ONLAR ÜZERİNE KONULMUŞ TERİMLERİN İBÂRELERİ
Yazar der ki, ma’nâların ehlinden ba‘zı tahkîk ehli (r. anhüm) hazretlerinin ona “ilk madde” demesine gelince, sonradan olanlar hakkında ona “ilk yardım edici” dediklerinden “ilk”tir. Lâkin onlar Allah Teâlâ’nın onu, onunla vücûda getirdiği sıfat ile isimlendirdiler. Ve bir şeyin böyle sıfâttan kâim olduğu şey ile isimlendirilmesi akla uzak bir şey değildir. Ve ancak ona “ilk madde" ile ta'bîr olundu. Çünkü Allah Teâlâ eşyâyı iki nevi' üzerine hálk etti: Biri sebep vâsıtası olmaksızın hálk ettiği; ve onu diğer bir şeyin hálkına sebep kıldığı şeydir. Ve doğru olan inanış budur ki, Hak Teâlâ eşyâyı, Hakk ehline muhâlif olanların tersine olarak, sebepler ile değil, sebepler indinde yapar. Ve doğru olan budur ki, muhakkak ilk mevcûd öne geçen sebep olmaksızın mahlûktur. Ve daha sonra onun dışındakilere bir sebep ve onun içinde madde oldu. Ve bu onun dışındakiler öne geçen akd üzerine, ona bağlıdır. Açlığın yemeye ve susuzluğun içmeye alışılagelmiş uygunluğu gibi; ve âlimin ilme ve dirinin hayâta aklen uygunluğu gibi ve bunun benzerleri; ve sevâbın itâatlı fiillere ve azâbın günaha şer‘îat hükümleri gereğince uygunluğu gibi... Ne zamanki bu ma’nâları mütâlaa ettiler, ona “ilk madde” ismini verdiler. Ve o güzeldir; ve onlar üzerine şer‘îat hükümlerine ve akla göre hatâ yoktur. Ve ba'zıları ona “Arş" ta'bîr etti. Buna dayandıranların beyânı budur ki, ne zamanki bir sözde “Arş” âlemi ihâta edicidir; ve diğer bir sözde de âlemin hepsidir; ve emirlerin ve yasakların kaynağıdır; ve daha önce zikredilen bu mevcûdu bu yönden, ya‘nî birliktelik ve ihâta yönünden, “arş”a benzer buldular. Nasıl ki Arş âlemi ihâta etmiştir ve o dokuzuncu felektir. Kendini övmenin arz olunmasında Hak Teâlâ’nın “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân Arş’ın üzerine istivâ etti” (Tâhâ, 20/5) sözüne dikkat etmez misin? Eğer mahlûklar içinde ondan daha büyüğü olsa idi, bu kendini övme olmaz idi. Seçkinlere özel bir sır vardır. Lâkin burada bizim işâret ettiğimiz bir sır vardır. Onun sâhibi ona vâkıf olduğu zaman onunla zevklenir ya’nî bizzat hakîkatini yaşar. Ve o “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân Arş’ın üzerine istivâ etti” sözüdür. Şimdi bu âyette zikredilen Arş Rahmân tarafından istivâ edilmiştir. Ve o sıfatın mahallidir. Ve bizim isimlendirdiğimiz “halîfe” bu beyâna dayanarak bir “Arş”tır. Allah (celle celâlühû) hazretlerinin istivâ edilmişidir. Şimdi iki “Arş”ın arasıdır ki, “Allah” ve “Rahmân” arasıdır. Her ne kadar “eyyen mâ ted’û fe lehül esmâül hüsnâ” ya’nî “Nasıl çağırırsanız hepsi O'nun Esma’ül-hüsnası'dır” (İsrâ, 17/110) ise de; ve bizim bahsettiğimiz şeyde sırlar ehli indinde gizlilik yoktur. Bu işâretle anlatılan arştan istivâ haddi (Sav) Efendimiz’in “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” sözüdür. Şimdi “Arş” zâtın taşıyıcısıdır ve sıfatların kendisine yüklenmişidir. Ey ârif tahakkuk edici ol; ve ey vâkıf aklını başına alıcı ol; ve ey vâris ni’metlenici ol! Ve Allah Teâlâ hakkı söyler ve O doğru yola irşâd eyler.
Kerem sâhibi tahkîk ehli hazretlerinin “halîfe” hakkında koymuş oldukları terimlerin beyânındadır:
Hz. Şeyh-i Ekber (ra) buyurur ki, ma’nâlar ehlinden olan tahkîk ehlinin ba‘zıları “halîfe”ye “ilk madde” terimini koydular. Bu terimin koyuluş sebebi budur ki, sonradan olanların, ya'nî izâfî ve imkân dâhilindeki mevcûtların mebdei olduğu için o halîfeye “ilk yardım edici” dediklerinden “ilk” ta'bîrini uygun buldular.
Ve onlar bu “halîfe”yi, Hak Teâlâ nasıl bir sıfat ile vücûda getirmiş ise, bu sıfat ile isimlendirdiler. Ve bir şeyin sıfattan kâim olduğu şey ile isimlendirilmesi akla uzak bir şey değildir. Nitekim tabîblik ve hikmet ve kâtiblik ilh... sıfatlarıyla kâim bulunan bir kimseye tabîb, hakîm ve kâtib denilmesi câizdir. Ve işte ancak bu ma‘nâ sebebiyle “halîfe”ve “ilk madde” ta'bîr olundu. Çünkü kitâbın başından beri geçen îzâhlardan anlaşıldığı üzere, Allah Teâlâ eşyâyı iki nevi üzerine halk etmiş ve açığa çıkarmıştır:
Birisini sebep vâsıtası olmaksızın hálk etmiş ve onu diğer bir şeyin hálk edilmesine sebep kılmıştır. Ve ilk mevcûd olan “halîfe’yi, mertebelerden hiç bir mertebenin ve hilkat tavırlarından hiç bir tavrın aracılığı olmaksızın ancak “Kün-Ol!” emrinin müşâfehesiyle ya’nî söylenmesiyle açığa çıkardı. Ve bu ilk mevcûdu, diğer sonradan olanların halk edilmesine ve vücûda getirilmesine sebep kıldı.
Ve doğru inanış budur ki, Hak Teâlâ eşyâyı, Hakk ehline muhâlefet eden Mu‘tezile ve Kaderiyye ve Cebriyye gibi bir takım sınıfların inanışlarının tersine olarak sebepler ile değil, sebepler indinde yapar. Çünkü eşyânın mutlaka sebepler ile hálk edilmesine inanmak Hakk’ın kudretini bir kayıt ile kayıtlamak demek olur. Ve kayıt altında olan ise acz içinde bulunur; ve sebeplerin vücûdunu beklemeye mecbûr olur. Hak Teâlâ ise eşyâyı hálk etmede sebeplere muhtaç değildir. Fakat eşyâyı sebepler perdesi arkasında hálk eder. Bu ise eşyâyı hikmet üzerine tertîp etmiş olmasındandır. Ve bu tertîb rahmetin aynıdır.
Meselâ Hak Teâlâ hazretleri bir kimseyi sebeplerine teşebbüs etmediği halde hiç ummadığı bir şekilde zengin edebilir. Nitekim buyurur: “Ve yerzukhu min haysu lâ yahtesibu, ve men yetevekkel alâllâhi fe hüve hasbuh” ya’nî “Ve hesap etmediği bir yerden onu rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, artık ona O kâfidir” (Talâk, 65/3). Ve bunun bu âlemde bir çok zâhiri örnekler görülmüştür; inkâra mecâl yoktur. Fakat zenginliği, ticâret gibi bir sebep perdesi arkasına koymuştur. Bu da zengin olmayı arzu edenlerin ne yolda hareket etmeleri lâzım geleceğini bilmeleri içindir. Ve aynı şekilde açlık gibi bir derdin giderilmesini yemeğe bağlı kılmıştır; ve yemek sebebi bir perdedir. Karnı acıkan bir kimsenin ne yapacağını bilmesi için, tokluğu yemek sebebi perdesi arkasına koymuştur. Eğer böyle bir sebep olmasa insan açlık hâli içinde ne yapacağını bilemeyip şaşırır kalır idi. Oysa Hak Teâlâ hazretleri tokluk hâlini sebeplerin vücûdu olmaksızın da hálk eder. Nitekim hallerinin tercümeleri incelenen binlerce evliyâullâhın bir çok zamanlar yemeğe ve içeceğe ihtiyâcı olmaksızın yaşadıkları ve vücûdlarına da zaaf gelmediği olmuştur. Bundan anlaşılır ki, Hak Teâlâ eşyâyı sebepler ile değil, sebepler indinde ve sebepler perdesi arkasında yapar.
Ve doğru ve sâbit olan budur ki, muhakkak ilk mevcûd, kendisinden evvel bir sebep mevcûd olmaksızın hálk edilmiş ve açığa çıkarılmıştır. Ve daha sonra bu ilk mevcûd kendinin dışındakilere bir sebep ve onun için bir madde olmuştur. Ve bu onun dışındakiler, ya‘nî ilk mevcûttan sonra sonradan olan şey, öne geçen akd üzerine bu ilk mevcûda bağlıdır. Ve bu bağlanış da âdî ve aklî ve şer'îdir. Âdî bağlanış açlığın yemeğe ve susuzluğun içmeye; ve aklî bağlanış da âlimin ilme ve dirinin hayâta ve kâdirin kudrete ve müridin irâdeye ve benzerlerine; ve şer'î bağlanış da sevâbın itâatli fiillere ve isyânın günâha bağlanışları gibidir.
İşte kerem sâhibi tahkîk ehli hazretleri bu ma‘nâları mütâlaa ettiklerinden dolayı o ilk mevcûd olan “halîfe”ye “ilk madde” ismini verdiler ve bu terimi koydular. Ve bu isimlendirme ve terim güzeldir. Ve bu isimlendirmelerinden dolayı onlara şer‘îat hükümlerine göre ve aklen hatâ isnâd edilemez. Ve tahkîk ehlinden ba‘zıları o “halîfe’ye “Arş” ta‘bîr ettiler. Ve “küllî rûh” olan o “halîfe”ye “Arş” ismini vermelerinin beyânı budur ki, bir sözde Arş âlemi ihâta edicidir; ve bir sözde de âlemin hepsidir. Ya'nî bir söze göre Arş, âlemi ihâta etmiş olan dokuzuncu felektir. Ve bir söze göre de âlemin tamâmıdır. Ve o Arş emir ve yasağın kaynağıdır.
Bilinsin ki, “Arş” kelimesinin bir takım sözlüksel ma’nâları vardır: “Taht,” “hânenin çatısı” ve “kıymet ve mākam” ve “kıvâm” ve “bir işin sıhhati” ve “bir şeyin kuvvetli tarafı” ve “yükseklik” ve “binâ” ma'nâlarına gelir. Tefsîr ve hadîs ehli Kur’ân ve hadîslerin ma’nâlarından “Arş” hakkında iki ma‘nâ çıkarmışlardır:
Bir söze göre Arş âlemi ihâta etmiştir. Ve onun hakîkatini ancak Hak Teâlâ bilir. Ve bu ma‘nâ “hânenin çatısı” sözlüksel ma'nâsına uygun olur. Ve diğer söze göre Arş, mutlak vücûdun bütün mertebeleri ile berâber şehâdet âleminin tamâmıdır. Ve bu ma‘nâ da “taht” sözlüksel ma‘nâsına uygun olur. Ve bunda birliktelik ma'nâsı vardır. Ve emir ve yasağın ulaştığı yer şehâdet âlemi olduğundan, bunların kaynağı şehâdet âlemini ihâta etmiş olan veyâhut mutlak vücûdun bütün mertebeleriyle berâber şehâdet âleminin tamâmı olan Arş’tır.
İşte kerem sâhibi tahkîk ehli hazretleri daha önce zikredilen bu ilk mevcûdu ve bu halîfeyi bu birliktelik ve ihâta yönünden Arş’a benzer buldular. Nitekim zikredilen bir söze göre Arş âlemi ihâta etmiştir; ve o Arş’ı dokuzuncu felek i'tibâr etmişlerdir. Ve felekler hakkındaki ayrıntılar eski ve yeni astronomiye göre İbrâhim Hakkı hazretlerinin Ma’rifetnâme’sinde ve Hz. Şeyh’in Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde beyân edilmiş olduğundan burada beyânı sözü uzatmak ve maksattan dışarı çıkmak demek olur.
Şimdi Hak Teâlâ hazretlerinin sübhân olan zâtı hakkında kendini överek buyurduğu “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân Arş’ın üzerine istivâ etti” (Tâhâ, 20/5) sözüne dikkat etmez misin? Eğer mahlûklar içinde ondan daha büyük bir şey olsa idi, bu kendini övme olmaz idi. Ve bu sözünde seçkinlerin anlayacağı bir sır vardır: O da budur ki: Mutlak olan Zât kendi kemâlâtını açığa çıkarmak için kayıtlı ve kesîf vücûtlara istivâ edici olmuştur. Lâkin burada bizim işâret ettiğimiz bir sır vardır ki, o sırrın sâhibi ve mâliki ona vakıf olduğu zaman, o sırrın açılmasından oluşan zevk ile bizzat hakîkatini yaşayıcı olur.
O da budur ki, bu âyet-i kerîmede zikredilmiş olan Arş Rahmân’ın istivâ ettiğidir; ve o Arş sıfatın mahallidir, ya‘nî rahmâniyyet sıfatının tecellî mahallidir. Ve rahmâniyyet sıfatının Arş’ı “rubûbiyyet ya’nî rabblık”tır. Ve rubûbiyyet ya’nî rabblık mevcûtları gerektirir; çünkü rubûbiyyet ya’nî rabblık merbûb ya’nî rabbı olanı ister. Bundan dolayı rubûbiyyetin Arş’ı da kayıtlı vücûdlardır ki, onun ilk mertebesi “rûhlar mertebesi”dir. Ve rahmâniyyet isimlerin ve sıfatların hakîkatleri ile açığa çıkmaktan ibâret olup bütün Hakk’a âit mertebelere mahsûs olan bir isimdir. Halka âit mertebelerin onda payı yoktur. Ve ulûhiyyet ya’nî ilâhlık Hakk’a âit ve halka âit hükümleri toplamıştır. Bundan dolayı rahmâniyyet ulûhiyyetten daha özele dönük ve ulûhiyyet rahmâniyyetten daha genele dönük olur.
Ve “halîfe” hakîkati itibâriyle Rahmân isminin görünme yeri; ve hakîkat ve taayyünle, büyük âlem misâli “Allah” isminin görünme yeridir. Ve bizim isimlendirdiğimiz “halîfe” bu beyâna dayanarak bir “arş”tır; ve Allah (celle ve celâluhû) hazretlerinin istivâ edilmişidir. Bundan dolayı “halîfe”nin vücûdu Rahmân isminin görünme yeri olan “mecîd Arş” ile “Allah” isminin görünme yeri olan büyük âlemden ibâret olan iki Arş’ın arasıdır. Ya'nî “Allah” ve “Rahmân” arasıdır. Her ne kadar Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin “eyyen mâ ted’û fe lehül esmâül hüsnâ” ya’nî “Nasıl çağırırsanız hepsi O'nun Esma’ül-hüsnası ya’nî güzel isimleridir” (İsrâ, 17/110) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere bir çok güzel isimleri var ise de, bu iki isim diğer isimlerin imâmıdır. Ve bizim zikrettiğimiz bu ma'nâda sırlar ehli indinde gizlilik yoktur.
Bu âyet-i kerîmede işâret buyrulan Arş’a Rahmân’ın nasıl istivâ edici olduğunu ta‘rîf eden bir delîl istersen, o delîl (Sav) Efendimiz’in “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” yüce sözüdür. Çünkü “Rahmân” Hak Teâlâ’nın zâtî isimlerine ve ma'nevî sıfatlarına dönük olan bir isimdir. Ve onun zâtî isimleri “ahadiyyet” ve “vâhidiyyet” ve “samediyyet” ve “azamet” ve “kuddûsiyyet” ve benzeri olup ancak varlığı zorunlu zâtına mahsûstur. Ve ma'nevî sıfatları da “hayat,” “ilim,” “kudret,” “irâde,” “kelâm,” “sem’” ve “basar”dan ibâret olup bunlar hálk edilmişlik mertebelerinde gözükmektedir. Şimdi bu isim sebebiyle onun rahmeti Hakk’a dönük ve hálk edilmişlere dönük bütün mertebelere kapsam olur. Çünkü O’nun Hakk’a dönük mertebelerde açığa çıkışı sebebiyle hálk edilmişlere dönük mertebeler açığa çıktı. Bundan dolayı rahmet, rahmânî hazretten bütün mevcûtlar hakkında umûmi oldu. Ve bundan dolayı onun açığa çıkışı mevcûtlarda sirâyet etti. Ve kemâli âlemin parçalarının fertlerinden her bir parçasında ve ferdinde zâhir oldu.
Şimdi izâfî vücûdlar mutlak vücûdun tenezzüllerinden husûle gelmiş ve zâtında gizli olan ilâhî bağıntıların ve sıfatların hükümleri, gayrılık elbisesiyle açığa çıkan bu izâfî vücûdlar Arş’ını istilâ eylemiştir. Ve bu hükümlerin istîlâsı onun Arş’a istilâsıdır. Ve kayıtlı ve izâfî vücûdlara “mahlûk” ismi verilmiştir. Ve bu isim buna âriyet hükmüyledir; hakîkatte hepsi Hakk’ın vücûdudur. Yoksa ba'zı kimselerin zannettiği gibi mahlûkun vücûdu bağımsız olup duyma ve görme ilâhî sıfatlar onda âriyet değildir. Bu hal yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere bir olan vücûdun latîflik ve kesîflik hükmüyle tecellîsidir. İzâfî vücûdların özü ve hulâsası “âdem ya’nî insan”dır. Bundan dolayı “âdem” Hakk’a dönük ve hálk edilmişlere dönük mertebelerin taşıdığı her şeyi taşıyıcıdır. Böyle olunca Hak Teâlâ hazretleri “Âdem”i kendi sûreti üzere hálk etmiş ve açığa çıkarmıştır. Ve bütün ilâhî vasıfların hükümleri ona istilâ eylediğinden o “Rahmân’ın Arş”ıdır. O, hakîkati ile zâtı taşıyıcıdır; ve ilâhî vasıfların da yüklenmişidir.
Ey insânî sûrette açığa çıkıp bizim bu sözlerimize ârif olan kimse! Kendi vücûduna ve işlerine dikkat edip tahakkuk edici ol! Ve ey bu ilâhî bilgiye vâkıf olan kimse, gayrılık gafletinden uyan! Ve ey nebevî ledünnî ilimlerin vârisi, bu ilâhî bilgi ni‘meti ile ni’metlenici ol! Bizim sözlerimiz Hakk’tan ulaşanlardır. Ve Hak Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler.
Ve ba'zıları ona “ilk muallim” ta'bîr etti. Ve buna yükleyenlerin beyânı budur ki, ne zamanki onların indinde onun halîfeliği tahakkuk etti; ve o muhakkak ilâhi emânetin yüklenicisidir. Ve onun en küçük âlemden olan nispeti, en büyük âlem olan Âdem’e nispetidir. Ve Âdem hakkında “Ve alleme âdemel esmâe küllehâ” (Bakara, 2/31) ya'nî “Âdem’e isimlerin hepsini öğretti” denildi. Bu mevcûtta böyledir. Daha sonra meleklere hitâp edip “fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in küntüm sadikîn” (Bakara, 2/31), “Eğer siz sâdıklardan iseniz şu isimleri haber veriniz, dedi.” “Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ” (Bakara, 2/32). “Biz seni tenzih ederiz; biz ancak senin bize bildirdiğini biliriz, dediler.” Böyle olunca bilmediklerini bildirmesini “halîfe”ye emretti. Bundan dolayı Allah Sübhânehû onlara muallimlerine secde etme ile emretti. İbâdet için secde etmek değil, insanların Ka’be’ye secde etmesi gibi emir ve şeref verme secdesidir. Allâh’a sığınırız. Ben ona bir kimseyi ortak koşmam. Ve bu insânî âlemde secde etmenin nefsi değil, secde etmenin semeresi mevcûttur ki, o da ancak tevâzu ve alçak gönüllülük ve öncelikli olarak ve acz ile kabûl etmektir. Ve onun şerefi ve önde oluşudur. Ve bir makāmda mevcûd oldu ki, meleklere ondan öğretir. Bundan dolayı onlardan daha lâyıktır. Ve bu Allah’dan şereflendirmedir. Onun irâdesinin sâbitliğine kesin delîl “Yahtassu bi rahmetihî men yeşâ’” (Âl-i İmrân, 3/ 74)’dır. Ya'nî “Allah Teâlâ rahmetini -kullarından- dilediğine tahsîs eder.”
Seçkinler için burada bir sır vardır. Ve o isimleri söylediği esnâda isimlendirilenleri görerek mi söyledi yoksa görmeden mi söyledi? Ve illâ isimlendirilen olmaksızın isim verilmesi nasıl geçerli olur? Ve bu üzerinde durup düşünülecek bir yerdir. Ve secde etmenin sırrı buradadır. Onun îzâhı mümkün değildir. Ve biz onu Matâli’u’l-Envâri'l-İlâhiyye’de zikrettik. İsimleri söylerken isimlendirilenleri görüp görmediğine gelince Bârî Teâlâ buna “bi esmâi hâülâi” ya’nî “bunları isimleri ile” (Bakara, 2/31) da dikkat çeker. Şimdi “hâ” ya’nî “bu” işâret ve tenbîh içindir. Ve her ne kadar işâret bu yolda uzaklığın sebebi ortaya çıkararak ve yapılan talep ve illet ayn’ını ortaya çıkararak gerçekleşti ise de, işâret ancak hâzıra gerçekleşir. Biz deriz ki o, isimlendirilenleri görerek söyledi, lâkin bir sûret nev’i üzerine. Ve bunun beyânı budur ki, o onları kendi nefsinde hüviyyeti yönünden görerek isimleri söyledi. Ve onu âlemin sırlarının toplanma yeri ve onun küçük nüshâsı ve toplayıcı fihristi ve onun faydaları için kıldı. Ve bu, Hak Teâlâ’nın bizim hakkımızda “hâülâi” sözünde işâretin faydasıdır. Ve o, bu kitapta anlatılmak istenen gâyedir.
Tahkîk ehlinden ba‘zıları bu ilk mevcûda “ilk muallim” ta‘bîr etti. Ve ona “ilk muallim” diyenlerin îzâhı budur ki: Bu tahkîk ehlinin indinde o ilk mevcûdun halîfeliği tahakkuk etti; ve onun ilâhî emânetin, ya‘nî ilâhî nefsî vasıfların, yüklenicisi olduğu anlaşıldı. Çünkü onun işitmesi ve görmesi Hakk’ın işitmesi ve görmesi; ve onun ilmi ve irâdesi Hakk’ın ilmi ve irâdesidir. Nitekim yukarıdaki şerhlerde îzâh edildi. Ve bu halîfenin en küçük âlemden olan nispeti, en büyük âlemden olan Âdem’e nispetidir. Ya‘nî en büyük âlemden açığa çıkan Âdem bu en büyük âleme nispetle ne halde ise, en küçük âlem olan insan cinsinden açığa çıkan halîfe ve insân-ı kâmil de bu en küçük âleme nispetle o haldedir. Çünkü Âdem’siz âlem silinmemiş bir ayna mesâbesindedir. Ve aynı şekilde insân-ı kâ- milsiz insâniyyet dahi öylece paslı bir ayna mesâbesindedir.
Ne zamanki en büyük âlem bütün müştemilâtıyla hálk edildi; bunların fertleri arasında, isimlere âit toplayıcılığı taşıyan ve bütün ilâhî isimlerin eserlerini kendi nefsinde müşâhede edebilecek bir ferd yok idi. Meselâ melekler hakkında “lâ ya’sûnallâhe mâ emerehüm” ya’nî “Allâh’a âsi olmazlar ve emrolundukları şeyi yaparlar” (Tahrîm, 66/6) buyruluşu yönüyle onlarda ilâhî emre muhâlefet mümkün değildir. Ve muhâlefet ve isyân olmayınca tâbi’ki Gaffâr ve Gafûr isimlerinin tecellî mahalli olamazlar. Ve İblis ve şeytanlar celâlî isimlerin görünme yerleri olduklarından cemâlî isimlrin tecellî mahalli değildirler. Ve aynı şekilde mâdenler ve bitkiler ve hayvânların taayyünleri bir çok ilâhî isimlerin kendilerinde eserlerinin ortaya çıkmasına müsâit olmadığından, onlar da bu isimlerin tecellîsi mahalli değildirler. Ancak Âdem bu toplayıcılığa sâhip olarak açığa çıkarıldı. Nitekim Âdem hakkında Hak Teâlâ “Ve alleme âdemel esmâe küllehâ” (Bakara, 2/31) ya'nî “Âdem’e isimlerin hepsini öğretti” (Bakara, 2/31) buyurur. Ne zamanki en büyük âlemden âdemî ferdler ortaya çıktı, bu ferdlerden her hangi biri kâmil olmadıkça bu ilâhî isimleri kendi nefsinde müşâhede edip haber veremedi. Bundan dolayı isimleri öğrenme husûsunda Âdem âleme göre nasıl ise, âdemiyyete göre de insân-ı kâmil böyledir.
Ve bilinmektedir ki, Hak Teâlâ meleklere hitâben: “Ben arzda halîfe hálk edeceğim” (Bakara, 2/30) buyurduğu vakit, melekler “Yâ Rab sen yeryüzünde fesad eden ve kan döken kimseyi halîfe yapar mısın? Oysa biz seni teşbîh ve takdîs ediyoruz" (Bakara, 2/30) dediler. Hak Teâlâ “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” (Bakara, 2/30) buyurdu. Ve daha sonra melekleri da‘vâlarında delîl göstererek susturmak için “Ey melekler, da‘vânızda sâdık iseniz, şu isimleri haber veriniz!” (Bakara, 2/31) buyurdu. Onlar da “Biz mazhar olduğumuz Sübbûh ve Kuddûs isimlerinin gereklerini biliriz. Ve senin bize öğrettiğin bunlardır; biz ancak bunları biliriz” dediler. Daha sonra Hak Teâlâ Âdem’e: “yâ âdemu enbi’hüm bi esmâihim” (Bakara, 2/33) ya‘nî “Ey Âdem, onlara isimleri sen beyân et!” buyurdu. Ve Âdem onları beyân etti. Bundan dolayı melekler o isimleri kendi nefislerinde müşâhede etmekle değil, Âdem’in kendi nefsinde müşâhedesi üzerine olan beyânı ile öğrendiler. Bundan dolayı onların isimlere olan ilimleri bizzât hakîkatlerini yaşayıp idrâk ederek ve müşâhedeli olarak değil, işitsel oldu.
Ve bu halde de Âdem onların “muallim”i oldu. Ve Hak Teâlâ meleklere muallimleri olan Âdem’e secde etmek ile emretti. Bu secde etme, ibâdet secde etmesi değil, insanların Ka'be’ye secde etmesi gibi emir secde etmesidir; ve Âdem’i şereflendirmek ve üstün kılmaktır. Ancak Hakk’a tahsîs edilmiş olan ibâdet secde etmesini onun dışında bir şeye kapsam etmekten, gerek melekler ve gerek biz insanlar Allah’a sığınırız. Ve ben Hakk’a kimseyi ortak koşmam.
Bilinsin ki, secde mutlaka alnını yere koymak değildir. Meleklerin secdesi, Âdem’e boyun eğmelerinden ve itaâtkâr olmalarından ibârettir. Ve bu husustaki îzâhlar fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin mukaddimesinde ve Âdem Fassı ile Îsâ Fassı’nda beyân edilmiş olduğundan burada tekrârından kaçınıldı.
Şimdi bu insânî âlemde secde etmenin nefsi değil, secde etmenin semeresi mevcûddur. Ya'nî şerefi ve fazîleti sâbit olan kimseye karşı, secde etmek câiz değildir. Belki o kimseye karşı secde etmenin semeresi olan tevâzu' ve alçak gönüllülükte bulunmak ve onun kendisinden ileride bulunduğu ve kendisinin ondan daha âciz olduğunu kabûl etmek ve onun şerefini ve önde oluşunu isbât eylemek lâzımdır. Ve bunlar insanın güzel ahlâkından ve övülmüş sıfatlarındandır. Ve bunların aksi olan dikbaşlılık ve bencillik ve fazîlet erbâbıbı hor görmek zemmedilmiş ahlâktan ve şeytânî sıfatlardandır. Nitekim İblis üstünlüğü sâbit olan Âdem’e secde etmedi ve boyun eğmedi; ve ind-i ilâhîde kovulmuş ve lânetlenmiş oldu. Ve Âdem kendisinden ortaya çıkan bu secde etme semeresi sebebiyle ulûhiyyet dergâhının makbûlü oldu.
Şimdi halîfenin makāmı meleklere öğretim makāmı olduğu için onlardan daha lâyık ve daha şereflidir. Ve halîfenin bu makamda sâbitliği ve vücûdu Hak Teâlâ’nın irâdesiyledir. Ve onun irâdesinin sâbitliğine Kur’ân-ı Kerîm’den kesin delîl istersen “Yahtassu bi rahmetihî men yeşâ’” (Âl-i İmrân, 3/ 74) ya'nî “Allah Teâlâ rahmetini -kullarından- dilediğine tahsîs eder” şerefli sözüdür.
Bu beyânlarımızda seçkinlere mahsûs bir sır vardır. Ve o sır da budur ki: İsimlerin söylenmesi esnâsında acabâ o halîfe isimlendirilenleri gördü mü, yoksa görmedi mi?
İsimlendirilen görülmeksizin isim verilmesi nasıl doğru olur?
Ya‘nî Hak Teâlâ Âdem’e: “Ey Âdem, onlara şu isimleri haber ver!” buyurduğu ve Âdem de isimlerden haber verdiği vakit, o isimlerin sâhipleri olan görünme yerlerini gördü mü, yoksa görmedi mi?
Eğer Âdem isim sâhiplerini görmemiş ise bunları nasıl beyân etti? Çünkü meselâ, kitap ve kalem ve hokka isimleri birer sûrete işâret olarak konulmuştur. Bu sûretler görülmeyince, şu kitaptır, bu kalemdir, o hokkadır, demek nasıl doğru olur?
İşte burası tetkîk ve tefekkür edilecek bir yerdir. Ve secde etmenin sırrı da buradadır. Ve bu sırrın îzâhı burada uzayacağından mümkün değildir. Biz bu hakîkatleri ve ma’rifetleri Matâliu’l-Envâri’l-İlâhiyye ismindeki kitabımızda anlattık.
Âdem’in isimlendirilenleri, ya'nî isim sâhipleri olan görünme yerlerini ve sûretleri, görüp görmediğine gelince, Bârî Teâlâ hazretleri bu görme husûsuna “bi esmâi hâülâi” ya’nî “bunları isimleri ile” (Bakara, 2/31) sözünde işâret buyuruyor. Çünkü “hâülâ’ ya’nî (bunlar)”da “hâ’(bu-n-)” yakına dikkat çekme ve “ülâ’(-lar)” uzağa işâret içindir.
Şimdi bu makamda her ne kadar işâret uzaklığın sebebini ve illetin ayn’ını ortaya çıkararak gerçekleşti ise de, esâsen işâret mutlaka hâzıra olur. Çünkü gerek yakın ve gerek uzak olsun, hâzır olmayan şey hakkında “şu” veyâ “bu” ta‘bîri kullanılmaz. İlletin ayn’ının ortaya çıkarılması, burada melekler tarafından Âdem’in halîfeliğine gerçekleşen i'tirâz üzerine onların âcizliklerinin ortaya çıkarılmasıdır. Çünkü Hak Teâlâ hazretlerinin bu makamda yüce irâdesi “şu isimler” hitâbı ile o makamda gören ile görmeyeni ayırmak; ve görenin üstünlüğünü ve görmeyenin aczini ortaya çıkarmak ve isbât idi. İşte bu hakikate dayanarak biz deriz ki: Halîfe o isimlendirilenleri bir sûret türü üzerine görerek isimlerini söyledi ve onları kendi nefsinde hüviyyeti yönünden müşâhede etti. Çünkü yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere “küllî ruh” mertebesi, mutlak vücûdun tenezzüle âit mertebelerinden bir mertebedir. Bundan dolayı ilim mertebesinde sâbit olan bütün ilâhî isimsel sûretler, ya‘nî sâbit ayn’lar, bu mertebeye bütünüyle tab’ edilmiştir. Nitekim Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sırrıhu’s-sâmî) efendimiz Mesnevî-i Şerif’’lerinde bu hakikate işâret olarak buyururlar:
Tercüme ve îzâh: “O hayâller ki, evliyânın tuzağıdır; Hudâ bostanı ay yüzlülülerinin yansımasıdır.”
"Hudâ Bostân”ından kasıt “Hudâ ilmi”dir. Ve onun “ay yüzlüleri”nden kasıt ilâhî isimlerin gölgeleri olan “sâbit ayn”lardır ki, bunlar kapsadığı mertebe beyâna sığmayan muhammedî vârislerin yüce kalplerine ilmî ve hayâlî sûretlerde tamâmı ile yansır. Ve onlar bu müşâhedelerinden haber verirler.
İşte seçkinlerin seçkininin özü olan evliyâullâhın bu müşâhedeleri hü- viyyetleri yönünden gerçekleşir. Ve “halîfe”nin müşâhedesi de bu şekilde olmuştur. Bundan dolayı Hak Teâlâ bu halîfeyi âlemin sırlarının toplanma yeri ve onun küçük nüshâsı ve toplayıcı fîhristi ve onun faydaları için kılmıştır. Ve onun âleme olan faydaları bu kitabın başlarında îzâh edildi. Ve biz âdem olduğumuz yönle “hâülâi” sözündeki işâret altına dâhiliz. Ve bu kitaptaki maksad ve gâye de bunları beyândan ibârettir.
Dostları ilə paylaş: |