DOKUZUNCU BÖLÜM
Kâtibin ve Sıfatlarının ve Kitablarının Bilgisi Beyânındadır
Huylarında güzîde olan akıllı ve endâmı güzel ve zekî bir kâtibi üzerine lâzım kıl, ki uzaktan bakışın ile sır söylersin; o senin göz ucu ile bakışının cevâbını işâretle anlar.
Allah Teâlâ imâmı muvaffak eylesin! Ve onu arka ve ön olmayan cihete sâlik kılsın! Kâtib, latîf ve kerîm ve şerefli olan bir mevcûddur. Gayb âlemi onun şerefine ve yüksek rütbesine en mutâbıktır. Sır sâhibi İdrîs nebî (as)’dır. Ve o, ilk kalem ile yazı yazan kimsedir. Ve o ortası boştur. Ve onun dış kabuğu vardır. Ve hayrın men' edilmesinin ve verilmesinin yuları onun elindedir. Ve o onun apaçık olan ışığı ve onun yüksekliği arasında dolaşır. Ve onun şuâ‘sı ve ışığı arasında gidip gelir. Uzak ve yakın üzerine emirlerin infâz edicisidir. Önce ve sonra emir sâhibi olan kimsenin sırrını bilicidir. Zengin yapar ve fakîr kılar; tutar ve dağıtır. Ve onun defteri küllî nefsdir ki, o imâmın mutmainne ve râzıyye ve merzıyye ile vasıflanmış olan tertemiz haremidir. Onun neşrolunmuş sayfasında berzâha âit ilimler yazılmıştır. Şimdi cisimler sayfalarının safhaları üzerinde eserleri açığa çıkan şey indinde, buna imâmın emrinin “nüfûz”u ta'bîr olunur. Ve biz inşâallah bu bölümde iki fasılda kâtibin sıfatlarını ve kitâbını anlatır ve beyân ederiz. (Muvaffak eden Allah Teâlâ’dır. Ve ondan başka merbûbu terbiye edecek Rab yoktur)
Bu bahsi îzâh için bir ön bilgi verilmesi îcâb eder.
Bilinsin ki, Âdem’in âlemin özü olduğu ve âlemde her ne mevcûd ise hepsinin Âdem’de bulunduğu yukarıda geçen bahislerde îzâh edilmiş idi.
Âlemin rûhu ve halîfesi Muhammedî (sav) küllî rûhtur. Ve âlem olan küllî nefs o küllî rûhun mutmainne ve râzıyye ve merzıyye sıfatlarıyla vasıflanmış ve pâk ve tertemiz olmuş olan nikâhlı eşidir.
Ve küllî rûh “hakîkî Âdem”dir; ve küllî nefs “Havvâ”dır ki, bunlar Hakk’ın hakîkî vücûdunda bulunan vehim veren küllî kuvvetin te’sîriyle zât cennetinden, ikilik âleminden ibâret olan kesîf taayyünler mertebesine “ihbitû” ya’nî “ininiz” (Bakara, 2/36) emriyle indiler.
Ve küllî rûh ile küllî nefsin birleşmesinden sayısız ve hesapsız rûhlar ve cüz’î nefisler doğup birdiğeriyle birleştiler. Ve bunların birleşmesinden de onların benzerleri olan rûhlar ve cüz’î nefisler birbiri ardınca açığa çıktı ve çıkagelmekte bulundu.
Şimdi küllî nefse ulaşan hükümler küllî rûhtan gelir. Ve küllî nefs sıfatlarına âit hükümlerine değil, belki küllî rûha tâbi’ olduğundan bu hususta mutmainnedir. Ve eşi olan küllî rûhun hükmünden râzıdır; ve indinde eşi de ondan râzıdır. Bundan dolayı kendisi tabîatın kirlenmiş sıfatlarından pâk ve temizdir. Fakat cüz’î nefisler vehim veren kuvvetin, ya'nî cinnî şeytanların, te’sîriyle tabîat karanlığına meyilli ve cüz’î rûhların da'vetinden gâfil olduklarından, onlara işin hakîkatini telkin edecek bir da’vetçi lâzımdır. Ve bu da’vetçiler de nebîler (aleyhimü’s-selâm) ile onların kâmil vârisleridir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu da’vetçilerden biridir ki, bu kitabıyla Allâh’ın kullarını hakîkatlere da'vet buyururlar.
Şimdi;
-
“Kalem-i a'lâ,” “akl-ı küll”den ibârettir. Ve o amâ cevherinde melekûte âit taayyündür ki, onda bütün eşyâ dizilidir.
-
"Levh-i mahfuz,” “küllî nefs”den ibârettir. Ve o melekî taayyünden ibârettir ki, “kalem”de mevcûd olan şeyin tafsîli, onda kalemin aktarması ile tahakkuk etmiştir. Ve bu levh “ümmü’l-kitâb”dır. Ve burada işâret yönünden yazma, ya'nî hissedilebilir işâret yoktur; belki ma’nâlar yönünden yazma vardır ki, akıldan nefse aktarılır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “li külli ecelin kitâb; Yemhûllâhu mâ yeşâu ve yusbit, ve indehu ümmül kitâb” (Ra'd, 13/38-39). Ya'nî “Mahlûkların ecellerinden her bir ecel için bir kitap vardır ki, Allah Teâlâ dilediği şeyi mahveder ve isbât eder. Ve ümmü’l- kitâb onun nezdindedir ki, onda mahv ve isbât dâhil değildir.” Çünkü o levh kendilerinde mahv ve isbât olan diğer kitapların tersine değişimden yana mahfuz ya’nî korumalıdır.
-
Ve “kalem-i a'lâ” mevcûd olması îcâb eden şeyleri “levh-i mahfûz”a yazdı. Ve yazmaktan ferâğat eyledi. Ve (Sav) Efendimiz’in “Kalem yazdı ve kurudu” buyurduklarının ma'nâsı budur. Ve ilâhî kudretin görünme yerlerinden ibâret olan rûhânî kuvvetler, ya'nî melâike-i kirâm çoktur. Onların ba'zısı “kalemler”dir ki, ka’lem-i a'lâda olan şeyden bir mikdâr ondadır.
-
Ve onların ba'zısı “levhâlar”dır ki, her “kalem” kendisine âid olan levhâya harflere âit nakışlar mesâbesinde olan hissedilebilir sûretleri yazar. Ve bu “kalemler” her zaman yazma içindedir. Ba'zen yazdıkları mahvolur ve ba'zen de sâbit kalır. Ve server-i âlem (sav) Efendimiz Mi'râc’da bu “kalemler”in cızırtılarını işittiler. Fakat “kalem-i a'lâ” ise kurumuştur; ve artık hâlen yazmaz.
Bu îzâhlardan anlaşılır ki, “akıl” halîfe olan “rûh”un yardımcısı olduğu gibi, onun kâtibi olan hayâle âit kuvvetin sağ elinde “kalem”dir ki, halîfeden hayâl kâtibine ulaşan husûsu küllî nefs levhâsı üzerine yazar. Fakat “akıl” ile “nefis”ten başka daha bir çok “kalemler” ve “levhâlar” vardır ki, onlar da sırası geldikçe ileride yavaş yavaş îzâh edilir.
Ve şu da bilinsin ki, izâfî vücûdların ve çokluğun aslı hayâldir. Ve bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların açığa çıkış mahalli ancak hayâl âlemidir. Ve bu hayâl Hakk’ın hakîkî vücûdunda gerçekleştiğinden dolayı onda dâimâ hakîkat tecellî etmektedir. Bundan dolayı büyük âlemin kâtibi “hayâl”dir. Ve küçük âlem olan insânî vücûddaki “kâtib” de ondaki “hayâl veren kuvveti”dir. Çünkü insanın bütün inanışlarını tesbît eden hayâl veren kuvvetidir.
Şimdi hayâlin hak yönü olduğu gibi, bâtıl yönü de vardır. Ve hak olan hayâlin var edicisi “akıl”dır; ve bâtıl olan hayâlin var edicisi “vehim veren kuvvet”tir. Çünkü “fikir kuvveti” akla tâbi‘ olursa ona “zâkire-i mütefekkire” derler; ve eğer vehme tâbi’ olursa ona “mütehayyile” derler. Beyt:
Tercüme: “Yâ Rab, kudsî âlemden gönlüme bir feyz dök, tâ ki gönlümden bâtıl hayâl gitsin ve mahvolsun!”
Mâdemki kâtibin iyisi ve fenâsı vardır, o halde sen ma‘nâda huyları güzîde ve endâmı güzel olan hak olan hayâli; ve sûrette de hikmetlere âit firâset bahsinde beyân olunan vasıfları taşıyan zekî bir kâtibi seç ki, sen onunla uzaktan sır söyleşesin; ve o kâtib zekîliğinin kemâlinden senin göz ile olan işâretindeki kastını hemen anlasın!
Allah Teâlâ imâm olan rûhu hayâlî engellerde bırakmayıp zâtına mazhar olmaya muvaffak eylesin; ve onu ön ve arka olmayan cihete, ya‘nî “taayyünsüzlük” âlemine sâlik kılsın! Çünkü ön ve arka taayyünler âleminin gereklerindendir. Ma‘nâ kâtibi bir mevcûddur ki,
-
Latîftir, kesîf bir şey değildir.
-
Ve kerîmdir, çünkü vücûd verme husûsunda aslâ cimrilik etmez.
-
Ve şereflidir, çünkü mertebesi alçak olan zâhir duyulardan değildir.
-
Onun şerefine ve yükselmesine gayb âlemi çok uygundur. Çünkü şehâdet âlemi süfli âlemdir. Ve gayb âlemi ulvî âlemdir. Ve hayâl veren kuvvet de bu sıfatı taşımaktadır.
-
Âfâkta bunun nazîri sır sâhibi olan İdrîs (as)’dır. Çünkü İdrîs (as) eziyetli riyâzâtlar ile nefsini hayvânî sıfatlardan ve tabîat bulanıklığından ve geçici noksanlıklardan temizlemiş ve soyut akıl hâline gelmiştir.
-
Ve âlemde “küllî akıl” “kalem-i a‘lâ”dır; ve Âdem’de cüz’î akıl “kalem-i esfel”dir. Bundan dolayı İdrîs (as)ın beşer arasında ilk defa “kalem” ile yazı yazması bâtının hükmünün zâhirde açığa çıkmasından ibâret olur.
-
Ve akıl, kâtib olan “hayâl”in sağ elinde “kalem” mesâbesindedir;
-
Ve “nefis,” “levha” mesâbesindedir.
-
Ve akılsal kânûn ile nefiste var olan fikrî hükümler levh-i mahfûzda yazılmış olan vücûda âit sûretler mesâbesindedir. İşte bunun için (Sav) Efendimiz “Allah ilk önce aklı halk etti” ve “Allah ilk önce kalemi halk etti” buyurdu.
-
Ve “kalem,” “akl-ı evvel”den ibârettir. Ve hayâlin vücûdun aslı olduğu yukarıda anlatıldı. Çünkü hayâlin vücûdu olmasa, aklın tasarruf mahalli bulunmaz.
-
Ve o kalemin ortası boş ve dış kabuğu vardır. Ya‘nî akıl kaleminin zâhirdeki kamış kaleme benzerliği vardır. Çünkü zâhirdeki kalemin içi boştur ve dışı da kabuk ile örtülüdür. Akıl da böyledir. Ortası boş ve sâlimdir. Ve vehim ve diğer kuvvetler gibi muhtelif perdeler ile örtülmüştür.
-
Ve hayrın men' edilmesinin ve verilmesinin dizgini o kâtibin elindedir. Çünkü kâtib ilâhî isimlerin ve sıfatların tecellî mahallidir. Elindeki kalemi kader sırrı dâiresinde dolaştırır. “Mâni'” isminin hükmü ile men' eder ve “Mu'tî” isminin hükmü ile verir. Ve “Mudill” isminin hükmüyle hayrı men' eder ve şerri verir. Ve “Hâdî” isminin hükmüyle şerri men' eder ve hayrı verir.
-
Ve akıl kalemi, hayâl kâtibinin apaçık olan ışığı ve onun yüksekliği arasında dolaşır. Çünkü hayâl mertebesi aslâ karanlık kabûl etmeyen bir rûhânî âlemdir. Bunun için o sahâda var olan ma'nevî sûretler aslâ basîret gözünden örtünmez. Ve zâhir âlemde ise nûr ve karanlık birdiğerini ta'kîb ettiğinden, hissedilebilir sûretler zâhir gözüne kâh bâriz ve kâh gizli olur. Ve onun mertebesi hissedilebilir şeyler âlemine göre yüksektir.
-
Ve akıl kalemi onun şuâ'ı ve ışığı arasında gidip gelir.
-
Ve o akıl kalemi kâtibin halîfeden aldığı emri uzak ve yakın üzerine infâz eder. Çünkü uzaklık ve yakınlık cismânî özelliklerdendir. Ma'nâ âlemi olan hayâlde yakınlık ve uzaklık aynı şeydir.
-
Ve o akıl kalemi, önce ve sonra kendisine emir ulaşan kimsenin sırrını bilicidir. Ya'nî ilâhî ilmî sûretler hayâlî sûretlerdir; hâriçte vücûdu yoktur. Ve aynı şekilde Hakk’ın vücûdunun isimleri dolayısıyla mertebelere tenezzülünde i'tibârî gayrı oluşu taşıyıcı olarak açığa çıkan taayyün etmiş sûretlerin hepsi hayâldir. Nitekim Hz. Şeyh-i Ekber (ra) Fusûsu’l-Hikem lerinde Süleymân Fassı’nda buyururlar. Beyt:
Tercüme: “Muhakkak varlık hayâldir. O da hakîkatte Hak’tır. Ve bunu anlayan kimse yolun sırlarını taşıyıcıdır.” Ve aynı şekilde Mevlânâ Câmî (ks) buyurur.
Tercüme: “Evet, âlem bütün hayâldir; fakat onda dâimâ bir hakîkat tecellî edicidir.”
Ve ilâhî emrin ilim mertebesine inmesi tek seferdedir. Nitekim buyrulur: “Ve mâ emrunâ illâ vâhietun ke lemhin bil basar” ya’nî “Ve Bizim emrimiz, tek bir emirden başka bir şey değildir, gözün bir anlık bakışı gibidir” (Kamer, 54/50). Ve o mertebeden varlıksal mertebelere inişi derecelerledir. Nitekim buyrulur: “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm” ya’nî “Hazînesi bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Bilinen bir kaderi olmaksızın onu indirmeyiz” (Hicr, 15/21). Şimdi “önceden” ile Hz. Şeyh-i Ekber kader sırrına bağlanan sâbit ayn’ları; ve “sonradan” ile de varlıksal mertebeleri kasteder. Ve ilmî tecellî akla olduğundan bu akıl emir kendisinde olan hayâlin sırrını bilmiş olur.
-
Şimdi kader sırrı dolayısıyla akıl kalemi zengin yapar ve fakîr kılar; ve tutar ve dağıtır. Ya‘nî o isimlere âit tecellîlerin mahkûmudur.
-
Ve onun defteri, küllî nefsin zâtıdır ki, o hakîkî Âdem olan küllî rûhun Havvâ’sıdır. Ve yukarıda îzâh edildiği üzere imâm olan küllî rûhun mutmainne ve râzıyye ve merzıyye sıfatlarıyla vasıflanmış olan tertemiz pâk haremidir. Ve bu sıfatlar ile vasıflanmasının sebebi ve cüz’î rûhlar ile onların nikâhlı eşleri cüz’î nefisler arasındaki münâsebet yukarıda îzâh edilmiştir. Ve âyet-i kerîmede “Ve küllü şey’in fe alûhu fîz zubur; Ve küllü sagîrin ve kebîrin mustetar” (Kamer, 54/52-53) ya‘nî “İşledikleri her bir şey kitaplardadır; ve her bir küçük ve büyük yazılmıştır” buyrulması bu mertebelere işârettir.
-
Şimdi küllî nefsin neşrolunmuş olan sayfasında berzaha âit ilimler yazılmıştır. Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdu, hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet mertebesinden, vâhidiyyet mertebesine tenezzül ettiğinde, bütün eşyânın ilmî sûretleri birdîğerinden ayrılır. Bu mertebede gayrılık yoktur. Fakat vücûdun küllî rûh mertebesine tenezzülünde bu ilmî sûretler gayrılık elbisesine bürünerek soyut ve nûrânî cevherler hâlinde var olurlar. Ve bunlar bu âlemde sûretsiz iken vücûdun misâl mertebesine tenezzülünde, her birerleri şehâdet âleminde kazanacakları kesîf sûretlere uygun olarak birer hayâlî sûretlere bürünürler. Vücûdun şehâdet âlemine tenezzülünde de, bu hayâlî sûretler birer kesîf sûret hâlini kazanırlar. Ve misâl âlemi rûhlar âlemi ile şehâdet âlemi arasında bir berzahdır. Şimdi kesîf olan küllî nefs, hissedilir olan neşrolunmuş bir sayfadır ki, bu sayfada berzahdan ibâret olan misâl âlemine nakşedilmiş olan ilim yazılmıştır. Ve âlem böyle olduğu gibi Âdem de böyledir. Âdem’in hayâlî kuvveti rûhu ile nefsi arasında bir berzahtır. Ve kesîf olan nefsini oluşturan zâhir duyuları ve a‘zâları hayâlinde nakşedilmiş ilimlerin neşrolunmuş sayfasıdır. Çünkü hayâli ne ise fiilleri de ona göre açığa çıkar.
-
Şimdi gerek âlemde ve gerek Âdem’de kâğıt mesâbesinde olan cisim safhaları üzerinde ne gibi eserler açığa çıkarsa, bu eserlere âlemde imâm olan küllî rûhun ve Âdem’de imâm olan cüz’î rûhun “emrinin nüfûz etmesi” ta'bîr edilir. Ve rûh sâbit ayn dolayısıyla emreder. Ve sâbit ayn’lar ilâhî üst irâdeye tâbi‘dir. “Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh” ya’nî “Ve siz dileyemezsiniz, Allah dilemedikçe” (İnsan, 76/30) hükmünce hakîkatte her şey ilâhî meşiyyette ya’nî üst irâdeye tâbi‘dir.
Ve biz, eğer ilâhî meşiyyet bağlanırsa, bu bölümde iki fasılda “Kâtibin sıfatlarını ve “kitâb”ı anlatır ve beyân ederiz. Ve muvaffık, ya‘nî tevfîk bahşeden Allah Teâlâ’dır. Ve ondan başka merbûbu terbiye edecek Rab yoktur.
FASIL
KÂTİP HAKKINDADIR
Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! Bilesin ki, muhakkak Allah Sübhânehû en büyük memleket bir muhâfazalı levhanın ve hokkanın mürekkebi içinde bir ma’lûm ya’nî bilinen kalem vücûda getirdi. Ve onda dâim oldukça tafsîl kabûl etmez. Ne zamanki mürekkeb ondan kaleme geçer, onunla harfler levhada tafsîllenir. Ve ilim onunla, kendisi için bir son olmayan şeye kadar tafsîllenir. İnsanın maddesi olan nutfe gibi ki, Âdem’in belinde dâim oldukça insânî sûretlerin hepsi onda toplu idi, ve onda oldukça tafsîl kabûl etmez. Ne zamanki rahim levhasına insânî kalem ile intikâl eder, insânî sûret tafsîllenir. Yücedir; ve onu başka bir şeyle karışmaktan ve değişimden yana mukaddes olan yemîn ya’nî sağ el ile var etti. Şimdi Hak tarafından ilim sebebiyle olan irâde emri muhâfazalı levhanın yüzeyi üzerine kalemi harekete geçirmekle, mevcûd olan ve olmayan ve mevcûd olacak ve olmayacak olan şeyin ilmi sağ ele geçer. Ne zamanki bu kitâb iki nüshanın karşılaştırması üzerine ve onların karşılaştırması da iki oluşum üzerine binâ edildi, “kâtib”in bizden nerede olduğunu ta‘rîf etmeyi murâd eyledik.
İlâhın kalemi ve onun muhâfazalı levhası, benim kalemim ve levhama yardım eder. Ve benim elim onun melekûtunda Allâh’ın sağıdır. Ben dilediğim şeyi icrâ ederim. Ve resimler hazlardır.
Allah Teâlâ seni bu beyân ettiğimiz hakîkatleri anlamaya muvaffak eylesin! Bilesin ki, Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri en büyük memlekette, ya'nî büyük insân olan âlemde, bir “levh-i mahfûz ya’nî muhâfazalı levha” ve hokkanın mürekkebi içinde bir “malûm kalem” vücûda getirdi ki;
-
O muhâfazalı levha büyük âlemin “küllî nefs”i;
-
Hokka “tabîat;”
-
“Mürekkeb” unsurlardan oluşmuş olan “madde”dir.
-
Ve “ma'lûm kalem,” “akl-ı evvel ya’nî ilk akıl”dır. Ve bu ilk akıl vâhidiyyet mertebesinden ibâret olan “insânî hakîkat”tir. Ve bu kalemin “ma'lûm” vasfı ile vasıflanması vâhidiyyet mertebesinin, ilâhî ma’lûmât ya’nî ilâhî bilinenler olan “sâbit ayn’lar”ı taşıyıcı olmasındandır. Çünkü sâbit ayn’lar ilmî sûretlerden ibârettir. Ve ilâhî ilim bu ma‘lûmâta tâbi'dir.
-
Ve “kalem” hokkanın mürekkebi içinde bulundukça, harfler ve kelimeler o mürekkebden ayrılıpta tafsîl kabûl etmez. Mürekkeb hokkadan kaleme geçtiği zaman, o kalem sebebiyle harfler ve kelimeler cisim kâğıtları üzerinde tafsîllenir.
-
Ve isimlere ve sıfatlara âit ilim, mürekkeb mesâbesinde olan basît unsurlardan akıl kalemi vâsıtasıyla o kadar tafsîllenir ki, küllî nefs levhası üzerinde yazılmış olan maddî sûretlere aslâ bir son ve nihâyet bulunmaz. Ve icmâlî ilim o kalem vâsıtasıyla tafsîlî ilim olur.
-
Küçük âlem olan Âdem’de bunun karşılığı “nutfe”dir. İnsanın maddesi olan nutfe Âdem’in belinde bulundukça insânî sûretlerin hepsi onda topludur. Ve Âdem’in belinde bulundukça tafsîl kabûl etmez. Ne zamanki insan kendi benzerini var etmeye meyledip muhabbetin sürüklemesiyle nutfesini, belinden bilinen kalemi ile rahim levhasına nakleder, o zaman rahim levhasında kendi benzeri var olarak insânî sûret icmâlden tafsîle gelir. Çünkü nutfede insanın bulunduğu icmâlî olarak bilinmekte idi. Fakat onun kaşı, gözü, boyu ve endâmının biçimi ve halleri ve işleri gizlide idi. Ne zamanki kuvvetlerin muhtelif kalemleri, onu tabîat sayfaları üzerinde unsurlar mürekkebi ile devamlı olarak yazdı, nutfedeki icmâlî ilim tafsîle geldi. Ve insanın bütün eşkâli ve halleri ve işleri ayrıntılı olarak bilindi.
-
Ve aynı şekilde büyük âlemin maddesi fezâda rahmânî nefesden var olan “amâ’,” ya'nî parlak bulutsu ki, güneş sistemimiz onda gizlide idi. Ve bu âlemin küllî nefsinden ibâret olup dünyâ ile diğer gezegenler ve onların üzerlerinde var olmuş ve olacak olan bütün sûretler, kalem-i alâ ile bu levh-i mahfûz üzerine yazılmıştır.
-
Ve varlıkların tafsîline vâsıta olan bu kalem vasıftan yana yücedir. Onun için kendisine “kalem-i alâ” denilmiştir.
-
Ve o kalemin vücûdu başka bir şeyle karışmaktan ve değişimden yana mukaddes ve temiz olan “yemîn” iledir, ya'nî Hakk’ın irâdesi iledir. “Yemîn” sağ el ma'nâsınadır. Burada “Hakk’ın cemâli”nden kinâyedir. Çünkü irâde vücûda getirmeye bağlanır, ortadan kaldırmaya bağlanmaz. Ve meşiyyet ya’nî ilâhî üst irâde hem vücûda getirmeye ve hem de ortadan kaldırmaya bağlanır. Ve îcâd lutuf ve cemâl; ve i‘dâm kahr ve celâl olduğu için Mürîd ismine taalluk eden irâde, “yemin” ile ta‘bîr buyrulmuştur. Ve bir şeyin îcâdına irâde-i ilâhî taalluk edince, o irâde te’lîf ve değişimden mukaddestir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kün fe yekûnu” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40). Ve irâdenin vücûda getirmeye bağlandığına bu âyet-i kerîme delîldir. Çünkü “yekûnu” kelimesindeki “kâne” vücûd kelimesidir.
-
Şimdi Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri ilâhî ilminde sâbit olan ayn’lar sebebiyle vücûda getirmeyi istediği şeylerin açığa çıkmasını “Kün-Ol!” sözüyle emreder. Ve bu irâde emri Hak’tan sağ ele, ya'nî vücûda getirme eli olan cemâl eline, geçer. Ya'nî “kâtib” mesâbesinde bulunan ve hayâlden ibâret olan sâbit ayn’lar mertebesinin “sağ el”ine, ya'nî vücûda getirme eline geçip, bu kâtib kalemi harekete geçirmekle, akl-ı küllün fa‘âliyeti ile levh-i mahfûzun, ya‘nî küllî nefsin, yüzeyi üzerine;
-
Mevcûd olan, ya'nî zâhir âlemde izâfî vücûd kazanmış olan;
-
Ve henüz rûhlar âleminde ve misâl âleminde olup zâhirde mevcûd olmayan;
-
Ve sâbit ayn’lar mertebesinden diğer mertebelere tenezzül edecek olan;
-
Ve olmayacak olan, ya'nî ebedlerin ebedi gayb örtüsünde kalacak olan, şeyin ilmini yazar.
Biz burada “kâtib”e sâbit ayn’lar ve ona da “hayâl” dedik. Nitekim cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ra) efendimiz Mesnevî-i –Şerîf’lerinde şöyle buyururlar:
Tercüme: “Evliyâ tuzağı olan o hayâller, Hudâ bostanının ay yüzlülerinin yansımasıdır.”
“Hudâ bostanı”ndan kasıt, “ilâhî ilmî sûretler” mertebesidir. Ve onun “ay yüzlüleri” isimlerin gölgeleri olan “sâbit ayn’lar”dır. Ve sâbit ayn’lar ilâhî isimlerin gölgeleri, ve gölgeler ise hayâldir. Şimdi bu hayâllerden Cenâb-ı Hakk’ın dilediği kadarı evliyâullâhın şerefli kalblerine yansıyıp kader sırrına vâkıf olurlar.
Ve biz yine yukarıda “kâtib” ve “levha” ve “kalem”in türleri çoktur, demiş ve sırası geldikçe îzâh edileceğini söylemiştik. Burada bu îzâhların verilmesi uygundur:
Azîz Nesefî hazretleri “levha” ve “kalem” ve “hokka” hakkında yazdıkları Risâle’de der ki: “Mâhiyetler ve hissedilebilirler ve akledilebilirler ve basîtler ve bileşikler ve cevherler ve arazlar ceberût âleminde idiler. Bu yönden ceberût âlemine “hokka” derler.
Ve büyük âlemin hokkası olduğu gibi küçük âlemin de hokkası vardır. Ve küçük âlemin hokkası “nutfe”dir. Çünkü küçük âlemde mevcûd olan her şey tam olarak onun nutfesinde mevcûd idi. Fakat hepsi örtülü ve icmâl bir halde idi; ve birdiğerinden ayrılmamış idi. Bu yönden “nutfe”ye “hokka” derler. Bu her iki hokkanın kâtibi ve levhası kendisiyle berâberdir ve kendinindir. Ve her iki kâtib, yazmayı hâriçte bir kimseden öğrenmemiştir. Yazmak her ikisinin zâtı ile berâberdir.
Ne zamanki büyük âlemin hokkasına “Yarıl!” diye bir hitâb geldi, iki şâh oldu.
-
Bir şâhı “akl-ı evvel ya’nî ilk akıl” oldu ki, bu Hudâ’nın “kalem”idir;
-
Ve bir şâhı “felek-i evvel ya’nî ilk felek” oldu ki, Hudâ’nın “Arş”ıdır. Bundan dolayı;
-
İlk akıl, büyük âlemin kalemi;
-
Ve Hudâ’nın Arş’ı büyük âlemin levhasıdır.
İlk akla melekût âleminin “ilk cevher”i derler; ve ilk feleğe de mülk âleminin “ilk cevher”i derler.
-
Ve ilk akıl nûr deryâsı idi. O deryânın azametini ancak Hak Teâlâ bilir.
-
Ve ilk felek karanlık deryâsı idi. Onun da büyüklüğünü ancak Hak Teâlâ bilir.
Hudâ’nın kalemi olan bu ilk akla: “Kendi üzerine ve ilk felek üzerine yaz!” diye hitâb geldi. Göz açıp kapama içinde yazdı. “İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün fe yekûn” ya’nî “O, bir şey irade ettiği zaman O'nun emri, sadece ona: "Ol!" demektir. O, hemen olur” (Yâsîn, 36/82).
Sonrasında akıllar ve nefisler ve tabîatlar, ilk akıldan zâhir oldu. Ve felekler ve yıldızlar ve unsurlar ilk felekten peydâ oldu; ve tabakalar hâline geldi; bir diğerinden ayrıldı. “E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhüma, ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayy, e fe lâ yu’minûn” ya’nî “Kâfirler, göklerin ve yerin bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz, o ikisini ayırdık. Ve her canlı şeyi sudan halk ettik. Hâlâ inanmazlar mı?” (Enbiyâ, 21/30).
Hakîr şerh edici ben derim ki, göklerin ve yerin halk edilmesi hakkındaki ayrıntılar bu âyet-i kerîmeye dayanarak fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin Önsöz’ünde îzâh edilmiştir.
Bu îzâhlara göre âlemde ve Âdem’de “kâtib” ve “kalem” ve “levha”nın bâtınîsi olduğu gibi, zâhirîsi de vardır. Bâtınî olanların mertebeleri olduğu gibi, zâhirî olanların da mertebeleri vardır. Âlemde bir mertebeye göre;
-
Bâtınî kâtib isimlere âit sûretlerden ibâret olan “sâbit ayn’lar”;
-
Ve bâtınî kalem “akl-ı kül;”
-
Ve bâtınî levha “küllî rûh;”
ve diğer bir mertebeye göre;
-
Kâtib “küllî rûh;”
-
Ve kalem “melekler;”
-
Ve levha “küllî nefs”dir.
Ve âlemde;
-
Zâhirî kâtib “Tabîî kuvvetler;”
-
Ve zâhirî kalem “unsurlar;”
-
Ve zâhirî levha “tabîat sâhası”dır.
Ve Âdem’de bir i’tibârâ göre;
-
Bâtınî kâtib “akıl;”
-
Ve bâtınî kalem “fikrî kuvvet;”
-
Ve bâtınî levha “kalb”dir.
Ve diğer bir i‘tibâra göre;
-
Bâtınî kâtib “akıl;”
-
Ve bâtınî kalem “vehim veren kuvvet;”
-
Ve bâtınî levha “kalb”dir.
Ve diğer bir i'tibâra göre de
-
Bâtınî kâtib “hayâl;”
-
Ve bâtınî kalem “kalb;”
-
Ve bâtınî levha “beyin”dir.
Ve Âdem’de;
-
Zâhirî kâtib “zâhir duyular;”
-
Ve zâhirî kalem “a‘zâ ve organlar;”
-
Ve zâhirî levha fiillerin tecellî sâhaları olan her bir “mahal”dir.
Bunlar bütünselliğe dönük yönleri i’tibârı iledir. Cüz’e dönük yönleri i‘tibârı ile daha bir çok kâtib ve kalem ve levha vardır. Bu kâtiblerin kimi iyi ve kimi fenâ yazar. Ve bâtın ile zâhir arasında daimî bir ortaklık vardır. Ya‘nî kâtib ve kalem bâtınî; ve levha zâhirî olur. Ve bunun aksi de olur. Çünkü ma‘nâdan sûrete ve sûretten ma‘nâya dâimâ inişler ve çıkışlar vardır. Örneğin, insanın inanışı kâtib, a‘zâ ve organları kalemdir. İnanışının a‘zâ ve organları ile yazdığı amellerin sûretleri ma‘nâ âlemi olan berzahda işlenir ya’nî kelime elbiselerine bürünür. Bundan dolayı insânî vücûdda bir çok kâtib ve kalem ve levha vardır.
Hz. Şeyh-i Ekber (ra), bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitâbında ta‘kîb edilen kāide;
-
“İki nüsha”nın, ya‘nî âlem ile âdem, nüshalarının karşılaştırılması üzerine;
-
Ve onların karşılaştırılması da iki oluşum, ya‘nî bâtın ve zâhir oluşumları, üzerine dayanmakta,
olduğu için, bizde, ya‘nî “âdem”de, “kâtib”in nerede olduğunu ta‘rîf etmeyi murâd ettik, dedikten sonra işâret yoluyla aşağıdaki ma’nâları beyân buyururlar:
“İlâhî kalem ve onun muhâfazalı levhası benim kalemime ve levhama vücûdda yardımcı olur.”
Ya‘nî Hudâ kalemi olan “ilk akıl” benim cüz’î aklıma ve ilâhî muhâfazalı levha olan “küllî nefs” de benim cüz’î nefsime bu izâfî vücûd mertebesinde yardım eder. Çünkü küllî nefs üzerine “akl-ı kül” ile yazılacak olan sûretlerden bir çoklarının resmedilmesinde, insânî akıl kalemleri vâsıta olur.
Örneğin, âlemde açığa çıkmış olan bunca buluşların, küllî nefs üzerine akl-ı kül kalemiyle yazılması gerektiği zaman, beşer akılları bunları îcâd eder ve açığa çıkartır. Bundan dolayı bu îcâd ve açığa çıkarmada Hudâ kalemi olan akl-ı kül ile ilâhî levh-i mahfûz olan küllî nefs, cüz’î akıllara ve nefislere yardımcı olmuş olur.
Yukarıda îzâh edildiği üzere küllî aklın, küllî nefs üzerine yazdığı şeyler kazâ edilmiş husûslar olduğundan, bu ilâhî levha mahvolmadan ve isbâttan muhâfazalıdır.
Örneğin cenâb-ı Meryem’in eşi olmadan bu zâhir âlemde Cibrîl’in üflemesi ile Hz. Îsâ (as)’a hâmile kalması kazâ edilmiş bir husûs idi. İlâhî kalemin bir nev‘i olan Hz. Cibrîl ile, levha mesâbesinde olan Meryem’in rahmine îsevî sûret yazılmış oldu. Bunun olmaması imkânı yok idi, çünkü kazâ edilmiş bir husûs idi. Mahvolma ve isbât, küllî nefsde açığa çıkan hissedilebilir sûret levhalarında olur. Bu hissedilebilir sûretler de ilâhî kazânın tafsîli olan kaderdir.
Ve hadîs-i şerîf gereğince, “Kader kader ile çevrilir”. Örneğin tabîatta soğukluk ve sıcaklık vardır; ve aynı şekilde aydınlık ve karanlık vardır. Soğukluğun çevrilmesi sıcaklık ile; ve sıcaklığın çevrilmesi soğukluk ile; ve aynı şekilde aydınlığın çevrilmesi karanlık ile ve karanlığın çevrilmesi nûr iledir. Bundan dolayı akıl soğukluğun veyâ karanlığın çevrilmesi için bir ısıtma veyâ aydınlatma usûlü bulup sıcaklık ve aydınlık hâsıl eder. Ve netîce de mahvolma ve isbât vücûda gelir. Ve aynı şekilde demir demir ile ve hîle hîle ile çevrilir. Ve diğerleri de buna kıyâs olunur.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) ikinci beyt-i şeriflerinde buyururlar:
“Benim elim onun melekûtunda Allâh’ın yemîni ya’nî sağ elidir.”
Ya‘nî benim elim olan hakîkatim O’nun melekûtunda O’nun vücûda getirme elidir.
“Melekût”dan kasıt şehâdet âleminin üstünde olan gayb âlemi mertebeleridir, ya‘nî rûhlar ve misâl âlemi mertebeleridir.
“Benim elim”den kasıt ilâhî ilimde sâbit olan kulun hakîkatidir ki, vücûd tecellîleri rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerinde bu sâbit ayn’lar dolayısıyla olur. Çünkü Hak malûmu ya’nî bilineni olan şeyi murâd eder. Ve malûm ise kulun sâbit ayn’ı ve hakîkatidir. Bundan dolayı kulun sâbit ayn’ı Allâh’ın melekûtunda O’nun vücûda getirme eli.
“Ben dilediğim şeyi icrâ ederim. Ve resimler hazlardır.”
Ya'nî ben ilâhî ilimde sâbit olan hakîkatimin ve sâbit ayn’ımın isti'dâdına uyarak murâd ettiğim şeyi varlıksal mertebelerde icrâ ederim. Ve izâfî vücûdumdan açığa çıkan resimler ve fiiller, ezelî olan hazlar ve nasîblerdir.
Bilinsin ki, kudret irâdeye ve irâde ilme ve ilim malûma tâbi'dir. Ve malûm kulun sâbit ayn’ıdır. Ve sâbit ayn’lar isimlere âit sûretlerden ibârettir. Şimdi her bir ismin hazînesinde gizlide olan şeylerin, fiiller mertebesi olan varlıkta açığa çıkması lâzımdır. Ve kul “Kün-Ol!” emrine uyarak Hakk’ın hakîkî bir olan vücûdunda kendi vücûdunu var eder. Bundan dolayı var olma fiili kula izâfe olunur. Ve bu husûsta Hak tarafından cebir yoktur, ancak emir vardır. Bu bahsin ayrıntısı Fusûsu’l-Hikem’de Sâlih Fassı’ndadır.
“Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh” ya’nî “ve siz dileyemezsiniz, Allah dilemedikçe” (İnsan, 76/30) irâdenin birliğine;
“Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Sizi de, amellerinizi de Allah halk etti” (Sâffât, 37/96) fiillerin birliğine dönüktür.
Ey zekî okuyucu bu bahsi iyi düşün!
Dostları ilə paylaş: |