Şimdi biz insânî taşların özelliklerinden bahsedelim. “Hayret taşı” bu cinstendir; ve o azîz bir taştır ve onda esmerlik vardır. Ve yeri karanlıklar denizidir. Ve onun acâib sırları vardır. Ve o kalbde bir zâtî noktadır. Gözde bebek gibidir ki, o görme mahallidir. Cum‘a gününde bir sâat gibidir. Nitekim (aleyhi ve âlihi’s-selâm) buyurdu. Ve ona cum‘a bir ayna olarak temsîl olundu ki, onda bir siyâh nokta var idi. Ve haber verdi ki, o cum'ada olan bir sâattir. Şimdi kalb üzerinde örtü bulunduğu vakit, bu taşın vücûdu zâhir olmaz. Ve insanda akıldan ve onun dışında olan rûhların hepsi, ancak bu noktanın müşâhedesini gözleyicidir. Eğer kalb beklenti ve zikir ve tilâvet ile cilâlanırsa bu nokta gözükür. Ve gözüktüğü zaman, ona Hakk’ın zâtından başka karşılık gelen bir şey yoktur. Bundan dolayı bu taştan bir nûr yayılır, cismin her köşesine sirâyet eder. Akıl ve onun dışındakiler hayrette kalır. Bu taştan çıkan çok büyük ve çok geniş ve çok parıltılı nûr onları dehşette bırakır. Böyle olunca onlar için ne zâhir ve ne de bâtın tasarruf ve hareket gözükmez.Ve işte bunun için “hayret taşı” denildi. Şimdi Allah Teâlâ bu kulun devamlılığını istediği vakit kalb üzerine bir bulut parçası gönderir ki, bu noktadan çıkan çok büyük ve çok geniş nûr ile kalbin arasında perde olur. Nûr ona yansıyarak devâm eder. Ve rûhlar ve organlar serbest kalır. Ve bu ancak sâbitlemedir. Bu durumda kul görüntüsünün devâmı için, bu bulutun arkasından müşâhede edici olarak beşeriyetine devâm eder. Ve tecellî de dâimâ devâm edici olup bu taşta ebeden gitmez. Ve işte bunun için çokları der ki, muhakkak Hak aslâ bir şeye tecellî etmedi ki, bundan sonra ondan perdelenmiş olmasın. Fakat sıfatlar muhtelif olur.Ve bu ma'nâda bizim beyitlerimiz vardır:
Ne zamanki Allah kapısını çalmaya devâm ettim, gâfil değil ısrarcı idim; Tâ ki “ayn”e onun vechinin celâli gözüktü, git gidebildiğin kadar,ancak O’dur.
Ve Allah Teâlâ’nın kalbine îmân yazdığı kimse de böyledir. Çünkü onu ebeden mahvetmez. Ve bunun için “ulâike ketebe fî kulûbihimül îmâne” (Mücâdele, 58/ 22) ya'nî “İşte kalblerine îmân yazdığı kimseler onlardır” buyurdu. İşte bu faydalı taş istenen birşeydir ki, seni mahbûbun müşâhedesine vâkıf kılar. Şimdi bunu bil! Ve Kur’ân’dan bu sırrın âyeti “hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbüküm, kâlûl hakka” ya’nî “Onların kalplerinden korku giderilince: "Rabbiniz ne buyurdu?" dediler. (Onlar da) "Hakkı buyurdu" dediler” (Sebe’, 34/23)’tür. Ve taşın özelliği budur ki, her hangi bir vakitte kul ile kâim olduğunda, ona taarruz eden her bir şeyi onun yönelişi ve bilgisi olmaksızın kahreder.
Şimdi büyük âlemde mevcûd olan kıymetli taşlara karşılık olan, insan vücûdundaki taşların özelliklerini anlatalım:
Büyük âlemde üzerlerine ba‘zı sûretler yansımış olmasından dolayı hayret verici ve esmer renkli bir takım kıymetli taşlar olduğu gibi, insanda da buna benzer bir “hacer-i beht ya’nî hayret taşı” vardır.
-
Ve o taş azîz bir taştır. Onda esmerlik vardır.
-
Ve onun yeri karanlıklar denizidir. “Karanlıklar denizi”nden kasıt tabîat tezgâhında kesîf unsurlardan dokunmuş olan “kalb”dir. Çünkü unsurlar âlemi “karanlıklar denizi”dir.
-
Ve “hayret taş”ından kasıt unsurî kalbde olan “süveydâ ya’nî siyah nokta”dır ki, bu süveydâda gizlenmiş sır vardır. Ya'nî ma'nâ sûrete bağlanmıştır. Hünerin ele ve bakışın göze bağlanışı gibi. Bundan dolayı bu ma‘nâ o sûretin ne dâhilinde ve ne de hâricindedir. Niteliksiz ve ta'rîfi mümkün olmayacak şekilde bağlanmıştır. Ve buna “latîfe-i ahfâ ya’nî çok gizli latîfe” bağlanır. Ve bu çok gizli latîfenin rengi ba'zı tahkîk ehline göre siyâhdır. Ve Hak Teâlâ hazretleri hadîs-i kudsîde, “Ben ahfâdayım” buyurur.
-
Ve o taşın acâib sırları vardır.
-
Ve o kalbde zâtî bir noktadır. Ya'nî kalbin zâtı olan özel bir noktadır.
-
Kalbin mevcûd olduğu her mahalde mutlaka o da bulunur.
-
Gözde görüş mahalli olan göz bebeği gibidir. Göz olan yerde göz bebeğinin bulunmaması mümkün değildir.
