî vücûdu olur. Nitekim hadîs-i kudsîde: “Kulum Ben onu sevinceye kadar nâfileler ile bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zamanki Ben onu severim, onun kulağı ve gözü ve dili ve eli olurum. Bundan dolayı Benimle işitir, Ben’imle görür, Ben’im ile söyler, ve Ben’imle tutar, ilh..” buyrulur.

ONİKİNCİ BÖLÜM

Beden Şehrindeki Bozuculara Yönelik Elçiler Beyânındadır

Ey kerîm Efendi! Bilesin ki, muhakkak hikmet, meliklerden aklı şehvetine gâlib olan kimse indinde, düşmanlarından bir düşmana ancak kavrayış ve zekâ ve cesâret ve vefâ ve sâdıklık ve dindarlık ve emînlik ve kuvvetli delîl ile ilim sâhibi ve konuşması etkili olan bir elçi gönderilmesini gerektirdi. Çünkü elçi kendisini gönderenin ve onun derecesinin delîlidir. Şimdi eğer bu vasıflar üzere olursa, muhakkak onu gönderenin en az bu derecede ve daha yüksek olduğu bilinir. Çünkü onu gönderen kimse bilmese idi ve onu idrâk etmeseydi, bu elçiyi başkalarından ayırt etmez idi. Ve eğer bizim bu vasfettiklerimizin tersi olarak yalancı ve hâin ve hevesine çok düşkün akılsız olursa, muhakkak onu gönderen ondan daha akılsızdır. Şimdi bu karar kılınca, ey kerîm Efendi, sen şehrin için bozucu olan ve kendisine itâat edilen hevâ melikine elçilerini tevfîk ve hüdâ ve fikir ve i'tibâr ve tedebbür ve sebât ve kasd ve hazm ve istibsâr ve tezekkür ve havf ve recâ ve insaf ve bu vasıfların benzerlerinden yap! İşte elçilerini böyle yapman sana yakışır. Düşmanlarına karşı elçilerini bunlar yapan melik felâh bulur; ve kâr eder; ve muazzam olur. Çünkü o bilir ki, zarûret hâlinde onlar düşmanını kesin kuvvetli delîl ile kahrederler. Ve genellikle şerre kasteden hevâ teslîm olup geri dönerek hayra kasteder. Ve mücâdele ve çarpışma külfetine yardım eder. Eğer senin üzerine bozucu olan ve mülkünün bozulmasına çalışan hevânın elçileri sana gelirse onlara sert muâmele etme! Çünkü elçilere ihânet idâresizliktendir. Ve hırs ve yalan ve hâinlik ve vefâsızlık ve korkaklık ve cimrilik ve câhillik ve kötülük ve âcizlik ve ahmaklık ve bu zemmedilmiş sıfatların benzerleri olan elçilerden biri sana gelirse, onlardan hemen nefret etme; ve onları kovma; ve onlara yumuşak söz ile söyle! Gözlerini sana dikerler ve seni dinlemeye meylederler. Tahtına, ya‘nî vücûd mülkünün tahtına otur; ve meclisinde sâdece aklın kalsın, diğerlerini meclisinden çıkart! Yardımcın olan akla emret, onlara senden tercüman olsun! Çünkü o idâre işine vâkıftır.

Bu on ikinci bölüm beden şehrindeki bozuculara mensûb olan elçiler ve bozuculara gönderilmiş olan elçiler beyânındadır.

Ey kerîm efendi olan rûh! Zâhir hükümette meliklerden hangisinin aklı nefsânî şehvetine gâlib oldu ise, o kimseyi hikmet, o kimsenin düşmanlarından bir düşmana, ancak çabuk kavrayan ve zekî ve cesâretli ve vefâkâr ve sâdık ve dindar ve emîn ve göstereceği delîli doğru olarak bilen ve etkili söz sâhibi olan bir elçi göndermesini gerektirdi. Çünkü iş görebilecek olan elçi ancak bu sıfatları taşıyan elçidir. Ve hikmet ancak bu vasıfları taşıyan kimsenin elçi olarak gönderilmesini gerektirir.

