ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Düşmanla Karşılaşma Ânında Savaşların İdâresi ve Orduların Tertîbi Beyânındadır.
Ey kerîm efendi, şerefli zâtının muhâfaza edilmesinden ayrılma! Bundan dolayı indindeki mevzi'in en nezîhine yönel; ve onu kuvvetlendir; ve onu gerekli kıl; ve onu sâkinliğin için mevzi‘i edin! Haberin olsun, o Kürsî’dir ki, iki ayağı olan mevzi‘dir. Ve bu menzil sünnet mekânıdır. Ve mâni’ olucu ve himâye edici ve zirvesi yüksek olan şerîat kalesidir. Ve bizzât savaşa kalkışma! Çünkü sen helâk olursun, mülkün helâk olur. Ve eğer sen hazretinde kalıp da bahsettiğimiz ve sana tertîb ettiğimiz kumandanların ve emîrlerin ba'zılarını savaşmak için yöneltirsen, onlar hezîmete uğrasalar bile sen kalırsın. Ve mülkün ve senin indindeki erler ve senin yardım ettiğin ordular geriye kalır. Görmez misin? Dal kuruduğu ve kesildiği zaman kök onu telâfî eder ve dallanır. Ve eğer kök bozulursa, ağacın hepsi helâk olur. Şimdi melik mülkün köküdür; ve devlet cisimdir; ve onun rûhu meliktir. Şimdi ne vakit rûh helâk olursa cisim de helâk olur. Ve cisimde bir şey bozulduğu ve rûh geriye kaldığı zaman, tabîb onu ıslâh eder. Ve tedbîr senin tabîbindir. Bundan dolayı kendini muhâfaza et; ve tuzağa düşerek onunla düşmanına karşı çıkma! Düşmanın senin üzerine geldiği ve senin ve onun orduları karşılaştığı zaman ilim sâhilinde dur! Daha sonra himmet asâsı ile bu ilim denizinin yüzüne vur! Sana bir yol açılınca oraya gir! Çünkü düşmanın senin izini ta’kîb edecektir. Çünkü ilim, reislik ve kibir kapısıdır. Ve şeytan ona tamah ettirir. Bundan dolayı düşman arkandan ilim denizinin ortasına gelince, o zarûrî olarak onun üzerine kapanır. Böyle olunca çatışma ve vuruşma olmaksızın boğulur. Ve işte bunun için âlimlerin ba'zısı “İlmi Allah’ın gayrı için taleb ettik, ilim çekindi. Bizi ancak Allâh’a döndürdü” dedi. Ve bu ilâhî hîlenin en güzelindendir; ve Allah Teâlâ hîle edenlerin hayırlısıdır. Çünkü Firavun Mûsâ’nın peşinden gitti; ve Allâh’ın hîlesini görmedi de helâk oldu. Eğer sana düşmanın “İlim taleb et, tâ ki zamânının nebîleri üzerine yükselesin; ve melikler sana karşı alçak gönüllü olsunlar; ve halk sana muhtaç bulunsun” derse bu, şeytânî emirdir, deme! Düşmanını hemen farket; fakat ilim talebini hızlandır! Çünkü şeytan ve senin hevân amel yeri olmayan amelin ile ferahlanırlar. Ve muhakkak ilmin, kendi hakîkatinin verdiğinin dışında bir şeyi kabûl etmeyişi onlardan gâib oldu. Ve bu mes’elede İblîs’te gözüken cehâlet budur ki, o ilim ile dalâlette bırakacağını hayâl etti. Ve “kâle ene hayrun minhu, halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn” (A‘râf, 7/12) ya'nî “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten halk ettin ve onu topraktan halk ettin” sözünü zannetti. Ve muhakkak kulluk yolu üzerinde Allâh’ın gayrı için secde etmek böyledir. Oysa bunun hepsi salt cehâlettir, ilim değildir. O ise onun ilim olduğunu hayâl etti de, ilim ile dalâlette bıraktım, dedi. İşte bunun için ilim taleb ettirmeye hırslandı. Oysa bilmez ki, ilim onun ayıbını ve cehâletini ortaya çıkarır.”
Ey kerîm efendi olan rûh! İlâhî halîfeliği taşıyıcı olması i'tibârı ile şerefli olan zâtının muhâfazasına devâm et! Bundan dolayı nezdinde bulunan mevzi’lerin en pâk ve nezîhine yönel; ve o mevzi'i kuvvetlendir; ve o mevzi'e devâm et! Ve o mevzi'i kendin için sâkin olacağın bir mahal olmak üzere seç ki, orada kendini muhâfaza edebilirsin. Seni îkâz edeyim va haber vereyim ki, o Kürsî mevzi’idir, ya'nî bağlanmış olduğun nefsânî kesîf vücûddur. Ve o Kürsî iki ayağı olan mevzi'dir, ya'nî ilâhî emir ve yasakların bağlandığı bir vücûd mertebesidir. Ve bu menzil sünnet mekânıdır; ve şerîat kalesidir. Ve bu kale seni himâye eder; ve düşmanın saldırmasına engel olur. Zirvesi yüksek olduğundan düşman oraya çıkamaz.
Bilinsin ki, şerîatın sonsuz faydalarından biri de rûhun bağlandığı unsûrî kesîf vücûdun sür'atle bozulmasına mâni' olmaktır. Örneğin şerîat sarhoşluk veren içecekleri men' etmiştir. Şerîatın bu yasağından çekinmeyenlerin tutuldukları hastalıklar doktor raporlarıyla sâbit ve binlerce nümûneleriyle meydandır. Ve aynı şekilde şerîat domuz eti yenilmesini yasaklar. Buna devâm edenlerin “tirişin” illetine mübtelâ oldukları tıbbî araştırmalar ile ortaya çıkmıştır. Ve aynı şekilde şerîat şehvetin giderilmesinde isrâf edilmemesini tavsiye; ve zinâ ve livâtayı men' eder. Ve bu isrâfa tutulanların türlü bulaşıcı hastalıklar ile hastalandıkları tıbben sabittir. Ve zinânın çokluğu toplumsal bir belâdır. Ve aynı şekilde şerîat kumarı men' eder. Bu yasaklardan çekinmeyenlerin hayâtta ne ağır cezâlara tutuldukları binlerce numûnesiyle sâbittir.
Sonuç olarak şerîatı koymuş olanın emir ve yasakları dünyâ ve âhiretçe, seni düşmanın olan İblîs’in sataşmasından muhâfaza etmek için konulmuştur. Ve bu emir ve yasaklar, bu âlemde taayyün etmiş olup, bütün ilâhî isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına müsâid olan izâfî kesîf vücûdun gereğinden dolayı konulmuştur.
