İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə11/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   45

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Cisim Şehrinde İkâmet ve Onun Bu Halîfeye Bir Mülk Olması Yönünden Ayrıntılanması Beyânındadır.

Bilesin ki, muhakkak Allah Teâlâ yukarıda bahsettiğimiz bu halîfeyi vücûda getirdiği zaman, Hak Sübhânehû onun için bir şehir binâ etti; onun tâbi’ olanlarını ve devlet erbâbını yerleştirdi ki, “cisim hazreti” yâhut “beden” olarak isimlendirilir. Ve o boşlukta yer kaplar, diyen kimsenin sözü üzere, istikrârlı olması için halîfeye ondan bir mevzi‘; yâhut o boşlukta yer tutuculuğu ile kâimdir, diyen kimsenin sözü üzere onda bir mahall ta'yîn eyledi. Boşlukta yer tutmadığını ve boşlukta yer tutuculuğu ile kaim olmadığını ispât eden kimsenin sözü üzere, bu belirtilen mevzi‘ ona mahsûs olarak onun emir ve hitâb ve hükümlerinin etkisini geçirme mevzi’idir. Şimdi onun için cisim şehri dört esas üzerine ikâme etti ki, o da “ustukussât” ve unsurlardır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ ondan halîfeye mahsûs olan bu belirlenen mevzi’yi “kalb" olarak isimlendirdi. Ve ihtilaftan bizim bahsettiğimiz şey üzere onu halîfenin meskeni veyahut emir mevzi‘ kıldı. Bir kısım onun mevzi'i beyindir, dedi. Oysa bizim indimizde, delîl yönünden değil, tenbîh ve tümevarım yolundan, Peygamberimiz (aleyhi ve âlihi’s-salâtü ve’s-selâm) efendimizin Rabb’inden haber verici olarak olan “Yerime ve göğüme sığmadım; kulumun kalbine sığdım” sözünden dolayı, şerîate göre “kalb” olduğu çok açıktır. Ve “Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz; belki kalblerinize bakar” buyurdu. Ve bunun beyânı budur ki, çünkü ancak ona taklîd ettiği şeyde, şu şeyi ki işler, kendisini halîfe kılanın bakışı ebeden halîfesindedir.

Ve Allah Sübnânehû rûhları cisimler üzerine halîfe kıldı. Ve Hak Teâlâ’nın “lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr” ya’nî “gözler a’mâ olmaz. Lâkin sînelerdeki kalpler a’mâ olur” (Hac, 22/46) sözü bizim düşündüğümüz şeyi te’yîd eden şeydendir. Ve işâret bitkisel kalb için değildir. Çünkü hayvanlar bunda bize ortaktır. Lâkin emânet bırakılma sırrı ondadır. Ve o halîfedir. Ve bitkisel kalb onun köşküdür. Ve (Sav) Efendimiz “Muhakkak cesedde bir parça vardır. Sâlih olduğu zaman, cesedin diğer parçaları da sâlih olur ve bozuk olduğu zaman, cesedin diğer parçaları da bozuk olur. Haberin olsun ki o kalbdir” buyurdu. Şimdi bitkisel kalbin kendisine hitâb yönelmiş olan bu mutlak sırra mekân olması yönünden başka bir ifâdesi yoktur. Ve soru sorulduğu zaman îcâbet edicidir. Ve cisim ve bitkisel kalb fânî olduğu zaman, bâkîdir. Şimdi biz bunun gibi deriz ki, imâm sâlih olduğu zaman, tâbi’ olanlar sâlih olur; ve bozuk olduğu zaman, bozuk olur. Bununla âdet geçerli oldu ve ilâhî hikmet bağlandı.

Bu üçüncü bölüm halîfenin cisim şehrinde ikâmeti ve bu cisim şehrinin halîfeye bir mülk olması yönünden onun ayrıntılanması beyânındadır.

Allah Teâlâ yukarıda bahsedilen bu halîfeyi vücûda getirdiği zaman, o halîfe için bir şehir binâ etti. Onun tâbi’lerini ve devlet erkânını bu şehirde iskân eyledi ki, o şehre “cisim hazreti” veyâhut “beden” denilir.

Hz. Şeyh-i Ekber (ra) halîfenin cisim şehrinde ikâmetini ikinci bölümde bahsedilen muhtelif sözlere dayanarak beyâna başlayıp buyururlar ki: O halîfe, ya‘nî “rûh,” boşlukta yer tutar ve bir mahal işgâl eder, diyen kimsenin sözü üzere, onun istikrârı için “halîfe”ye cisimden bir mevzi’ ta‘yîn etti. Yâhut o halîfe, ya‘nî rûh, nefsiyle kâim olan boşlukta yer tutucudur, diyen kimsenin sözü üzere, o cisimde onun kâim olması için bir mahal ta‘yin etti.