Ve elçi kendisini gönderen kimsenin hâline ve onun mertebesine delîldir. Ve elçi bu sayılan vasıflarda olursa, hiç şübhe yoktur ki, onu gönderen kimsenin en az bu derecede ve ondan yüksek olduğu bilinir. Çünkü onu gönderen kimse bu vasıfların ne demek olduğunu hâl olarak ve bizzât yaşayarak bilmeseydi ve bu vasıfları vasıfları idrâk etmeseydi, bu elçiyi bir çok adamların arasından ayırt etmez idi.

Ve eğer gönderilen elçi bizim vasfettiğimizin tersi olarak yalancı ve hâin ve nefsânî heveslere düşkün ve akılsız olursa, hiç şübhe yok ki, onu gönderen kimse ondan daha akılsızdır.

İşte bu söylediğimiz ma‘nâ karar kılınca, ey kerîm efendi olan rûh:

Cisim şehrini bozucu olan ve kendisine itâat edilen hevâ melikine elçilerini, güzel vasıf sâhibleri olan tevfîk ve hüdâ ve fikir ve i'tibâr ve tedebbür ve sebât ve kasd ve hazm ve istibsâr ve tezekkür ve havf ve recâ ve insaf ve bu vasıfların benzerlerinden yap!


  • “Tevfîk” bir işte muvaffak olmak,

  • “hüdâ” doğru yolu göstermek,

  • “fikir” bir işin fayda ve zararını düşünmek,

  • “i‘tibâr” ibret almak,

  • “tedebbür” tefekkür ile ilerlemeyi ve hareketi tercîh etmek,

  • “sebât” ma‘kūl bir işte devâm üzere olmak,

  • “kasd” niyet edilen husûsun icrâ edilmesine yönelmek,

  • “hazm” işinde basîret ve olgunlukla hareket etmek,

  • “istibsâr” işlerde açıklık taleb etmek,

  • “tezekkür” bir işi tekrâr tekrâr akıl görüşünden geçirmek,

  • “havf’ zarar ve tehlikeyi düşünmek,

  • “recâ” fayda ve kurtuluş ümîd etmek,

  • “insâf’ işlerde ifrât ve tefrîtin ortasını tercîh etmektir ki, adâlet ve i'tidâldir.

Ey rûh! Cisim iklîminde kuvvetli ve kendisine itâat edilen bir hükümdâr olan hevâya göndereceğin elçileri böyle sıfatlardan yapman lâyık ve uygun olur.

Ve düşmanlarına bu gibi vasıfları elçi olarak gönderen melik zâtında ve idâresinde selâmet bulur, ve mülküne zarar gelmesinden yana rahâtta olmakla kâr eder. Ve idâresi altındakiler ve düşmanları indinde ta‘zîm ve hürmete lâyık olur. Çünkü o hükümdâr bilir ki, zarûret hâlinde her hangi bir düşmanının saldırması hâlinde, bu elçiler o düşmana gösterecekleri kât’i ve apaçık delîller ile onun saldırısını engellerler.

Ve genellikle vücûd mülkünde işi gücü şerre kastetmekten ibâret olan hevâ, o gösterilen delîli kabûl edip, şerre yönelişinden döner ve hayra kasteder. Ve bu dönüşü sebebiyle senin, diğer saldıran düşmanlarına karşı mücâdele ve çarpışmanda da yardım eder.

Ve eğer sana karşı bozucu olan ve mülkünün bozulmasına çalışan bu kendisine itâat edilen hevâ melikinin, her biri hükümdârları gibi bozucu olan elçileri sana gelirse, sakın onlara karşı sert muâmele etme! Çünkü elçilere ihânet idâre usûlüne vâkıf olamamaktan kaynaklanır. Nitekim “elçiye zevâl olmaz” atasözü meşhûrdur. Örneğin hevâ tarafından sana hırs ve yalancılık ve hâinlik ve vefâsızlık ve cimrilik ve câhillik ve kötülük ve âcizlik ve ahmaklık gibi zemmedilmiş sıfatlardan bir elçi gelecek olursa, hemen nefret edip onları huzûrundan kovma; ve onlara güzel muâmele edip yumuşak sözle söz söyle! Sen bu sâyede onların işitmelerini ve bakışlarını alırsın, ya‘nî onlar senin sözlerine değer verip dinlemeye meylederler. Ve gözlerini sana dikerler. Durun bakalım, bu güzel şeyler söylüyor, dinleyelim, derler.



Bu gibi elçiler gelince, sen vücûd mülkündeki tahtına otur. Meclisinde ancak yardımcın olan aklı bırakıp diğerlerini dışarı çıkar. Ve akla emret ki, senin sözlerini onlara nakletsin ve sana karşı tercümanlık vazîfesini yapsın. Çünkü akıl fazlasıyla idâreye ve siyâsete vâkıftır. Ya'nî ey rûh, vücûd mülkünde senin tahtın kalbdir. Örneğin hırs elçisi geldiği zaman, kalbindeki diğer hâtıraları dışarı çıkar! Kalbinde yardımcın olan aklı ve elçi olan hırsı bırak; ve akıl vâsıtasıyla hırsın naklettiklerin dinle!

Şimdi eğer hırs elçilerden biri olup konuşursa, o ancak kendi hakîkati ile söyler. Bundan dolayı sana der ki: “İsmi hevâ olan ve kendisine itâat edilen bu melik kendi kuvveti altına dâhil olman için bizi sana gönderdi. Aksi halde savaş i‘lân et! Ve çok mal kazanmaya ve biriktirmeye hırslı olmanı ve şerîatin getirdiği şeye muhâlefet etmeni sana emretti.” Sen ona dersin ki: “Ey elçi, bizim indimizde senin rütben çok büyük ve derecen kerîmdir!” Çünkü o senden bunu işittiği zaman mutlu olur. Çünkü kendi sultânından bunun benzerini dinlemedi. “Fakat ey elçi, aklın ile buna biraz bak; ve kendinden yana insâf et! Allah hakkında ne dersin? O bizim Rabb’imiz midir, yoksa değil midir?” “Evvet Rabb’imizdir” der. Sen dersin ki: “Ey elçi, bu içinde bulunduğumuz yurttan, ya'nî dünyâ yurdundan, göçer miyiz, yoksa göçmez miyiz?” Der ki: “Biz ondan göçeriz.” Sen dersin ki: “Bizim göçümüz ve dönüşümüz Allâh’a mıdır, yoksa onun gayrına mıdır?” Sana “Allâh’adır” der. Sen dersin ki: “Allah Teâlâ şerîatına ve dînine muhâlif olan kimseyi ne ile vasfetti?” “Şakîlik ile” der. Sen ona dersin ki: “Ya kendisine itâat edeni?” “Saâdet ile” der. Ona dersin ki: “Seni Allah’dan bir şey ganî kılar mı?” “Hayır!” der. Sen dersin ki: “Ey hırs, sen bu hevânın gönderdiği bir elçisin. Bil ki, ben seni kendisinde Allâh’ın rızâsı olan şeye da'vet ederim. Farz et ki, mal istemeye karşı hırslı oldun ve olmadın, senin için yazılmış olan şeyin gayrı sâbit olur mu?” “Olmaz” der. Sen dersin ki: “Ey hırs, senin hakîkatin kalıcıdır, değişmez. Fakat onu itâate ve Rabb’ının rızâsı olan husûslara sarf et; ve onlara hırslı ol ki, o sebeplerle saîd olasın! Ve mal azdır; ve azlığı ile berâber fânîdir. Ve âhiret yurdu hayırlı ve çok büyüktür. Sen burada da hırssın, orada da hırssın. Senin derecene noksan gelmez.” “Evet” der; ve boyun eğer. Ve hırs ilim ve dîn yoluna yönelir. Bundan dolayı mülkün kuvvetlenir ve hevânın mülkü zayıflar. Ve onlardan hâinlik ve yalancılık ve günâh vb. her bir elçi ile böyle yap! Ve eğer bahis uzamasaydı onlardan her bir elçiye kendi derecesinin gereklerinden olan şeyle, hepsi teslîm oluncaya kadar, delîlleri nasıl getireceğini anlatırdık. Çünkü islâm asıldır. Onlar senin elçilerinin tersine olarak kendi asıllarına dönerler. Çünkü senin elçilerin ebeden aleyhine dönmezler. Ve onların son noktası hevânın onların sözlerini kabûl etmemesidir. Bundan dolayı onlar elleri boş olarak dönerler.

Şimdi bu hakîkatlere ârif ol! Ve ben sana düşmanının elçileriyle konuşmanın esâslarını beyân ettim. Ve bu bir örnekten diğerlerine delîl getirirsin. Ve işte bunun için günümüzde mürîdlerin felâh bulmalarının az olduğunu görürsün. Bu ise bu anlattıklarımıza vâkıf olamadıklarından dolayıdır. Ve onlar ancak sözü, bu elçiler üzerine idârenin dışında sertlikle söylerler. İşte bundan dolayı, sen onun için hayır yoluna girdiğini görürsün. Oysa onun için sâbitlik yoktur. Ve şeytan onunla eğlenir. Ve burada daha geniş hakîkatler vardır ki, onların beyânının sınırı yoktur. Bundan dolayı sözü kısaltmaktan yana olan maksadımızdan bizi dışarı çıkarır korkusuyla onlara dalmayı terk ettik. Ve bu kadarı yeterlidir. Bundan dolayı ondan faydalan! İnşâallâh doğru yolu bulursun!...

Ya'nî hırs hevânın elçilerinden biri olarak gelip konuşursa, o ancak hakîkati ile söyler. Çünkü her şeyin bir hakîkati sâbittir. Ve her bir şey hakîkatinin tersine söz veyâ fiil gösteremez. Bundan dolayı hırs da söze başlarsa, ancak hakîkatine lâyık ve uygun olan ma'nâyı gösterir de sana der ki:



  • “Vücûd mülkünde hevâ denilen ve kendisine itâat edilen melik, kendi kuvveti ve saltanatı altına dâhil olman için, beni sana elçi olarak gönderdi. Ve çok mal kazanmaya ve biriktirmeye hırslı olmanı ve zekât ve sadaka gibi şerîatın getirdiği şeye muhâlefet etmeni sana emretti. Eğer sen bu emri kabûl etmezsen ona karşı savaş i‘lân et!”

Sen onun bu sözlerine karşılık hiddetlenmeyip sâkin bir şekilde dersin ki:

  • “Ey elçi, bizim indimizde senin merteben çok büyük ve değerin kerîmdir.”

O hırs sıfatı senden bu yumuşak sözleri işittiği zamant, aslî haşinliği sâkin olur ve mutlu olur. Çünkü kendi sultânı olan hevâdan böyle bir söz işitmemiştir. Çünkü hevâ, hırs sıfatını av köpeği gibi kullanır. Sen sözüne devâm ile ona dersin ki:

  • “Ey elçi, aklın ile şuna bir bak; ve baktığın şeye de kendinden adâlet ve insâf eyle ki, Allah hakkında ne dersin? O bizim Rabb’imiz midir, yoksa değil midir?” Hırs insâf edip

  • “Evet, Rabb’imizdir” der. Sen yine ona dersin ki:

  • “Ey elçi olan hırs, bu içinde bulunduğumuz yurttan, ya‘nî dünyâ yurdundan, göçer miyiz, yoksa gömez miyiz?”

  • “Biz ondan göçeriz” diye cevap verir. Yine ona dersin ki:

  • “Bizim göçümüz ve dönüşümüz Allâh'a mıdır, yoksa O’nun gayrına mıdır?” Sana

  • “Allâh’adır” diye cevap verir. Tekrar sen ona dersin ki:

  • “Allah Teâlâ şerîatına ve dînine muhâlif olan kimseyi ne ile vasfetti?”

  • “Şakîlik ile” der. Sen yine ona dersin ki:

  • “Seni Allah’dan bir şey ganî kılar mı?”

  • “Hayır, kılmaz; ben O’na muhtâcım” der. Sen dersin ki:

  • “Ey elçi olan hırs, sen hevâ tarafından gönderilmiş bir elçisin. Ve hevânın hakîkati ilâhî emre muhâlefet olduğundan seni de bu işe me’mûr etti. Oysa ben seni Allâh’ın râzı olduğu şeye da’vet ederim. Farz et ki, mal istemeye hırslı oldun, veyâhut olmadın; senin için ezelde yazılmış olan şeyden fazlası sâbit olur mu?” Hırs

  • “Evet, olmaz” der. Sen tekrâr dersin ki:

  • “Ey hırs, senin hakîkatin kalıcı ve sâbittir, aslâ değişmez. Fakat o hakîkatini itâata ve Rabb’in rızâsı olan husûslara çevir! Ve saâdetine sebep olacak şeylere hırslı ol. Ve dünyâ malı azdır. Ve azlığıyla berâber devamlılığı yoktur, fânîdir. Farz et ki, milyonlarca altın topladın, sonun ölüm. Ve yaşadığın zamanlardaki nafakan dahi bir kaç lokmadan ibâret değil mi? Bunları toplamak için çektiğin zahmet ve zorluk neye yarar? Ve âhiret yurdu hayırlı ve daha büyüktür; çünkü bakâ yurdudur. Ve ondaki cemâlî tecellîler dünyâ yurdundaki gibi sınırlı olmayıp sonsuzdur. Ve sen burada da hırssın, orada da hırssın. Ya‘nî sen dünyânın süprüntülerini toplamaya çalıştığın zaman da sana hırs derler; ve âhirete âit sevâba çalıştığın zaman da sana yine hırs derler. İsmin ve hakîkatin aslâ değişmez. Bundan dolayı senin değerine noksan gelmez.” Hırs, bu hitâbları işittiği zaman:

  • “Evet, dediklerin doğrudur!” der.

Boyun eğerek ilim ve dîn yoluna yönelir. Bu şekilde sende faydalı ilimler ve güzel ahlâk oluşup bu sâyede mülkün kuvvetlenir; ve hevânın mülkü ve tasarrufu zayıflar.

Ve onlardan, ya‘nî hevânın elçilerinden olan hâinlik ve yalancılık ve günahtan vb... her bir elçi ile aynı muameleyi yap! Ve eğer bahis uzamasa hevânın relçilerinden her bir resûle, kendi mertebesinin ve değerinin gereği olan şeyle, hepsi teslîm olup boyun eğinceye kadar, onlara karşı ne şekilde delîller getireceğini anlatırdık.

Şerh edici ben fakîr de bir örnek vereyim:

Örneğin hevânın elçilerinden yalan elçi olarak gelse, ona da yukarıda îzâh edilen ön bilgileri beyân ettikten sonra dersin ki:



  • “Sen dünyâda da yalansın, âhirette de yalansın. Senin hakîkatin kalıcıdır ve sâbittir, aslâ değişmez. Fakat o hakîkatini itâate ve Rabb’inin rızâsına çevir! Örneğin iki mü’minin arasını ıslâh etmeye çalışıp, gazabın sürüklemesiyle birbirlerinin aleyhinde söyledikleri sözü inkâr et! Belki her birinin mizacına uygun gelecek sözler söylenmiş olduğundan bahisle, o sözleri uydur! Çünkü “İşi ıslâh edecek olan yalan, fitne koparan doğrudan daha iyidir” denilmiştir. İki mü’minin arasını bu şekilde barıştırmaya muvaffak olursan “fe aslihû beyne ehaveyküm” ya’nî “kardeşlerinizin arasını ıslâh ediniz” (Hucurât, 49/10) ilâhî emrine uymuş ve bu sebeple âhiret saâdetine nâil olmuş olursun. Ve sen ister âhiret sevâbına nâil olmak için ve ister dünyevî süprüntüleri elde etmek için zâhir ol, her iki şekilde de yalansın. Fakat dünyânın fânî oluşu yönüyle bu husûsdaki amelin hebâ olmuştur. Ve âhiretin bâkî oluşu yönüyle bu husûsa sarfettiğin amelin korunmuştur.”

Yalan sıfatı da bu akla yatkın hüküm netîcesinde sana boyun eğip, sende bir güzel huy ortaya çıkar; ve aynı şekilde mülkün kuvvet bulur.

Sonuç olarak hevânın elçileri, insânî vücûd mülkünü harâb edecek olan bir takım zemmedilmiş sıfatlardan ibâret olup onlardan herbirinin hakîkati sâbittir. Bunların tam bir şekilde mahvedilmesi ve ortadan kaldırılması mümkün değildir. Çünkü hakîkatleri değiştirmek mümkün değildir. Ancak onları vücûd mülkünün ıslâh edilmesinde kullanabilmek lâzımdır. Örneğin kimyâda “arsenik” dediğimiz öldürücü bir zehirdir. Fakat tabîbler vücûdun ve hastalığın gereğine göre onu belirli bir oran içerisinde devâ olarak kullanırlar. Onun bu şekilde kullanılması, insanı öldürmediği gibi, insan vücûdunun ıslâhına ve hayâtının devâmına sebep olur. Yalnız her şeyde olduğu gibi bunların tatbîkatında da ilim ve zekîlik ve kavrayış lâzımdır.

İşte hevânın elçilerine böyle delîl getirilince onlar birer birer teslîm olurlar ve boyun eğerler. Çünkü islâm asıldır; ve “islâm” boyun eğmedir. Nitekim hadîs-i şerîfte “Hiç bir doğan yoktur ki islâm fıtratı üzerine doğmasın! Sonra onu ebeveyni Yahûdî ve Nasrânî ve Mecûsî yapar” buyrulur. Bundan dolayı her şey boyun eğme fıtratı üzere var olmuş olup, çevresinde onu terbiye edenler kendi tavırlarına boyun eğdirirler.

Ve hevânın elçileri de kendi hakîkatleri içerinde gerek sana ve gerek hevâya boyun eğme isti‘dâdındadır. Onlar senin elçilerinin tersine olarak kendi asıllarına dönerler. Ve bu dönüşleri hevânın aleyhine geri dönmekle olur. Çünkü sana boyun eğdiklerinde hevâya muhâlefet etmeleri tabîî olur. Fakat senin elçilerin ebeden senin aleyhine geri dönmezler. Çünkü senin elçilerin övülmüş sıfatlardan ibâret olup onları hevâya gönderdiğin zaman, hevâ onlara senin yaptığın gibi onları delîl ile kendine boyun eğici kılamaz. En çok onların sözlerini ve da‘vetlerini kabûl etmez, işte bu kadar! Böyle olunca senin elçilerin elleri boş olarak senin tarafına dönerler. Çünkü onların zemmedilmiş sıfatlara dönüşmeleri imkânsızdır. Ve çünkü zemmedilmiş sıfatlar asıl değil, geçicidir. Ve geçici sıfatlarda asıl olan yokluktur.

Şimdi bu hakîkatlere ârif ol! Ve işte ben sana düşmanın olan hevânın elçilerine ne şekilde muâmelede edeceğini ve ne şekilde konuşacağını beyân ettim; ve bir de örnek verdim Ve bu bir örnekten diğerleriyle yapacağın muâmeleye delîller çıkarırsın.

Ve bu hakîkatleri bilmek ve gerektiğinde uygulamak mürîdlere çok lâzımdır. Ve işte bu hakîkatlere vâkıf olmadıkları için günümüzde tarîkatta mürîdlerin felâhlarının pek az olduğunu görürsün. Çünkü onlar hevâ tarafından elçi olarak gelen fenâ bir hâtırayı önce güzellikle kabûl edip onu boyun eğdirerek hayır işlerinde kullanma usûlünü bilmezler. Ve böyle bir hâtıra gelince hemen ürküp idâre usûlüne riâyet etmeksizin:



  • “Def ol, ben senin naklettiklerine kulak vermem!”

gibi sertlikle muâmele ederler; ve kaba sofuluk gösterirler. İşte her hangi bir mürîdin böyle muâmelesinden dolayı sen onu, hayır yolu olan bir tarîkata girmiş ve sülûk ettiği halde, yükselmesinde sâbit ayak olarak görmezsin. Ve o kimse kendisini tarikat ve sülûk erbâbından zanneder. Oysa o kimse tarîkattan bir koku almamıştır. Şeytan onunla istihzâ eder; ve onu kukla gibi oynatır.

Ne'ûzü billâh!...”

Ve bu bahisde bir çok mürîdlerin böyle hayır yoluna girmekle berâber sâbitliğinin olmaması, isti‘dâd gereği olması ve bütün zemmedilmişlerin ve övülmüşlerin hakîkatte Hakk’a dönmesi gibi bir çok geniş hakîkatler vardır ki, onların beyânı birbiri ardınca süren ayrıntıları gerektirdiğinden, sınır kabûl etmez. Bizim maksadımız ise kısa kesmektir. Eğer bu geniş hakîkatlerin beyânına girişirsek, maksadımız olan kısa kesme dâiresinden çıkma ve bu sebeple zihinleri karıştırma korkusu vardır. Bundan dolayı bu bahislere dalmaktan vazgeçtik. Zekâsı keskin olanlara bu kadarı yeterlidir.

Şimdi ey zekî okuyucu! Sen bizim beyân ettiğimiz şeyler ile amel et! Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin yüce irâdesi bağlanırsa doğru yolu bulursun.



Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin