MUKADDİME
Allah Teâlâ seni sâf kılsın! Tasavvufun emri acâîb ve şânı garîb ve sırrı latîftir. Ancak inâyet ve sadâkat ayağı sâhibine ihsân olunur. Onun, üzerlerine ikrâr ve inkâr örtülen işleri ve sırları vardır. Ve biz tasavvuf ilmi için bu mukaddimeyi mutlaka anlatmak istediğimiz maksâdımızı destekleyici olarak sevk ettik. Çünkü onun üzerine inkâr şiddetlidir. Ve bizim sevk ettiğimiz şey üzerine onun muhâlif şeytânı vardır ki, kuvvetlidir. Biz bu kitapta bu ilimlerden ancak azın da azını sevk ettik. Ve bu şerefli yolun sırlarının haddine bizim yazdıklarımızdan vâkıf olmak isteyen kimse Menâhicü’l-İrtikā ilâ İftizâzı Ebkâri’n-Nukā el-Muhadderât bi-Hayemâti’l-Likâ ismindeki kitabı incelesin! Ve biz onu üç yüz bölüm ve üç bin makām üzerine beyân ettik ki, her bir bölüm on makām içindir. O makâmların hepsi, ba'zısı ba'zısının üstünde olan sırlardır. Allah Teâlâ seni başarıya ulaştırsın!
Bu kitaba ilâve gibi olan bu mukaddimenin üslûbunda biz ilk olarak sâlikin ona vâkıf olmasını ümît ettik ki, onun için tarîkat ehlinin sözü üzerine inkârdan ma’sûmluk oluşur. Ve bu kitapta üzerine vâkıf olması olmayan şeye ondan teslîm gerçekleşir. Ve çok kere indinde vâkıf olduğu sır ona açılır; ve onu teslîm eder. İşte onu bunun için söyledik. Ve Allah Teâlâ bizleri İslâmı güzel olan ve ilmi ulaşamadığı şeyi teslîm eden kimseler kılsın! (Âmîn bi- izzetihî!). Allah Teâlâ senin sadrını açıp genişletsin !
Bilesin ki, bu tarîkat teslîm ve tasdîk üzerine dayalıdır. Hattâ ba‘zı önder efendiler demişlerdir ki: “Bin sıddîk onun hakkında zındık olduğuna şehâdet etmedikçe insan hakîkat derecesine erişemez.” Daha sonra bu efendinin sözü Ali b. Ebî Tâlib’in evlâdı (r. anhümâ) hazretlerinin mübârek sözü ile te’yid olundu:
“Nice ilim cevheri vardır ki, eğer ben onu açıklasam, bana sen puta tapan kimselerdensin denilir idi. Müslüman erkekler kanımı helâl sayarlar idi de, onlar delîl getirdikleri şeyin en çirkinini güzel görürler idi.”
Şimdi bu nefîs olan alâkanın inkârında “müslümanlar” denilen erkekleri hemfikir oldu ki, onlar hayâl ve ikilem ile vâkıf oldular. Oysa bu yol nasıl inkâr edilmez; ve Hakk’ın zuhûru indinde bâtılın eseri kalır mı? Şimdi Hak’tan sonra ne kalır? Ancak dalâl!.. Ve Hak geldi bâtıl gitti, de!” (İsrâ, 17/81). (Şiir:)
“Görmez misin muhakkak Allah Teâlâ sana bir derece verdi ki, sen onun altında olan her bir mülkü kararsız görürsün. Çünkü sen güneşsin ve yıldızlar pâdişahlardır. Güneş doğduğu zaman onun te’sîrinden yıldızlar gözükmez.”
Sen “Allah!” de, daha sonra onları bırak! Varsın kendi dedikodularında oynasınlar! Ebrârın hasenâtı mukarreblerin seyyiâtıdır. “Ba‘zı vakitlerde kalbime perde geldiğinden ben günde Allah’a yüz kere istiğfar ederim.” Şimdi his âleminde sınırlanma zilleti altına dâhil olan bu iki şeye dikkât et! Artık melekût âlemi nasıldır?