Boşlukta yer tutucu olmadığını, ya'nî fezâda bir mahal işgâl etmediğini ve boşlukta yer tutuculuk ile, ya‘nî bir mahal işgâl eden şeyle kâim olmadığını ispât eden kimsenin sözü üzere, cisimde bu halîfeye tahsîs edilmiş olan belirtilen mevzi‘, o halîfenin emrinin ve hitâbının ve hükümlerinin etkisini geçirme mevzi'dir. Ya‘nî rûh, bu belirlenen mevzi‘den cisim şehri üzerinde tasarruf eder.

Şimdi Hak Teâlâ hazretleri bu cisim ve beden şehrini dört esas üzerine ikâme etti ki, bunlar da “ustukussât” ve “unsurlar”dır. “Ustukussât,” “ustukuss”un çoğuludur ve Yûnânca sözdür. Bir kaç ma'nâsı vardır: “Gökyüzü cisimleri” ve “her şeyin aslı ve maddesi;” ve “sıcaklık, soğukluk, rutûbet ve kuruluğun tamamından ibâret olan tabîat” ma‘nâlarınadır. Burada “tabîat”ın bahsedilen dört rüknü murâd olunur. Ve “unsurlar” da burada cismi oluşturan dört rükûndan ibârettir ki, onlar da cisimlerin katı ve sıvı ve gaz halleri ve bir de vücûdun normal ısısıdır. Ya'nî Cenâb-ı Hak beşerin cismini tabîatın sıcaklık, soğukluk ve rutûbet ve kuruluk rükûnlarıyla, cisimlerin katı, sıvı ve gaz halleriyle vücûdun normal ısısı rükûnları üzerine ikâme ve binâ etmiştir.

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri cisimde halîfeye tahsîs ettiği bu belirtilen mevzi‘ye “kalb” ismini verdi. Ve bu kitabın ikinci bölümünde bahsedilen ihtilâfa göre, o kalbi ya halîfenin meskeni veyâhut emir mevzi'i kıldı. Halîfenin cisimdeki mevzi‘i husûsunda da ihtilâf vardır. Bir sınıf onun mevzi‘i beyindir, dedi. Çünkü gelen fikirlerin beyinden çıkışına kapıldılar. Gerçi “beyin fizyolojisi” uzmanları düşünce kaynağının beyin hücreleri olduğunu beyân etmekte iseler de, “hâtıralar” ilk olarak kalbe ulaşır. Ve kalb o “hâtıra”yı beyne verir. Ve beyin o hâtıra ile meşgûl olur. Bu bir ma‘nâdır ki, maddî tetkîklerle anlaşılamaz. Nitekim mecâzî aşka tutulanlar aşk ateşini göğüslerindeki kalblerinde hissettiklerini vücûdlarında bizzât yaşayarak ve vicdânen bilirler. Bu ma‘nânın maddî delîlini getirmek mümkün değildir. Bu ma‘nânın delîli yine ma'nâdır. O ma‘nâ da zevk ya’nî bizzât yaşanması ve vicdandır. Beyt:

Tercüme: “Birisi, âşıklık nedir? diye sordu. Benim gibi ol ki bilesin, diye cevap verdim.”

Onun için Hz. Şeyh (ra) buyururlar ki: “Bizim indimizde delîl yönünden değil, tenbîh ve istikrâ’ ya’nî tümevarım yolundan, (Sav) Efendimiz’in Rabb’inden haber verici olarak buyurdukları “Ben yerime ve göğüme sığmadım; kulumun kalbine sığdım” kudsî hadîsine bakarak halîfenin meskeninin veyâ emir mevzi‘inin şerîata göre “kalb” olduğu çok açıktır. Çünkü Hak halk ettiği şeyin hakîkatini haber verince onu kabûl etmek zarûrîdir. “Elâ ya’lemu men halaka, ve huvel latîful habîr” ya’nî “Halk eden bilmez mi? Ve O Latîf’tir, Habîr’dir” (Mülk, 67/14). Onun tersini düşünmek vehmî düşüncelerdir, hakîkat değildir. Ve aynı şekilde (Sav) Efendimiz “Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz; belki kalblerinize bakar” buyurdu. İşte bu iki hadîste olan tenbîh ve istikrâ’ ya’nî tümevarım yoluna bakarak halîfenin meskeni veyâ emir mevzi‘i kalbdir.