Ve bu kesîf vücûdun gereği hayvâniyyete meyildir. O bu âlemde hiç bir kayıt ile kayıtlanmaksızın dik kafalılıkla hareket etmek ister. Ve onun böyle dik kafalılıkla hareket etmesi helâkine sebep olur. Onun helâki hâlinde de, insânî sûretten beklenen ve istenen olan gâye yitirilmiş olur. Düşmanın maksadı da ancak budur. Nitekim ezelde kendisini vücûda getirene karşı böyle ahd ederek “Kâle fe bi izzetike le ugviyennehüm ecmaîn” (Sâd, 38/82) ya'nî “İzzetin hakkı için ben onların hepsini ayartayım ve azdırıp yoldan çıkarayım” demiştir.
Ey kerîm efendi olan rûh! Bu unsûrî cisim senin için Kürsî’dir. Ve bu Kürsî îzâh ettiğimiz şekilde emir ve yasakların bağlandığı bir mevzi'dir. Ve bu emir ve yasakların menzili sünnet mekânıdır, ya'nî şerîatı getirmiş olan Hz. Resûlullah (sav) Efendimiz’in sözlerinin ve fiillerinin ve yüksek hallerinin tatbîk mahallidir. Ve değerli sünnetler düşmanın saldırmasına mâni' olan bir himâye edicidir; ve zirvesi yüksek olan şerîat kalesidir.
Şimdi sen bu kaleye sığınıp düşmanın saldırması hâlinde bizzât savaşmaya kalkışma ve savaşı bizzât idâre etme! Çünkü sen helâk olursun, mülkün de harâb olur. Çünkü memleket idâresi çözülmeye uğrar. Ve hükümet reîsinin helâki üzerine memleketin nüfûzlu olanları ayrı ayrı bağımsızlık hevesine düşerler. Ve bu idâre dağınıklığından düşman faydalanarak mülkünü tam ele geçirir.
Fakat savaş esnâsında hazretinde, ya'nî kalbgâhda kalıp da yukarıda bahsettiğimiz şekilde sana tertîb ettiğimiz, kumandanlarının ve emîrlerinin îcâb edenlerini savaşmak için düşmana yönlendirirsen, onlar hezîmete uğrasalar bile sen kalırsın. Ve senin indindeki erlerin ve idâre ettiğin ordularının diğer bir kısmı geriye kalır. Daha sonra gereken tedbîri alırsın. Ve mülkün dağılmaktan kurtulur.
Görmez misin? Bir ağacın dalı kuruduğu veyâhut kesildiği vakit kök onu telâfi eder ve yeniden dallanır. Ve eğer kök çürüyüp bozulursa, ağacın tamâmı helâk olur ve kurur. Melik ve hükümet reîsi mülkün köküdür; ve devlet cisim mesâbesindedir; ve onun rûhu melik ve hükümet reîsidir. Bundan dolayı ne zaman rûh helâk olursa cisim de helâk olur.
Ve cisimde vücûd a’zâlarından biri bozuk olduğu ve rûh geriye kaldığı vakit tabîb onu ıslâh eder. Ve tedbîr senin tabîbindir. Bundan dolayı tedbîr vâsıtasıyla kendini muhâfaza et! Ve tuzağa düşerek bizzât kendin düşmanla savaşma ve bizzât düşmana karşı çıkma! Ve düşman ordusuyla senin üzerine geldiği ve senin orduların ile düşmanın ordusu karşılaştığı vakit, sen ilim denizinin kenârında dur! Ondan sonra himmet asâsı ile bu ilim denizinin yüzeyine vur! Bu ilim denizinden sana bir yol açılınca, hiç tereddüd etme, bu yola gir! Çünkü düşmanın seni ta'kîb edecektir.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber;
-
“Rûh”u cenâb-ı Mûsâ’ya;
-
ve İblîs’i de Firavun’a;
-
ve “ilmi” de “deniz”e benzetmişlerdir.
Nitekim Firavun kendi tâbi'leriyle Mûsâ (as)ı Kızıldeniz’in sâhiline kadar ta'kîb etmiş; ve cenâb-ı Mûsâ asâsı ile denize vurup kendisine bir yol açılmakla o yola dâhil olarak karşı tarafa geçmiş; ve Firavun da onu ta'kîben bu yola girmiş ise de deniz kapanıp helâk olmuştur.
Rûhun da İblîs’in saldırması hâlinde ilim denizinden açılacak bir yola girmesi îcâb eder. Çünkü “ilim” reîslik ve kibir doğuracağından ve Benî Âdem’in helâki reîslik ve kibir sebebleriyle olduğundan şeytan Benî Âdem’in ilim tarafına meylini pek fazla arzû eder; ve onu reîslik ve kibir sebepleriyle helâk etmeye çalışır. Bundan dolayı sen ilim sâhiline gelip açılan yola girince düşman da arkandan gelir. Ne zamanki ilim denizinin ortasına gelir, deniz onun üzerine kapanır, çatışma ve vuruşma olmaksızın kolaylıkla boğulur ve helâk olur.
Ve işte bu hakikate binâen âlimlerin ba'zıları:
-
“İlmi, Allâh’ın gayrı için taleb ettik; ilim çekindi ve bizi ancak Allâh’a çevirdi” dedi.
Ya'nî biz ilmi reîsliğe nâil olmak ve insanlara üstünlük kurarak bu sâyede dünyevî ni’metlere ve refâha ulaşmak için istedik; ilim tahsîl ettikçe bu maksad kayboldu gitti. Ve ilim bizi Allâh’ın gayrı olan bu maksada ulaşmaktan ferâgat etti. Ve nihâyet bizim elimizden tutup halk edilişimizin aslî maksadı olan ma'rifetullâha sevk etti.
Bu sözün doğruluğu bir çok örneklerle açıkça gözükmektedir. Nitekim felsefe, kîmyâ, matematik ve astronomi gibi ilimlerin mütehassısları ve muhtelif meslek erbâbı, bu ilimleri ve fenleri kişisel hırs ve servet kazanmak maksadıyla öğrenmeye niyet ettikleri halde, netîcede hakîkî vücûda getiriciyi idrâk ile vahdet-i vücûdu tasdîk etmeye mecbûr kalmışlardır.