Şimdi bu makâmın dışından başka bir şey konuşan kimse muhakkak tâbire sığmayan perîşan rü’yâlar sâhibidir. Cüneyd’in: “Sonradan olan Kadîm'e ulaştığında onun için eser kalmaz” sözüne dikkât etmez misin? Ve kendi zannından ve nefsinden söyleyen kimse ile Rabb’inden söyleyen kimse arasında fark vardır ve hevâdan söylemez. (16)
Hz. Şeyh (ra) okuyucuya duâ edip “Allah Teâlâ seni sâf kılsın!” buyururlar. Çünkü kalb mülk ve melekût âlemi bağlantılarından kurtulmadıkça sâf olmaz. Ve her iki âlemin bağlantılarından kalbin sâf olması son derece zordur. Çünkü nefsânî bağlantılardan kurtulan kalb rûhânî bağlantılara meyleder. Nitekim sâlik riyâzâta ve mücâhedelere ve zikirlere devâm ettiğinde kendisine rûhânî tecellîler olur. Ve kalbinde bu tecellînin devâmına meyl ve cezbe peydâ olur. Ve tecellînin kesilmesi hâlinde kendisinde ıztırâb oluşur. Bu ıztırâb o tecellîlere bağlılıktan doğar. Sâlik bundan geçmedikçe rabbânî tecellîye nâil olmaz. Ve rabbânî tecellî gerçekleştiğinde de sâlikte iki tarafa bağlılık kalmaz; ve pâk ve sâfileşmiş olur. İşte Hz. Şeyh himmetlerinin yüksekliği dolayısıyla okuyucu hakkında bu mertebeyi temennî buyurur.
Şimdi sâlikin bu makamda müşâhedeye dayalı olan ilmi tasavvuf ilmi olur. Onun için tasavvuf ilminin emri acâîptir ve şânı garîptir. O makāma ulaşmayan kimseler bu ilmi işittiklerinde acâip bulurlar ve onda garîplik görürler. Ve sırrı gâyet latîf olduğu için, kesîf nefsânî perdeler ile perdeli olan kimselerin kalbleri o latîf sırrı idrâk edemez. Bundan dolayı o tasavvuf ilmi, ancak ezelî ilâhî inâyete mazhar olan ve sadâkat ayağı sâhibi bulunan kimselere ihsân olunur. Çünkü tasavvuf ilminin bir takım işleri ve sırları vardır ki, o işler ve sırlar üzerine ikrâr ve inkâr perdeleri örtülmüştür. Bu ilmin hakîkatini müşâhede edemeyen kimseler, müşâhede ehlinden bu ilmi işittikleri zaman, kimi ikrâr ve kimi inkâr eder. Çünkü tasavvuf ilmi Kur’ân’ın özü olup sâf olmuş kalplere Allah indinden inmektedir.
Kur’an-ı Kerîm hakkında “yudıllu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîran ve mâ yudıllu bihî illel fâsıkîn” ya’nî “onunla birçoğunu dalâlette bırakır, birçoğunu da onunla hidâyete erdirir. Ve onunla fâsıklardan başkasını dalâlette bırakmaz” (Bakara, 2/26) buyrulduğu gibi, tasavvuf ilminin şânı da Kur’ân gibidir. Bu ilmi işiten kimselerin bir kısmı hidâyet bulur, bir kısmı da dalâlete düşer. Ve dalâlete düşenler ise, körlerin değneklerine güvenmeleri türünden olarak, cüz’î akıllarına güvenen ahmaklar ve câhillerdir. Ve ikrâr edenler ise: “Bu ilim, herbi- rerleri zekâ ve kavrayışta eşsiz olan kulların sâlihlerinin beyânlarıdır; onlar yalana tenezzül etmezler ve hakîkati olmayan şeyi söylemezler. Ve zekîlikleri ve kavrayışları vehimleri ve hayâlleri hakîkatten ayırt edebilecek kadar kuvvetlidir. Ve bizim idrâkimizin yokluğu onların beyân ettikleri ilmin bâtıllığına delîl olamaz” diyen insâf ehlidir. Ve bu insâf ehli inâyet ehlidir; ve kalblerinde sadâkat eseri bulunan zâtlardır.
Bundan dolayı biz bu mukaddimeyi, inkâra meydan kalmamak üzere, tasavvuf ilmi için umûmî bir destekleyici olarak sevk ettik. Çünkü tasavvuf ilmi üzerine inkâr edenler şiddetle inkâr ederler. Ve onun için muhalefet şeytânı vardır ki, bizim sevk ettiğimiz şey üzerine kuvvetli ve inâtçıdır. Ya‘nî tasavvuf ilmi Kur’ân’ın bâtınına bağlı olduğu için ve cüz’î aklın ötesinde bulunduğu için Kur’ân’ın zâhir yönü ile kayıtlı ve cüz’î akıl dâiresinde mahsûr olanlar onu bir takım vehmî delîller ile bâtıl kılma gayretine düşüp kuvvetle ve şiddetle inkâr ederler. Ve kendileri hakikatten uzak oldukları gibi başkalarını da uzaklaştırırlar.