“İstikrâ’” muhtelif ma'nâlara gelir. Bir ma‘nâsı “bir cinsin fertlerinin ekserisinde görülen husûsları, bahsedilen cinsin geneline isnâd ve isbât etmek”; ve diğer bir ma‘nâsı “avı tutmak ve tuzak kurmak;” ve bir ma'nâsı da “çok araştırma yapmak”tır. Ve diğer ma'nâları da vardır. Burada kastedilen ilk ve sonuncu ma‘nâlardır. Ya‘nî bir çok araştırma netîcesinde kendi nefsinde zevkan ya’nî bizzât hakîkatini yaşayarak ve vicdânen bulduğu ma‘nâyı diğer insanlara da genelleştirmek ve daha sonra halîfenin meskeninin veyâ mevzi‘inin “kalb” olduğuna hüküm vermektir. Bundan dolayı bu hüküm, akılsal ve bilimsel delîl yönünden değil, belki hadîs-i şerîflerin tenbîhine ve bu tenbîh üzerine olan bir çok derin tetkîklere dayanmış olur. Ve bunun beyânı budur ki:

Allah Teâlâ’nın taklîd ettiği ve yüklediği şeyde, her ne işler ve yaparsa, kendisini halîfe kılan Hakk’ın bakışı ebeden halîfesindedir. Çünkü Hak Teâlâ halîfeye hayat ve ilim ve sem’ ve basar ilh... gibi ma‘nevî sıfatlarını taklîd etmiş ve yüklemiştir. Ve ilâhî fiiller ve kemâlât bu halîfenin vücûdu ile açığa çıkar. Ve Hak halîfe aynasında kendi isimlerini ve sıfatlarını müşâhede eder. Bundan dolayı onun bakışı kendi cemâlini müşâhede için dâimâ halîfesindedir. Ve şeffaf olan bir camda kemâliyle sûretler gözükemeyeceğinden, tam bir ayna olması için o cama kesîf bir sır lâzımdır. Latîf rûh sırsız cam mesâbesindedir. Bundan dolayı Allah Sübhânehû rûhları, kesîf cisimler üzerine halîfe kıldı. Ve bu kesîf cisimler vâsıtasıyla ilâhî fiillerin sûretleri kemâliyle açığa çıkar. Beyt:

Tercüme: “Ey Sâib, latîf olan meleklerden kesîf cisim sâhibi olan insanın mertebesini arama! Çünkü arkasında kesîf bir sır olmayan bir ayna ne sûret gösterebilir?”

Ve Hak Teâlâ’nın ““lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr” ya’nî “Gözler a’mâ değil, lâkin sînelerde olan kalbler a’mâdır” (Hac, 22/46) sözü, bizim düşündüğümüz şekilde halîfenin meskeninin veyâ mevzi'inin “kalb” olduğunu te'yîd eden şerîata âit delîllerdendir. Ve ilâhî ve nebevî sözdeki işâret, bitkisel kalb ile ya'nî yemek ve içmek ile gelişme bulan et parçası için değildir. Çünkü bu et parçası hayvânlarda da vardır. Ve bunda onlar da bizim ile müşterektir. Lâkin ilâhî sır o bitkisel kalbe emânet bırakılmıştır ki, o sır da “halîfe”dir. Ve bitkisel kalb halîfenin köşküdür.

Bilinsin ki, bitkisel kalbe emânet bırakılan sır, hem insan ve hem de hayvânlarda mevcûttur. Ve ilâhî vahiy ve ilhâm bu sırra ulaşır. İnsana ulaşan vahiy ve ilhâm açık olduğu için ispâta gerek yoktur. Ve hayvana ulaştığının delîli “Ve evhâ rabbuke ilen nahli” ya’nî “Ve Rabb’in arıya vahyetti” (Nahl, 16/68) ve benzeri Kur’ân âyetleridir. Velâkin insan, hayvânâtın kemâle ermiş bir sûreti olduğu için bu sır onda kâmildir. Ve en güzel sûret üzere mahlûk olduğu için, ilâhî isimlerin ve sıfatların eserleri ve hükümleri onda kemâl üzere açığa çıkar. Hayvânî sûretler ahsen-i takvîm ya’nî en güzel sûret üzere olmadığından onlarda ilâhî isimlerden ve sıfatlardan ba'zılan zâhir ve ba'zıları bâtındır. Ve zâhir olanları da kâmil değildir. Meselâ hayvânlar kendi işlerine bakanları ve ikâmetgâhlarını bilirler ve kendi kendilerine bulurlar. Fakat onların bu ilmi insanların ilminin mertebesinde değildir. Ve aynı şekilde ba'zılarında sezgi gâlip ve ba'zılarında pek noksandır. Fakat bu sezgi insandaki sezgi derecesine yetişemez. İşte küllî ya’nî bütünsel rûhun ve halîfenin, gerek insanın ve gerek hayvanâtın bitkisel kalblerindeki tasarruf eserlerini buna kıyâs et!

Efendimiz (sav) “Muhakkak cesedde bir et parçası vardır; iyi olduğu zaman cesedin diğer parçaları da iyi olur; ve bozulduğu zaman cesedin diğer parçaları da bozulur. Haberin olsun ki o et parçası kalbdir” buyururlar. Şimdi bitkisel kalb olan et parçasının ancak bir faydası vardır. O da kendisine ilâhî hitâb yönelmiş olan olan bu mutlak sırra, ya'nî bir kayıt ile kayıtlanmış olmayan “halî- fe”ye mekân olmasıdır. Nitekim güneş kendi âleminde mutlaklık üzere nûrlarını yayar; ve onun ışığı her tarafa eşit seviyede ulaşır. Fakat onu pencerelerin şekilleri ve ölçüsü kayıtlar. Ve bu kayıtlama güneşe âit değil, belki pencerelerin hallerine bağlanır.

Şimdi o mutlak sır soru sorulduğu vakit cevap verir; ve cisim ve bitkisel kalb olan et parçası ölüm ile çürüyüp bozulduğu vakit bâkîdir. Nitekim kendisine ışık ulaşan bir hânenin pencereleri bozulup yıkıldığı vakit güneş yine bâkî ve nûrlarını yaymaya devâm eder. Çünkü rûh mutlak vücûdun mertebelerinden bir mertebe olup kesîf bir sûret sâhibi değildir. Bozulma ve fenâ kesîf sûrete bulaşan bir hâldir. Ve hattâ kesîf sûretler bozulmakla onu oluşturan parçalar için dahi fenâ yoktur; belki bir sûretten diğer sûrete dönüşürler. Örneğin insanın cisminin sûretini oluşturan bir çok basît unsur zerreleri vardır. Bu sûret bozulunca o zerreler dağılıp başka cisimlerin sûretini oluşturur. Kimi mâdene ve kimi bitkiye ve kimi hayvana ve kimi insana gider. Ve bu zerreler fenâ bulmayıp böylece devr-i dâim ile toplanıp dağılma içinde bulunur. Ve bu bozulan cisme bağlanan mutlak sır da, eğer sâhibi olan cisim tarafından mâsivâ kayıtları ile kayıtlanmış ise kayıtlı olarak; ve eğer sâhibi olan cisim tarafından mâsivâdan yüz çevirmek ile mutlak olan Hakk’a yönelmeyle kendi mutlaklığı üzere bırakılmış ise, mutlak olarak kendi âleminde bulunur. “Allahüm mahşurnâ fî zümret’il mutlakîn” ya’nî “Allah’ım bizi mutlakîn ya’nî kayıtlardan kurtulmuşlar zümresinden olanlarla haşret”

Şimdi eğer bitkisel kalbe bağlanan o sır, küfür ve bozuk niyetler ile bozulmuş olursa, insanî cesedden çıkan fiiller dahi bozuk olur. Ve îmân ve sâlih inançlar ile ma'mûr olursa insânî cisimden çıkan fiiller daha iyi olur. İşte biz bunun gibi ve buna kıyâsen deriz ki: Zâhirî hükümette imâm sâlih olursa onun tâbi’leri de sâlih olur; ve bozuk olursa onlar da bozuk olur. Çünkü “ennâsu alâ sülûki mülûkihim” ya’nî “insanlar melîklerin yolu üzeredir” denilmiştir. Âlem suretinde ilâhî âdet böyle cereyân eder. Ve ilâhî hikmet de âlem sûretine böyle bağlanmıştır.

Bir sır vardır. Onun bozuk olması ve sâlih olması tâbi’ olanların sâlih olmasına ve bozuk olmasına bağlıdır. Ve sebebi budur ki, muhakkak Allah Teâlâ bir kavme bir halîfe yönetici kıldığında, ona onların sırlarını veyâ akıllarını verir. Böyle olunca bu, tâbi’ olanlarının tamâmı olur. Şimdi imâm, ne vakit onların sırları hakkında hıyânet ederse, bu onlarda gözükür. Ve eğer bunda Allah Teâlâ’dan sakınırsa, bu onların üzerinde gözükür. Ve onun tâbi’ olanlarının sırları ona verildiğinde ba'zen rezele-i nâkısa olur. Ve “Sizin üzerinize, olduğunuz gibi idâre olunur”; ve bir rivâyette “Olduğunuz mekân mislinde sizin üzerinize idâre olunur” hadîs-i şerîfi buna işarettir. Ve eğer onların üzerinde imâmın sâlih oluşu gâlip olursa, sâlih olur. Ve bunun eserleri ilâhî adâletli üst irâde ile, tâbi’ olanlarda ve devlet erbâbında gözükür ki, insan onu, mevcûd olmadıktan sonra kendi nefsinde bulur. Ve onun üzerine nereden ulaştığını ve kendisine nasıl hâsıl olduğunu bilmez. İşte bu (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm ve âlîhî) Efendimiz’in “Sâlih olduğu zaman, cesedin diğer parçaları sâlih olur” sözünün sırrıdır.

Tâbi’ olanlar içinde imâm, cesed içinde kalb gibidir. Nitekim Hz. Sezâî buyurur. Beyit:



Tâbi’lerdir bütün a‘zâ Sezâî

Vücûd ikliminin şâhı gönüldür

Kalb sâlih veyâ bozuk olduğu zaman, eserleri a'zâdan çıkan fiillerde gözüktüğü gibi, imâm da sâlih veyâ bozuk olursa, eserleri hükümetin idâresinde ve tâbi’ olanlar üzerinde gözükür. Bunda zekâsı ve kavrayışı iyi olanların vâkıf olması gereken bir sır vardır. O da budur ki: İmâmın bozuk oluşu ve sâlih oluşu tâbi’ olanların sâlih oluşuna ve bozuk oluşuna bağlıdır. Ya‘nî tâbi’ olanlar sâlih olursa, imâmda da sâlih olma eseri görünür; ve bozuk olursa, imâmdan da bozukluk eserleri çıkar. Onun için hadîs-i şerifte “Amilleriniz ve vâlîleriniz sizin amellerinizdir” buyrulmuştur. Ve bu hakîkate vâkıf olan Avrupa hukukçularından biri de “Her millet lâyık olduğu hükümete nâil olur” demiş ve hadîs-i şerîfin ma’nâsını tasdîk etmiştir. Ve imâmın sâlih oluşunun ve bozuk oluşunun tâbi’ olanlarının sâlih oluşuna ve bozuk oluşuna bağlı oluşunun sebebi budur ki: Muhakkak Allah Teâlâ bir kavim üzerine bir halîfe atadığında, o halîfeye o kavmin sırlarını ve akıllarını verir. Bundan dolayı bu halîfe tâbi’ olanlarının tamâmı olur.

Bilinsin ki, ilâhî isimlerden ba'zıları küllî ve ba'zıları cüz’îdir. Her bir küllî isim kendisine münâsib olan cüz’î isimleri ihâta etmiştir. Bundan dolayı sâbit ayn’lar âleminde, ya‘nî ilâhî ilmî sûretler mertebesinde, bu isimlerin ilmî sûretleri birdîğerinden ayrıldığı gibi bu ayrım şehâdet âleminde, ya'nî dünyâda onların görünme yerleri arasında da olmuştur. İşte bu hakîkate dayalı olarak, her birerleri birer ilâhî küllî ismin görünme yeri olan büyük nebîler ve kerem sâhibi resûl hazretlerinin küllî rûhları kendilerine tâbi' olan ümmetlerin rûhlarını ihâta etmiştir. Ümmetlerinin gayr-i mec’ul ya’nî yapılmamış isti‘dâdları, risâlet ilminden ne miktârı talep etmiş ise, bu kendisine tâbi’ olunan kerem sâhibi resûle de risâlet ilminden o miktâr verilmiştir. Çünkü eğer onların isti'dâdından fazla verilse tâkât getirilemez teklîf olur. Oysa Hak Teâlâ hazretleri “Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ” ya’nî “Allah hiçbir nefsi kapasitesini aşanla mükellef kılmaz” (Bakara, 2/286) buyurur. Ve isti'dâdlarından noksan verilse, hakları verilmemiş olur. Oysa Hak Teâlâ hazretleri “a’tâ külle şey’in halkahu” ya’nî “herşeye halk edilişini vermiştir” (Tâhâ, 20/ 50) buyurur.

Şimdi onların ma'nevî vârisleri olan evliyâullâh ile sûrî vârisleri olan hükümet erbâbı dahi böyledir. Bundan dolayı bir kavme atanan imâm, bu husûsta görünme yeri olduğu küllî isim dolayısıyla, kendi tâbi’ olanlarının görünme yeri oldukları isimleri ihâta eder. Amma tâbi’ olanlarından ma'nevî verâsete nâil olanları, her yönle ihâta edici değildir, yalnız zâhirî kudret i‘tibârı ile ihâta edicidir. Nitekim Zekeriyyâ ve Îsâ (aleyhime’s- selâm) ve benzeri üzerlerine zâhirî olarak üstün gelişleri gerçekleşmiştir. Ve Mûsâ (as) gibi ba‘zı kerem sâhibi resûller onların zâhirî kuvvetleriyle senelerce uğraşmışlardır. Bundan dolayı nebîlere (aleyhimü’s-selâm), risâlet ilminden ümmetlerinin gayr-i mec‘ûl ya’nî yapılmamış isti’dâdlarının talep ettiği şey verildiği gibi, bir kavim üzerine atanmış olan imâma dahi hükümet idâresi ilminden kendi tâbi’ olanlarının yapılmamış isti‘dâdlarının talep ettiği şey verilmiştir. Bundan dolayı tâbi’ olanlarının sırlarını ve akıllarını taşımaktadır. Ve tâbilerden açığa çıkan fiiller de gerek bozuk oluştan ve gerek sâlih oluştan ilâhî ilimde sâbit olan sâbit ayn’larının gerektirdiği şeylerdir. İşte imâmın, tâbi’lerinin tamâmı olmasının sırrı budur.



İLGİSİ DOLAYISIYLA: Bilinsin ki, imâm bir kavmin idârî ve siyâsî işlerini yürütmeye me’mûr olan hükümet reîsinden ibârettir. Bu hükümet reîsliği ister kavmin kendisini seçmesi ile olsun, ister verâset yoluyla kendisine geçmiş olsun farketmez. İmâmın hulefâ-i râşidîn (rıdvânullâhi aleyhim ecma‘în) hazretleri zamânında olduğu gibi, kavmin tamâmının seçip biât etmesiyle olması verâset usûlünden daha iyidir. Hükümet şekilleri idâre hukûku kitaplarında ayrıntılı olarak îzâh edilmiş olduğu üzere üç tür üzeredir: Birisi “mutlak olan hükûmet," diğeri “meşrût olan hükûmet” ve üçüncüsü “cumhûrî olan hükümet”tir. Mutlak olan hükümet ile meşrût olan hükümette hükümet reîsi verâset yoluyla belirlenir. Cumhûrî olan hükümette ise hükümet reîsi kavmin genelinin seçmesi ve bîatı ile olur.

Mutlak olan hükûmette hükümet reîsi idârî ve siyâsî işleri kendi arzûsu çerçevesinde yürütür; ve kendisini bir kayıt ile kayıtlanmış görmez. Eğer bu idârenin mutlaklığında sâlihlik bulunursa, tâbi’lerinin isti'dâdından dolayıdır. Çünkü tâbi’lerin isti'dâdı sâlihliğe meyilli iken idâre bozukluğa meyletse, tâbi’lerin bu idâreye tahammülü kalmaz; onu bulunduğu makâmdan indirirler. Ve eğer idârenin mutlaklığında bozukluk bulunursa, yine tâbi’lerinin isti‘dâdından dolayıdır. Çünkü tâbi’lerin isti'dâdı bozukluğa meyilli iken idâre sâlihliğe meyletse, tâbi’lerin bu idâreye de tahammülü kalmaz; aynı şekilde onu da indirirler ve kendilerine bozuk bir hükümet reîsi bulurlar.

Meşrût olan hükûmette verâset yoluyla ta‘yîn olunan hükümet reîsi, millet tarafından seçilen üyeler ile idâre edilen bir meclisin hüküm ve karârı çerçevesinde reîslik icrâ eder. Kavmin isti'dâdının sâlihliğe veyâ bozukluğa meyletmeleri hükümetin bu şeklinde daha bârizdir. Çünkü isti'dâdlarında sâlihlik veyâ bozukluık gâlip olan kavim, meclis üyelerini de kendi ahlâklarına uygun kimselerden seçer. Ve kendi üzerine, sâlihlik veyâ bozukluk türünden olan şeyi kendisi hükmeder.

Cumhûrî olan hükûmette hükümet reîsi, aynı şekilde millet tarafından seçilen üyeler ile idâre edilen bir meclisin seçilmesiyle ta'yîn olunur. Ve hükümetin bu şeklinde de yukarıda bahsedilen hâlin hakîkati cereyân eder. Sonuç olarak hükümetler her hangi şekilde olursa olsun, idâre işinde kavmin isti‘dâdları etkilidir. Ve cenâb-ı Şeyh (ra) hazretlerinin beyân buyurdukları hakîkatlerin hükümet şekillerinin her bir türü hakkında tatbîk edilmesi mümkündür.

Şimdi imâm tâbi’lerinin sırları hakkında hıyânet ederse, bu hıyânetin eseri onların üzerinde fiilen gözükür. Ve aynı şekilde bu sırlarında Allah Teâlâ’ya karşı sakınır ve Hak’tan korkup doğru yola giderse, bunun eseri o tâbi’lerin üzerinde fiilen gözükür. Ve onların sırları sâbit ayn’larının gerekleri olan hallerdir. Ve imâmın tâbi’lerinin sırları o imâma verildiğinde ba‘zen rezele-i nâkısa, ya'nî kötü ahlâk ve insânî kemâlâta aykırı olan noksanlıklar olur. Çünkü onların isti'dâdları budur.

Ve imâm, hükümet ilminden tâbi’lerinin isti'dâdlarının kendisine verdiği şeye sâhiptir; ondan ne fazla ve ne de noksandır. İşte a‘ref-i enbiyâ (sav) Efendimizin ‘‘Sizin üzerinize, olduğunuz gibi idâre olunur”; ve bir rivâyette “Olduğunuz mekân mislinde sizin üzerinize idâre olunur” hadîs-i şerîfi bu hakîkate işârettir. Ya‘nî siz ne isti‘dâd üzere bulunursanız, üzerinize seçilen imâm da sizi o isti'dâdınız çerçevesinde idâre eder. Veyâhut üzerinize seçilen imâmın idâre işindeki ma‘nevî mekânı, sizin ma'nevî mekânınızın mislidir, demek olur. Ve eğer onların üzerinde imâmın sâlih oluşu gâlip olursa, tâbi’ler de sâlih olur. Çünkü tâbi’lerin isti'dâdları sâlihliği gerektirdiğinden imâm da sâlih olur. Ve imâm sâlih olunca tâbi’lerinden nefsin sürüklemesiyle ârızî fesâda meyledenler de bu fesâdı icrâ edemez olur. Bu şekilde bu sâlihliğin eserleri ilâhî adâletli üst irâde ile tâbi’lerde ve devlet erbâbında gözükür. Ve tâbi’ fertlerde bu sâlihlik öyle bir halde ortaya çıkar ki, insan, ya‘nî tâbi’ fertlerden herhangi bir fert, beşeriyeti dolayısıyla fesâda meyilli olup kendisinde sâlihlik görmez iken, daha sonra kendi nefsinde bir sâlihlik bulmaya başlar. Ve bu sâlihliğin nefsi üzerine nereden ulaştığını ve kendisinde ne şekilde oluştuğunu bilmez; ve fesâda olan meyli kesilir. İşte bu hâl (Asv) Efendimizin “Kalb sâlih olduğu zaman, cesedin diğer parçaları da sâlih olur" sözünün sırrıdır.



Kitabın yazarı der ki; Daha sonra Allah Sübhânehû ve Teâlâ bu şehir içinde mekânın en yükseğinde onun için yüksek ve seyirli acâip bir gezintilik binâ etti ki, ona “beyin” ismini verdi. Onda onun için pencereler ve kapılar açtı ki, onlardan mülküne bakar. Ve onlar kulaklar ve gözler ve burun ve ağızdır. Daha sonra onun için bir hazîne binâ edip “hayâl hazînesi” ismini verdi. Ve onun vergilerinin karar bulma mahalli ve hissin verdiği şeyin çıkış mevzi’i kıldı. Ve onda görülen ve işitilen ve koklanan ve tadılan ve giyilen şeyler ve onlara bağlı olan şeylerin gelirlerine bir mahzen yaptı. Uyuyanın uyurken gördüğü şeyler ve rü’yâlar bu hazîneden ortaya çıkar. Vergilerde nasıl ki helâl ve harâm varsa, uyurken görülen şeylerde de böylece sâdık rü’yâlar ve ma’nâsız rü’yâlar vardır. Bu gezintiliğin ortasında “fikir hazînesi”ni binâ eyledi ki, ona hayâlden hâsıl olan şeyler çıkar. Şimdi onlardan doğru olanını kabûl eder ve bozuk olanını reddeder. Ve beyinden bu mevzi'i vezîrin ya’nî yardımcının meskeni kıldı ki, o “akıl”dır. Ve kitabın içinde ona mahsûs bir bölüm vardır. Burada bahsini söyledik. Daha sonra onun için “nefs”i vücûda getirdi. Ve o değiştirme ve temizleme mahalli ve emir ve yasağın karargâhıdır. Ve o mübârek olan gecedir ki, Hakîm’in emrinin her biri onda ayrılır. Ve onun hazzı ulvî âlemden “Kürsî”dir. Nitekim “rûh”un mahalli bu âlemden “Arş”tır; ve nefis “kerîme”dir; bu halîfenin kerîmesidir ve onun hurresidir ya’nî hür kadınıdır. Ve İmâm Ebû Hâmid: “Muhakkak rûh nefsi nikâh etti. İkisinin arasında cisim doğdu” sözünde buna işâret etti. Şimdi Lübâbü’l-Hikme kitabının başlarında buna işâreten: “Rabb’imiz; ve ulvî babalarımızın ve süflî analarımızın Râbb’i” dedi. Lâkin tasavvuf ehli, kendisinde hazz olan varlıklardan bir varlığa dönük her bir fiil üzerine “nefsî,” ya'nî “nefsin emrindendir” terimini koydular. Bu fiilin övülmüş veyâ yerilmiş olması farketmez. Ve kendisinde hazz olmayan her bir şey ancak Allah Teâlâ’ya hâstır. O da rûhtur. Ve muhakkak insan için üç nefis, vardır ki, “bitkisel nefs”tir; ve onun sebebiyle madenlerle müşterektir. Ve “hayvânî nefs”tir; ve onun sebebiyle hayvanlarla müşterektir. Ve “konuşan nefs”tir; ve onun sebebiyle bu iki mevcûttan ayrılır. Ve onun üzerine insâniyyet ismi geçerli olur. Ve onun sebebiyle melekûtta ayrılır. Ve o bizim bahsettiğimiz “kerîme olan nefs”tir. O da halîfenin altındadır.

Kitabın yazarı (ra) buyurur ki: Allah Teâlâ hazretleri bu cisim şehri içindeki mekânların en yükseğinde o halîfeye mahsûs olarak yüksek ve seyre sâhip ve acâip bir gezinti mahalli binâ edip bu mahalle "beyin” ismini verdi. Bu gezintilikte o halîfe için bir takım pencereler ve kapılar açtı ki, onlardan mülküne bakar. Ve bu pencereler ve kapılar da iki göz ve iki kulak ve burun ve ağızdır. Daha sonra onun için bir hazîne binâ edip ona “hayâl hazînesi” dedi. Ve bu hazîneyi cisim şehrinden halîfeye âit olarak toplanan vergilerin ve haraçların karar bulma ve toplanma mahalli ve beş duyunun verdiği şeylerin çıkmalarına mahsûs bir mahal edindi. Ve bu hazînede, görülen ve işitilen ve koklanan ve tadılan ve giyilen şeyler ile bunlara bağlı olan duyuların toplanmasına mahsûs olmak üzere bir mahzen yaptı. Uyuyan kimsenin gördüğü sûretler ve rü’yâlar bu hazîneden ortaya çıkar.

Zâhiri hükûmetin topladığı vergilerde, nasıl ki helâl ve harâm varsa, bu mahzene toplanmış olan vergilerde de böylece helâl ve harâm bulunduğundan uyuyan kimsenin gördüğü sûretlerde ve rü’yâlarda da “sâdık rü’yâ;” ve “ma’nâsız,” ya'nî ta‘bîre gerek olmayan bir takım perîşân rü’yâlar vardır. Hak Teâlâ hazretleri bu gezintiliğin ortasında da “fikir hazînesi”ni binâ eyledi ki, bu hazîneye hayâlden hâsıl olan şeyler çıkar. Ve bu hazîne kendisine çıkıp gelen hayâlden hâsıl olan şeylerden doğru olanlarını kabûl eder; ve bozuk olanlarını da reddedip girmesine müsâade etmez. Ve beyinde olan bu mevzi‘i Hak Teâlâ “vezîr ya’nî yardımcı”nın meskeni edindi. Ve o “vezîr ya’nî yardımcı” da “akıl”dır. Ve bu kitâbın içinde vezîr olan akla mahsûs özel bir bölüm vardır. Burada ilgisi dolayısıyla bahsedildi.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin