ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Kumandanlar ve Ordular ve Onların Mertebeleri Beyânındadır
Ey kerîm efendi! Bilesin ki, muhakkak ordular, mülk çadırı üzerinde dikili olan rükûnlar ve onu tutan direklerdir. Ve yine bilesin ki, mülk hânedir; onu tutan dört direk lâzımdır. Ve inşâallâhü Teâlâ ben onları sana beyân ederim. Ve onlar senin övülmüş vasıflardan ve yüksek ahlâktandır. Bundan dolayı sen onlardan dört seçkin olanı seç ki, memleket feleklerin onların üzerinde döner; ve saltanatın döner. Orduların geri kalanı bu dördün emri altındadır. Şimdi bakışın sâdece onlara olsun. Ve onların her biri senin mülkünü idâre ettiği bilinen latîflerdir. Ve biz onları iki husûstan dolayı ancak dört yaptık. Husûsun bîri budur ki, muhakkak dört, basit sayılarda ikinci asıldır. Ve basit sayılar sonsuz olarak sayıların oluşumunda asıldır. Ve beyânı budur ki, muhakkak basit sayılar birden ona kadardır. Ve basitler içinde “on”u toplayan ancak dörttür. Çünkü dördün hakîkati dörttür; ve onda üç vardır ki, yedi olur; ve onda iki vardır ki, dokuz olur; ve onda bir vardır ki, on olur. Ve sayılar içinde ondan başka “on”u barındıran sayı yoktur. İşte bu hikmeti barındırdığı için biz onu seçtik. Ve geri kalan kuvvetleri potansiyel olarak taşıyıcıdır. Şimdi biz dördün mülkü ikâme ettiğini bildik. Ve bundan dolayı “Arş’ın Taşıyıcıları” Hak Teâlâ’nın buyurduğu gibi sekiz oldu. Ve onlar Sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyurduğu gibi şu anda dörttür. Ve bunun için Allah Teâlâ kıyâmet günün vasfettiği vakit “ve yahmilu arşe rabbike fevkahüm yevme izin semâniyeh” ya’nî “Ve izin günü Rabb’inin arşını üstlerinde taşıyanların sayısı sekizdir” (Hâkka, 69/17) buyurdu. “Yevme-izin” buyurdu ki, kıyâmet gününe işâret eder. Ve biz bu hayvânî âlem mülkünü, ki o senin mülkündür, dört tabîat üzerine yerleşmiş bulduk. Ve büyük âlem dört unsur üzerine yerleşti. Ve bu kırk bölümdür. Ve dört sayısı geniş bir bölüm ki, onun bildirilmesi fayda hakkındaki kastımızdan bizi dışarı çıkarır.
Cenâb-ı Şeyh (ra) âfâkî ve enfüsî mülkü “çadır”a; maddî ve ma‘nevî orduları da çadırı tutan “direkler”e ve etrâfınaa dikilen “kazıklar”a benzetmişlerdir. Ve diğer bir benzetme olarak buyururlar ki, mülk bir “hâne” gibidir. Ve “hâne”yi tutan “dört duvar” veyâ “direk” lâzımdır. Ve bunlar insânî vücûd mülkünde övülmüş vasıflar ve yüksek ahlâktır.
Bundan dolayı ey kerîm efendi olan rûh, o vasıfların ve ahlâkın seçkinleri ve özü olan dört vasıf ve huyu seç ki, vücûd mülkünün felekleri onların üstünde döner ve saltanatın onların vâsıtasıyla döner. Orduların geri kalanı, ya'nî diğer vasıflar ve ahlâklar, bu dört vasıf ve huyun emri altındadır.
Böyle olunca bakışın sâdece bu dört vasfa çevrilmiş olsun! Ve bu vasıfların her biri senin vücûdunun mülkünü idâre ettiği bilinen latîflerdir ki, aşağıda beyân edilecektir. Ve biz bu vasıfları iki husûstan dolayı ancak dörde sınırlı kıldık.
İki husûsun birisi budur ki, muhakkak “dört” sayısı, basit sayılarda, ya'nî tek hâneli sayılarda, ikinci asıldır. Ve birinci asıl “bir”dir. Çünkü bütün sayıların mertebeleri bir sayısından var olur. Örneğin 1+1=2 ve 1+1+1=3 ilh... şeklinde sayıların mertebeleri sonsuz bir şekilde sürer gider.
Ve “bir”den “on”a kadar olan basit sayılar sonsuz sayıların oluşumunda asıldır. Örneğin “on” sayısından sonra yine birden başlanıp on bir, on iki ilh... diye gider. Ve aynı şekilde yirmiden, otuzdan, kırktan sonra da yine böylece sürer gider. Basit sayılar içinde dört sayısının ikinci asıl olmasının sebebi budur ki, dört sayısı, on sayısına kadar, altında ve üstünde olan sayıları toplamıştır. Örneğin “dört” kendisinden önce olan 1 ve 2 ve 3 sayılarını toplamıştır. Ve kendisinden sonra gelen 5, 6, 7, 8, 9, 10 sayılarını da potansiyel olarak ihtivâ etmiştir. Ya'nî;
-
4 + 1 = 5 ve
-
4 + 2 = 6 ve
-
4 + 3 = 7 ve
-
4 + l + 3 = 8 ve
-
4 + 2 + 3 = 9 ve
-
4 + 1 + 2 + 3 = 10 olur.
Çünkü dört sayısı “bir”i ve “iki”yi ve “üç”ü taşıyıcıdır. Bu taşımış olduğu sayılar kendisine eklendiğinde böylece “on”a kadar kendi üstündeki basit sayıların mertebeleri oluşur. Ve dörtten başka tek hâneli sayılar içinde bu özelliği taşıyan hiç bir sayı yoktur.
İşte bu hikmeti barındırdığı için biz “dört”ü seçtik. Bu dört sıfat vücûd mülkünde diğer sıfatları ve kuvvetleri taşıyıcıdır. Böyle olunca bu dört sıfatın, hânenin dört duvarının hâneyi tutuşu gibi, mülkü ikâme ettiklerini bildik. Ve bundan dolayı “Arş’ın Taşıyıcıları” kıyâmet gününde Hak Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de buyurduğu gibi sekiz oldu. Çünkü kıyâmet gününde bâtın zâhir olur ve potansiyel olanlar fiile gelir. Bundan dolayı şu an dört olarak zâhir olan Arş’ın Taşıyıcıları’nın bâtınları da zâhir olacağından toplamı sekiz olur. Nitekim Allah Teâlâ kıyâmet gününü vasfettiği vakit “ve yahmilu arşe rabbike fevkahüm yevme izin semâniyeh” ya’nî “Ve izin günü Rabb’inin arşını üstlerinde taşıyanların sayısı sekizdir” (Hâkka, 69/17) buyurmuştur. Ve “yevme-izin” sözüyle kıyâmet gününe işâret buyurur.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinin 371.bölümünün ikinci ve beşinci kısmında “şu an Arş’ın Taşıyıcıları’nın dört olduğuna ve kıyâmet günüde sekiz olacağına” dâir ayrıntılar ve îzâhlar vermiştir. Onların buraya tercüme ve nakli şerhin uzatılmasını gerektirir.
Ve biz bu hayvânî âlem mülkünün, ki o senin cisim mülkündür, dört tabîat üzerine binâ edildiğini gördük ki, onlar da “rutûbet,” “kuruluk,” “sıcaklık,” ve “soğukluk”tur. Ve büyük âlem olan güneş sistemimizi oluşturan hey’et dahi dört unsur üzerine kâim oldu. Onlar da “sıvı‘” ve “gaz” ve “katı” ve “âteş” ya‘nî “harâret”tir. Ve burada “unsur” ta‘bîri kimyâgerlerin bahsettikleri basît elementler değildir. Hikmet ehlinin bahsettikleri cisimlerin umûmî esâslarıdır. Bundan dolayı fen erbâbının bu terimlere i‘tirâzları yerinde değildir.
Ve hiç şübhe yok ki, bilimsel olarak dahi sâbit olduğu üzere, gerek âlemin vücûdu ve gerek Âdem’in vücûdu, bu dört rükûn ve tabîat üzerine yerleşmiştir. Ve bu tabîatlar ve dört unsurlar bölümü, kırk bölümdür, ya'nî vücûd mertebeleri kırktır. Bundan dolayı dört sayısı geniş bir bölümdür ki, eğer biz onun ayrıntılı bir şekilde îzâh etmeye kalkarsak maksadın dışına çıkmış oluruz. Bu konu hakkında bilgi almak isteyenler Fütûhât-ı Mekkiyye’nin birinci cildinin baş taraflarını incelesin.
Ve dörde tahsîs etmeni kılmanı onun sebebinden emrettiğimiz diğer husûsa gelince, çünkü onlardan sana zarar veren ve mülkünü bozan yönler dörttür. Sağ, sol, arka ve ön yönleridir. Şimdi sana zarar vereni Hak Teâlâ beyan buyurur: “Sümme le âtiyennehüm min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim” (A'râf, 7/17) ya‘nî “Daha sonra elbette onlara önlerinden ve arkalarından ve sağlarından ve sollarından geleyim.” Ve daha fazlasını söylemedi; ve geçerli de olmaz. Çünkü gerisi ancak üst ve alt olan ikidir. Şimdi “alt” seni kendisine da'vet eder. Ve “üst” ilâhı tenzîh yolunun mahallidir. Ve onlardan sana zarar ve bozukluk gelmez. Ve onlardan her bir yön üzerine bu dörtten birisini tâbi’leriyle ve ordularıyla dik ki, mülkü himâye etsinler. Ve sen âfiyette emîn ve râhat olarak yaşayasın. Çünkü senin düşmanın hîlekârdır, çarpışmaya kudreti yoktur; ve ancak hâinlik ile tamah ettirir. Bundan dolayı sen lütufları bu dörde dağıttığın vakit işin rahatlık bulur. Ve düşman sana her ne zaman gelse ve hangi taraftan gelse senin hakkında olan murâdına ulaşmaktan kendisini engelleyeni bulur. Böyle olunca sen “korku”yu sağına ve “ümîd”i soluna ve “ilm”i önüne ve “tefekkür”ü arkana dik! Düşman senin sağından geldiği zaman, “korku”yu ordularıyla bulur, onu defetmeye gücü yetmez. Ve diğerleri de bunun gibidir. Ve biz ancak bu tertîbi oluşturduk. Çünkü düşman ancak bu yönlerden gelir. Şimdi “korku”yu sağa tahsîs ettik. Ve beyânı budur ki, muhakkak “sağ” cennet mevzi'idir. Ve “sol” ateş mevzi'idir. Düşman sağ taraftan geldiğinde, ancak şehvetler ve lezzetlerden ibâret olan hemen gerçekleşenler cenneti ile gelir; ona onları süslü gösterir; ve onları ona sevdirir. Böyle olunca ona “korku’ taarruz edip onlardan onu def’ eder. Ve eğer o olmasa idi, elbette onlara düşerdi. Ve onun gerçekleşmesiyle de senin mülkünde helâk olur. Bundan dolayı korkunun ancak bu mevzi‘de olması îcâb eder. Ve onu diğer yönlerde kullanma ki, ümîtsizlik ortaya çıkar. Eşyâyı mevzi’lerine koymak hikmettendir. Şimdi insan için “korku” süvârî için silâh gibidir. Çünkü o ancak düşmana karşı koyma indinde veyâhut onunla onun gelmesinden yana korur. Ve eğer onu bu yerin dışında alırsa, onunla alay edilir; ve akılsız bir câhil olur. Ve eğer sana düşman sol taraftan gelirse, o ancak sana ümîtsizlik ve Allâh'a kötü zan ile gelir. Ve elbette sana hiddeti üstün çıkarıp seni helâk eder. Şimdi ona Allah (azze ve celle) hazretlerine iyi zan ile ümîd kâim olup onu def’ eder; ve onu kahreder. Ve aynı şekilde o önünden gelirse, sözün zâhir yönüyle gelir. Şimdi o cisimlendirmeye ve benzetmeye sebep olur. Böyle olunca ona ilim gâlib olup bununla sana ulaşmasından onu men' eder. Bundan dolayı hüsrâna uğrayanlardan olur. Ve aynı şekilde arkasından geldiğinde şübhe ile ve bozuk hayâller yönünden işlerle gelir. Bundan dolayı tefekkür kâim olup onu def’ eder. Çünkü eğer o tefekkür etmez ve bu şey’lerin şübhelerden olduğuna vâkıf oluncaya kadar incelemezse mülkünü helâk eder. Senin kuvvetin olan bu şehrinin savaşında düşman için ancak bu dört yönden yol vardır. Şimdi bunları sana anlattığım gibi tertîb ettiğin zaman belden sağlamlaştırılmış olur. Ve sapasağlam kıl ki, düşmanın onları def’ etmeye gücü yetmesin. Şimdi eğer daha fazlası olsa dahi bunlar lâzımdır. Görevlilerinden emrini kendilerine naklettiğin “on” üzerine daha fazla arttırma! Ve biz onları ancak unsurları muhâfaza yönünden “on” yaptık. Çünkü Hakk’ı tenzîhin esâsı olan hudûd “on”dur. Ve onlar da ön, arka, sağ, sol, üst, alt, başlangıç, son, bütün ve parçadır. Bundan dolayı Rabb’ini bu hadlerden tenzîh eden kimse üzerine onlar selâmet vesîlesidir. Ve bakâ yurdunda mülkün bakâsıdır. Tenzîh etti ve ebedî saâdete nâil oldu. Böyle olunca eğer düşman bizim anlattığımız kāidelerimizden bir kāideyi yıkmaya teşebbüs ederse, ondan kendini koru! Ve bu hadden her hangi bir hadde mahsûs olup ordulardan kendisine ihtiyâç bulunan elinin altındaki bu kumandanları oraya dik! Her bir haddin ashâbıyla berâber bir emîri olup onun indinde vekilleriyle ve ârifleriyle berâber vâkıftır. Bundan dolayı düşman geldiği zaman senin üzerine istenileni yapmak kolay olur. Ve sen hangi taraftan geldiğine bakarsın. O tarafta olan emîri da‘vet edip ortaya çıkmasını emredersin. Çünkü onun himmeti sana yeter. Ve her tarafta da böyledir. Şimdi ey kerîm efendi! Bizim resmettiğimiz şeyi tahkik et ve bu tertîbi muhâfaza et! Mes’ûd ve mutlu olursun, inşâallâhü Teâlâ!...
Vasıfları özet olarak dörde tahsîs edip sınırlandırmanı emrettiğimiz diğer sebebe gelince o da şudur ki, senin mülküne ancak dört taraftan zarar ve bozukluk gelir. Onlar da sağ ve sol ve arka ve ön taraflardır. Ve sana zarar veren bu dört tarafı Hak Teâlâ hazretleri Kelâm-ı mecîdinde şöyle beyân buyurur: “Sümme le âtiyennehüm min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim” (A'râf, 7/17) ya‘nî “Daha sonra elbette onlara önlerinden ve arkalarından ve sağlarından ve sollarından geleyim.” Bu âyet-i kerîme Hak Teâlâ hazretlerine karşı edebsizce çekişmeye cür’et eden İblîs’in ifâdesini nakilden ibârettir.
Bilinsin ki, İblîs’in hükümrân ve tasarruf edici olduğu yurt kesîflik ve unsurlar âlemidir. Ve yönler ile kayıtlanma, kesîflik ve taayyün âleminin gereğidir. Ve yönler ise altıdır. Onlar da sağ, sol, arka ve ön ve üst ve alttır. Oysa âyet-i kerîmede İblîs’ten naklen ancak dördünden bahsedilmiş ve üst ile alt söylenmemiştir. Sebebi budur ki;
-
Alt seni kendisine da‘vet eder, ya'nî yeryüzü çekim kuvvetiyle seni üzerinde tutar. Eğer bu çekim kuvveti olmasa, sen onun üstünde duramayıp fezâya doğru fırlar giderdin. Ve yeryüzünün seni bu şekilde kendine da'veti ve seni tutması tabi'ki senin hayâtının devâmını te’mîn içindir. Bundan dolayı bu taraftan sana bozukluk ve zarar gelmez.
-
Ve üst ise ilâhî tenzîhin yolunun mahallidir. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri senin üstünden güneşin ışıklarını indirir. Ve bu ışıklar vâsıtasıyla bir çok hastalıklara sebep olan mikropları helâk eder; ve diğer faydalar verir. Yağmur yağdırır; seller vâsıtasıyla yeryüzünde senin hayâtın için zararlı olan bozuk maddeleri giderir. Ve rüzgâr estirir; bu sûretle senin hayâtına zararlı olan bozuk havayı dağıtır. Daha bunlar gibi senin hayâtına lâzım olan şeyleri peydâ eder ki, bunlar bilim ehlince de sâbit olmuş hakikatlerdendir. Örneğin şimşekler ile havada “ozon” denilen madde var olur. Sonuç olarak üstünden sana zarar ve bozukluk gelmesi şöyle dursun, bu yön ilâhî tenzîhin sana ulaşmasına mahsûs bir yol olmuş olur.
Böyle olunca Kur’ân-ı Kerîm’de dört yönden bahsedilmesi, ancak sana bu bahsedilen yönlerden zarar ve bozukluk geldiğine kuvvetli delîldir. Ve bu da senin hayâtında fiilen ve bizzat yaşamakla sâbit ve sana ma'lûmdur.
Şimdi mâdemki sana ancak bu dört yönden bozukluk gelebiliyor, o halde aşağıda anlatılacak olan dört özet vasıftan her birini bu dört yönden her biri üzerine tâbi’leri ve ordularıyla berâber dik ki, vücûd mülkünü himâye ve muhâfaza etsinler. Ve sen de âfiyette emîn ve râhat olarak senin için belirlenmiş olan vakte kadar yaşayasın.
Çünkü “yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytâne, innehu leküm adüvvün mübîn” ya’nî “Ey Âdemoğulları Şeytan’a kulluk etmeyin, muhakkak o size apaçık bir düşmandır” (Yâsîn, 36/60) âyet-i kerîmesinde haber verildiği üzere İblîs senin düşmanındır; ve o “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” ya’nî “Muhakkak ki şeytanın hîlesi zayıftır” (Nisâ, 4/76) âyet-i kerîmesinde haber verildiği üzere de hîlekârdır. Şu kadarki kudreti yoktur, ancak hâinlik ile ve hîle ile tamah eder ve seni aldatır. Bundan dolayı sen maddî ve ma'nevî lütufları bu dört vasıf üzerine dağıttığın zaman işin rahatlık bulur; ve işlerin düzene girer.
Ve düşman olan İblîs sana her ne vakit, hangi taraftan gelse, orada senin hakkındaki bozma amacına ulaşmaktan yana kendisini engelleyen bir muhâfız bulur. Böyle olunca bu dört vasıftan biri olan “korku”yu sağından; ve ikinci vasıf olan “ümîd”i de solundan; ve üçüncü vasıf olan “ilmi” de önünden; ve dördüncü vasıf olan “tefekkür”ü de arkandan yana dik! Mülkünün dört hudûduna bu muhâfızlar ile set çekilince düşman sağından geldiği zaman “korku”yu ordusuyla berâber bulur; ve onlar ile çarpışmaya ve onları def’ etmeye gücü yetmez. Diğer üç yön de böyledir. Ve vücûd mülkünü muhâfaza için biz ancak bu tertîbi uygun bulduk. Çünkü düşman ancak bu yönlerden gelebilir.
“Korku”yu sağ taraf ta'yîn ve tahsîs etmemizin sebebi budur ki, muhakkak sağ taraf cennet ve sol taraf ateş mevziidir. Bundan dolayı düşman sağ taraftan geldiği zaman, ancak şehvetlerden ve lezzetlerden ibâret olan hemen gerçekleşenler cenneti ile gelir. Bunları ona hoş ve süslü gösterip onları ona sevdirir. Örneğin zinâ ve livâta ve şarap içmek ve kumar ve hırsızlık ve şerîat hükümlerine karşı kayıtsızlık ve hayvânî hürriyet gibi her biri nefsin hazzına ve lezzetine hizmet eden fiilleri gösterir. Ve bunların her birini kabûl ve icrâya teşvik için zihni karıştırır ve safsata verir.
Örneğin, çocuk doğmadıktan sonra, şehvetin kazâ edilmesi husûsunda nikâhlı olan ile metresin tasarrufunda ne fark vardır? Ve bu şekilde maksad şehveti kazâ etmek değil mi? Zinâ ile livâta arasında ne fark vardır? Özellikle livâtada çocuk olması korkusu da yoktur. Ve diğerleri hakkında da bunlara benzer türlü türlü zihni karıştırıcı şeyler ve safsatalar nakleder.
Şimdi bu nakillere “korku” karşılık gelir. Ve korku iki türlüdür:
-
Birisi Allah Teâlâ’dan;
-
Diğeri insanlardan korkmaktır.
Makbûl olan Hak’tan korkmaktır. Çünkü halktan korkmak da insanı kötülüklerden men’ edebilirse de pek zayıftır. Örneğin zinâ ve livâtayı halkın ayıplamasından veyâhut kânûnen cezâlandırılacağı korkusundan dolayı icrâ edemez. Fakat kalbinde Hak korkusu olmadığından halkın bunu öğrenemeyeceğine tam bir kanâati oluşunca pervâsızca icrâ eder. Bu kitapta mevzû‘-i bahs olan korku, ancak Hak korkusudur. Bundan dolayı İblîs cennet mevzi’i olan sağ taraftan nefsânî lezzetleri arz ettiği zaman, kendisine karşılık vermek üzere, Hakk korkusunu ancak sağ tarafa koy ve onu başka tarafta kullanma! Örneğin sol tarafa koyma; çünkü sol taraf ateş mevzi'idir.
Ve düşman sol taraftan sana dünyevî hayâtın elemlerini ve ıztırâblarını arz eder. O tarafta “ümîd” yerine korku bulursa ilâhî rahmetten yana ümîtsizlik oluşur. Ve bu ümîtsizliği arttırarak, örneğin intihâra sebep olur. Ve bu şekilde düşman senin mülkünü bozarak amacına ulaşmış olur. Fakat düşman sol tarafta ümîdi tâbi'leriyle berâber bulursa mülküne zarar ve bozukluk veremez. Böyle olunca her şeyi yerli yerine koyman îcâb eder. Çünkü eşyâyı yerli yerine koymak hikmettendir.
Şimdi insan için Hak korkusu, süvârî için silâh gibidir. Çünkü süvârî düşmana karşı çıktığı vakit, veyâhut düşmanın gelmesini beklediği zaman silâhını kullanır. Ve eğer bu yerin dışında, ya‘nî lüzûmu olmadan, silâhını alıp uygunsuz haller gösterirse, böyle kimse ile herkes alay eder. Ve kendisini alay konusu yapan kimse ise akılsız ve câhil bir adam olur.
Ve eğer düşman sana sol taraftan gelirse, o ancak sana ümîtsizlik Allâh’a karşı kötü zan ile gelir. Ve senin bu haller içinde gark olman senin üzerine kînin ve düşmanlığın ve hiddetin gâlib gelmesini gerektirip seni helâk eder. Örneğin İblîs sana sol taraftan gelip der ki:
“Sen kalabalık bir âilesin. Fakîrliğin ve zarûretin son derecede olduğundan onların geçimlerini gerektiği şekilde te’mîn edemiyorsun. Rızık elde etmek için sebeplere teşebbüs ettiğin halde başarlı olamadın. Beş vakit duâ ettiğin halde de, Cenâb-ı Hak senin üzerine bir rızık kapısı açmadı. Sen mü’min olduğun halde bu elîm azâbı çekip duruyorsun. Diğer taraftan Hakk’a küfür ve isyân edenler geniş bir rızık ve râhat içindedir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de “lev tezeyyelû le azzebnellezîne keferû” (Feth, 48/25) ya‘nî “Eğer siz ayrılmış olsanız, elbette biz kâfirleri azâblandırırdık” buyurduğu halde, kâfirlere iyi muâmele ve mü’minlere azâb ediyor.”
Eğer sâlik bu nakilleri kabûl eder ve sıhhatine inanırsa, ilâhî rahmetten ümitsizliğe düşüp, Allah Teâlâ’ya karşı kötü zan sâhibi olur. Bu inanç ise dünyâda ve âhirette helâkine sebep olur. Bundan dolayı sol tarafta ümîd olursa düşman geldiği vakit onu bulur. Ve sâlik onun bu nakillerine karşı der ki:
“Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin beni bu hâl içine bırakmasında elbette gizli bir lütfu vardır. Ve kâfirlere ni’metleri bol bol buyurması husûsunda da gizli bir kahrı vardır. Dünyâ hayâtı ne kadar zahmetli olursa olsun serî bir şekilde zevâl bulur. Ve âhiret bakâ yurdudur. Cenâb-ı Hak kullarına sabır ve tevekkül tavsiye buyuruyor. Ben sebeplere teşebbüs etmeye devâm ile tevekkül ve sabrederim. Elbette Hakk’ın lütfu bir râhat ihsân eder. Eğer ben Hakk’ın rahmetinden ümîdimi kesersem kâfir olurum. Çünkü “innehu lâ ye’yesu min revhillâhi illel kavmül kâfirûn” ya’nî “Muhakkak ki; kâfirler kavminden başkası, Allah'ın vereceği rahatlıktan yana umudunu kesmez” (Yûsuf, 12/87) buyurur. Ve bu cevap düşmanın nakillerini def’ eder.
Ve eğer düşman ön taraftan gelirse, sözün zâhiri ile gelir. Ve bu sözün zâhiri ile gelişi cisimlendirmeye ve benzetmeye sebep olur. Ve onun bu sözün zâhiri ile gelişine karşı, “ilim” karşılık verip düşman olan İblîs’in bu vâsıta ile seni mağlûb etmesine engel olur. Örneğin, düşman sana ön tarafından gelip der ki:
“Hak Teâlâ “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân arşın üzerine istivâ etti” (Tâhâ, 20/5); ve cenâb-ı Peygamber (sav)’in “Allah Âdem’i Rahmân sûreti üzere halk etti” buyuruşu yönüyle, Allah Teâlâ hazretleri “İnsan sûretinde olduğu halde Arş üzerinde bağdaş kurup oturmuştur.” İşte bu iki sözün zâhirinden anlaşılan ma'nâlar budur.”
Bu inanç ise Hak Teâlâ hazretlerinin cisim ve insan sûretine benzediğini ve bir mekânı bulunduğunu kabûl etmekten ibâret olup açıkça küfürdür. Şimdi sâlik bu sözün zâhirine karşı ilim ile karşılık verip der ki:
“Rahmân, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin toplayıcı ismidir ki, onun altında sonsuz isimler vardır. Ve Arş kesîf varlıksal vücûdlardır. Ve bu kesîf varlıksal vücûdlar Hakk’ın vücûdundan ve varlığından zâhir olmuştur. Ve Hak sonsuz isimlerinin görünme yerlerini bu varlıksal mertebede açığa çıkarmıştır. Bundan dolayı izâfî vücûdlar ilâhî isimlerden her birinin Arş’ı ve onların tamâmı da Rahmân’ın Arş’ı ve tahtı mesâbesinde olup, sûretten münezzeh olan Hakk’ın mutlak vücûdu onların bâtınıdır. Ve aynı şekilde Âdem taayyünü i'tibârı ile hayat, ilim, sem‘, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvinden ibâret olan sekiz ilâhî sıfatı taşımaya müsâid olduğundan ve sıfata sûret denilmesi de câiz olduğundan insanın Rahmân sûreti üzerine halk buyrulmuş olmasının ma‘nâsı da budur. Yoksa bundan Hak Teâlâ hazretlerinin Âdem sûretinde olması ma'nâsı çıkmaz.”