Ve bu hâl ilâhî hîlenin en güzelindendir. Ve Allah Teâlâ hîle yapanların hayırlısıdır. Çünkü aslî maksadı olan ma'rifetullâhın gayrına niyet etmek şerrdir; ve şerre ulaşamamak ise hayırdır. Ve şerre kastedildiği halde netîcede hayır çıkması ilâhî mekrin en güzel olan kısmındandır. Bu ise ilmin özelliğidir. Ve Hak Teâlâ hazretlerinin “hel yestevîllezîne ya’lemûne vellezîne lâ ya’lemûn” (Zümer, 39/9) ya'nî “Bilen ile bilmeyen bir olur mu?” buyurmasındaki hikmetin sırrı budur.
Şimdi İblîs Benî Âdem’i ilme teşvîk edip, onu o ilim sahasında dalâlette bırakmak için arkasından gelir. Fakat ilmin özelliği netîcede insanı ma'rifetullâha sevk etmek olduğundan İblîs dâlalette bırakma kastını îfâ edemez. Şerri istediği halde netîcede hayır ortaya çıkar.
Ve nitekim Firavun Mûsâ’nın izini yeterli görerek denizde açılan yola girdi; ve deniz kapanarak kendisi helâk oldu. Eğer deniz kapanmayıp Hz. Mûsâ’ya yetişseydi, onunla savaşıp çarpışacak idi. Ülü’l-azm bir şân sâhibi peygamber ile çarpışmak ise salt şerr idi. Ve onun, bu şerrin gerçekleşmesine mâni' olan helâki ise hayrın aynı idi. Özellikle boğulacağını idrâk ettiği vakit “âmentu ennehu lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâîle” ya’nî “Îmân ettim, İsrâiloğullarının îmân ettiği o ilâhtan başka ilâh olmadığına” (Yûnus, 10/90) dedi. Ve îmân ettikten sonra boğuldu. Ve bu şekilde Allah’ın mekrinden gâib oldu.
Şimdi eğer düşmanın sana:
-
“İlim taleb et, tâ ki zamânının nebîlerinin üzerine yükselesin! Ve melikler senin önünde alçak gönüllü ve mütevâzî olsunlar; ve halk sana muhtaç bulunsun!” derse;
Sakın, bu şeytânî bir iştir deyip ilim tahsîli yolundan yürümekten yüz çevirme; ve düşmanın bu nakildeki kastını farket ve ilim talebini hızlandır! Çünkü düşmanın olan İblîs ile senin hevânın ferahı ve mutluluğu, ancak senin male yeri olmayan amelin iledir. Ve ilim ise amel yeri olmayan bir ameldir. Ya‘nî sen ilim öğrenmekle meşgûl olduğun vakit, başka türlü amel ile meşgûl olmaya vaktin müsâid olmaz. Vakitlerini ilim öğrenmek işgâl eder. Düşmanların seni başka amelden alıkoydukları için sevinirler. Oysa o zavallılar bilmezler ki, ilim kendi hakîkatinin verdiği şeyin dışında bir şeyi kabûl etmez.
Ya'nî ilim öyle bir şeydir ki, yukarıda îzâh edildiği üzere netîcede ma'rifetullâha ulaştırır. Onun hakîkatinin verdiği şey ancak budur. Bundan dolayı bu mes’elede, ya'nî ilme teşvik ve rağbet ettirme mes’elesinde, İblîs’in câhilliği ilim ile dalâlette bırakmayı hayâl etmesidir. Oysa ilmin hakîkatinin dalâlete değil, hidâyete sevk ettiğini İblîs bilemedi. Çünkü İblîs’in bâtın gözü kördür, hakîkate bakamaz. O yalnız zâhir göz sâhibidir. “Şeytanın bir gözü kördür” denilmesi bu i'tibâr iledir.
Ve İblîs’in sâdece zâhiri görücü olup hakîkati görmemesini ıspatlayan delîllerden biri de Âdem’e secde ve boyun eğme ile emredildiğinde “kâle ene hayrun minhu, halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn” (A'râf, 7/12) ya'nî “Ben Âdem’den hayırlıyım. Çünkü beni latîf olan ateşten ve onu kesîf olan topraktan halk ettin” diyerek ona boyun eğmeyi kabûl etmemesidir. İblîs bu sözünün ilme dayandığını zannetti. Oysa Hak Teâlâ meleklere “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyurmuş ve İblîs dahi melekler arasında bu hitâbı duymuş idi. Halîfe ise kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı geçerli olan şey, Allâh’ın halîfesi olan Âdem’in zâhiri değil, bâtınıdır. Meleklerin Âdem’e secde ve boyun eğme ile mükellef olması, onun hakîkatine göredir. Bâtın gözü kör olan İblîs, Âdem’in hakikatini göremediği için, hakîm ya’nî herşeyi yerli yerinde yapan Mûcid’i olan Allah Teâlâ hazretlerinin emrine muhâlefetle kulluk yolu üzerinde yürüyemedi. Gurur ve kibiri buna da mâni' oldu.
Fakat Âdem taştan ve topraktan binâ edilen Ka'be’ye secde ile emredildiği vakit bu, Allâh’ın gayrına secde edilmesi câiz değildir, demedi. Kulluk yolu üzerinde yürüyerek Ka’be’ye secde etti. Ve “Beni halîfe olarak halk ettin; ve sekiz ilâhî sekiz sıfatının mazharı kıldın. Ve ma’denden ibâret olan Ka’be’nin taayyünü ile benim taayyünüm arasında fark vardır. Ben yükseğim, o düşüktür. Niçin ona secde edeyim” diyerek dik başlılık etmedi. Çünkü Âdem bilir ki, Hak Teâlâ hazretleri Hakîm’dir. Onun emrine karşı kıyâs yapmak kötü edebdir. Kulluk ancak emre uymaktır.
Şimdi İblîs’in yukarıdan beri îzâh edilen halleri hep salt cehâlettir, ilim değildir. O ise onun ilim olduğunu hayâl etti de, ben Âdem’i ilim ile dalâlette bıraktım, dedi. Bu sebeple Benî Âdem’i ilim taleb etmeye teşvîk etti. Oysa bilmez ki, eğer Benî Âdem ilminde derinleşirse, bu ilim onun ayıbını ve cehâletini ortaya çıkarır. Ve netîcede Âdem, dalâlete düşmek şöyle dursun, belki hidâyet bulur.
SORU: Hak Teâlâ hazretleri “E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin” (Câsiye, 45/23) ya'nî “Hevâsını ilâh edinen kimseyi görmez misin? Allah Teâlâ onu ilim üzerinde dalâlette bırakır” buyurur. Bundan ilim üzerinde de dalâlette kalınacağı anlaşılır. Oysa ilim hidâyete sevk eder, denildi.
CEVAP: Hidâyete sevk eden ilim kâmil ilimdir. Noksan ilim dalâlette bırakır. Nitekim İblîs’in hâlin zâhirine bakarak olan kıyâsı da bir ilim idi. Fakat noksan bir ilim olduğundan cehâlet ile karışık oldu. Bundan dolayı bu noksan olan ilim aslâ ona fayda vermeyip ilâhî huzûrdan kovulmasına sebep oldu.
Şimdi hevâsını ilâh ve kendi üzerinde tasarruf edici edinen kimse, noksan ilim ile yetinmiş olacağından, ona bu ilmini tamamlaması tavsiye edilse, kendisini kâmil bir âlim zannetiğinden, bunu kabûl etmez. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerîmenin devâmında “ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh” ya’nî “Ve onun işitmesini ve kalbini mühürledi. Ve onun görmesinin üzerine perde çekti” (Câsiye, 45/23) buyrulmuştur. Ve bu noksan ilim cehâletin aynıdır. Ve bu ilim ile vasıflanmış olan kimse cehl-i mürekkeb sâhibidir. Ya’nî “Bilmez, bilmediğini de bilmez.”
Ve ey efendi, hayırlı isteklerin hepsine, düşmanın seni hırslandırdığı vakit, böyle bozuk maksadlar iledir. Şimdi onlardan vazgeçme! Çünkü riyâkârca yapılan amel, amelsiz muhlisten daha güzeldir. Çünkü amel, hâlis olmasa bile, devâmlı olduğu vakit, elbette kalbe bir nûr hâsıl eder ki, bir an gelir onu ihlâsa döndürür. Bundan dolayı onun geçmişteki bütün amelleri makbûl olur. Ve işte bunun için düşmanın hüznü ve üzüntüsü çok olur. Çünkü o seni, hakkında hasenâta dönen bu amellere hırslandırmıştır, bunu böyle bilesin!
Düşmanla karşılaşma ânında orduların tertîbine gelince, bundan önceki bölümde anlattığımız gibidir. Bundan dolayı sen seçkinlerinle berâber kalbde ol! Çünkü bu, manzara düşmana korku veren şeydendir. Çünkü Allah Teâlâ onu uzaklaştırır, ebeden seninle çarpışmaz; ve ancak sana hâinlik yapmayı ister. Ve muhakkak onun çarpışanları, ancak mülk ile berâber olup senin aleyhinde ve lehindedir. Ve kabûl ve red etmek senindir. Ve ayrıntılı bir şekilde tertîb, onun genişliğinden dolayı bu acele yazılmış risâleyi zorlar. Ve düşmanın çarpışmasının yokluğundan dolayı onda fayda yoktur. Şimdi onunla senin gâyen hâinlik mevzi’ilerinden kendini korumandır. İyi anla!
Ey kerîm efendi olan rûh! Düşmanın olan İblîs’in bütün hayırlı isteklere seni teşvîk etmesi ve hırslandırması böyle bozuk maksadlara dayalıdır ve şeytânîdir; elbette bozuk bir maksadı vardır, diyerek o hayırlı işten yüz çevirme!
Örneğin sana der ki: “Sadaka ver, halk görsün ve sana kerîm desinler. Yâhut halkın sana emânet ettiği mala tecâvüz etme ki, halkın bakışında muhterem olasın. Ve işitenler seni övüp senâ etsinler!”
Sen bunları Hak için değil, halk için yapsan bile, şerîatın makbûl saydığı bu amellerde ihlâs yoktur; Bundan dolayı Allah indinde mükâfâtı yoktur, diyerek terk etme! Eğer terk edersen muhlis-i battâl, ya'nî amelsiz bir muhlis olursun. Çünkü riyâkârca amel eden bir kimse, amelsiz muhlisten daha güzeldir. Çünkü amel hâlis olmasa, ya'nî Hak için olmayıp halka hoş görünmek için olsa bile, mâdemki o amel şerîata uygun olan bir ameldir; ona devâm edildiği vakit, elbette kalb için bir nûr oluşturur. Ve o nûr bir an gelir sâhibini ihlâsa döndürür. Ve ihlâsı sebebiyle de geçmiş riyâkârca amellerinin hepsi Allah indinde makbûl olur.
Ve düşman nakillerinin boşa gittiğini görmekle çok mahzûn ve üzüntülü olur. Çünkü o bîçâre seni ve mülkünü bozmaya çalıştığı halde seyyiât hasenâta çevrildi. Ey kerîm efendi olan rûh, bunu böyle bil de, her ne kadar riyâkârca da olsa, şerîata uygun olan amelleri kendin terk etme!
Düşmanla karşılaştığın vakit, ordunun tertîb şekline gelince, bunu önceki bölümde îzâh ettik. Bundan dolayı oradaki beyânlarımız yönüyle sen seçkinlerin olan kuvvetler ile kalbde ol, bizzât savaşa girme! Bu vaz'iyyet, görünüşü düşmana korku veren bir vaz'iyyettir. Çünkü bu manzaranın verdiği korku sebebiyle Allah Teâlâ onu kalbgâha hücûmdan uzaklaştırır; ve ebeden bizzât seninle çarpışmaya cesâret edemez. Ve o ancak sana karşı hîle ile hâinlik yapmayı ister. Nitekim hîleleri yukarıda îzâh edildi.
Ve muhakkak onun çarpışanları, ya'nî yardımcıları olan kuvvetler, ancak mülk ile berâber, ya'nî senin izâfî kesîf vücûdunda olup, o kuvvetler senin lehine ve aleyhine dönebilir.
Örneğin, gazab kuvveti ve şehvetle ilgili kuvvet ve hayvânî nefs hep senin vücûdun ile berâberdir. Bunlar senin aleyhinde olarak düşmana yardım edebilecekleri gibi, senin lehinde olarak da düşmana muhâlefet edebilirler.
-
Aleyhine oldukları vakit şerîat ölçüsüne vurarak reddedersin;
-
Ve lehine oldukları vakit yine şerîat ölçüsüyle kabûl edersin.
Ve düşmanla karşılaşma ânında, savaş için ordularının tertîb edilmesini ve savaşma usûlünü ayrıntılı bir şekilde anlatmak ve bunların inceliklerinin genişliği, acele yazılmış olan bu risâleyi zorlar.
Ve zâten yukarıda beyân edildiği üzere düşmanın bizzât çarpışmaya cesâretinin olmamasından dolayı, bu incelikleri geniş ve ayrıntılı bir şekilde anlatmanın faydası da yoktur. Yalnız hudûdun muhâfazası için orduların tertîb edilmesi hakkındaki bilgiler önceki bölümde kısa bir şekilde beyân edilmiş idi. Bu yeterlidir.
