KİTABIN FİHRİSTİ
Kitâbın yazarı der ki, bu mukaddime ve önbilgiyi yazıp bitirdiğimizde, onlardan belirli bir sırra vâkıf olmayı isteyen kimseye kolaylık olsun diyerek, bölümlerin fihristi hakkında bir fasıl takdîmini uygun gördük. Fihristte olan bölüme bakar, ona isteği kolaylaşır, inşâallahü Teâlâ.
Birinci bölüm
|
:
|
Bedenin hükümdârından ibâret olan vücûdun halîfesi;
ve sûfîlerin onun hakkında garazları; ve onların ta'bîri
beyânındadır.
|
İkinci bölüm
|
:
|
Onun mâhiyyeti ve hakîkati hakkında âlimlerin ih-
tilâfı beyânındadır.
|
Üçüncü bölüm
|
:
|
Cisim medînesinde (şehrinde) ikâmet ve onun bu
halîfeye bir mülk olması yönünden ayrıntılanması
beyânındadır.
|
Dördüncü bölüm
|
:
|
Kendisinden dolayı akıl ve hevâ arasında savaşlar
olan sebebin zikrine dâirdir.
|
Beşinci bölüm
|
:
|
Bir imâma hâs olan isim ve onun sıfâtı ve halleri
beyânındadır.
|
Altıncı bölüm
|
:
|
Bu medînenin (şehrin) kadısı olan adâlet beyânın-
dadır ki,onun hükümlerini ve tedbîrlerini bilicidir.
|
Yedinci bölüm
|
:
|
Vezîr ve onun sıfatları beyânındadır.
|
Sekizinci Bölüm
|
:
|
Hikmetlere ve şerîate âit firâset beyânındadır.
|
Dokuzuncu bölüm
|
:
|
Kâtib ve onun sıfatları ve kitapları beyânındadır.
|
Onuncu bölüm
|
:
|
Vergi toplama ve harâc ashâbı olan reîslerin ve me-
murların beyânındadır.
|
On birinci bölüm
|
:
|
Toplanan vergilerin ilâhî hazrete yükseltilmesi ve
kudsî imâmın onlara vâkıf oluşu ve onları Melik-i
Hak Sübhânehû hazretlerine yükseltmesi beyânın-
dadır.
|
On ikinci bölüm
|
:
|
Bozgunculuk edenlere yönelik elçiler ve resûller
beyânındadır.
|
On üçüncü bölüm
|
:
|
Kumandanlar ve ordular siyâseti ve onların merte-
beleri beyânındadır.
|
On dördüncü bölüm
|
:
|
Düşmanla karşılaşma ânında savaşların idâresi ve
orduların tertîbi beyânındadır.
|
On beşinci bölüm
|
:
|
Bu mertebeye gâlib olan sırrın zikrine ve onun üze-
rine tenbîhe dâirdir.
|
On altıncı bölüm
|
:
|
Rûhâniyyetin, ya‘nî rûhun mevsimlere göre gıdâ
tertîbi beyânındadır.
|
On yedinci bölüm
|
:
|
İnsana yüklenmiş olan sırların özellikleri beyânın-
dadır; ve o beş bölüm üzerinedir.
|
|
Birinci bâb: Aklın feyzlendirme esâsı beyânındadır ki, kitâb bölümlerinin on sekizincisidir.
|
|
İkinci bâb: Engelleyici perdeler beyânındadır ki, kitâb bölümlerinin on dokuzuncusudur.
|
|
Üçüncü bâb: İmâm-ı mübînden ibâret olan levh-i mahfûz ve mahv ve isbât levhi beyânındadır ki, kitâb bölümlerinin yirmincisidir.
|
|
Dördüncü bâb: Âh etmelerin sebepleri, ya‘nî sevinçten veyâhut kederden şiddetli teneffüsün sebepleri beyânındadır ki, kitâb bölümlerinin yirmi birincisidir.
|
|
Beşinci bâb: Sâlik olan mürîde vasiyet beyânındadır. Bu da fasıllar üzerine olup onunla kitap sonlanır.
|
BİRİNCİ BÖLÜM
Bedenin Hükümdârından İbâret olan Vücûd Halîfesi ve Sûfîlerin Onun Hakkında Garazları ve Onları Ta‘bîri Beyânındadır.
