İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə41/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   45

Akıl nûru:

Akıl cevherinden, hayvânî nefs şuâ'sının aksetmesiyle kalbe hâsıl olan nûrun illeti ve hastalığı, gazabî nefstir ki, bu nefsin şânı üstün görmek ve kibirlenmek ve kendini beğenmektir. Ve bunlar İblîs’in sıfatlarıdır. Bu nefsin bir ateşi vardır ki, kalbi pişirir ve yakar. Ve ondan kalb üzerinde bir duman çıkar, akıl ile kalb arasına perde olur. Ve netîcede hayvânî nefsten akla ve akıldan kalbe gelen nûr maddesi kesilir. Bundan dolayı kalbi karanlık kaplar.

Ve bu dumana perde ma’nâsına olarak “gıtâ” ve “kinn” ve “gışâve” ta'bîr edilir. Nitekim Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de her birine işâreten şöyle buyurur:



  • Fe keşefnâ anke gıtâeke” ya’nî “İşte senden perdeni kaldırdık” (Kâf, 50/22) ve;

  • Ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu” ya’nî “onu anlamalarına karşı kalplerinin üzerine perde koyduk” (En'âm, 6/25) ve;

  • Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ihim, ve alâ ebsârihim gışâvetün” ya’nî “Allah onların kalplerinin üzerini ve işitmelerinin üzerini mühürledi ve görmelerinin üzerine gışave (perde) çekti” (Bakara, 2/7).

Ve eğer bu duman yoğunlaşırsa körlüğe sebep olur. Velâkin his gözünü değil, sudûrdaki kalbi körletir. Nitekim Hak Teâlâ Hacc sûresinde buyurur:

E fe lem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehüm kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânun yesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr” (Hacc, 22/46) ya'nî “Acabâ yeryüzünde gezmezler mi ki, (geçmiş kavimlerin şehirlerinin harâbelerini görüp) kalbleriyle akletsinler ve (târîhlerini) işitsinler. Gerçi onların his gözleri kör değildir; velâkin sadırlarındaki kalbleri kördür.”

Şimdi geçimlik akıl sâhibi olan gazabî nefs kibirlenerek, hakîkatleri idrâk etme husûsunda rehbere muhtaç olmadığına inanmış olduğu için, tevâzuyu ve alçalmayı kabûl etmez. Ve Hakk’a da'vet olunsa Ebû Cehil gibi hiddetlenir. Hiddet ve gazab ateşinden peydâ olan duman gittikçe yoğunlaşır ve kalbi kör olur. Çünkü akıl nûru kalbe bu duman engeli nedeniyle ulaşamaz. Körlük hasatalığı artar. “fe zâdehumullâhu maradâ” ya’nî “Allah da onların hastalığını arttırdı” (Bakara, 2/10). Nitekim zamanımızın inkârcılarının hâli bunun apaçık şâhididir. Kendilerini Peygamber’den daha akıllı zannederler; işlerin bâtınlarından yana kör olduklarını bilemezler.

Cenâb-ı Şeyh (ra) buyururlar ki: Kur’ân-ı Kerîm’de “sudûr” kelimesinin kullanılmasında bir işâret vardır. Biz o işâretin keşfini ve anlaşılmasını sana terk ettik, burada îzâh etmedik. “Sudûr” kelimesindeki işâret hakkında fakîre gelen ma‘nâ şudur:

Sadr, sîne ma'nâsına geldiği gibi, “bir şeyin evveline” de denir. Ve “sudûr” sadr kelimesinin çoğuludur. Ve “bir şeyin evveli” ma'nâsına alındığında, kader sırrına işâret edilir. Çünkü her ferdin sâbit ayn’ı ve hakîkati kendinin sudur ettiği ya’nî çıktığı yeridir. Bundan dolayı “lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr” (Hacc, 22/46) ya'nî “his gözleri kör değildir; velâkin sadırlarındaki kalbleri kördür.” (Hacc, 22/46) âyet-i kerîmesinde ilâhî ilimde hakîkati şakîlikle sâbit olanlara işâret buyrulur. Ya'nî onların his gözleri kör değildir.

Şehâdet âleminde ezelî şakî ile ezelî saîdin zâhir gözleri varlıksal sûretleri görmekten yana eşittir. Velâkin onların sudûrda ve ezelde ilâhî ilimde sâbit olan hakîkatleri gereğince kalbleri kördür. Ve onlar ezelî kördür. Onlara nasîhat ve öğüt kâr etmez. Ve Peygamber (as) onları Hakk’a da'vet ettikçe körlüklerinden inkârlarında ısrâr ederler; ve şakîliklerini artırırlar. Nitekim âyet-i kerîmede “İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu” (Kasas, 28/56) ya'nî “Ey Peygamber’im! Sen sevdiğine hidâyet edici olmazsın. Velâkin Allah Teâlâ dilediğine hidâyet eder” buyrulur.

Hak Teâlâ hazretlerinin irâdesi ilmine ve ilmi de ma’lûma ya’nî bilinene tâbi'dir; ve ma'lûm ise sâbit ayn’lardır. Bundan dolayı ilâhî ilimde zorlama olmaksızın şakîlikle sâbit olan kimselerin hidâyetine tabi'ki ilâhî irâde bağlanmaz. Ve bu hâlde de onlardan hidâyet ve dalâlet türünden olarak hakîkatlerinin gereği olan şeyler açığa çıkar.

Cenâb-ı Şeyh (ra) birinci kısmın sonlarında “İki nûr bir diğerine bitiştiği vakit, insan mahlûkât hakkında kaderin sırrının nasıl hükmettiğini müşâhede eder” buyurmuş olduğundan, kader sırrına bağlanan sudûr kelimesindeki işâretin keşfini de hakîkat tâlibi olan okuyucuya terk etmiştir.



  1. Yakîn nûru:

Bu yakîn nûru insan için en son emeldir. Ve o emelin üstünde insan için başka bir emel yoktur. Şimdi bu yakîn nûrunun illeti ve hastalığı kalbde ihlâsın yokluğudur. Ya'nî Hak ve hakîkate kalbin tamâmıyla yönelememesidir. Ve övülmüş ve zemmedilmiş amellere bakmakla kalbin kabz olmasıdır.

Örneğin sâlik namaz ve oruç ve zikrin çokluğu gibi övülmüş amellerine bakıp: “Bu kadar ibâdetim ve sâlih amellerim var. Elbette bu sâyede yüksek derecelere ulaşırım” der. Veyâhut “Benim bunca isyânım ve işe yaramaz amellerim var. Bunların eşkâli altında zebûn iken, benim için ma‘nevî yüksek derecelerin kapısı kapanmıştır” der.

Ve ihlâsın yokluğunda riyâ ile halkı görür ve diğer şekilde de kendini ve amellerini görür. Oysa sâlike lâzım olan mâsivâyı ve vücûdu kaldırmak idi. Bu haller ise mâsivâ ve vücûd isbâtı olup bütünüyle onların zıddıdır.

Ve bunlar yakîn gözüne perde olan şeylerdir. Eğer sâlik bunlardan yüz çevirip tam bir hâlislikle Hakk’a yönelirse, elbette kalbden perde kalkar ve kalbe açılım olur. Ve bahsedilen üç nûra ulaşıp, kalbindeki yakîn gözüne melekût alâmetleri ve acâibleri gözükür.

Ve bu bölümün hakîkatinin zuhûru Hak Teâlâ’nın Nûr sûresinde olan “Allâhu nûrus semâvâti vel ardı” (Nûr, 24/35) mübârek sözünden “ve men lem yec’alillâhu lehu nûren fe mâ lehu min nûr” (Nûr, 24/40) sözüne kadar yakîn gözü bakışıyla bakan kimse hakkında olur ki, bunlar altı âyet-i kerîmedir. Bu âyet-i kerîmelerin hakîkatlerinin beyânı, başlı başına bir kitâb olmaya lâyık bulunduğundan burada şerh edilmesi ve tefsîri mümkün değildir.