İşte tasavvuf ilmine dayalı olan bu cevaplara karşı İblîs eli boş olarak döner.
Ve aynı şekilde İblîs sâlikin arkasından geldiğinde şübhe ile ve bozuk hayâllere dayalı olan işler ile gelir. Bu şekilde de ona “tefekkür” karşı çıkıp def’ eder. Çünkü sâlik İblîs tarafından nakledilen şeylerin şübhelerden ve bozuk hayâllerden olduğuna vâkıf oluncaya kadar incelemezse, onları hakîkat diye kabûl eder. Ve netîcede de vücûd mülkü zâhiren ve bâtınen helâk olur.
Örneğin tahkîk ehlinin kitaplarını incelemekle meşgûl olan bir sâlike İblîs arkasından gelip der ki:
“Âlem, ilâhî isimlerin görünme yerlerinden ibârettir. Ve ilâhî isimler ise ta'tîl kabûl etmez. Bundan dolayı en büyük kıyâmet ile âlemin hey’eti bozulunca ilâhî isimlerin görünme yerleri de kalmaz. İlâhî isimlerin ta’tîl edilmiş olması lâzım gelir. Böyle olunca en büyük kıyâmet hakkında olan Kur’ân âyetlerini başka ma'nâlara yüklemek gerekir. Ve ilâhî isimlerin ta’tîl edilmiş olmaması için senin zannettiğin gibi kıyâmet gerçekleşmez. Ve âlemin sûreti ebeden devâm edip gider.”
Hakîkatlerin kâidelerine bakarak ilk anda câzib görünen bu fikrin şübheden ve bozuk hayâllerden ibâret olduğuna şübhe yoktur. Çünkü sâlik şu şekilde tefekkür edip der ki:
“Âlem ve Âdem Rahmân sûreti üzeredir. Âdem’in kıyâmeti öldüğü vakit kopar. Oysa âdemî ferdlerden birinin kıyâmetinin kopmasıyla Hak Teâlâ hazretlerinin âdemî sûrette olan tecellîsi kesilmez. Belki birinin kıyâmeti kopar, yerine diğeri kâim olur. Âlem de böyledir. Sonsuz fezâda sayısız ve hesapsız şehâdet âlemleri mevcûddur. Bunlardan birinin sûretinin bozulup kıyâmetinin kopmasıyla Allah Teâlâ hazretlerinin şehâdet âlemleri sûretindeki tecellîleri ta’tîl edilmiş olmaz. Bundan dolayı bu şehâdet âlemlerinden birisi olan âlemimizin elbette kıyâmeti kopacaktır. Ve Kur’ân-ı Kerîm’in açıklığını te’vîl etmeye aslâ mahal yoktur. Ve en büyük kıyâmetin gerçekleşmesiyle yeryüzünün başka bir sûrete geçmesi ve mahlûkların âhiret oluşumu üzerine inşâ edilmesi şek ve şübhe edilecek bir şey değildir. “Kul sîrû fîl ardı fânzurû keyfe bedeel halka, sümmallâhu yunşîun neş’etel âhirete” ya’nî “De ki: "Yeryüzünde dolaşın ve böylece ilk halk edilişin nasıl olduğuna bakın. Sonra Allah, âhiretin oluşumunu inşâ edecek” (Ankebût, 29/20) âyet-i kerîmesi bunun kesin delîlidir.”
İşte bu gibi tefekkürler netîcesinde düşman tarafından arkadan nakledilen şeylerin kat’î haberler karşısında şübhelerden ve bozuk hayâllerden ibâret olduğu anlaşılır. Şu yön de gizli kalmasın ki, bütün bu tedbîrler ve muhâkemeler ilim sâyesinde gerçekleşir. Cehâlet her husûsta helâk sebebidir.
Şimdi senin kuvvetin ve sultânın olan bu vücûd şehrin için savaşta, düşman ancak bu saydığımız dört yönden yol bulur; ve sana bu taraflardan hücûm eder ve saldırır. Eğer sen bu bahsettiğim dört özel vasfı yerli yerine koyup tertîb edersen belden ve vücûd şehrin sağlamlaşmış olur. Beldenin dört hudûdunu bunlarla sapasağlam kıl ki, düşmanın onları def’ etmeye gücü yetmesin.
Şimdi eğer vücûd şehrinin korunması için hudûdu, bu gösterdiğimiz dörtten daha fazla arttırsan bile, yine bu dört özel vasıf lâzımdır. Fakat görevlilerinden olup, ya‘nî senin taayyünün âleminde olup, emrini kendilerine naklettiğin on hadden fazlasını dikkâte alma! Ve biz bu fazladan olan hadleri, ancak unsurları koruma, ya'nî taayyünün korunması sebebiyle “on”a çıkarttık. Çünkü Hakk’ı tenzîhe esâs olan hudûd “on”dur. Ve onlar da ön, arka, sağ, sol, üst, alt, başlangıç, son, bütün ve parçadır. Bundan dolayı Rabb’ini bu on hadden tenzîh eden kimse üzerine bu hadlerin her biri selâmet vesîlesidir. Bakâ yurdunda mülkün bakâsıdır. Böyle bir kimse Hakk’ı bu hadlerden tenzîh edince, ebedî saâdete nâil olur ve ebedî hayâta ulaşır.
Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdu sonsuz isimleri dolayısıyla varlıksal muhtelif sûretlerde açığa çıkmıştır. Varlıksal sûretlerden her birisi bu bahsedilen on had ile vasıflanmıştır. Örnek olarak insânî bir sûreti alalım:
Bu taayyün etmiş sûretin önü, arkası, sağı, solu, üstü, altı, başlangıcı ve sonu ve vücûd parçalarına göre bütünselliği ve âlemin sûretine göre kendi vücûdunun parça oluşu sâbittir. Bunların hepsi onun haddidir. Fakat Hakk’ın mutlak vücûdu bu hudûdun hepsinden münezzehdir. Çünkü onun vücûdunun sonsuz oluşu yönüyle önü, arkası, sağı, solu, üstü, altı yoktur. Ve O’nun varlığı kendinden ayrılmaz olduğundan ne başlangıcı, ne de sonu yoktur. Ve varlık sonsuz bir kavram olup parçalanma ve bölünmeyi kabûl edici olmadığından, bütünsellik sıfatı ile de vasıflanmış değildir. Ve kendisine göre bir bütün olup vücûdu ondan bir parça olmadığından parça olma sıfatından dahi münezzehdir.
İşte sen Hakk’ı bu hadlerden tenzîh ettiğin vakit, senin alacağın karşılık amelinin cinsinden olur. Ya'nî amelin Hakk’ı bu hadlerden tenzîh olduğundan, sen Hakk’ı her bir hadden tenzîh ettiğin vakit, bu hadlerden her birisi senin için mutlak olan tarafına yükselmene sebep ve senin selâmetine vesîle olur. Ve bakâ yurdunda, ya'nî Hakk’a dönüşün indinde, vücûd mülkünün bakâsını gerektirir.
Bu “Fî mak’adi sıdkın inde melîkin muktedir” ya’nî “Kudret sâhibi Melik'in huzûrunda, sâdıklar makāmındadır” (Kamer, 54/55) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan makāmdır. Ve bu makāma ulaşmak ebedî saâdete nâil olmaktır. Böyle olunca senin bu makāma ulaşmana engel olmaya teşebbüs eden düşman, eğer bizim bahsettiğimiz kāidelerden bir kaideyi yıkmaya çalışırsa, ondan kendini koru! Ve vücûd mülkünün zarar görmemesi ve bozulmaması için her bir hadde mahsûs olarak bahsettiğimiz vasıflardan her birisini tâbi'leriyle berâber gereken hadde dik ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kumandan mesâbesinde olan bahsedilen bu vasıfları sana itâatkâr kıldı.
Her bir hadde mahsûs olan muhtelif vasıfların bir emîri vardır. Bu emîr hudûdun başında vekilleriyle ve ârifleriyle berâber durup muhâfızlık eder. Bundan dolayı düşman o hadden geldiği vakit, senin için onu def’ etmek ve maksadına ulaşmak kolay olur. Ve sen dâimâ uyanık olup düşmanın sana hangi taraftan geldiğine bakarsın. Ve o tarafa tahsîs edilmiş olan emîri da'vet edip tâbi'leriyle berâber düşmana karşılık vermesini emredersin. Ve o emîrin himmeti sana yeter. Ve her tarafta da böyle yaparsın.
Şimdi ey kerîm efendi olan rûh, bizim beyân ettiğimiz bu hakîkatleri, bu izâfî vücûd âleminde tahkîk edip bizzât yaşayarak ârif ol; ve bilgilerini dâimâ tatbîk ederek bu tertîbi muhâfaza et! İnşâallâhu Teâlâ mes‘ûd ve mutlu olursun.
Dostları ilə paylaş: |