Bilinsin ki, muhakkak bu halîfe “küllî rûh”tur. Ve Allah Sübhânehû ve Teâlâ ona: “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Yâ Habîbim, zikret şu vakti ki, Rabb’in meleklere ben yeryüzünde bir halîfe kılıcıyım, dedi” mübârek sözünde dikkât çekti. Ve en küçük âlemde onun karşılığı beden arzında “rûh”un halîfe kılınmasıdır. Biz bu kitabın başında ona işâret ettiğimiz şeyde kastettik; ve bu kitabın tamâmında onun meydana çıkarılmasına azmettik. Ve dünyâ hayâtının zâhirini bilen ve âhiretlerinden gâfil olan kör tenkîdçilerin kötüleme ve tenkîd etme korkusunu önbilgide yazdık. Ve tenkîdçinin ona bir yol bulamaması için murâd ettiğimiz şeyin hakîkatini ortaya koyduk. Şimdi biz Allah Teâlâ’nın bereketi üzerine söyleriz. Allah Teâlâ ise hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler.
Bilinsin ki, bu kitabın başlarında şerh edildiği üzere bir olan hakîki vücûdun gayrılık elbisesi ile zuhûru rûh mertebesinde olmuştur. Ve bu mertebe ferd ve vâhid ya’nî birdir. Çünkü birden ancak bir çıkar. Tahkîk ehli buna “küllî ya’nî bütünsel rûh” ve “ilk halîfe” derler. Ve küllî rûh emr, ya‘nî ilâhî küllî iştir. Nitekim âyet-i kerîmede “kulir rûhu min emri rabbî” ya’nî “De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsrâ, 17/85) buyrulmuştur..
Ve bu küllî ya’nî bütünsel rûhun cüz’leri ve tâbi‘leri sonsuzdur. Çünkü ilâhî küllî işin sonsuz cüz’leri ve tâbi’leri vardır ki, bunlara “ilâhî işler” ve “ilâhî bağıntılar” derler. Birin bağıntıları türündendir. Çünkü birin yarım, üçte bir, çeyrek, beşte bir ve diğerleri gibi sonsuz bağıntıları vardır. Ve küllî rûh, “hakîkat-i muhammediye”nin küllî olarak rûhî mertebede tenezzülünden başka bir şey değildir. Nitekim hadîs-i şerifte “Allah ilk önce benim rûhumu hálk etti” buyrulmuştur. Şimdi bu rûh ve onun tâbi‘leri ve cüz’leri rûhî mertebede kaldıkça, halîfeliğin fîilî eserleri ortaya çıkamayacağından, daha sonra bu küllî rûhtan ilâhî ilimde sâbit olan ilâhî isimlerin sûretlerinin görünme yerleri ayrıldı. Nitekim hadîs-i şerifte: “Ben Allah’tanım, mü’minlerde benim nûrumdandır” buyrulmuştur.
Mesnevî şerh edicilerinden, Bahr’ul-ulûm Mevlânâ Abdü’l-Aliyy (ks) Risâle’lerinde buyururlar ki: “Rûhlar iki kısımdır: Bir kısmının tasarruf ve tedbîr dolayısıyla bedenlere bağlantısı yoktur; cismimizde olan konuşan nefsin tedbîr ve tasarrufu gibi. Ve onlara “Kerûbiyân” derler. Bunlar da iki kısımdır: Bir kısmının cisimler âleminden haberi yoktur. Çünkü bunlar “mecnûnlar”dır. Vahdet ya’nî birlik tecellîleri kahrı onların ilimlerini yakmıştır. Âdem’e secdeye ve boyun eğmeye me’mûr olmadıklarının sebebi budur. Onlar Hak Teâlâ’nın azametinde kendinde geçmiş ve dîvâne ve Hakk’ın cemâlini mütâlaada yegânedirler. Ve onlara “müheyyem melekler” derler. Ve bir kısmının da her ne kadar cisimler âlemine bağlantısı yok ise de, onların her bir ferdi cisimlerden bir cisim üzerinde idâre edicidir. Zeyd’in cismini Zeyd’in rûhunun idâre edici olması gibi. Bunlar Kayyûmiyyet’in müşâhedesi içinde kendilerinde geçmiş ve hayrette kalmışlardır. Fakat onlar ulûhiyyet ya’nî ilâhlık bârigâhının kapıcıları ve rubûbiyyet ya’nî rabblık feyzinin vâsıtalarıdır.
Ve akdes ve a’lâ feyz hazreti iki kısım üzerinedir: Biri “hâs vech feyzi” ve diğeri “tertîb silsilesi feyzi”dir. “Hâs vech feyzi” Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin sirâyet etmesi yönünden kulun kalbine, gayrın vâsıtası olmaksızın, dolup taşan bir feyzden ibârettir. Ve “tertîb silsilesi feyzi” bahsedilen kapıcılar vasıtasıyla olur. Ve onlara “ceberûtî melekler” derler. Ve onların reîsine “rûh-i a‘zam” derler. Ve diğer bir itibâr ile “kalem-i a‘lâ” derler. Nitekim “Allah Teâlâ ilk önce kalemi hálk etti” buyrulmuştur. Ve diğer bir i'tibâr ile de “akl-ı evvel” derler. Nitekim “Allah Teâlâ ilk önce aklı hálk etti” buyrulmuştur.
Ve “rûh-i a'zam” bu sınıfın ilk saffındadır. Ve “rûhu’l-kuds,” ki ona “Cebrâîl” derler, onların son saffındadır. Ve diğer kısmı, her biri bir cisimde tedbîr ve tasarruf i'tibâriyle, cisimler âlemine bağlanırlar. Ve onlara “rûhâniyân” derler. Ve bunlar da iki kısımdır: Bir kısmı göklere dönük olarak tasarruf ederler; ve onlara “a’lâ melekût” derler. Ve diğer kısmı yere dönük olarak tasarruf ederler; ve onlara “ednâ melekût” derler. Ve her bir şey üzerine bir melek vekîl tâyin edilmiştir. Ve hadîs-i şerifte “dağların melekleri” ve “rüzgâr melekleri” ve “gök gürültüsü melekleri” ve “şimşek melekleri” ve “bulut melekleri” olarak bize ulaşmıştır. Tâ ki “Fe subhânellezî bi yedihî melekûtu külli şey’in” ya’nî “İşte O, Sübhan'dır. Herşeyin melekûtu O'nun elindedir” (Yâsîn, 36/83) hakikati perdesini kaldırmaya. Bu ma‘nâyı hakikati ile bilmek mümkün değildir.
Ve “cin” ve “şeytanlar” denilen ateşsel rûhlar “en aşağı melekût” cinsindendir. Ve onlardan ba'zıları insânî tür üzerine musallat edilmiştir. Ve “İblîs” onların reisidir. Ve onlardan ba'zıları teklîf ve vahyi kabûl edicilik ile muhâtaptır. Yolun imâmları ve tahkîk ehlinin seyyidleri indinde onlar hakkında bir çok ihtilâf vardır. Ve her biri kendi makāmından haber vermiştir. Ve onun şerhi uzundur.”
Rûhlar ve melâike-i kirâmın hakîkati hakkında fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin önsözünde bir takım esâsa âit bilgiler verilmiştir. Burada tekrârı sözü uzatmak olur. Şu kadar îzâh edelim ki, melek “kuvvet” ve “şiddet” ma'nâsınadır. Rûhlar ilâhî sıfatlardan birer sıfat olan Hayat ve Kudret sıfatlarının gayrılık elbisesi ile açığa çıkan görünme yerleridir. Vücûd mertebelerinde ilâhî fiiller onlar ile açığa çıkar. Çünkü bir vücûdda hayat ve kudret olmasa, ondan aslâ bir fiil çıkmaz.
Ve ilâhî fiillerin en belirgin mertebesi şehâdet âlemidir. Bundan dolayı vücûdun halîfesi olan bu “küllî rûh”un birdîğerinden ayrılmış olan tâbi'lerine hitâben Hak Teâlâ “innî câilun fîl ardı halîfeh” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Ben yeryüzünde bir halîfe kılıcıyım” (Bakara, 2/30) buyurmuştur. Ve en büyük âlem olan şehâdet hazretinde halîfe “Âdem”dir. Ve en küçük âlem olan “Âdem”de onun karşılığı beden arzında “rûh”un halîfe kılınmasıdır. Nitekim bu kitabın başında “Hamd olsun Allâhü Zü’l-Celâl’e ki, insanı ilmî vücûttan aynî vücûda çıkardı” ibâresinde işâret ettiğimiz ma‘nâda bunu kastettik. Ve bu kitabın tamâmında o vücûd halîfesinin meydana çıkarılmasına azmettik.
Ve “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dünyâ, ve hüm anil âhıreti hüm gâfilûn” ya’nî “Onlar, dünya hayâtının zâhirini bilirler. Ve onlar, âhiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7)âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, dünyâ hayâtının beş duyu ile algılanan zâhirini bilip ve basîret gözlerinin kör olmasından dolayı işlerin âkıbetlerini göremeyip gaflet içinde bulunan tenkîdçilerin kötüleme ve tenkîd etmeleri korkusunu bu bölümden önce geçen “Önbilgi” adı altındaki bahiste ayrıntılı bir şekilde îzâh ettik. Ve cüz’î akıllarının dâiresinde mahsûr kalan fikirleri sınırlı resmî âlimler ile tabîat ilimleri filozoflarından ibâret olan bu a‘mâ tenkîdçilerin bu kitaptaki beyânlara bir kötüleme ve tenkîd yolu bulamamaları için, beyânlarımızda murâd ettiğimiz ma'nânın hakîkatini delîller ile ortaya koyduk. Şimdi biz Allah Teâlâ’nın bereketi ile söylüyoruz. Ya'nî bizim sözümüz Cenâb-ı Hak’tandır. Ve Hak Teâlâ ise hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler.
[KİTÂBIN YAZIM SEBEBİ]
Bu kitâbı yazma sebebimiz bu idi ki, sâlih bir şeyh olan Ebû Muhammed el-Mûrûrî’yi ziyâret ettiğim zaman onun indinde “Hakîm”in, Zü’l-karneyn için, onunla berâber yürümeye kudretinin olmadığı zamanda, tasnif ettiği Sırru’l-Esrâr kitabını buldum. Ebû Muhammed bana dedi ki: “Bu yazar bu dünyevî memleketin idâresine nazar etmiştir. Ve ben senden kendisinde saadetimiz bulunan ve ona tekabül eden insan memleketinin siyâsetini isterim.” Şimdi ben ona icâbet ettim. Ve hakîmin ona koyduğundan daha çok mülk idâresi ma‘nâlarını bu kitaba koydum. Ve onda “Hakîm”in büyük mülkün idâresi hakkında gaflet ettiği bir takım şeyleri de ortaya koydum. Ve onu Mûrûr şehrinde, dört günden daha az bir zaman içinde tamamladım. Ve kitabın büyüklüğü, bu kitabın büyüklüğünün çeyreği ve üçte biri kadar idi. Şimdi bu kitap mülklerin hizmetkârlarına onun hizmetinde; ve âhiret yolu sâhibine de onun kendi nefsinde menfaat bahşedicidir. Ve herkes kendi niyyeti ve kasdı üzerine haşrolur (Vallâhü’l-müste‘ân).
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu kitabın yazım sebebini beyân ederek buyururlar ki: “Şeyh Ebû Muhammed el-Mûrûrî’yi ziyaret ettiğim zaman, onun nezdinde Sırru’l-Esrâr isminde bir kitap gördüm. “Mûrûr” “mîm”in ve ilk “râ”nın zammı ile Kuzey Afrika’da olan bir şehrin ismidir. Cenâb-ı Şeyh (ra) İspanya’dan oraya geçip seyahat buyurmuş ve o diyârın ehlullâhı ile sohbet eylemiştir. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu Sırru’l-Esrâr kitabını yazan “Hakîm”in ismini zikretmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası beyân buyrulan İskender Zü’l-karneyn’in devrinde yaşayan bir zât olduğu ve bu kitabı yaşlılık zaafından dolayı onunla berâber seyâhate kudreti olmadığı vakitte, dâimâ nezdinde bulundurarak hükümet idâresinde içeriğinden istifâde etmesi niyetiyle Zü’l-karneyn için yazdığı anlaşılmaktadır. İhtimâl ki, bu kitabın bir nüshası Kuzey Afrika’da bulunan kütüphânelerin bir köşesinde mevcûttur. İçeriği dünyevî memleketin idâresine dâir olduğuna göre bir idâre hukûku kitabı demek olur.
Hz. Şeyh buyururlar ki: Ebû Muhammed bana hitâben şöyle dedi: Bu yazar, ya‘nî bu Zü’l-karneyn’in Hakîm’i, bu kitabında dünyevî memleketin tedbîrinden ve idâresinden bahsetmiştir. Ve ben senden bu kitaba karşılık olarak insânî memleketin siyâsetini isterim ki, bu siyâseti bilmekte bizim uhrevî saâdetimiz oluşur. Ya'nî dünyevî memlekette, nasıl ki hükümdâr ve onun vezîri vesâir idâreye bağlı olanlar varsa, bir memleket hükmünde olan insan vücûdundan da öylece bir hükümdar ve vezîri vesâir idâreye bağlı olanlar vardır. Bunlar nelerden ibârettir ve nasıl tasarruf ve idâre ederler? Bunları beyân et!
Ben Ebû Muhammed’in bu talebini kabûl ettim. Ve Zü’l-karneyn’in Hakîm’inin o kitaba koymuş olduğu mülk idâresi ma‘nâlarından daha çoğunu ona karşılık olarak yazdığım bu kitaba koydum. Ve Zü’l-karneyn’in Hakîm’inin kendi kitabında büyük mülkün, ya'nî dünyevî memleketinin, idâresi hakkında gaflet ettiği bir takım husûsları da beyân ettim ve ortaya koydum. Ve bu kitabımı Mûrûr şehrinde dört günden daha az bir zaman içinde bitirdim. Ve Hakîm’in kitabının büyüklüğü, benim kitabımın büyüklüğünün yaklaşık çeyreği veyâ üçte biri kadar bir şey idi. Şimdi benim bu kitabımda dünyevî memleketin idâre tarzı bulunduğundan hükümdârların hizmetinde bulunan kimselerin işine yarar. Ve aynı şekilde onda insan vücûdunda, ilâhî düzen dâiresinde tasarruf ve idâre husûsları da bulunduğundan, âhiret yolu sâhiplerine, kendi nefislerinde istifâde sebebidir. Ve her bir kimse benim bu kitabımdan bir niyyetle istifâde eder. Ve her kişi kendi niyyeti ve kastı üzerine haşrolur. (Vallâhü’l-müsteân),
Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın! Bilesin ki, Allah Teâlâ hazretlerinin, irâdesiyle ve tercihiyle, ilk tercih eylediği mevcût, tahkîk ehli anlayışında, rûhânî basît, ferd ve maddî olarak bir yer kaplamayan bir cevherdir. Ve diğerlerinin anlayışında yer kaplar. Onun mâhiyyeti hakkında, üzerine söz söylenecek olan şeyin gereği üzerine olan bahis bu kitabın ikinci bölümündedir. Ve eğer Hak Sübhânehû istese idi, ba'zı insanların “Birden ancak bir çıkar” sözünden ibâret olan iddiâsına muhâlif olarak, bir def’ada birden fazla mevcût vücûda getirir idi. Ve eğer böyle olsa, irâde kusurlu ve kudret noksan olur idi. Çünkü bir def’ada birden fazla eşyânın vücûdu kendiliğinden mümkündür ve imkânsız değildir. Ve mümkün kudretin bağlantı mahallidir. Şimdi eğer ilk mevcûdun vâhid ya’nî bir olduğu sâbit oldu ise, Hak Teâlâ tarafından tercîhdir. Bu halîfeyi, yazar ve hakîkatlerin ehilleri muhtelif ibâreler ile söyler ve ta'bîr eder. Onlardan her bir ibârenin bir ma‘nâsı vardır. Onlardan ba'zısı ona “imâm-ı mübîn” ta‘bîr eder. Ve onlardan ba'zıları ona “Arş” ta‘bîr eyler. Ve onlardan ba'zıları da ona “Hak aynası” ve buna benzer şeyler ta‘bîr eder. Şimdi biz onların, onun hakkındaki ta'bîrlerini ve Allah Teâlâ’nın ancak ona hîbe eylediği ve ona tahsîs ettiği, onun sıfatlarındaki i'tibârlardan zâhir olan şey gereği üzerine, bu ibâreler ile hangi ma'nânın ona hâs olduğunu zikrederiz.
Allah Teâlâ senin kalb ve rûh ve akıl gözünü ma‘rifet nûru ile nurlandırsın! Bilesin ki, Allah Teâlâ hazretlerinin irâdesi ve tercîhi ile ilk önce vücûda getirdiği mevcûd, tahkîk ehlinin anlayışına göre öyle bir cevherdir ki, onda terkîb yoktur, basîttir. Çünkü terkîb cisimlerin şânıdır. Ve kimyâ ilminde her ne kadar unsurlar “basît” ve “bileşik” olarak iki kısma ayrılmış ise de, bu kısımlandırma o bilim dalının bakış açısına göredir. Çünkü basît elementler de “ma‘nâ” ile “sûret”ten bileşiktir. Ve her birinin ma‘nâları kendilerine hâs olan vasıflardır. Örneğin basît olan hidrojenin vasıfları oksijene benzemez. Ve azotun vasıfları da bunlara benzemez. Diğer taraftan sonradan yapılan keşiflere göre elektron teorisi her bir basît elementin dahi bileşik birer madde olduğunu beyân etmektedir.
Bundan dolayı bu ilk cevherin basît oluşu bunlar gibi değildir; hakîki basîttir ve rûhânîdir, ya‘nî ma‘nevîdir. Çünkü ma‘nâda terkîb yoktur. Ve bu rûhânî basît cevher ikilikten pâk olan bir ferddir. Ve maddî olarak yer kaplamaz, ya‘nî fezâda belirli bir mahalli işgâl etmez. Nitekim insanın beyin hücreleri gâyet küçük olduğu halde onda sonsuzluğun ma‘nâsı ve diğer sonsuz durmaksızın devâm eden ma’nâlar vücûd bulur. Bu küçük hücrelere bu ma’nâların bağlanması onların maddî olarak yer kaplamamasından dolayıdır. Eğer yer kaplasa bu çok büyük ma’nâların o kadar küçük bir mahalde vücûd bulmaması lâzım gelir idi. İşte “rûh” hakkında tahkîk ehli âlimlerinin anlayışı budur. Fakat akıl dâiresinde mahsûr kalan âlimlerin ve filozofların anlayışında bu cevher maddî olarak yer kaplayıcıdır; ya‘nî fezâda bir mahal işgal eden türdendir. Onun mâhiyyeti hakkında ne gibi bir söz söylemek gerekirse bu kitabın ikinci bölümünde zikredilmiştir.
Bu rûhânî basît cevherin ferd olarak vücûda getirilmesi hakkında ba'zı kimseler, ya‘nî filozoflar ve felsefeciler, “Birden ancak bir çıkar” düstûrunu sebep gösterirler. Oysa ulûhiyyet mertebesinde, ya'nî mutlak vücûdun vahdet ya’nî birlik mertebesinde, meşiyyet ya’nî üst irâde sâbittir. Ve diğer sıfatlar gibi bir sıfat olan irâde sâbit olunca, vücûda getirme emri’nde böyle bir düstûra tâbi’ olma mecbûriyyeti yoktur. Bundan dolayı Allah Teâlâ hazretleri istese idi, ilk önce böyle bir ferd cevheri vücûda getirmeyip, bir def’ada birden fazla mevcûdu vücûda getirir idi.
Eğer filozof ve felsefecilerin zannettiği gibi olsa idi, Hak Teâlâ irâdesini icrâ etmede kusurlu ve âciz ve kudreti de noksan olur idi. Böyle olunca “Birden ancak bir çıkar” sözü vahdet ya’nî birlik mertebesi için doğru değildir. Belki bu söz bütün sıfatlardan ve bağıntılardan ve niteliklerden münezzeh olan ahadiyyet mertebesi için doğrudur. Nitekim Hz. Şeyh İbrâhîm Şettârî (ks) Ayîne-i Hakâyık-nümâ risâlesinde şöyle buyurur: "Ne zamanki taayyünsüz zât taayyün sûreti ile açığa çıkar, onun ilk tenezzülüne ‘ilk taayyün’ ve 'mutlak ilim’ ve ‘mutlak vücûd’ derler. Çünkü zâtın şuûru ve zâtın vicdânı, bu mertebede kayıtsız olarak bilinendir ve gayrılık, mutlaktır. Bu mertebe ikinci mertebenin tersinedir. Çünkü o mertebede zâtın ilmi 'sâbit ayn’lar’ bilinen kaydı ile kayıtlıdır. Ve bu mertebeye ondan dolayı ‘hakîkî birlik’ derler ki, bu ‘ilk taayyün nefsi’nin ismidir. Bu mertebede sayma ve çokluk sayıları ve ferdler yoktur.”
İşte bu îzâhlardan anlaşılır ki, bu sözün, kendisinde irâde sâbit olan birlik mertebesi için söylenmesi irâdeye acz ve kudrete noksan isnâd edilmesini gerektirdiğinden Hz. Şeyh (ra) bu mertebe hakkında bu sözü tamâmıyla kaldırırlar. Zâten bir def’ada birden fazla eşyânın vücûdu kendiliğinden mümkündür ve imkânsız değildir. Ve mümkün olan bir şey de kudretin bağlanacağı bir şeydir. Böyle olduğuna şâhit bu âlemde bir çok örnekler vardır. Örneğin bir tas içine sabunlu su koyup üzerine sabunlanmış bez örtülüp gergin bir şekilde tutulsa ve kenarından üflense bir def’ada binlerce köpük peydâ olur. Bu ise bir asıldan bir üfleme ile bir def’ada birden fazla sûretlerin meydana çıkmasından başka bir şey değildir.
Şimdi eğer ilk mevcûdun vâhid ya’nî bir olduğu sâbit oldu ise, bu birin sâbitliği husûsu ancak Hak Teâlâ hazretlerinin üst irâdesi ve tercihi ile olmuştur. Hak Teâlâ onu böyle dilemiştir. Bu halîfe hakkında gerek yazarın ve gerek diğer hakîkat ehlinin muhtelif ibâreler ile bir takım ta‘bîrleri vardır. Ve bu ta'birlerden her bir ibârenin de birer ma‘nâları vardır. O hakîkat ehlinden ba'zısı o halîfeye “imâm-ı mübîn” derler. Ve ba'zılar “Arş” ta‘bîr ederler. Ve ba'zıları da “Hak aynası” derler. Ve buna benzer diğer ta‘bîrleri kullanırlar. Bundan dolayı biz o hakîkat ehlinin o halîfe hakkındaki ta'bîrlerini ve Allah Teâlâ hazretlerinin ancak o halîfeye bahşettiği ve ona tahsîs ettiği bir takım sıfatlardaki i'tibârlardan zâhir olan şeylere bakıp bu ibâreler ile hangi ma'nânın ona tahsîs edilmiş olduğunu zikr ve beyân ederiz. Ya'nî o “halîfe”nin hangi sıfatına göre “imâm-ı mübîn” demişlerdir; ve hangi sıfatına göre “Arş” ta'bîrini kullanmışlardır? Bunları beyân ederiz.
FASIL
[RÛH HAKKINDAKİ BEYÂNLAR]
Yazar dedi: Kavm (radıyallâhü anhüm) şöyle zikr eyledi ki: Ebû Hâmid el-Gazzâlî (ra) onlardandır, muhakkak “Rûh”dan ibâret olan bu “halîfe” emr âlemindendir; ve terimlere göre hálk âleminden değildir. Bunlar Hak Teâlâ’nın “kulir rûhu min emri rabbî” ya’nî “De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsrâ, 17/85) sözüyle delîl gösterdiler; ve beyân etmek için lafzı buradan edindiler. Ve emr âlemi ile Allah Teâlâ’dan vâsıtasız ancak Azîz’in emrinin müşâfehesiyle ya’nî “Kün-Ol!” emrini söylemesiyle çıkmış olan her bir şeyi murâd ettiler. Ve o mutlak olan vücûda izâfe ile ikinci sebeptir; ilk sebep kayıtlı mevcûda izâfe etmek iledir; o da îcâdlardır. Ve hálk âlemi öne geçen sebepten emrin müşâfehesi ya’ni “Kün-Ol!” emri olmadan çıkan her bir mevcûttur ki, o da “kelime”dir. Âlemin efendisine ve onun Hâlik’ına ve terbiyecisine işâret olarak Hak Teâlâ “e lâ lehül halku vel emru, tebârekallâhu rabbülâlemîn” ya’nî “hálk etme ve emir O’nun değil mi? Âlemlerin Rabb’i olan Allah mübârektir” (A'râf, 7/54) buyurdu. Şimdi ne zamanki bu karâr eyledi, hakîkat bilindiğinde sözler arasında cimrilik yoktur. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler.
Bu kitabın yazarı olan Hz. Şeyh-i Ekber (ra) buyurur ki: Tahkîk ehli sınıfı (r. anhüm) “halîfe” hakkında şöyle beyân ederler; ve Ebû Hâmid Gazzâlî (ra) o sınıftandır:
Muhakkak “küllî rûh”tan ibâret olan bu “halîfe” emr âlemindendir, çünkü ilâhî küllî iştir; ve ilâhî iş ise ma'nâdır. Ve tahkîk ehli sınıfının belirlediği terimlerin gereğince hálk âleminden değildir. Bu kerem sâhibi sınıf rûhun emir âleminden olduğuna “kulir rûhu min emri rabbî” ya’nî “De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsrâ, 17/85) âyet-i kerîmesini delîl olarak gösterirler. Ve maksâdı beyân için “emr âlemi” terimini buradan aldılar. Ve “emr âlemi” ta‘bîri ile, Allah Teâlâ tarafından, mertebelerden hiç bir mertebenin ve hilkat tavırlarından hiç bir tavrın aracılığı olmaksızın, ancak Azîz’in emrinin müşâfehesiyle, ya'nî “Kün-Ol!” emriyle çıkmış olan her bir şeyi murâd ettiler. Nitekim Hak Teâlâ “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehü kün fe yekûn” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40) buyurur.
Ve o emr âlemi mutlak vücûda izâfe ile ikinci sebeptir. Çünkü emr âlemine göre ilk sebeb mutlak vücûddur. Eğer mutlak vücûd olmasa “Kün-Ol!” emrinin kaynağı bulunmaz idi. Kaynak ise çıkan şeyin sebebidir. Fakat yine o emr âlemi, kayıtlı vücûda, ya‘nî hálk edilmişler âlemine izâfe ile “ilk sebeb”dir. Çünkü kayıtlı vücûdun kaynağı emr âlemidir. Ve kayıtlı vücûd dediğimiz şeyler ilâhî îcâdlardır. Nitekim Hak Teâlâ “Bedîus semâvâti vel ard” ya’nî “gökleri ve yeri eşsiz olarak vücûda getirendir” (Bakara, 2/117) buyurur. Gökler ve yer îcâdlardan ve hálk edilmişler âlemindendir.
Ve kerem sâhibi tahkîk ehli hazretleri “hálk âlemi” ta'bîrinden emrin müşâfehesi, ya‘nî “Kün-Ol!” emri, olmaksızın öne geçen sebepten, ya‘nî ilk sebeb emr âleminden çıkan her bir mevcûdu murâd ederler ki, bu mevcûd da kayıtlı mevcûddur. Ve bu kayıtlı mevcûda “kelime” ta‘bîr ederler. Çünkü kelime, nasıl ki bir ma‘nâyı taşıyıcı olarak zâhir ve algılanabilir ise, o kayıtlı mevcûd dahi öylece bir ma‘nâyı taşıyıcı olarak zâhir ve algılanabilirdir. İşte bu i‘tibâr ile senin ve benim kayıtlı vücûdlarımız birer “kelime”dir. Hak Teâlâ hazretleri küllî ma‘nâyı taşıyıcı olarak zâhir olan “âlemin efendisine” ve onun Hâlık’ına ve terbiye edicisine işâret olarak Kur’ân-ı Kerîm'de “e lâ lehül halku vel emru, tebârekallâhu rabbülâlemîn” ya’nî “hálk etme ve emir O’nun değil mi? Âlemlerin Rabb’i olan Allah mübârektir” (A'râf, 7/54) buyurdu.
Şimdi ne zamanki emr âlemi ve halkın ma'nâları bu îzâhlar ile karâr eyledi, bu hakikat bilindiği zaman istediğin sözler ile ma‘nâyı beyân edebilirsin. Ve sözler arasında darlık ve cimrilik yoktur. Biz bu ma‘nâyı Kur’ân-ı Kerîm’den elde ettik. Allah Teâlâ hazretleri ise Hakk’ı söyler ve doğru yola irşâd eyler. Bundan dolayı beyânlarımızı inkâr vâdîsine gitme!
Dostları ilə paylaş: |