İşte kitâbın bu bölümünde anlatılan üç nûr karşılığındaki perdelerin neden ibâret olduğu sana belli olmuştur. Cenâb-ı Şeyh (ra) “âyâtun li kavmin ya’kılûn” (Câsiye, 45/5) ya‘nî “Akleden kavim için alâmetler vardır” âyet-i kerîmesini konuya tam olarak uygun olduğundan dolayı kitâb ibâresi tarzında vermiştir ki, üç nûru ve onların perdelerini akledenler için açık beyânlar vardır, demek olur.



YİRMİNCİ BÖLÜM

On Yedinci Bölümden ÜÇÜNCÜ KISIMdır

Levh-i Mahfûz Hakkındadır ki,

O İmâm-ı Mübîn ve Mahv ve İsbât Levhidir.

Ve bu velîyi ve nebiyi cem’ eden makâmdır; ve o aralarını ayırt eder. Şimdi Allah Teâlâ kalemi, hokkanın tercümânı ve onun ilimlerini sûretler ile ayrıntılı kıldı. Bundan dolayı o mahfûz ya’nî muhâfaza edilmiş âlemdir. Ve o isbât eden ve mahv edendir. Ve ümmü’l-kitâbdır ki, o kitâb-ı mastûr ya’nî satırlanmış kitâbdır. Ve onun ilimleri kuvvesinde ya’nî potansiyel olarak mücmel ya’nî bir aradadır. Açığa çıkıncaya kadar ondan bir şey akledilmez.

Ve mahv ve isbât levhine gelince, o iki taraflı zümrüddür ki, değişim gününe kadar âlem kâinâtına emânet verilmiştir. O mahsûr ya’nî sınırlanmış levhdir. Ve itâatkâr melekler onun üzerini kaplamıştır. Ve senden îmân kalemine bakarlar. Ve levhde zamanların, mekânların, durumların, arazların değişmesiyle hallerin değişmesi vardır. Şimdi sonraki öncekini ebeden kaldırır. Ve o mahv ve isbâttır. Bundan dolayı onlar benzerlerine döndüğünde kalem-i a'lâda toplanırlar; birinci semâvâta intikâl ederler. Nebî ve âlemin vârisi kalem-i a‘lâya çıkar. Ve nakil çeşitli olur. Çünkü nebînin kaleminin iki tarafı vardır. Ve velînin kaleminin de bir tarafı vardır. Ve ârif velî ve mü’min levhe çıkar. Bundan dolayı mertebeler ayrılmış olur. V’allâhu a’lem!

Ya'nî on yedinci bölümün bir parçası olan bu üçüncü kısım kitâbın tamâmının yirminci bölümünü tamamlar. Ve bu bölüm imâm-ı mübîn ve mahv ve isbât levhi olan levh-i mahfûz hakkındaki beyânlara dâirdir.

Bilinsin ki, bu kitâbın dokuzuncu bölümünde levh ve kaleme ve hokkaya dâir gerekli ayrıntılar verilmiş olduğundan, bu konudaki ma’nâları lâyıkıyla anlayabilmek için, o ayrıntıları tetkîk etmek değerli okuyucu için pek lâzımdır.

Şimdi o bölümde denilmiş idi ki:



  • Levh-i mahfûz büyük âlemin küllî nefsi ve;

  • Hokka tabîat ve;

  • Mürekkeb unsurlardan oluşmuş olan maddedir.

  • Ve kalem, akl-ı evvel ya’nî ilk akıl;

  • Bu akl-ı evvel vâhidiyyet mertebesinden ibâret olan insânî hakîkattir.

  • Şimdi levh-i mahfûz, imâm-ı mübîndir. Çünkü bütün hakîkatlerin sûretlerini toplamıştır; ve mahv ve isbât levhidir. Çünkü onda açığa çıkan hakîkatlerin sûretleri peyderpey var olup bozulur.

  • Ve bu levh velîyi ve nebîyi cem‘ eden makâmdır. Çünkü evliyâ ve enbiyâ sûreleri bu küllî nefs mertebesinde var olurlar.

  • Ve yine bu levh, onların halleri ve işleri dolayısıyla birini diğerinden ayırt eder.

Şimdi Allah Teâlâ, kalemi hokkanın tercümânı yaptı. Ve onun ilimlerini zâhirî sûretler ile ayrıntılandırdı. Çünkü hokka ve mürekkeb olmasa, kalem kağıt üzerine kelimeleri yazamayacağı gibi, tabîat hokkası ve unsurlar mürekkebi olmasa idi, kalem olan akl-ı evvel de, nefs-i külde bulunan sûretleri cisim kağıtları üzerine nakşedemez idi.

  • Şimdi nefs-i kül, bütün sûretler kendisinde bulunduğuna binâen levh-i mahfûzdur.

  • Ve sûretlerin peyderdey onda var olmasına ve bozulmasına göre de o isbât eden ve mahv edendir.

  • Ve ümmü’l-kitâbdır; ve kitâb-ı mastûr ya’nî satırlanmış kitâbtır. Çünkü âlemde var olmuş ve olacak olan sûretlerin ve nakışların aslıdır. Ve bu nakışların ve sûretlerin hepsi onda satırlanmıştır. “Ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” ya’nî “Ve herşeyi imâm-ı mübîn'de saydık“(Yâsîn, 36/12).

  • Ve onun ilimleri kuvvesinde ya’nî potansiyel olarak mücmel ya’nî bir aradadır. Nakışlar ve sûretler ile açığa çıkıp belli oluncaya kadar kendisinde bulunan şeyler akledilmez. Nitekim kalem hokkanın mürekkebi içinde bulundukça harfler ve kelimeler akledilmez. Ondaki harfler ve kelimeler bi’l-kuvve ya’nî potansiyel olarak mevcûddur; ve hepsi mücmel ya’nî bir aradadır. Ne zamanki mürekkeb hokkadan kaleme geçer, o kalem sebebiyle harfler ve kelimeler kağıt üzerinde ayrıntılanır.

  • Ve aynı şekilde isimlere ve sıfatlara âit ilim, mürekkeb mesâbesinde olan basît unsurlardan, ilk akıl kalemi vâsıtasıyla, cisim sayfaları üzerinde o kadar ayrıntılanır ki, küllî nefs levhi üzerinde nakşedilmiş olan maddî sûretlere ve arazdan ibâret olan fiillere, aslâ bir son nokta ve nihâyet bulunmaz. Ve icmâlî ilim o kalem vâsıtasıyla tafsîlî ilim olur.

Ve mahv ve isbât levhine gelince:

O iki taraflı zümrüddür ki, değişim gününe kadar âlem kâinâtına emânet verilmiştir. Ya'nî;



  • İki taraflı zümrüd levha mesâbesinde olan âlemin küllî nefsi ve âdemin küllî nefsidir.

  • Zümrüd yarı şeffâf bir taş olduğu için bir tarafındaki nakış diğer tarafından görülür.

  • Ve aynı şekilde küllî ve cüz’î nefs dahi iki yönlü olup zâhiri ve bâtını vardır. Ve zâhirindeki sûret bâtınına akseder.

  • Ve bu levh değişim gününe kadar âlem kâinâtına emânet verilmiştir. Çünkü değişim günü olan kıyâmet gününde nefsî hükümler kalkıp rûhî hükümler ortaya çıkar. Nitekim Hak Teâlâ “Yevme tubeddelül ardu gayrel ardı ves semâvâtu ve berezû lillâhil vâhıdil kahhâr” ya’nî “O gün yeryüzü ve semâlar, başka bir hale döndürülür. Ve onlar, Vâhid ve Kahhar olan Allah'ın huzûruna çıkmış olurlar” (İbrâhîm, 14/48) buyurur. Dîğer bir ta‘bîrle değişim gününde zâhir oluş bâtın oluşa dönüşür; ve nefs levhâsına nakşedilmiş olan sûretlerin bâtınları zâhir olur.

  • Ve bu küllî ve cüz’î nefsler mahsûr ya’nî sınırlanmış levhdir. Ve itâatkâr melekler onların üzerini kaplamıştır ki, bu melekler Âdem’e secde ve boyun eğme ile me’mûr olan meleklerdir.

  • Nitekim âlemin küllî nefsinin yörüngesinde ve ekseninde dönmesi ve âlemin dağılmaması ve mevsimlerin hükümleri hep bu itâatkâr meleklerin, ya‘nî tabîî muhtelif kuvvetlerin te’sîrleri altında gerçekleştiği gibi;

  • İnsânî cüz’î nefsin var oluşu ve kıvâmı hep vekîl ta’yîn edilmiş meleklerin, ya‘nî muhtelîf kuvvetlerin te’sîriyledir.

  • Ve bu melekler senin halk edilişinden amaçlanan îmân kalemine bakarlar. Ya'nî onların hizmetleri senin îmân keleminin nakşedeceği sûretler içindir. Şeyh Sa‘dî (ks) bu hâle işâreten buyururlar:

Tercüme: “Feleğin bulutu, rüzgârı, ayı ve güneşi meşgûldür, tâ ki sen eline bir ekmek getiresin ve gafletle yemiyesin diye. Hepsi senin için başı dönücü ve itâatkârdır. Senin itâatinin olmaması insâf şartı değildir.”

Ve levhde zamanlar, mekânlar, durumlar ve arazlar değiştikçe haller de değişir. Kâide budur ki, bunların sonuncusu öncekini ebeden kaldırır, bozar. Bundan dolayı bu levh, mahv ve isbât levhidir.

Örneğin insânî cüz’î nefs bir zamanda çocuk ve bir zamanda genç ve bir zamanda orta yaşta ve bir zamanda ihtiyâr olur. Çocukluktaki hâli başka, gençlikte ve ihtiyarlıktaki hâlleri başkadır. Gençlik hâli çocukluk hâlini kaldırır.

Ve aynı şekilde mekânlar da böyledir. Örneğin mesciddeki hâli başka, evindeki hâli başkadır.

Ve aynı şekilde namaz hâlindeki durumu başka, yeme ve içme ve uyku hallerindeki durumu başkadır.

Ve arazlar da böyledir. Gülme hâli ağlamaktan başkadır.

Ve bu hallerin sonuncusu öncekini bozar. Bundan dolayı bu haller benzerlerine, ya'nî iki taraflı zümrüd olan levhin zâhirinden bâtınına döndüğünde, kalem-i a'lâda toplanırlar; birinci semâvâta sefer ve intikâl ederler.

Bilinsin ki, insânî nefs-i nâtıka kâtib ve onun îmânı kalemdir. Ve îmânın dereceleri olduğundan her bir nefs-i nâtıka kendi kâbiliyyet derecesi içerisinde bağlandığı cismi idâre eder. Bundan dolayı hallerde de ona göre çeşitlenir.

Ve onların benzerleri berzaha âit sûretlerdir. Ve berzah da mertebeler üzerinedir. Bu mertebeler İlliyyîn’den Siccîn’e kadardır. Velâkin gerek ebrârın olsun ve gerek günâhkârların olsun kâtiblerinin maddesi İlliyyîn’dendir. Çünkü hepsinin nefs-i nâtıkası emir âleminden ibâret olan İlliyyîn’den inmiştir.

Şimdi inişte eşitlik mevcûd ise de çıkışta eşitlik yoktur. Ba‘zıları kalem-i a'lâya ve ba'zıları birinci semâvâta ve ba'zıları levhe çıkarlar.

Ve kalem-i alâ, ilk akıl ve akl-ı küll ve insânî hakîkat mertebesidir.

Ve birinci semâvât, ceberût âlemindeki semâvât ve oraya hâs arzdır.

Ve levh, mülk âleminin ilk cevheri olan ilk felektir.

Şimdi büyük âlemin hokkası inişin başlangıcıdır. Ve küçük âlemin hokkası olan nutfe, çıkışın başlangıcıdır. Çünkü büyük âlemde önce olan akıldır; ve sonra olan tabîattır. Ve küçük âlem olan insanda önce olan tabîattır, ve sonra olan akıldır.

Ey muhterem okuyucu, buna göre iyi düşün!

Küçük âlemden nebî ve âlemin vârisi olan insan, urûcu esnâsında kalem-i a'lâya çıkar. Ve bu urûc mutlaka ölüm ile olan urûc ma'nâsına değildir; belki dünyâ hayâtı içinde olan urûcdur. Çünkü bu zâtların ölümü ve kıyâmeti dünyâ hayâtı devâm ettiği halde olur. Ve onlar “ölmeden önce ölme” hâli içindedirler.

Şimdi onların urûclarının kalem-i a'lâya çıkışı ve kalem-i alânın mülk ve melekût âleminin üstü oluşu yönüyle, kâtibleri olan nefs-i nâtıkalarının kalemlerine olan nakli de, ba'zen mülk âlemine ve ba'zen melekût âlemine âid olmak üzere çeşitli olur. Çünkü nebînin kaleminin iki tarafı vardır. Bir tarafı melekûta ve bir tarafı da mülke dönüktür; ve diğer bir ta’bîrle, bir tarafı Hakk’a ve bir tarafı halka dönüktür.


  • Onun kalemi Hakk’a dönük olduğu zaman “Beni gören Hakk’ı görmüştür” buyurur.

  • Ve halka dönük olduğu zaman da “Ben de sizin gibi bir beşerim” buyurur.

Ve dîğer halleri bu şekilde kıyâs et! Çünkü nebî da'vete me’mûrdur. Ve velî da'vete me’mûr olmadığından onun kaleminin bir tarafı vardır. O da melekût âlemine dönüktür. Ve yaptığı nakillerini tâbi' olduğu nebînin melekût yönüne âid olan kaleminden alır.

Ve ârif velî ve mü’min levhe çıkar ki, yukarıda anlatıldı. Ve bu bahsin gereği gibi anlaşılması için “Kâtib”e dâir olan dokuzuncu bölümü iyi inceleyip anlamak lâzımdır. Cenâb-ı Hak hepimize dürüst anlayış ihsân buyursun!



YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM

On Yedinci Bölümden DÖRDÜNCÜ KISIMdır

Âh Etmelerin ve Sînede Olan Fıkırtıların Sebebleri ve İşitmede Vücûdun Hareketlenmesi Beyânındadır

İşitmek vücûdda Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sırdır. Ve nedensellik aslında birdir. Ve işitenler iki tür şahıstır: Bir tür şahıs nefsiyle dinler; ve bir tür şahıs aklıyla dinler; ve başka türlü işitme yoktur. Ve o kimse ki, Rabb’iyle işittiğini söyledi, muhakkak onunla aklın işitme yolları zayıflar. Lâkin aklın iki işitmesi vardır: Fıtratı yönünden işitmesi ve durumu yönünden işitmesidir.

Durumu yönünden kendisinin işitmesi olan o kimsedir ki, (Aleyhi’s-selâm) Efendimiz’in Rabb’inden olan “Ben onun işitmesi olurum, onunla işitir” sözü indinde durarak, ona “Rabb’iyle işitir” denir. Aklıyla işiten kimse her bir şeyde ve her bir şeyden ve her bir şey üzerinde işitir, kayıtlanmaz. Ve onun alâmeti bunda hayret ve beşerî donukluktur.

Ve aklı ile değil nefsiyle işiten kimse, ancak nağmelerde ve tatlı ve iştahlandırıcı seslerde işitir. Ve onun alâmeti başka şeyleri algılamaktan yana fânî olarak, işitirken vücûdunun hareket etmesidir.

Ve vücûdu hareket eden kimse ne zaman işitirken başka şeyleri de algılarsa, muhakkak o şeytanın maskarasıdır. Ve eğer algılamaz ve her bir şeyden fânî olursa, o nefs sâhibidir; ve onun kuvveti altındadır. Ve hâli geçerlidir ve fenâ hâli doğrudur.

Ve bu işitirken olan fenâ hâlindeki hareketten sonra, ebeden bir ilim getiremez. Şimdi o bir ilim getirdiğini iddiâ ederse fânî olmamıştır; ve aklıyla işiten de olmamıştır. Çünkü o hareket etti. Bundan dolayı onun için ancak yalancı olmak kalır. Çünkü nefs ile müzik dinlemek elbette bir ilim vermez. Ve akıl ile dinlemekle berâber hareket olmaz. Şimdi kim ki, hareketle ilim arasını bir araya getirirse hakîkatlari bilmeyen yalancıdır.

Ya'nî bu bölüm kitâbın on yedinci bölümünün bir parçası olan dördüncü kısmıdır ki, kitâbın tamâmının yirmi birinci bölümü mesâbesindedir.

Âh etmenin ve sînede fıkırtı ortaya çıkmasının ve işitme esnâsında vücûdun hareket etmesinin sebepleri beyânındadır.

İşitmek izâfî vücûd âleminde Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sırdır. Ve işitmenin nedenselliği olan şey işin aslında işitilen şeydir. Fakat nedensellik olan işitilen bir şey olduğu hâlde, onu dinleyenler iki tür şahıstır:



  • Şahsın bir türü nefsiyle dinler ve;

  • Bir türü de aklıyla ve rûhuyla dinler.

İşiten ancak bu iki türle sınırlıdır, başka türü yoktur.

Eğer bir kimse Rabb’i ile işittiğini söylerse, muhakkak onun Rabb’iyle işitmesi, aklın işitme yollarını zayıflatır. Velâkin aklın iki türlü işitmesi vardır:



  • Birisi fıtratı yönünden olan işitmesi ve diğeri de;

  • İlâhî durumu yönünden olan işitmesidir.

Durumu yönünden işitmesi olan kimsenin hâli (Sav) Efendimiz’in Rabbinden haber vererek beyân buyurduğu meşhûr hadîs-i kudsîye dayanmaktadır. O da “Ben onun işitmesi olurum, onunla işitir” mübârek sözüdür. Ve Hak Teâlâ kulun işitmesi olunca kulun ikiliği kalmaz.

  • Bundan dolayı ikilik mertebesinde sâbit olan onun aklının ve rûhunun işitme yolunun da zayıflaması kaçınılmaz olur.

  • Velâkin aklın ve rûhun fıtratı yönünden olan işitmesinde bu hâl olmaz. Çünkü o ikilik mertebesinde sabittir.

Aklın bu iki türlü işitmesi arasında bu fark mevcûd olmakla berâber, aklın bu her iki işitmesiyle işiten kimse;

  • Her bir şeyde, ya'nî sûrette ve ma'nâda ve;

  • Her bir şeyden, ya'nî varlıklarda mevcûd olan ma’denden ve bitkiden ve hayvândan ve insandan ve,

  • Her bir şey üzerinde, ya'nî her ne hâl üzerinde olursa olsun, işitir.

Onun işitmesi bir kayıt ile kayıtlanmaz. Ya'nî onun işitmesine ma'nâdaki işitilen için sûret; ve uzakta bulunan işitilen için uzaklık veyâ yükseklik ve alçaklık engel olmaz. Çünkü bu kayıtların hepsi his ile işitme içindir. Rûh ve akıl işitmesi bu gibi kayıtlardan uzaktır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Allah Teâlâ’yı hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur. Velâkin siz onların tesbîhlerini bilemezsiniz” (İsrâ, 17/44).

Şimdi ma’den ve bitki ve hayvân hep tesbîh ederler. Ve işitme duyusu onları işitemez. Onları duyan ve işiten ancak rûh kulağıdır. Nitekim bu kitâbın yazarı cenâb-ı Şeyh (ra) Fusûsu’l-Hikem’lerinde onların tesbîhlerini işittiklerini beyân buyururlar.

Ve aklın ve rûhun işitmesindeki alâmet, hayret ve beşeriyyetin donukluğuyla beşerî sıfatların örtünmesidir. Çünkü beşeriyyetin bu işitilenleri işitmeye tâkatı yoktur. Eğer beşeriyyetin sıfâtı mevcûd iken bu işitilenler rûh kulağı ile işitilse, insan korkunun şiddetinden maâzallâh cinnet geçirir. Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri “Halîm” ism-i şerîfiyle tecellî edip bu hâli örter. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerîmenin devâmında “Muhakkak ki O; Hakîm'dir, Gafûr'dur” (İsrâ, 17/44) buyrulmakla bu hakîkate işâret edilir.