Düşmanın işi gücü seni hîle ile aldatarak helâk etmektir. Bundan dolayı senin bakışının gâyesi, hâinlik ve hîle mevzilerinden kendini korumaktan ibârettir. Ya‘nî düşmanının her hangi bir husûsta nakilleri olunca, onu ilim vâsıtasıyla tetkîk etmen ve hîlesini def etmen gerekir. Çünkü onun hîlesi de zayıftır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” ya’nî “Muhakkak şeytanın hîlesi zayıftır” (Nisâ, 4/76) buyurur.
ONBEŞİNCİ BÖLÜM
Bu Mertebe Sayıların Gâlib Olduğu Sır Beyânındadır ve Ona Tenbîhdir
Bilinsin ki, muhakkak sayı, vücûdda Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sırdır. Ve Kur’ân’da, yâhut şerîatta, her bir sayı ma'nâsından dolayı zikredilmiştir. Ve böylece Allah Teâlâ “iki”den “on iki”ye kadar çeşitli mevcûdları halk etti. Ve sayı mertebelerinin nihâyetini belirtti. Çünkü sayı mertebeleri dörttür. Birler, onlar, yüzler ve binlerdir. Ve dört en kâmil sayıdır. Ve onlardan her birinin nihâyeti “dokuz”a kadardır; ve tekrar başlar. Ve biz ancak “on iki” nihâyettir dedik. Çünkü insânî âlem oluşumunun nihâyeti “on iki”dendir. Çünkü o “dört esâslar”dan ve “dört doğurulmuş”tan ve “nefis” ve “akıl” ve “insan” ve “mertebe”den terkîb oluşmuştur. Ve bir sınıf insan bu sayılara düşkün olup onlardan bir çok ilimler çıkarırlar; ve onlar ile tevhîde delîl gösterirler. Ve bunun şerhi bu kısaca açıklamaya çalıştığımız yerde uzun olur. Biz geri dönüp deriz ki, muhakkak vâhid ya’nî bir “fî” ya’nî “çarpı” vâsıtasıyla değil, “vâv” ya’nî “artı” vâsıtasıyla benzeri üzerine ilâve edilirse “iki”nin vücûdu ortaya çıkar. Ve “bir" sayı değildir; sayı ondan oluşur ve onun yokluğuyla yok olur. Onun “iki”nin üzerine ilâve edilmesi “üç”ün vücûdunu ortaya çıkarır. Ve “üç” üzerine ilâve olursa “dörd”ün vücûdu ortaya çıkar. Ve onu “bin”den çıkarırsan “bin” bozulur. Bundan dolayı o asıldır. Ve çift sayıların ilki “iki” ve tek sayıların ilki “üç”tür. Ve “iki” her bir çift ve eşin aslıdır. Ve “üç” her bir ferdin ve tekin aslıdır. Şimdi çift sayılar tabîî öncelik ile tek sayıların üzerine önceliklidir. Onun tersi mümkün değildir. Çünkü onun önceliği tabîîdir. “Üç”ten evvel senin “dörd”ü ve “dört”ten evvel “beş”i bulman ebeden mümkün değildir. Şimdi bu karar kılınca sayılar, çift ve tek içinde mahsûr olur. Şimdi ba'zı mevtınlarda tek çifte gâlib olur; ve ba'zı mevtınlarda çift teke gâlib olur. Ve insana hevâsıyla ve başkalarının hevâsıyla savaşmak vâcibdir. Şimdi o savaşa giriştiği vakit, mubâh olan bir şeyde veyâ âsilik olan bir şeyde çarpışmaktan hâriç değildir. Şimdi eğer kendi hevâsıyla bir âsilikte veyâ mubâh olan bir şeyde savaşırsa, çift teke gâlib olur. Ve eğer başkasının hevâsıyla savaşırsa tek çift üzerine gâlib olur. Şu kadar var ki, eğer âsilikte olursa çift tek üzerine gâlib olur. Çünkü tevhîd ikidir: Biri ahadiyyet tevhîdidir. Ve o islâmî ümmetten olan âsîlerin tevhîdidir. Ve o bozuk asıl üzerine oluşmuş olan geçerli tevhîddir. Ve diğeri ferdâniyyet ya’nî ferdlik üzere tevhîddir. Ve o Muhammed (s.a.v) ve Mûsâ (a.s)ın ve âriflerin ve islâmî ümmetten olan âlimlerin tevhîdidir. Ve geçerli asıl üzere oluşmuş olan geçerli tevhîddir. Şimdi ahadiyyet tevhîdi her bir mevtında her bir şeye gâlib gelir. Bundan dolayı sen düşmanını onun senin üzerine çekmesinden kendini koru! Ve ferdlik üzere olan tevhîd ba'zı mevtınlarda gâlib olur ve ba'zı mevtınlarda mağlûb olur. Şimdi onun gâlib olduğu mevtınlarda onu gerekli kıl; ve mağlûb olduğu vakit ahadiyyet tevhîdini gerekli kıl! Ve bu bölüm çok büyük sırları ihtivâ edicidir. Biz kısa kesme maksadımızdan dolayı onları terk ettik. Çünkü onların ba'zısı ba'zı şubelere ayrılır ve ba'zısının anlaşılması ba'zısının anlaşılmasına bağlıdır. Ve bu işâret ârife yeterlidir.
Ya'nî bu on beşinci bölüm bir sırrın beyânında ve o sır üzerine akılların bakışını çekicidir ki, içinde bulunduğumuz bu şehâdet mertebesinde sayıların hükmü o sır sebebiyle gâlib olur.
Bilinsin ki, muhakkak sayı, vücûdda ve varlık içinde, Allah Teâlâ hazretlerinin sırlarından bir sırdır. Ve Kur’ân’da;
-
“Allâhullezî halaka seb'a semâvâtin” ya’nî “O Allah ki yedi kat gökleri halk etti” (Talâk, 65/12) ve;
-
“İnne iddeteş şuhûri indallâhisnâ aşere şehren fî kitâbillâhi” ya’nî “Muhakkak Allah’ın kitâbında ayların sayısı Allah’ın indinde on ikidir” (Tevbe, 9/36) ve;
-
“Ve inne yevmen inde rabbike ke elfi senetin mimmâ teuddûn” ya’nî “Ve Rabb’inin katındaki bir gün, sizin saydığınız bin sene gibidir” (Hac, 22/47)
ve benzeri âyet-i kerîmeler ile şerefli şerîatta sabah namazının “iki” ve öğlenin “dört” ve akşamın “üç” rek'at olması; ve namazın “beş” vakitte farz oluşu ve benzeri sayısal hükümlerin zikredilmesi bu sayıların ma'nâlarından dolayı olmuştur. Bu sayılar vücûd sırrı olduğu için ashâb-ı kirâm hazarâtı tarafından sabah namazının niçin “iki” ve akşamın “üç” rek'at olduğu (Sav) Efendimiz’den sorulmamıştır. Çünkü bu sır terakkî edip yükselen nefslerin her birerlerine Hak tarafından açılan ledünnî ilimlerdendir.
Ve böylece Allah Teâlâ hazretleri;
-
“Ve min külli şey’in halaknâ zevceynî“ ya’nî “Ve Biz herşeyden çift halk ettik” (Zâriyât, 51/49) ve;
-
“Halakal arda fî yevmeyni” ya’nî “Yeryüzünü iki günde halk etti” (Fussılet, 41/9) ve;
-
“Kaddere fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâm” ya’nî “Onların rızıklarını dört günde takdîr etti” (Fussılet, 41/10) ve;
-
“Halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin” ya’nî “Gökleri ve yeri altı günde halk etti” (Hûd, 11/7) ve;
-
“Halakaküm min nefsin vâhıdetin summe ceale minhâ zevcehâ ve enzele leküm minel en’âmi semâniyete ezvâcin, yahlukuküm fî butûni ümmehâtiküm halkan min ba’di halkın fî zulumâtin selâs” ya’nî “Sizi tek bir nefsten halk etti. Sonra ondan, onun eşini. Ve sizin için en’âmdan sekiz çift indirdi. Sizi annelerinizin karnında, bir halktan sonra başka bir halk edişle üç karanlık içinde halk eder” (Zümer, 39/6) ve;
-
“Fe men lem yecid fe sıyâmu selâseti eyyâmin fîl haccı ve seb’atin izâ reca’tüm tilke aşaratun kâmiletun” ya’nî “Fakat kim bunu bulamazsa, o zaman üç gün hacta, döndüğünüz zaman da yedi (gün) oruç tutması gerekir ki bunların tamamı on olur” (Bakara, 2/196) ve;
-
“İnne iddeteş şuhûri indallâhisnâ aşere şehren” ya’nî “Muhakkak ayların sayısı Allah’ın indinde on ikidir” (Tevbe, 9/36)
âyet-i kerîmelerinde beyân buyrulduğu üzere “iki”den “on iki”ye kadar çeşitli mevcûdları halk etti; ve sayı mertebelerinin nihâyetini belirtti.
Çünkü sayı mertebeleri dörttür. Ve onlar;
- Birler;
- Onlar;
- Yüzler; ve
- Binler’dir.
Ve “dört” en kâmil sayıdır.
Ve bu sayı mertebelerinden her birinin nihâyeti “dokuz”a kadardır. “Dokuz” tamam olduktan sonra tekrâr başlar. Ya‘nî;
-
Tek hâneli sayılar “bir”den “dokuz”a; ve
-
Onlar hânesi “on”dan “doksan”a; ve
-
Yüzler hânesi “yüz”den “dokuz yüz”e; ve
-
“Binler” hânesi “bin”den “dokuz bin”e, ve “on bin”den “doksan bin”e, ve “yüz bin”den “dokuz yüz bin”e, ve “dokuz yüz bin”den “dokuz yüz doksan dokuz bin”e kadardır. Ve ondan sonra “milyon” gelir. Ve “milyon” binlerin tekrarlanmasından ibârettir. Ve Arapçada “milyon” yerine “elfü elf” ta‘bîrleri kullanılır. Ve firenkçede “milyon” kelimesi “bin” ma'nâsına olan “mil” kelimesinden türemiştir. “Milyar” dahi böyledir.
Ve biz halk etme işinde sayı mertebelerinin nihâyeti ancak “on iki”dir dedik. Çünkü insânî âlemin oluşumunun nihâyeti “on iki”dendir. Çünkü insan dört esâslardan, ya'nî “katı,” “sıvı‘” ve “gaz” ve “normal vücûd ısısı”ndan ibâret olan dört rükûndan; ve dört doğurulmuştan ya'nî “safrâ” ve “kan” ve “sevdâ” ve “balgam”dan ibâret bulunan dört karışımdan; ve “nefis” ve “akıl” ve “insan” ve “mertebe”den terkîb olmuştur.
-
“Nefis”ten kasıt “hayvânî nefs;” ve
-
“Akıl”dan kasıt “nefs-i nâtıka ya’nî konuşan nefs”; ve
-
“Rûh;” ve “insan”dan kasıt “hayvânî nefs” ile “nefs-i nâtıka”nın bütün hepsi; ve
-
“Mertebe”den kasıt da;
-
Nefsin “kâmil nefse ve diğerleri”ne kadar olan mertebeleri;
-
Ve aynı şekilde “akl”ın “maâş ya’nî geçimlik akıl” ve “maâd ya’nî ileriyi gören akıl” ve “akl-ı küll”e kadar olan mertebeleri;
-
ve “insan”ın “insân-ı hayvân” mertebesinden “insân-ı kâmil” mertebesine kadar olan mertebeleridir.
Ve bir sınıf insan bu sayıların sırları üzerine meşgûl olup onlardan bir çok ilimler çıkarırlar ki, matematik ilimleri bunların içindedir. Ve bu matematik ilimleri ile meşgûl olanlar bu ilmin işâretiyle vahdet-i vücûdu ve vücûdun sonsuzluğunu idrâk ederler. Ve bu ilmin şerhi uzun ve burada konumuzun dışındadır. Bundan dolayı biz konumuza geri dönüp deriz ki;
Muhakkak “bir” “fî” ya’nî “de” vâsıtasıyla değil “vâv” ya’nî “ve” vâsıtasıyla benzeri üzerine yüklenirse “iki”nin vücûdu ortaya çıkar. Ya'nî;
-
“Birde bir” dediğimiz zaman yine “bir” olduğu için sayı oluşumunda “fî” ya’nî “de”nin vâsıtalığına mürâcaat edemeyiz.
-
Belki sayı oluşturma kastıyla “bir”e “bir” ilâve etmek için “vâv” ya’nî “ve” kullanarak “bir” “ve” “bir” “iki” deriz. Matematiksel şekillerde “vâv” yerine (+) artı işâretini kullanıp 1 + 1 = 2 yazarız. Ve aynı şekilde “bir” “iki”ye “vâv” vâsıtasıyla ilâve olunursa “üç”ün vücûdu ve “üç” üzerine ilâve olunursa “dörd”ün vücûdu ortaya çıkar.
Eğer “biri”i “bin” sayısından çıkarırsak “bin” mertebesi bozulup başka bir sayı peydâ olur. Bundan dolayı “bir” asıldır ve bütün sayıların menşeidir.
-
Ve 2, 4, 6, 8, 10, 12 gibi çift sayıların ilki “iki;”
-
Ve 3, 5, 7, 9, 11, 13 gibi tek sayıların ilki “üç”tür.
-
Şu halde “iki” sayısı, ne kadar çift sayı varsa hepsinin aslıdır.
-
Ve “üç” de bütün ferd ve tek sayıların aslıdır.
-
Çift sayılar, tek sayılar üzerine tabîî öncelik ile öncelikli olmuştur. Tekin çift üzerine önceliği mümkün değildir. Örneğin “iki”den evvel “üç”ü ve “dört”ten evvel “beş”i bulmak mümkün olmaz.
-
Bundan dolayı çift ve tek tabîî tertîb üzeredir. Kendi sıralarında birini bulmadıkça diğerine geçmek mümkün değildir. Örneğin “üç”ten evvel “dört” ve “dört”ten evvel “beş” bulunmaz.
-
Bu esâs karar kılınca, sayının çift ve tek içerisinde mahsûr olduğu anlaşılır.
Şimdi sayıların hükümrân olduğu mevtın şehâdet mertebesidir. Çünkü şehâdet mertebesi çokluklar âlemidir. Ve çokluklar âleminde sayıların etkileri olduğunu îzâha kalkışmak dahi anlamsızdır.
Ve çokluklar adetlenmeyi gerektirir. Böyle olunca bu şehâdet mertebesinde ba‘zı mevtınlarda tek sayı çift sayıya ve ba’zılarında çift sayı tek sayıya gâlib olur.
Örneğin eşyâyı tekvînde ya’nî var etmede çiftlilik tabîî öncelik ile öne geçmiş ve bütün var edilenler üzerine gâlibdir. Çünkü tekvîn ya’nî var etmede bir taraftan zât ve diğer taraftan, şeyin şey’liği lâzımdır. Ve çift sayıların aslı “iki”dir. Bundan dolayı var etme de bu asıl üzerine dayanmaktadır.
Ve ondan sonra eşyânın tekevvününde ya’nî vücûda gelmesinde ferdiyyet gâlibdir. Çünkü eşyânın vücûda gelmesi üçlü ferdiyyet üzerine dayalıdır. Ve üçlü ferdiyyet de Hak tarafından;
-
“Zât,” ve “irâde” ve “söz”;
ve “şey” tarafından da
-
Şeyin ilâhî ilim mertebesinde yokluğu hâlinde sâbit olan “zât”ı, ve “Kün-Ol! sözünü işitmesi,” ve “emre uyması”dır.
Nitekim Hak Teâlâ “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kün fe yekûn” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40) buyurur.
Şimdi üç “üç”e karşılık gelmekle eşyâdan her biri kendi nefsini Hakk’ın vücûdunda ve Hakk’ın vücûdu ile var eder.
Ve aynı şekilde insânî kesîf vücûd mertebesinde de bu esâs geçerlidir. Şöyleki;
-
İnsana kendi hevâsıyla ve başkalarının hevâsıyla savaşmak vâcibdir.
-
Ve savaşa girişen insan ya mubâh veyâ âsilik olan bir husûsta hevâsıyla savaşır. Bu şekilde çift teke gâlib olur. Çünkü insan bir tek ayn olup ferddir. Fakat aklı, hevâsıyla savaştığı için bu ferdiyyetin hükmü kalmaz. Belki vücûdunda olan bu savaşta “iki”nin hükmü geçerli olur.
-
Ve eğer insan kâmil ve irşâda ehil olup, kendi mürîdlerinin hevâsıyla bir mubâh husûsta savaşırsa, o vakit tek çift üzerine gâlib olur. Çünkü şerîat hükümleri mubâhı men' etmemiştir. Ve şerîat ikilik üzerine dayalıdır. Çünkü şerîat bir taraftan Hak ve diğer taraftan kul ve arada resûl mertebelerini; ve melekler ve kitap ve emir ve yasak gibi vâsıtaları gerektirir. Bunlar ise çokluktur. Şimdi nefsleri kemâle erdirme kasdıyla bir insân-ı kâmil müridin hevâsının, şerîatın müsâade ettiği mubâhlara karşı meylini kırarsa, ferd olan insân-ı kâmil çift üzerine gâlib olur.
-
Eğer şerîatın men’ ettiği âsilikte savaşırsa, o vakit ferd olan insân-ı kâmil ikilik üzerine dayalı şerîatın hükmü altında olmakla çift teke gâlib olur. Bunun sebebi şudur ki, tevhîd ikidir:
-
Birisi “ahadiyyet tevhîdi”dir ki, Hakk’ın zâtını birlemekten ibârettir. Ve bu tevhîd islâmî ümmetten olan âsîlerin tevhîdidir. Ve o bozuk asıl üzerine oluşmuş olan geçerli tevhîddir.
Bilinsin ki, bu kitabın çeşitli yerlerinde de şerh edildiği üzere hakîkî vücûd birdir. Var edilmişlerin vücûdu bu hakîkî vücûdun tenezzül mertebelerinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı hakîkî vücûdu bu eşyânın ötesinde aramak ve hâzır iken onu gâib saymak bozuk bir inanç esâsıdır. Ve insânî inancın esâsı bütün amellerinde asıl olduğundan, bu bozuk inanç esâsı bozuk bir asıl olur. Fakat hakîkî vücûsun zâtını birlemek geçerlidir. Bundan dolayı islâmî ümmetten olan âsîlerin eşyâyı her bir yön ile Hakk’ın gayrı görüp sâdece zâtını tevhîd etmeleri bozuk asıl üzerine oluşturulmuş olan geçerli bir tevhîd olur.
-
Ve tevhîdin diğeri “ferdâniyyet tevhîdi”dir. Bu da Hakk’ın vücûdda ferd oluşudur. Çünkü hakîkî vücûd onun varlığı olduğu gibi izâfî vücûdlar da onun varlığıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın“ (Hadîd, 57/3) buyrulmuş ve varlıkların hepsi kendi vücûduna katılmıştır. Ve bu tevhîd Muhammed ve Mûsâ (aleyhime’s-selâm)ın ve âriflerin ve İslâmî ümmetten olan âlimlerin tevhîdidir. Ve bu, geçerli asıl üzerine oluşturulmuş olan geçerli tevhîddir. Çünkü geçerli olan zâtî tevhîd ile yine geçerli olan vücûdun ferdliğini toplamıştır. Ve ferdâniyyet tevhîdinde (Sav) Efendimiz ile Mûsâ (as)’ın zikredilmesi, bu zevkin onlarda gâlib gelmesinden dolayıdır. Diğer nebîlerin (aleyhimü’s-selâm) zikredilmemesi, bu zevkten mahrûmiyyetleri sebebiyle değildir. Çünkü (Sav) Efendimiz bu zevkin en kâmili ile zevklenen ya’nî bizzât hakîkatini yaşayandır. Nitekim
-
“Eğer ipinizi uzatsanız Allâh’ın üzerine düşerdi; ve
-
“Bu Allâh’ın elidir;” ve
-
“Beni gören muhakkak Hakk’ı gördü” buyururlar.
Ve Mûsâ (as):
- “rabbi erinî enzur ileyke” ya’nî “Rabb’im göster kendini, Seni göreyim” (A'râf, 7/143) dediğinde Hak Teâlâ:
- “len terânî” ya’nî “Beni aslâ göremezsin” (A'râf, 7/143) buyurmakla berâber, Tûr’a tecellî ettiğinde Mûsâ (as)ın kendinden geçip, ayıldıktan sonra;
- “subhâneke tubtu ileyke“ ya’nî “Sen suhânsın. Sana tövbe ederim” (A'râf, 7/143) demesi müşâhede zevkine ulaşmaya ve vücûd sırlarına vâkıf olmaya delîldir.
Ve aynı şekilde Hak Teâlâ hazretlerinin cenâb-ı Mûsâ’ya “Hasta oldum, ziyâret etmedin: ve acıktım beni doyurmadın” buyurması onun ferdâniyyet tevhîdine kuvvetli delîldir.
Şimdi dereceleri üzere bu zevklenmeye ya’nî bizzât hakîkatinin yaşanmasına nâil olan İslâmî ümmetin ârifleri ve âlimleri dahi ferdâniyyet tevhîdi üzeredirler.
Bu îzâhlardan anlaşılır ki, ahadiyyet tevhîdi her bir mevtında, ya'nî insânî âlemin “emmâre,” “levvâme,” “mülhime,” “mutmainne” ve diğer mertebelerinde her bir insan üzerine gâlib olur.
Ve Hakk’ın zâtını gerek âsî gerek itâatkâr olsun tevhîd etmeyen bir ferd yoktur. Bundan dolayı bu tevhîd sâhipleri, bir olan hakîkî vücûdun ferdliğini idrâk edemedikleri için, vücûd âleminde kendi düşmanları olan hevâlarının hükümlerine tâbi’ olmaktan kurtulamazlar. Böyle olunca bu tevhîdin düşman olan hevâyı kendi üzerlerine çekmesinden sakınıp kendini korumak lâzımdır.
Fakat ahadiyyet tevhîdi ile ferdâniyyet tevhîdini cem’ eden bir kâmile göre, bu ferdâniyyet tevhîdi ba’zı mevtınlarda gâlib olur ve ba‘zı mevtınlarda mağlûb olur. Şu halde onun gâlib geldiği mevtınlarda onu gerekli kılmak; ve mağlûb olduğu vakitlerde de ahadiyyet tevhîdini gerekli kılmak lâzımdır.
Bilinsin ki, insân-ı kâmilin halleri muhteliftir. Ba'zen bakışında hakîkat ve ba'zen şerîat gâlib olur. Hakîkat şeriata gâlib olduğu zaman, tek çift üzerine gâlib olur. Bunun için “Eğer hakîkat zâhir olursa, elbette şerîat bâtıl olurdu” denilmiştir. Ve şerîat gâlib olduğu vakit, çift tek üzerine gâlib olur. Nitekim Nefehâtü’l-Üns’te anlatılmaktadır ki, iki kâmil velî sefer esnâsında tavla oynamakta olan bir gruba rastlarlar. Birisi derhal onlara uyarak oyun oynamaya başlar. Oyun bittikten sonra yollarına devâm ederler. Bir müddet sonra yine tavla oynayan başka bir gruba rastlarlar. Bu defa daha önce tavla oynamış olan zât onlara hiddetle “Niçin oyun ile meşgûl oluyorsunuz?” diye kızarak oyunlarını bozar. Aralarında çekişme çıkar. Daha sonra oradan ayrılıp yine yollarına devâm ettikleri sırada, arkadaşı önceki ve sonraki hâlinden sorar. O zât-ı şerîf de cevâben der ki:
“Hakîkat bakışıyla baktığım zaman, iş önceki gördüğün gibi olur. Ve şerîat bakışıyla baktığım zaman sonraki gibi olur.”
İşte bu zâtın önceki hâli ferdâniyyet tevhîdinin gâlib gelmesi ve ikincisi mağlûbiyyeti hâlidir ki, bu mağlûbiyyet hâlinde ahadiyyet tevhîdini gerekli kılmıştır.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Üsbû‘iyyelerinin pazar günkü virdinde ferdâniyyet tevhîdine işâreten:
“Ahadiyyet ayn’ında benim vücûdum olmadığı halde ben Sen’i nasıl tevhîd ederim? Benim vücûdum Sen’in hakîkî vücûduna bağlı olan bir vücûd olup, hakikatte benim sûretimle ve her bir şeyin sûretiyle zâhir olan Sen’sin!” buyururlar. Ve yine bu sözün devâmında:
“Ben Sen’i nasıl tevhîd etmem ki, tevhîd kullğun sırrıdır. Çünkü benim kulluksal vücûdumun açığa çıkması ahad olan zâtın bilinmesi ve onun tevhîdi içindir” buyururlar. Bu da ahadiyyet tevhîdine işârettir.
Kitâbın yazarı Hz. Şeyh-i Ekber (ra) buyururlar ki:
Bu bölüm çok büyük sırları içine almıştır. Biz kısa kesmek maksadıyla bu sırların tafsîlini bıraktık. Çünkü o sırların ba'zılarından ba'zı şûbeler doğar. Ve o ba'zıları anlamak ba'zılarının anlaşılmasına, ya'nî bir takım bilgiler verilmesine bağlıdır. Ve bu işâret âriflere yeterlidir.
Gerçekten yukarıda bir nebze şerh ve îzâh edilen sırları lâyıkıyla anlamak için cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra)’in yüksek eserlerini ve bu cümleden olarak Fusûsu’l-Hikem’i ile Fütûhât-ı Mekkiyye’sini incelemek lâzımdır. Bu bölümde bu yüksek eserlerindeki îzâhları aktarmanın mümkün olmadığı ortadadır. Şerhde de bu kadar îzâhât ile yetinilmiştir. Anlayanlar anlar. Anlayamayanlara bunların ön bilgilerini öğretmek gerekir.
Dostları ilə paylaş: |