-
Ve aynı şekilde cum'a gününde olan bir sâat gibidir ki, o sâatte her duâ ve istek ilâhî indinde mutlaka kabûl edilir. Nitekim (Sav) Efendimiz hadîs-i şerifinde beyân buyurmuştur. Zât-ı risâlet-penâhîye “cum'a günü” bir ayna şeklinde sûretlendirildi ki, o aynda bir siyâh nokta var idi. O siyâh noktanın cum'a günündeki makbûl bir sâat olduğunu haber verirler.
Şimdi kalb üzerinde nefsânî sıfatlardan kaynaklanan fenâlıklar ve günâhlar ve bozuk inançlar örtüsü olduğu sürece, bu taşın vücûdu kalbde ortaya çıkmaz. Oysa insânda akıldan ve onun dışındaki kuvvetlerden mevcûd olan rûhların hepsi, ancak bu noktanın müşâhedesini gözleyicidir.
Bilinsin ki, insanın vücûdunda mevcûd olan akletme kuvveti ve hayâl etme kuvveti ve tefekkür etme kuvveti ve işitme kuvveti ve görme kuvveti gibi kuvvetlerin her biri ayrı ayrı birer rûh sâhibidir. Bu rûhların tamâmı insânî küllî rûhu oluşturur. Onun için âyet-i kerîmede bunlardan her birinin ayrı ayrı mes’ûliyyeti zikredilmiştir.
“İnnes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” ya’nî “Muhakkak ki işitme, görme ve fuâd, onların hepsi, mes’ûldürler” (İsrâ, 17/36). Bunların mes’ûliyyeti insânî küllî rûhun mes’ûliyyetini doğurur.
Şimdi eğer kalb beklenti ile, ya'nî Hakk’ın yardım tecellîsine beklenti ile ve Allah zikri ve Kur’ân okumakla parlatılır ise bu nokta zâhir olur. Çünkü üzerindeki paslar bu şekilde silinir.
Ve bu nokta cilâlanıp temiz olduğu vakit, ona Hakk’ın zâtından başka karşılık gelen hiç bir şey yoktur. Çünkü mâsivâdan hiç bir sûretin yansımasını kabûl etmez. Bundan dolayı Hakk’ın zâtının tecellîsi sebebiyle bu taştan bir nûr yayılır. Ve bu nûr cismin her köşesine yayılır.
Ve insan vücûdundaki akıl rûhu ve diğer kuvvetlerin rûhları onu görünce hayrette kalırlar. Ve bu taştan çıkan çok büyük ve çok geniş nûr ve onun parıltısı bu rûhları dehşete düşürür. Bu hâlde iken rûhların insân vücûdunda ne zâhiren ve ne de bâtınen tasarruf ve hareketlerinden hiç bir eser kalmaz. Çünkü bu hayret onları faâliyetten alıkoyar. İşte bunun için kalbdeki bu zâtî noktaya “hacer-i beht ya’nî hayret taşı” denildi.
Bu tecellîye mazhar olan kulun bütün kuvvetlerinin tasarruftan kalışı yönüyle bunların tamâmı olan küllî rûh dahi hayrete dalar ve o kul küllî fenâ âleminde bulunur. Bu salt fenâ içinde kul dünyevî ve sûrî muâmelelerinden yana devre dışı kalır.
Allah Teâlâ bu kulun beşeriyyete döndürülmesi sûretiyle devamlılığını istediği zaman, kalbin üzerine bir bulut parçası gönderir ki, bu noktadan çıkan çok büyük ve çok geniş nûr ile kalb arasında perde olur. Nûr o bulut parçasına yansıyarak devâm eder; ve kuvvetlerin ve organların rûhları serbest olur.
İşte bu hâl o kulu tecellî ile örtünme arasında sâbitlemedir. Bu durumda kul beşeriyyet görüntüsünün devâmı için bu bulutun arkasından Hakk’ın zâtını devâm üzere müşâhede ederek beşeriyyet içerisinde kâim olur. Ve tecellî de kesilmeyip bu taşta ebeden gitmez. İşte bunun için tecellîye nâil olan zâtların çokları dediler ki: “Muhakkak Hak, aslâ bir şeye tecellî etmedi ki, bu tecellîden sonra kendisine tecellî edilenden örtünmesin.” Ya'nî Hak tecellîden sonra mutlaka bir sûretle örtünür; ve bu tecellî içinde kulun şöyle kelâmları olur. Beyt:
Tercüme: “Ne zamanki kalb Hakk’ın yeri oldu, Hak benim iledir, ben de Hak ileyim. Hak Hakk’a vâsıl olmuştur. Kendimin üzerinde Hû Hû derim.”
Fakat sıfatlar muhtelif olur. Ya'nî sıfat tecellîleri ve onun husûsları ihtilâf üzeredir. Çünkü tecellî kābiliyyetlere ve isti'dâdlara göredir. Ve kābiliyyetler ve isti'dâdlar ise muhteliftir. Çünkü ilâhî isimlerde ve sıfatlarda ihtilâf bulunduğunu îzâha bile gerek yoktur.
Bu ma'nâda bizim beyitlerimiz vardır:
Ne zamanki beklenti ve zikir ve Kur’ân okumakla Allah kapısını çalmaya devâm ettim; ve bu kapıyı çalmaktan yana hiç gaflete düşmedim. Ya'nî ben de sülûk sâhibiyim, benim de bu iş ile âşinâlığım vardır, tarzında akrân ve benzerlerime üstünlük güdüsünde değil idim. Belki mâsivâdan tamâmen bakışımı kesip cidden Hakk’ın tecellisinin zuhûrunu gözleyici idim. Sonuçta Hakk’ın yardımı zuhûr edip hayret veren taştan küllî rûhumun “ayn”ına onun vechinin celâli zâhir oldu. Bu zuhûr ebeden kesilmesi. Git gidebildiğin kadar!... Ancak hep onun vechinin celâlidir. Şimdi ey sâlik!
“Kim ki kapıyı çaldı, çalmakta ısrâr etti, içeriye girdi.” Ve böylece
“Kim ki taleb etti ve talebinde ısrarcı oldu, istediğini buldu”
buyrulmuş oluşu yönüyle talebde ciddiyyet ve istikâmet şarttır. Usanç aslâ câiz değildir.
Ubeydullâh Ahrâr (ks) Risâle-i Vâlidiyye’lerinde şöyle buyururlar:
“Sultân Ebû Yezîd Bistâmî’nin bir mürîdi var idi ki, senelerce zikir ile meşgûl olduğu hâlde ona hiç bir feth ve açılım olmamış idi. Bu hâlden hiç bir şekilde usanmayıp günden güne ciddiyeti ve gayreti artar idi. Diğer mürîdler onun bu hâline hayret ederlerdi. Hz. Sultân buyurdular ki: “Ba'zı kimseler bir takım haller ve olaylar sebebiyle ünsiyeyt ve huzûr hâsıl ederler ve kendilerinde bu sûretlerden hazz peydâ olur. Ve o kimsenin usanmaması bundan dolayıdır. O mürîd ise huzûrun yokluğu ve usanmasına dâir bir çok sebepler olmakla berâber zikrine devâm eer ve çalışır. Onun himmet ve azmi hepsinden daha kuvvetli ve a'lâdır. Ona “sultânü’z-zâkirîn ya’nî zikredicilerin sultânı” diyelim!” buyururlar. Ve bütün ashâbı ondan bu isim ile bahsederler.
Ve Hak Teâlâ’nın kalbine îmân yazdığı kimse dahi böyledir ki, îmân nûru onun kalb süveydâsından aslâ ayrılmaz. Bu sebeple âyet-i kerîmede;
-
“Ulâike ketebe fî kulûbihimül îmâne” ya'nî “İşte kalblerine îmân yazdığı kimseler onlardır” (Mücâdele, 58/22); ve aynı şekilde;
-
“Ve mâ kânallâhu li yudîa îmâneküm” ya’nî “Ve Allah sizin îmânınızı zâyî edecek değildir” (Bakara, 2/143) buyurdu.
İşte insânî vücûdda talep edilen şey bu faydalı taştır ki, seni mahbûbun müşâhedesine vâkıf kılar. Bundan dolayı bu beyân ettiğimiz sırrı bil ve dâimâ onun talebinde ol!
Ve Kur’ân-ı Kerîm’den bu sırrın âyeti “hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbüküm, kâlûl hakka” ya’nî “Onların kalplerinden korku giderilince: "Rabbiniz ne buyurdu?" dediler. (Onlar da) "Hakkı buyurdu" dediler” (Sebe’, 34/23)’tür. Bu âyet-i kerîmenin yüce ma'nâsı yukarılarda geçti.
Ve bu “hacer-i beht”in, ya'nî “hayret taşı”nın özelliği budur ki, her hangi bir vakitte kul ile kâim olduğunda, ya'nî kalbden örtü kalkıp tecellîye mazhar olduğunda, o taş o kula taarruz eden zulmânî ve nûrânî perdeleri kul onlara yönelmeden ve bilgisi dahi olmadan kahreder; ve kulun kalbi mâsivâya bağlanma belâsından hiç külfete girmeden kurtulur. İşte bu hayret müşâhedesinin sırrıdır.
Fakîr 1321 rûmî senesinde küllî rûhu hayretli bir hâlde kalmış ve henüz beşeriyyete döndürülmemiş olan bir zâtı Yenibahçe’de oturmakta olduğu evinde, mürşidim Mehmed Es’ad Dede hazretleri ve ba'zı muhterem arkadaşlarla berâber ziyâret ettim. Bu zât hadîs ilmi âlimlerinden ve Şâzeliyye tarîkatının kerem sâhibi şeyhlerinden Tunuslu Mustafa Efendi hazretleri idi. Kendileri sünnet-i seniyye gereğince sağ ellerinin avuç içini sağ yanaklarına koyup kıbleye dönük bir şekilde yatmışlar idi. Mübârek yüzü gâyet parlak, yanakları gül gibi latîf bir kırmızılık içinde; ve gözleri gâyet parlak olup açık bir hâlde kıble tarafına bakıyordu. Yanında bulunduğumuz zaman içerisinde aslâ gözlerini kırpmadı; ve a'zâ ve organlarında hiç bir hareket eseri görünmedi. Eşinden aldığımız bilgilere göre bir şey yemeksizin ve içmeksizin günlerce bu hâl içinde imiş. Kendisinden hiç bir beşerî ihtiyâc gözükmez imiş. Nihâyet bu muhterem zât beşeriyyete döndürülmeksizin âhirete intikâl etmiştir (kaddesallâhu sırrahû!).
Ve zümrüd taşı bundandır. Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “İnnellezînettekav izâ messehüm tâifun mineş şeytâni tezekkerû fe izâhüm mubsırûn” ya’nî “O kimseler ki, sakınırlar, şeytandan kendilerine vesvese dokunsa hatırlarlar. Şimdi onlar doğru yolu görürler” (A‘râf, 7/201)’dır. Şimdi zikretme kuvvetinin özelliği İblîs’i o anda hîle düşünmekten yana kör etmek ve onu korkutmaktır. Bundan dolayı ulaşmaz, bakışı ona geri döner. Şu kadar ki, mü’min iki hâlin biri üzerinedir: Ya gaflettedir; böyle olunca tekrar ona yaklaşır. Veyâ huzûrdadır; böyle olunca eğer yaklaşırsa ondan yanar. Allâh’ın la’netine ona olsun, kendisinde ârif-i billâh olan hâneye girmeye cür’et edemez; ârif uyusun veyâ uyanık olsun, farketmez.
Ya'nî büyük âlemde mevcûd olan zümrüd taşına karşılık insanda da bir sır ve bir latîfe vardır. Büyük âlemde mevcûd olup yeşil bir taştan ibâret olan zümrüd taşının özelliklerindendir ki, bunu taşıyan kimse perîşân rü’yâlar görmez; ve kalbinde kuvvet olur; ve sar‘a isâbet etmez. Ve tecrübe etmiş olanlar diğer özelliklerinden dahi bahsederler.
İnsanda buna karşılık olan latîfe de “zikretme kuvveti”dir. Ve zikretme kuvveti “sır denilen latîfe”ye bağlanır. Ve sır latîfesinin rengi tahkîk ehlinden ba'zılarının söylediğine göre yeşildir. Ve büyük âlemdeki zümrüd taşının rengi de yeşildir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu sırrın âyeti “İnnellezînettekav izâ messehüm tâifun mineş şeytâni tezekkerû fe izâhüm mubsırûn” ya’nî “O kimseler ki, sakınırlar, şeytandan kendilerine vesvese dokunsa hatırlarlar. Şimdi onlar doğru yolu görürler” (A‘râf, 7/201) mübârek sözüdür.
Büyük âlemdeki zümrüdün özelliği perîşân rü’yâlara mâni‘ olmak ve kalbe kuvvet vermek olduğu gibi, zikretme kuvvetinin özelliği dahi, İblîs’i hîlesinden men' etmek ve onu korkutmaktır. Ve zümrüd taşının özelliklerinden biri de yılanının gözünü kör etmesidir. Nitekim bu ma‘nâya işâreten cenâb-ı Mevlânâ (ra) bir beyt-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
Tercüme: “Eğer yolda ejderhâ var ise, aşk zümrüd taşı gibidir. O aşk zümrüdünün parıltısıyla ejderhâyı def’ et!”
Bunun gibi zikretme kuvveti de İblîs’i hîle düşünmekten yana kör eder. Ya‘nî zümrüd yılanın gözünü kör ettiği gibi, İblîs’in hîlesine baktığı gözünü kör eder; ve bakışı zikretme kuvveti sâhibine ulaşmaz ve kendisine geri döner.
Ancak şeytan bir mü’mine vesvese naklettiği vakit, o mü’min iki hâlin biri üzerine bulunur:
-
Ya gaflette bulunur; bu halde şeytan ona tekrâr yaklaşır. Mü’min için bu hâl tehlikelidir. Çünkü bu gaflet hâlinde zikretme kuvveti devre dışıdır. Şeytan birisinde kandırmazsa diğerinde kandırır; ve onu helâke sürükler.
-
Veyâhut hâzır oluş içindedir; mü’min huzûrda iken şeytan ona yaklaşırsa şeytan onun nûrundan yanar. Şeytan (Allâh’ın la’neti ona olsun) huzûrda olan mü’mine yaklaşmak şöyle dursun, içinde ârif-i billâh olan hâneye girmeye cür’et edemez. Hânede bulunan ârif ister uyusun, ister uyanık bulunsun, şeytan için farketmez. Çünkü ârif-i billâh uyumuş olsa da kalbi huzûrdadır. Bu da edebin devamlılığı sırrıdır.
Ve kırmızı yâkût da bundandır. Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “leyse ke mislihî şey’un” ya’nî “O’nun misli gibi bir şey’ yoktur” (Şûrâ, 42/11)’dir. Ve onun özelliği, insan kudsî rûh yönünden onu müşâhede edici olduğu vakit, o Hakk’ın zâtına bağlı olan ilimleri bilir ki, başkalarının ona vâkıf olmadığı şeydir. Şimdi eğer gazabî nefsi yönünden onu müşâhede edici olur ve zorbalardan bir zorbaya rastlarsa, muhakkak o, onu küçük düşürür. Ve onun nefsinde büyüklenmekten yana bulduğu şeyi tevâzuya çevirir. Ve eğer ona serzeniş eder ve onu korkutursa, onu affeder.
Bilinsin ki, imkân âleminde “yâkût” dedikleri kıymetli taş Seylan Ada’sında ve Zengibâr’daki bir dağın eteklerinde bulunur. Rengi âteş kırmızısı, esmer, sarı, beyaz, mâvî, penbe, bordo, bulanık erguvânî ve siyâh olur. Dîğer taşlardan ilk bakışta ağırlığı ve sertliği ile fark edilir. Yâkutu ancak elmas deler. Yâkutun özellikleri şunlardır: Onu taşıyan kimse vebâdan emîn olur. Ve eğer ağzında tutarsa kalbine kuvvet verir. Ve gam ve kederi giderir. Ve susuzluğu dindirir. Ve onu taşıyan kimse insanların bakışında azîz ve muhterem olur. Ve ondan yaptıkları bir tür ma'cûn vücûda çok kuvvet verir; ve kanı temizler.
Şimdi âlemde mevcûd olan kırmızı yâkûta karşılık olarak, insanda da kırmızı yâkût mesâbesinde bir sır ve latîfe vardır. Ve bu sır “rûh latîfe”sidir. Ve “rûh latîfe”sinin rengi tahkîk ehlinin ba’zılarına göre kırmızıdır. Ve Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından bu sırrın âyeti “leyse ke mislihî şey’un” (Şûrâ, 42/11) ya‘nî “O’nun misli gibi bir şey’ yoktur” mübârek sözüdür.
Bilinsin ki, her bir rûh kendi sâbit ayn’ına bağlanır. Ve her bir sâbit ayn bir ilâhî ismin sûretidir. Ve ilâhî isimler birbirinden farklı olup muhtelif eserleri bulunduğundan birdîğerinin misli ve benzeri değildir. Çünkü ilâhi tecellîde tekrâr yoktur; biri diğerine aslâ benzemez. Bundan dolayı her bir rûh bu i'tibâr ile “leyse ke mislihî şey’un” vasfını taşımaktadır. Nitekim bunun misâli his âleminde gözükmektedir. İnsan ferdleri insâniyette bir dîğerinin misli ve benzeri olduğu halde, halk edilmişlik ve huy yönündn bir dîğerinin misli ve benzeri değildir. Bu i'tibâr ile her biri “leyse ke mislihî şey’un” vasfını tasdîk edicidir.
Şimdi sâlike rûhî tecellî olduğu zaman, onun beşerî sıfatları kalkar. Fakat tecellî örtülü olursa nefsî tabîatına geri dönüp sâlik için tatmînkârlık oluşmaz. Ve rûhânî tecellî ba'zı kere zikir ve tâat nûrlarının üstün gelmesinden dolayı olur. Ve rûhâniyyet denizi dalgalandığı zaman kalb sâhiline çarpar.
İnsan kudsî rûh yönünden bu hâli müşâhede edici olduğu vakit, Hakk’ın zâtına bağlı olup başkalarının vâkıf olamayacağı ilimleri öğrenir ki, bu ilimleri alma esâsları yukarıki şerhlerde geçti. Ve bu, ilim keşfi sırrıdır. Ve rûhi tecellînin, sonradan olma olanın alâmetiyle vasıflanıp, sâlik üzerinde fânî kılma kuvveti olamıyacağından, sâlik bu tecellî içinde kendi çevresini ve çevresindeki fiilleri ve hareketleri idrâk eder.
Şimdi sâlik bu hâl içinde iken çevresinde gördüğü haram işlerden bir şeye karşı gazabî nefsiyle gözükür. Ve şerîata aykırı harekette bulunan zorbalardan bir zorbaya rastlarsa onu küçük düşürür. Ve o zorbanın nefsinde büyüklenmekten, o sâlike karşı bulduğu şeyi, ya'nî büyüklenme ve kibirlenme cinsinden bulduğu şeyi, tevâzua çevirir. Ve o zorbanın nezdinde bu tecellî sâhibi azîz ve muhterem görünür. Nitekim yâkûtun özelliklerinden biri de bu idi. Ve eğer bu tecellî sâhibi, o zorbaya karşı bu şerîata aykırı hareketinden dolayı serzeniş ederse ve onu ilâhî azâbı hatırlatarak korkutursa, o zorbanın elinde zâhirî kuvvet var iken, ona zulmetmeye kalkışmayıp affetmekle muâmele eder.
Ve mâvî yâkût taşı da bundandır. Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “lâ muakkıbe li hükmihi” ya’nî “O’nun hükmünü reddedecek yoktur” (Ra'd, 13/41)’dir. O öyle bir şeydir ki, hâl sâhiblerine ve halka mahsûs olarak insana rabbâniyyet verir.
Dış âlemde mâvî yâkût taşı olduğu gibi, insânî nefsde buna karşılık ve paralel olarak mâvî yâkût taşı vardır. Ve mâvî yâkût taşını taşıyan kimsenin sözü insanlar arasında geçerli olduğu ve kendisi insanlar indinde muhterem ve azîz bulunduğu gibi, bu taşa karşılık olan sır ve latîfe kendisine açılmış olan kimsede, gerek hâl sâhibleri olan sâlikleri ve gerek sâlik olmayıp muâmeleler sâhiblerinden olan kimseleri terbiye özelliği oluşur. Çünkü Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından bu sır ve latîfenin âyeti “lâ muakkıbe li hükmihi” (Ra’d, 13/41) mübârek sözüdür. Yüce ma‘nâsı “O’nun hükmünü reddedecek yoktur” demek olur.
Ve bu sır, rûhun “hafî ya’nî gizli latîfesi” mertebesidir ki, nefsin “râzıyye” mertebesine paraleledir. Ve “gizli latîfe”nin rengi ba'zı tahkîk ehline göre mâvîdir. Rûh, burada halîfeliğinden kastedilen mertebeyi elde etmiş olduğundan ulûhiyyetin rabbâniyyeti ile de vasıflanır. Ve bu sıfatla vasıflanınca gerek sâliklere ve gerek halka karşı olan mürşidâne sözlerini reddetmeye cür’et edecek olan bulunmaz. Ezelî şekâvet sâhibleri üzerinde bile dünyâ işlerinde tasarrufa gücü yeter. Bu tevhîdde fenâ sırrıdır.
Sarı yâkût taşı: Allâh Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Allah Teâlâ sizi ve işlediklerinizi halk etti” (Sâffât, 37/96)’dır. Makâm sâhiblerine mahsûstur. Onun özelliği kulluk ve zillet ve muhtâc oluşunu açığa vurmaktır. Kendisinde bu hâl oluşanla, bu hâlden yana câhil olanın ortak makâmıdır.
Dış âlemdeki sarı yâkut taşına karşılık olarak insanda da sarı yâkût taşı vardır. Ve bu sır “marzıyye nefs” makâmında bulunan kimseye açılmış oluşu yönüyle nefsin mertebelerini kat‘ eden ve tamamlayan zâtlara mahsûstur. Ve “nefs latîfesi”nin nûru tahkîk ehlinden bir kısmının indinde sarıdır.
Ve Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından bu sırrın âyeti “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” (Sâffât, 37/96) ya‘nî “Allah Teâlâ sizi ve işlediklerinizi halk etti”dir. Bundan dolayı bu sırrın özelliği kulluk ve zillet ve muhtâc oluşunu açığa vurmaktır. Çünkü nefs makâmlarını geçen ârif-i billâh olanlar bizzât hakîkati yaşayarak bilirler ki, nefsin Hâlık’ı ve aynı şekilde nefisten çıkmakta olan amellerin Hâlık’ı Hak’tır. Böyle olunca bu ilâhî bilgi yaşantısıyla O’nu ma'bûd bilip ibâdet ehli olurlar. Ve O’nun kibriyâsı karşısında kendilerini zelîl görürler; ve bütün ihtiyâçlarında O’na muhtâc olduklarını kavrarlar ve yakîn hâsıl ederler.
Kendisine bu makâm hâsıl olan kimsenin hâli böyle olduğu gibi, kendisine bu makam hâsıl olmayıp hâlinden câhil olan kimse de bu hâlin aynısı içindedir. Çünkü câhil, nefsinin ve amellerinin Hâlık’ının Hak olduğundan gâfil olsa da, fiilen bu olmaktadır. Ve onun işlerinin idârecisi Hak’tır. Meselâ açlık ve tokluk nefsin şânındandır. Ve yemek yeme hâli kulluktur. Kul yemek yeme hâlinde Ma‘bûd’una karşı fiilen kulluğunu arz eder. “Ve huve yut’ımu ve lâ yut’am” ya’nî “O doyurandır ve kendisi doyurulmayandır” (En'âm, 6/14). Ve karnı acıkan kimse Rezzâk’a ihtiyâcını arz eder. Ve hasta olup hareket edecek gücü kalmayan kimsenin ve özellikle ölünün zillet hâli meydandadır. Câhilin cehâleti kulluğa ve zillete ve muhtâc oluşunu açığa vurmaya engel değildir. Böyle olunca anlaşılır ki, bu makâm ârif ile câhil arasında ortak bir makâmdır. İkisinin arasındaki fark irfândan ile cehâletten ibârettir. Bu da muhtâc oluştan yana kabz sırrıdır.
Mükerrem taş: Allâh Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayyin” ya’nî “Biz herşeyin hayâtını sudan kıldık” (Enbiyâ, 21/30)’dur. Hayât feleği onunla döner. Her bir mevcûdda ve her bir şeyde bulunur. Ve onun özelliği ayn’ları değiştirmektir. Tedbîrli ve ne yaptığını kuvvetle bilerek, istediğin şey üzerine ondan az bir şey naklettiğin zaman, bu şeyin hakîkatinin verdiği şeyden dolayı onun “ayn”ı değişir. Kîmyâ ehli indinde “iksîr” gibidir ki, sen onu alıp kalayın ve demirin üzerine katarsan onları gümüşe döndürürsün. Ve bakır ve kurşun üzerine katıp onları altına döndürürsün. Oysa o birdir. Tabîatların farklılığından dolayı kabûl muhtelif olur. Bu hakîkat dahi böyledir. Onu âsîye naklederse itâatkâr olur; ve kâfire nakledersen mü’min olur. Ve bu, varlığı azîz olan o kibrît-i ahmerdir ki, Allâh Teâlâ onu esirgediği şeylerden kıldı. Ve onu hazînelerinin en yükseğine emânet olarak bıraktı. Ona ulaşan kimse, onun üzerinde, onun eserini göremez. Çünkü onun üzerine hâsıl olan hüküm, onu esirgemedir.
Dış âlemde, kîmyâ ehli indinde “iksîr” ta'bîr edilen “mükerrem taş” olduğu gibi, buna karşılık olarak insan vücûdunda da böyle bir mükerrem taş vardır. Ve bu taş, “sâfiye nefs” erbâbından, haklarında ilâhî ezelî inâyet şerefle çıkmış olanlara açılır. Ya'nî kendilerine hayret taşı açılmış olan zâtların arasında bulunur.
Ve Kur’ân-ı Kerîm’den bu mükerrem taşın âyeti “ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayyin” (Enbiyâ, 21/30) ya'nî “Biz her şeyin hayâtını sudan kıldık” mübârek sözüdür.
Çünkü izâfî vücûdların arşı su üzerinde kurulmuştur. Nitekim Hak Teâlâ “ve kâne arşuhu alel mâi” ya’nî “Ve O'nun arşı su üzerinde idi” (Hûd, 11/7) buyurur. Ve bütün şeylerin sudan var olduğu olduğu ve her bir şeyde su bulunduğubilim ehli indinde sâbit olduğundan burada ayrıntısına girmek işi gereksiz yere uzatmak olur.
Şimdi su, izâfî vücûdların aslı olduğu gibi ve her şeyde mevcûd bulunduğu gibi, Hakk’ın zâtı da her şeye sirâyet etmiştir. Ve bütün eşyânın ayakta tutucusudur. Ancak her şeyde bâtındır. Fakat “ahfâ ya’nî çok gizlilik mertebesi”ne nâil olan saâdetlilerde zâhirdir; ve onlardan tecellî edicidir.
Ve bu tecellî rabbânî tecellîdir. Bu kitabın yazarı cenâb-ı Şeyh-i Ekber ve kibrît-i ahmer (ra) efendimiz Kitâbü Tuhfeti’s-Sefere ilâ Hazreti’l-Berere isimli eserinde buyururlar ki:
“Rabbânî tecellîde görüş olduğundan fenâ içinde fenâ zâhir olup emmâre nefs tamamıyla ölü hükmünde olup emînlik oluşur. Ve rabbânî tecellî iki türlüdür: Biri zâtî, diğeri sıfâtîdir.
-
Zâtî tecellî, ulûhiyyet ve rubûbiyyet tecellîsi olup;
-
Ulûhiyyet tecellisi cenâb-ı fahr-i risâlet Efendimiz’e olmuştur ki, buna “İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâhe” ya’nî “Muhakkak ki sana bîat edenler Allah’a bîat ederler” (Feth, 48/10) âyet-i kerîmesiyle işâret edilmiştir.
-
Ve rubûbiyyet tecellîsi Hz. Mûsâ efendimize olmuştur ki, “fe lemmâ tecellâ rabbuhu lil cebeli cealehu dekkan ve harra mûsâ saıkan” ya’nî “Ne zamanki Rabbi, dağa tecellî etti, onu paramparça etti ve Mûsâ, baygın olarak düştü” (A'râf, 7/143) mübârek sözüyle bu makâma işâret edilmiştir.
-
Sıfâtî tecellîye gelince: Bu da iki tür üzere olup ya cemâlî veyâ celâlidir. Bunlardan her biri de zâtî ve kalbî olur.
-
Eğer tecellî “mevcûdiyyet” sıfâtıyla olursa “fenâ içinde fenâ” zâhir olur. Nitekim bu tecellî Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine zâhir olduğunda “Vücûd ancak Allâh’ın vücûdudur” buyurdu.
-
Eğer tecellî “vâhidiyyet” sıfâtında zâhir olursa vahdet zâhir olur. Nitekim Ebû Saîd hazretlerine olduğunda ba'zı sözler söylediler.
-
Eğer “kâimiyyet” sıfâtından tecellî ederse “kıyâm bi’n-nefs ya’nî nefsiyle kâim” zâhir olur. Nitekim Bâyezîd’e olduğunda “kendimi tenzîh ederim, şânım ne yücedir” buyurdu.
-
Ve eğer “âlimiyyet” sıfâtından tecellî ederse ledünnî ilim oluşur. Nitekim Hz. Hızır (as)’a olmuştur ki, “ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ” ya’nî “ve Biz ona ledün ilmimizden öğrettik” (Kehf, 18/65) âyet-i kerîmesi bu makâma işârettir.
-
Eğer “mürîdiyyet” sıfâtında tecellî ederse irâde zâhir olur. Nitekim Ebû Osman hazretlerine zâhir olduğunda: “Otuz seneden beri Allah’ın murâdı benim murâdımdır” buyurdu.
-
Eğer “kâdiriyyet” sıfâtında tecellî ederse kudret zâhir olur. Nitekim Efendimiz (sav) hazretlerine olmuştur ki, “mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” ya’nî “attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı” (Enfâl, 8/17) âyet-i kerîmesinde bu makama işâret edilmiştir.
-
Ve eğer “bakā” sıfatından tecellî ederse ikiliğin kalkması gerekir. Nitekim Hüseyn ibn Mansûr’a zuhûrunda: “Seninle benim aramda sıkıntı verici olan ancak benim; beni Vücûd’unla aradan kaldır!” buyurdu.
-
Ve eğer “râzikıyyet” sıfâtında tecellî ederse ihsân olarak rızık verilir. Nitekim cenâb-ı Meryem’e zuhûr etmiştir ki, “Ve huzzî ileyki bi ciz’ın nahleti” ya’nî “Ve hurma ağacının gövdesini üzerine silkele” (Meryem, 19/25) âyet-i kerîmesi bu makâma işârettir.
-
Ve eğer “hâlıkıyyet” sıfâtında tecellî ederse halk ile birlik zâhir olur. Nitekim Îsâ (as)’a olmuştur ki, “ve iz tahluku minet tîni ke hey’etit tayri” ya’nî “topraktan kuş şeklinde sûret yapmıştın” (Mâide, 5/110) âyet-i kerîmesi bu makâma işârettir.
-
Ve eğer “azamet ve kibriyâ” sıfâtında tecellî ederse varlık eserlerinin mahvolması zâhir olur.
-
Ve eğer “cebbâriyyet” sıfâtında tecellî ederse son derece heybetli bir nûr zâhir olur.
-
Ve eğer “kahhâriyyet” sıfâtında tecellî ederse fenâ içinde fenâ zâhir olur.
-
Ve eğer “azîziyyet” sıfâtında tecellî ederse iki yurdun saâdeti hâsıl olur.”
Şimdi bu îzâhlardan anlaşıldığı üzere, insanda mevcûd olan bu mükerrem taşın özelliği dış âlemindeki “iksîr”in özelliği gibi ayn’ları değiştirmektir. Tedbîr ve hikmet çerçevesinde, dilediğin şey üzerine ondan biraz bir şey katacak olursan, o şeyin hakîkatinin gereğine göre, o şeyin “ayn”ı değişir. Ya'nî o şeyin hakîkatinin ve sâbit ayn’ının isti'dâdı içerisinde, bu izâfî âlemdeki ayn’ı değişir; yoksa sâbit hakîkati değişmez. Çünkü hakîkatleri değiştirmek mümkün değildir.
Bu hakîkat, dış âlemde kîmyâ ehli indindeki iksîre benzer. Bu konuda kîmyâ ile ilgili ba'zı özet îzâhlar verilmesinde fayda vardır.
Bilinsin ki, kîmyâ ilmi iki çeşittir.
-
Birisi “yeni kîmyâ”dır ki, okullarda okutulur. Ve elemenlerden ve onların karışımlarından bahseder. Bu kimyâ zâhirî ilimlerdendir. Ve fransızlar bu ilmin uzmanlarını “chimiste” ta'bîr ederler.
-
Diğeri noksan sayılan ma’denleri kâmil tedbîrlerin kuvvetiyle noksan mertebesinden kemâl derecesine ulaştırma ilmidir. Ve ma'denlerin en kâmili gümüş ve altın olarak i'tibâr edilmiştir. Ve bu ilim okullarda öğrenilmeyip erbâbı indinde gizli tutulur. Fransızlar bu ilmin uzmanlarına “alchimiste” ta'bîr edip yakın vakte kadar alay ederler idi. Ne zamanki sonradan “elektron” teorisi keşfedildi, kîmyâda anlatılan basît elementlerin birdîğerine değişme imkânı anlaşıldı. Hayâl sayarak alay ettikleri şeyin hakîkat olduğunu anladılar. Çünkü basît elementlerden her birinin atomu çeşitli sayıda elektronlardan oluşmuştur. Ve atom çekirdeğinin etrâfında eksi yüklü tanecikler olan elektronlar dönerler, güneşin etrâfında gezegenlerin dönüşü gibi. Her bir elementin atomlarını oluşturan elektronlardan ba‘zıları düşürülür veyâ attırılırsa başka bir unsurun atomuna dönüşür. Örneğin bakırın elektronlarını tebdîl ederek altına dönüştürmek mümkün olur. Ancak bu elektronların arttırılmasının ve azaltılmasının ne gibi haller ve şartlar içerisinde olduğu keşfedilememiştir. Oysa eski kîmyâda kullanılan “iksîr” bu atomların elektronlarını tebdîl ile unsurları bir diğerine değiştirebilir. Ancak iksîrin kullanım usûlü erbâbı indinde gizli tutulur. Bu eski kîmyâ erbâbı derler ki: İksîrin kullanım usûlü ve onun kullanımıyla ma’denlerin değişmesi ilâhî sırlardandır. Ma’nâ erbâbından ve irfân ehlinden başkasına açılması câiz değildir. Hırs debdebesi ve dünyâ fesâdlıklarıyla kirlenmiş olan kimselere bu ilmin öğretilmesinde toplum için zararlar vardır. Ammâ himmet eteğini dünyâ lezzetlerinin pisliğinden çekmiş olan ehlullâh ve evliyâullâha bu sırrın açılmasında zarar değil, belki fayda vardır. Nitekim Hz. Mevlânâ (ra) buyururlar:
Tercüme: “Kîmyâ ve sîmyâ ve rîmyâ denilen garîb ve gizli ilimler ancak evliyânın zâtına mahsûstur.”
Ve gizli ve garîb ilimler beş çeşittir: Kîmyâ, sîmyâ, hîmyâ, lîmyâ ve rîmyâdır. Bunlara âid ta‘rîfler konumuzun dışında olduğu için terk edildi. Bunlar hakkında özet bilgi almak isteyen kalbi sâf ihvân Hindistan’da basılmış olan Matla‘ul-Ulûm ve Mecma‘u’l-Fünûn ismindeki kitâbı incelesinler.
Şimdi bu ta‘rîflerden eski kîmyânın ne olduğu ve iksîrin ne demek olduğu anlaşıldı. İşte sen bu iksîri alır ve kalaya ve demire katarsın. İksîrin te’sîriyle onlar gümüşe dönüşür. Ve bakır ve kurşunun üzerine katarsın, onları altına dönüştürürsün. Oysa iksîr aslında bir şeydir. Fakat ma’denlerin tabîatları muhtelif olduğundan, kendilerine iksîr katıldığında, kabûlleri de muhtelif olur. Ya‘nî kimi gümüşe, kimi altına dönüşür. İşte mükerrem taş olan bu hakîkat dahi böyledir. Bu mükerrem taş, kendisine açılmış olan muhterem zât onu bakışıyla âsîye naklederse o âsî itâatkâr olur; ve kâfire naklederse ederse o kâfir mü’min olur. Hâce Hâfız Şîrâzî (ks) bu makâma işâretle buyurur:
Tercüme: “Onlar toprağa bakmakla kîmyâ ederler, olabilir mi ki, bize de göz ucuyla baksınlar!”
Ve aynı şekilde cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (kuddise sırruhü’s-sâmî) efendimiz kendi yüksek hâllerini beyânen buyururlar:
Nazmen tercüme:
Dostları ilə paylaş: |