Ve bu uzaklaşma ve uzaklaştırma vehim veren kuvvetin hâlidir ki, bu kuvvet cin şeytanlardan, ya‘nî görünmeyen şeytanlardandır. Ve bu vehmin te’sîri altında bulunup onun hükmünü açığa çıkaran insanlar ise insan şeytanlardan, ya‘ni görünen şeytanlardandır. İşte bu insan şeytanlar tasavvuf ilmini inkâr edici olup muhâlefetlerinde inâtçıdırlar. Bunlardan ba‘zıları onun bâtıl olduğu hakkında bir takım kitaplar yazmışlar ve onlara bir takım saçma sapan sözler koymuşlar; ve irfân ehli o saçma sapan sözleri onların yüzlerine birer birer çarpıp kendilerini rezîl ve rüsvây etmiş oldukları halde, yine onlar insâf edip inâtlarından geri dönmemişlerdir. Çünkü şeytanın önemli sıfatlarından biri de inâttır; ve hak ve hakikati kabûllenmeyişte inâtçılıktır.
Şimdi biz bu kitapta tasavvuf ilminden azın da azını sevk ettik ki, sonuçta işâretler araya girdi. Ya‘nî gâyet az olarak bahsettiğimiz ve beyân ettiğimiz tasavvuf ilminin arasına bir takım gizli sırlar hakkındaki işâretler girdi. İşte bu mukaddimeyi de bu araya giren işâretler için sevk ettik. Ve bu şerefli yolun sırlarının haddine vâkıf olmak isteyen kimseler bizim yazdığımız eserlerden olan Menâhicü’l-İrtikā ilâ İftizâzı Ebkâri’n-Nukā el-Muhadderât bi-Hayemâti’l-Likâ ismindeki kitâbımızı incelesin!
Bu kitâba ilâve gibi olan bu mukaddimenin sevkinde bahsedeceğimiz tasavvuf ilmine sâlikin daha incelemeye başladığında vâkıf olmasını ümît ettik. Bunu okuduğu zaman yol ehlinin sözlerini kötülemekten ve inkârdan korunur. Ve bu kitapta hakîkatine ulaşmadığı sözleri hiç olmazsa teslîm ve tasdîk eder. Vâkıf olamadığı sırlar, insâf ederek tasdîği sebebiyle, ona açılıp bu açılımın sürüklemesiyle o sözü teslîm etmeye mecbûr olur. İşte bu mukaddemeyi onun için yazdık. Ve Allah Teâlâ bizleri teslîmiyeti ve boyun eğmeyi mahalline sarfeden ve bilmediği şeyleri kötülemeyip ve inkâr etmeyip onu tasdîk ve teslîm eden kimselerden eylesin! (Âmîn bi-izzetihî!)
Cenâb-ı Şeyh (ra) yine sâlike duâ edip “Allah Teâlâ senin sadrını açıp genişletsin!” buyururlar. Çünkü "sadrın açılıp genişletilmesi” ilâhî inâyetlerdendir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbihi, fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâhi, ulâike fî dalâlin mubîn” ya’nî “Allah kimin göğsünü İslâm için açıp genişletmişse artık o, Rabb’inden bir nur üzere olur, değil mi? Allah'ın zikrinden kalpleri katılaşanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler” (Zümer, 39/22).
Çünkü keşf erbâbı olan tahkîk ehlinin sözü Kur’ân’ın özü ve hadîslerdir. Ve onları kötülemek ve inkâr ise açık bir şaşkınlıktır. Nebîlerin vârisleri olan tahkîk ehli âlimlerin sözlerine boyun eğmek ve onları kabûl ise hidâyet eseri olup, bu da rabbânî taraftan boyun eğen kimsenin kalbine inen bir ilâhî nûrdur. Dalâlet ehlinin kalbleri katı olduğundan, Kur’ân’ın özü olması i'tibâriyle salt Allah’ın zikrinden ibâret olan tahkîk ehlinin sözlerini kabûl edemezler. Onların hâli “hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh” ya’nî “Ve onun işitmesini ve kalbini mühürledi. Ve onun görmesinin üzerine perde çekti” (Câsiye, 45/23) âyet-i kerîmesine uygundur. Bundan dolayı sâlik hakkında cenâb-ı Şeyh’in duâları pek büyük bir duâ olmuş olur.
Ondan sonra buyururlar ki; Bilesin ki, bu tarîkat teslîm ve tasdîğe dayalıdır. Hattâ ba'zı önder efendiler, ya'nî halkın önlerine düşüp onları yöneten ba'zı efendiler efendisi, buyurmuşlardır ki: “Bin sıddîk onun hakkında zındık olduğuna şehâdet etmedikçe insan hakîkat derecesine erişemez.”
Bilinsin ki, zâhiri ile bâtını birdiğerine eşit olan kimseye “sıddîk” derler. Ya'nî meselâ böyle bir kimsenin bâtınî halleri, fikirleri ve maksatları ve bütün aklından geçenler halkın bakışında birdenbire ortaya çıkıp gözükse ve halk bâtınî hallerine vâkıf oluverse, o kimse aslâ değişmez ve halktan utanacak bir hâli bulunmaz.
Ve “zındık” sözlükte nûr ve zulmet kendilerinden zuhûr eden iki Yaratıcı’ya inanan putpereste derler ki, birine “Yezdân,” diğerine “Ehrimen” demişlerdir. Ve Hak Teâlâ’ya ve âhirete îmân etmeyen kimseye de derler. Ve sûfî terimlerinde kendilerinin hâli olmadığı halde fenâ denizinde gark olmuş ve tevhîd ayn’ında helâk olmak da'vâsında bulunarak hareketlerini ve sükûnlarını aslâ kendilerine bağlamayan kimselere derler. Onların bu da'vâları hakikatte geçerlidir. Fakat kendilerinin hâli olmadığı için yalancı da'vâdır. Bu davâyı kendi nefislerinden isyân ayıbını kaldırmak kastıyla ederler.
Sehl b. Abdullah Tüsterî hazretlerine dediler ki: “Bir şahıs kapıların hareketinin hareket ettirene nispeti ne ise benim fiilimin de Hakk’ın irâdesine nispeti öyledir” diyor. Bu şahıs hakkında ne buyurursunuz? Cevap verdiler ki: “Eğer bu sözü söyleyen kimse şerîata riâyet ediyor ve kulluk hükümlerini muhâfaza ediyorsa sıddîklerden birisidir. Ve eğer şerîat hükümlerine muhâlefet eder ve bu sözü kendi nefsinden rezilliği kaldırmak için, kendini ma‘zûr göstermek için söylüyorsa zındıklardan birisidir.”
İşte sûfîlerin indinde “zındık” bunlara derler. Ve bu sınıf ulaşıp cezbelenmişlerin şerîat hükümlerini devredışı bırakanlara benzeyenidir. Fakat ulaşıp cezbelenmişlerin şerîat hükümlerini devredışı bırakanlara benzeyeni, hakîkaten fenâ denizinde gark olan ve tevhîd ayn’ında helâk olan kimselerdir. Bunlar bu gark olma hâli içinde bütün hareketlerinde ve sükûnlarında ma’zûrdurlar. Kendilerden ve çevrelerinde olan eşyâdan habersizdirler. Bunlardan ba‘zıları sözlü ve fiili olarak şerîat hükümleri dâiresinde korunmuştur. Ba'zıları da hikmete dayalı olarak muhafaza olmazlar. Önceki sınıf ile bunların örneği, eli bir hastalık sebebiyle titreyen kimse ile, elini göstermelik olarak titreten kimse gibidir. Eli hastalık sebebiyle titreyen kimse mağlûp ve ma‘zûrdur. Kendi irâdesiyle elini titreten kimse ise mağlûp ve ma‘zûr değildir.
Şimdi bunlardan şerîat hükümlerine muhalefet hallerinin ve hareketlerinin çıktığını gören sıddîklar, ki fenâ-fillâh makāmını geçip bakâ-billâh mertebesinde mekân sâhibi olmuşlardır, bunlar kendi mertebelerine nazaran bu sınıfa “zındık” derler. İşte bin sıddîk, bir kimse hakkında “zındık” olduğuna şehâdet etmedikçe insanın hakîkat derecesine ulaşamayacağının ma'nâsı budur. Ve bunun özeti sâlik fenâ-fillâh makamına ulaşmadıkça hakikat mertebesine ulaşamaz demek olur.
Ondan sonra bu “Bin sıddîk onun hakkında zındık olduğuna şehâdet etmedikçe insan hakîkat derecesine erişemez” sözünü söyleyen seyyidin sözü, Ali b. Ebî Tâlib (ra) hazretlerinin evlâdı Zeyne’l-Âbidîn (ra) hazretlerinin aşağıdaki mübârek sözü ile te’yid edilir. Onlar buyurlar ki:
“Ey kimse, nice ilim cevheri ilim vardır ki, eğer ben onları açıklasam bana puta tapan adamlardan birisisin derler. Ve benim küfrüme hükmederek kanımı helâl sayarlardı. Ve benim kâfirliğim ve kanımın helâl sayılması en çirkin bir şey olduğu halde, oh ne güzel bir iş yaptık, diye memnûniyyetlerini beyân ederler idi.”
Nitekim Hâllâc-ı Mansûr hazretleri hakkında bu hal aynen böyle gerçekleşti. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu mübârek beyitleri Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinin otuzuncu bölümünde nakledip “vesen,” ya'nî “put”tan kastın “râbıta” olduğunu ayrıntılı bir şekilde beyân buyururlar. Ve cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimiz de Mesnevî’lerinde bu ma'nâya işâreten şöyle buyururlar:
Tercüme: “Benim yârimin hayâli, Halîl gibi geldi. Onun sûreti puttur. Velâkin onun ma'nâsı put kırıcıdır.”
Ve Kur’ân-ı Kerîm’de İbrâhîm (as)’ın kıssasında “bel fealehu kebîrühüm hâzâ” ya’nî “ (Enbiyâ, 21/63) ya‘nî “Belki büyük put küçük putları kırdı” buyrulmasıyla bu ma'nâya işâret olunur. Çünkü insân-ı kâmilin sûretinin hayâle getirilmesi kalbdeki sûrî alâkaların giderilmesinde etkildir. Sâlik bu râbıta sebebiyle varlıksal alâkalardan kurtulup kalbini boşalttıktan sonra onun kalbi ilâhî tecellileri kabûle isti’dâdlı olup bu râbıtaya ihtiyâç kalmaz; kendisine ilâhî hakîkatler açılır.
Fakat zâhir âlimleri bu râbıtayı “put”tur deyip inkâr ederler. Onun için cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) buyururlar ki, bu nefîs olan alâkanın inkârında Zeyne’l-Âbidîn hazretlerinin “Benim kanımı müslüman erkekler helâl sayarlardı” sözünde, hayâl ve ikilem içinde kalan müslümanları zikretti. Çünkü hakîkate ulaşamamış olan bu müslümanlar varlığın ne olduğunu anlamamışlar ve Hak ile halkın ne olduğunu bilmediklerinden kendi hayâllerinde îcâd ettikleri Hakk’a tapmışlardır; ve Hak ve hakikati hayâl elbisesiyle örtmüşlerdir. Hakîkat erbâbı buldukları ve bildikleri hakîkatten onlara bir şey açıklasalar bu ma‘nâ onların hayâllerine uymadığı için derhal kâfirliğine hükmederler. Ve her birinin hayâli birdiğerine uymadığı için birbirlerinin de kâfirliğine hükmederler. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “yekfuru ba’düküm bi ba’dın ve yel’anu ba’düküm ba’dan ve me’vâkümün nâru ve mâ leküm min nâsırîn” ya’nî “bir kısmınız bir kısmınızı inkâr edecek ve bir kısmınız da bir kısmınızı lânetleyecek. Sizin dönüş yeriniz ateştir. Ve sizin için bir yardımcı yoktur” (Ankebût, 29/25).
İşte böyle hayâllerine tâbi’ olan kimseler salt hakîkat olan bu yolu nasıl inkâr etmezler? Elbette inkâr ederler. Ve Hakk’ın zuhûru indinde bâtılın eseri kalır mı? Nitekim Hak Tealâ buyurur; “Bel nakzifu bil hakkı alel bâtıli fe yedmeguhu” (Enbiyâ, 21/18) ya'nî “Biz Hakk’ı bâtıl üzerine atarız. Bundan dolayı o Hak o bâtılı kahreder.” Çünkü hakîkat ortaya çıkıca bâtıl hayâl gider. Ve Hak’tan sonra ancak dalâl kalır. Ve “Hak geldiğinde bâtıl gider.” “Câel hakku ve zehekal bâtıl “(İsrâ, 17/81).
[Şiir:] “Görmez misin ki, Hak Teâlâ sana bir ma'rifet mertebesi ihsân eyledi ki, sen o mertebenin altında olan bütün mertebeleri kararsız görürsün.”
Çünkü ارتب اعلي انعلم رتبة buyrulmuştur. Ve sen kendi hakîkatine ulaştığın zaman kendinin güneş olduğunu basîret gözüyle müşâhede edersin. Çünkü senin bir bâtıl hayâl olan “senliğin” gidince hakîkat güneşi doğar. Ve yıldızlar mesâbesinde olup kendi dâirelerinde tasarruf edici olan zâhir ve bâtın duyuların meliklerdir. Güneş doğduğu zaman onun te’sîrinden yıldızların ışığı nasıl kapanırsa, senin vücûdunda da hakîkat güneşi doğunca, duyularının tasarrufu ve eserleri öylece kapanır. Nitekim bu hâle işâreten cenâb-ı Mevlânâ (ra) buyururlar: Mesnevî:
Tercüme: “Hissiz ve kulaksız ve fikirsiz olunuz. Tâ ki “Yâ eyyetühen nefsül mutmainneh / İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardiyyeten” ya’nî “Ey mutmain olan nefs! Rabb’ine dön râzı olarak ve râzı olunmuş olarak!” (Fecr, 89/27-28) hitâbını işitesiniz.”
“Kulillâhu sümme zerhüm fî havdıhim yel’abûn” (En‘âm, 6/91) ya‘nî “Sen Allâh’ın vücûdundan gayrı vücûd yoktur, de! Varsın onlar hayâlî çoklukların dedikodusuyla oynayıp dursunlar!
“Ebrârın hasenâtı mukarreblerin sevyiâtıdır.” Çünkü ebrâr henüz hayâl mertebesindedir. Onların hayallerine uyarak iyi yaptıklarını zannettikleri şeyler, basîret gözleri hakîkate açılmış olan mukarrebîn indinde seyyiâttan ibârettir. Ve bu ma'nâya işâreten (Sav) Efendimiz buyururlar:“Ba‘zı vakitlerde kalbime perde geldiğinden ben günde Allah’a yüz kere istiğfâr ederim.” Ya‘nî büyük enbiyâ hazarâtı da’vet esnâsında kader sırrından örtülü olduklarından nebîlik yönleriyle halkın hakîkatlerine bakmaksızın onları dâ‘vet ederler. Bu onların teklifî emirlere olan hizmetleri olup “Yâ eyyüherresûlu bellıg mâ ünzile ileyke” ya’nî “Ey Resûl! Sana indirileni tebliğ et” (Mâide, 5/67) emrine uymakla olan bu da'vetleri hasenâtın aynıdır. Fakat, ne zamanki velâyetleri yönüyle, irâdî emre bakıp da‘vet ettikleri kimselerin, bu daveti kabûle isti’dâdları olmadığını görürler, önceki bakışın perde ve örtü olduğunu görürler. Ve hakikatten perdelenmeyi seyyie sayıp istiğfâr ederler. Her ne kadar kader sırrından perdelenmek nebîlik mertebesinin gereğinden ise de, bu bakışın hakîkat güneşinin önüne gelen bir perdeden ibâret olduğuna şüphe yoktur. Bu perde ise nebîlik mertebesinin kemâlidir. Nitekim gözün kapakları gözün kemâlidir; ve kapaksız göz noksandır. Bundan dolayı bundan nebîlerin ma'rifetine noksan gelmez. Çünkü nebîlik zâhire ve velâyet bâtına bağlanır. Nebîler (aleyhimü’s-selâm) ise her iki yönü de toplamışlardır.
“Şimdi his âleminde sınırlanma zilleti altına dâhil olan bu iki şeye, ya‘nî tasdîk ve inkâra, dikkât et!” Çünkü his âlemi sınırlanmıştır. Örneğin görme duyusu pek uzak olan bir şeyi göremez; ve pek yakın olan şeyi de göremez. Nitekim bir kitabı gözümüze temâs ettirecek derecede yaklaştırsak okuyamayız; ve uzak olan bir cismi aslî büyüklüğü üzere göremeyiz. Nitekim güneş yeryüzünden pek büyük iken gözümüz onu bir kalkan büyüklüğünde görür. Ve aynı şekilde işitme duyusu pek uzakta olan bir sesi işitemez; ve pek hafîf olan sesi de hissedemez. Nitekim bir karıncanın ayaklarının hışırtısı mevcût olduğu halde kulaklarımız onu duymaz. Ve görmediğimiz, duymadığımız şeyleri akıl ve irfânımız erişmediği zaman, inkâr ederiz. Bu inkâr ise duyularımızın bir çok hallerde bizi yanıltmasındandır.
Çünkü his âlemi sınırlanma zilletliği altına dâhildir. Ve his âleminde vehim iblîsi hâkimdir. Vehmin şânı ise ikilemdir, aldatmaktır. Ve vehim veren kuvvetin hükmü ise hakîkatin ortaya çıkmasına kadardır. Hakîkatin ortaya çıkmasından sonra vehmin hükmetmesi kalmaz. Onun için Hak Teâlâ hazretleri İblîs’e hitâben “Ve inne aleyke la'netî ilâ yevmid dîn” (Sâd, 38/78) ya'nî “Benim senin üzerine olan la'netim kıyâmet gününe kadardır” buyurur. Çünkü kıyâmet günü hakikatin ortaya çıkması ve tabîat hükümlerinin yok olması vaktidir. Ve vahdet-i vücûdu ya’nî vücûdun birliğini ilim olarak ve hâl olarak idrâk eden tahkîk ehlinin indinde kıyâmet kâim olup, hakîkat zâhir olmuştur. Bundan dolayı onlarda vehmin musallat olması yoktur. Nitekim onlar hakkında Hak Teâlâ “İnne ıbâdî leyse leke aleyhim sultânun” ya’nî “muhakkak ki; benim kullarım üzerinde senin bir gücün yoktur” (Hicr, 15/42) buyurur.
Şimdi his âleminin hâli böyle olunca, artık melekût âleminin nasıl olacağını sen düşün! Melekût âleminin hallerine vâkıf olup ondan bahseden bir tahkîk ehlinin sözlerini, henüz his ve tabîat âleminde mahsûr kalan bir zâhir âlim ve bir filozof işittiği zaman, derhal “Hurâfelerdir ve evhâmdır” deyip inkâr eder. Nitekim zamânın câhilleri Kur’ân’ın haberlerine “in hâzâ illâ esâtîrul evvelîn” ya’nî “Bu ancak evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir” (En’âm, 6/25) dediler. Ve Cenâb-ı Hak onlar hakkında “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dünyâ, ve hüm anil âhıreti hüm gâfilûn” ya’nî “Onlar, dünyâ hayâtının zahirini bilirler. Ve onlar, âhiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7) buyurdu.
Böyle olunca hakîkat makāmının gayrı olarak, his âlemine ve tabîat âlemine bakarak konuşan kimseler muhakkak, ta'bîre sığmayan perişan rü’yâ sâhibidirler. Bunun delîlini istersen Cüneyd (ra) hazretlerinin “Sonradan olan Kadîm’e ulaştığında onun için eser kalmaz” sözüne dikkât et! Çünkü senin senliğini sonradan yapan şey sonradan olan bu kesîf taayyünündür. Senin hakikatin ise, latîfin en latîfi olan hakîkî vücuddur ki, sana şâh damarından, ya'nî içindeki ve dışındaki a‘zâdan, daha yakındır. “Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi” ya’nî “Ve Biz, ona şah damarından daha yakınız” (Kāf, 50/16) ve “Ve nahnu akrebu ileyhi minküm ve lâkin lâ tubsirûn” ya’nî “Ve Biz, ona sizden daha yakınız fakat siz görmezsiniz” (Vâkıa, 56/85) âyet-i kerîmeleri bunun delîlidir. Sen kendi hakîkatini ilim olarak ve hâl olarak idrâk ettiğin vakit senliğin kalmaz. Ve senliğin kalmayınca da “benim” diyecek kendinde bir vücûd göremezsin; ve kendinde bir eser isbât edemezsin. Gerçi bu kesîf taayyünün yine yerinde durur. Fakat sen “Allah” ma'nâsında gark olursun.
Bundan dolayı idrâkin başı ilim, sonu gark olmaktır. Ve gark olmak ise halden ibâret olup ne gibi bir şey olduğunu ibâre ile ta'rîf mümkün değildir. Çünkü idrâk nefsîdir. Şu takdirde duyular dâiresi içinde mahsûr kalan bir kimsenin kendi zannından ve vehminden ve kesîf taayyününün gereğinden söz söylemesi başka; tabîat ve duyular dâiresinden çıkıp izâfî ve kulluksal vücûdu hakîki vücûdda fânî olan kimsenin söz söylemesi başkadır. İlk sınıf hakkında Cenâb-ı Hak “ve mâ lehüm bi zâlike min ilm(ilmin), in hum illâ yezunnûn” (Câsiye, 45/24) buyurur. Ve ilim olarak ve hâl olarak Nebiyy-i zî-şâna tâbi' olan ikinci sınıf hakkında da “Ve mâ yentikü anil hevâ” ya’nî “Ve o, hevâsından konuşmaz” (Necm, 53/3) buyurur.
Şimdi hâriçten delîl talebinden sakın! Basamaklara muhtâc ol! Ve delîli, zâtın için zâtından talep et! Hakk’ı zâtında bulursun. Görmedin mi ki, Resûlullah (sav) Efendimiz’in nebîliği sâbit olduğu ve aklı çalışan nefislerde (Sav) Efendimiz’in nefsinin hevâsından değil, Allah Teâlâ tarafından söylediği karar kıldığı vakit boyun eğerek kulluğa ve teslîme dâhil oldular. Ve onlar üzerine teklîf edilen vâzifeler tasarruf edici oldu. Ve onlar “Delîli nedir ve sebebi nedir?” diye soru sormadılar. Ve sahâbe (rıdvânullâhi aleyhim) hazretlerinden ba'zıları Hak Teâlâ’nın “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tes’elû an eşyâe in tubde lekum tesu’küm” ya’nî “Ey mü’minler, ba‘zı şeylerden soru sormayınız! Eğer o size açıklanırsa fenâ olursunuz” (Mâide, 5/101) sözünde, ondan yasaklanıncaya kadar, ona eşyâdan soru sordular. Sahâbe-i kirâm, Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve âlihî ve sellem) hazretlerinden soru sormaktan yasaklandık, dediler.
Şimdi ey irşâd edilmek isteyen kardeşim! Seni yoldan nefret ettiren bir kimse sana sataşıp derse ki, onlardan delîl ve burhân talep et! Ya'nî bu yol ehlinin ilâhî sırlardan söylediği şeyde. Şimdi sen ondan yüz çevir! Ve bunun karşısında ona cevâben de ki: Balın tatlılığına ve cimâ'ın lezzetine ve onların benzerlerine delîlin nedir? Ve bana bu eşyânın mâhiyetinden haber ver! O elbette sana: Bu ancak zevk ile ya’nî bizzat yaşanılarak öğrenilen bir ilimdir; ta'rîf altına girmez ve onun üzerine delîl getirilemez, der. Şimdi sen ona: İşte bu da onun gibidir, de! Ve ona diğer bir misâl beyân edip de ki: Senin kendi elin ile binâ ettiğin bir evin olsa, ve senden başka ona bir kimsenin haberi olmasa; ve onun bahsi edilip haberi insanların kulaklarına ulaşsa; ve sen seçkinlerinden birini seçip o hâneye ancak onu soksan ve onu incelese; ve insanlardan onu oraya soktuktan sonra, senin ona vâkıf olduğun şeyi müşâhede ile ihâta etse; sonra insanlara çıksa ve oturup onlara onda gördüğü şeyi vasfetse; onun: O bu sıfattadır, diye anlattığı şey üzerine bu makāmda delîlin nedir, denilmesi doğru olur mu? Bu doğru olmaz. Birisi buna niyetlense, insanlar ona ahmak ve akılsız derler. Ve bu, üzerine delîl getirilmeyen şeydir, derler. Nihâyet biz hâne sâhibinin içeri aldığı bir adamı gördük; çıkıp gördüğü şeyi vasfetti. Şimdi ona güzel zannı olan ve indinde adâleti sâbit bulunan kimse, onu sözünde tasdîk eder. Ve tasdîk etmeyen kimse buna delîl gösterip susturmaz. Bir kimse onun söylediği sözü inkâr etmeyi iyi görmez. Ve eğer sen bu adamın iddiâsı üzerine vâkıf olmak istersen evin sâhibini isteklendir ki, seni de ona dâhil eylesin. Bundan dolayı sen de göresin. Bundan başka çâre yoktur.
Dostları ilə paylaş: |