Ve aklı ile değil, nefsi ile, ya‘nî beşeriyyeti donukluğa uğramayarak ve beşerî sıfatlarını örtmeyerek işiten kimse, ancak mûsikî nağmelerinde ve tatlı ve işitmekten yana iştah verici olan seslerde his kulağını kullanır. Ve bunları his kulağıyla dinler.

Ve onun alâmeti başka şeyleri algılamaktan yana fânî olarak işitme esnâsında vücûdunun hareket etmesidir. Ya'nî nefsiyle, güzel sesli bir kimsenin söylediği kasîdeleri ve ilâhîleri dinlediği zaman, ondan duyduğu lezzetle başka şeyleri algılamaktan yana fânî olur.

Örneğin gözü o sırada gördüğü şeylerle meşgûl olamaz. Yanında birisi konuşsa ne söylediğini farketmez. Çünkü his kulağı meşgûldür; ve bu sırada mâsivâ hâtıraları kendisinden gitmiştir. Eğer ben şöyle ve böyle hareket edersem beni ayıplarlar, gibi şeyleri düşünemez. Bu sırada ya Mevlevî fukarâsı gibi çarh vurur; veyâhut diğer yüksek tarîkatların dervişleri gibi sağa ve sola hareket eder.

Ve eğer bu şekilde hareket gösteren kimse işitme vaktinde başka şeyleri algılarsa, ya'nî gözü gördüğü ve kulağı işittiği şeylerle meşgûl olursa, muhakkak o şeytanın maskarasıdır. Çünkü hissinden yana gâib olmayan kimseye böyle taklîd olarak hareketler yapmak câiz değildir. Ve bunda riyâ ve gösteriş olduğu için şeytan bu sebeple onu saptırıp alay eder. Sâliklerin bundan kaçınması lâzımdır.

Ve eğer hissetmez ve yukarıda îzâh edildiği şekilde, her bir şeyden fânî olursa o kimse nefs sâhibidir. Ve nefsin kuvveti ve hükmü altındadır. Velâkin işitme esnâsındaki hareket hâli geçerlidir, taklîd değildir. Ve hissinden fânî olması da geçerli ve sâbittir.

Böyle bir kimse bu fenâyı ve işitme esnâsındaki hareketi tâkiben aslâ bir ilim getiremez. Ya'nî bu fenâdan ayıldıktan sonra “Ben şöyle hareket ettim ve böyle yaptım” diyemez. Çünkü kendi hâlini bilemez. Eğer o bir’ilim getirdiğini iddiâ ederse, kendi hâline vâkıf olduğu için algılamaktan yana fânî olmamıştır. Ya'nî nefsiyle işitici olmamıştır; ve aklı ve rûhu ile de işitici olmamıştır. Çünkü onun vücûdu hareket etti. Çünkü aklı ile işitici olanda hareket olamayacak idi.

Bu iki türlü işitme gerçekleşmeyince, artık ona taklîdçi ve yalancı demekten başka bir söz kalmaz. Çünkü nefsiyle işitme mutlaka bir ilim vermez; ve akıl ile olan işitmeyle berâber hareket olmaz. Bundan dolayı kim ki, hareketle ilim arasını bir araya getirirse, o hakîkatleri bilmeyen yalancı olmuş olur. Artık tekkelerdeki dervişlerin hâli buna göre tetkîk edilsin.



Bilesin ki, Allah Teâlâ kulun kalbi üzerine vecdin türlerinden bir tür ile ilâhî bilgiler indirmeyi istediğinde, madde bedendeki kalbin üzerine yakınlık serinliği gönderir. Bundan dolayı kalbin üst tabakasındaki hava soğuyup aşağıya yönelir. Buna karşılık normal vücûd ısısı beyne doğru yukarı çıkar. Onun üzerine dikilir. Böyle olunca ısı tepkime ile kalb sâhasına sürtününceye kadar aşağıya yönelir. Bu sürtünmeden bir ateş doğup yükselir.

Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin