İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə9/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   45

Ve ba’zıları, ya‘nî ulaşmış olanlar, ona “Hak ve hakkıyye aynası” ta'bîr ettiler. Buna yükleyenlerin beyânı budur ki, ne zamanki onu hakîkatlerin ve ilâhî ilimlerin ve rabbânî hikmetlerin tecellî mahalli gördüler. Ve muhakkak bâtılın ona yolu yoktur. Ve bâtıl ancak salt yokluktur. Ve yoklukta tecellî ve keşf geçerli olmaz. Bundan dolayı vücûdda açığa çıkan her şey Hak’tır. Ve bizim murâd ettiğimiz şeyi apaçık olarak ortaya koyan delîllere karşı çıkan şüphelerin getirilmesi vardır.

Seçkinler için bir sır vardır. Onun “Hak aynası” oluşunu gerektirici sebep (Sallallâhu aleyhi ve âlihi ve sellem)’in “Mü’min kardeşinin aynasıdır” sözüdür. Ve “kardeşlik” burada sözlüksel benzetmeden ibârettir. Ve Hak Teâlâ’nın sözünde “leyse ke mislihî” (Şûrâ, 42/11)’dir. Ve bu benzerlik, bu mevcûdun olan en sâf olanda veyâhut olacak olan en sâf ve en cilâlı olanda gözükmesi indindedir. Onda Hak nefsî sıfatlarıyla değil, zâtıyla ve ma‘nevî sıfatlarıyla gözükür ve ona cömertlik hazretinden tecellî eder. Ve bu kerîm olan açığa çıkış hakkında, Hak Teâlâ “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm” ya’nî “Andolsun biz insanı en güzel sûret içinde hálk ettik” (Tîn, 95/4) buyurdu. Şimdi bu işâreti çok iyi düşün! Çünkü o, ma‘rifetin güzîdesi ve hikmetin pınarıdır.

Ve Hakk’a ulaşmış olanlardan ba‘zıları o “halîfe”ye “Hakk’ın veyâ hakkıyyetin aynası” dediler. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri onun hakkında “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “muhakkak ben yeryüzünde halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyurmuştur. Ve halîfe kendisini halîfe kılanın en mükemmel görünme yeridir. Çünkü halîfe kendisini halîfe kılanın sıfatlarını taşımadıkça halîfe olamaz. Örneğin herhangi bir ilmin öğretmeni, talebeye öğretmesi için yerine bir kimseyi halîfesi olarak ta’yîn etse, o halîfe mutlaka o öğretmenin ilmini taşıması lâzımdır; olmazsa, talebeye ders okutamaz. Bundan dolayı öğretmenin onu halîfe yapması ve onun da halîfeliği geçerli olmaz.

Ve bu ulaşmış olanların ona “Hak aynası” ve “hakkıyyet aynası” ta'bîrini yüklemelerinin sebebi budur ki, bu ulaşmış olanlar o halîfeyi hakîkatlerin ve ilâhî ilimlerin ve rabbânî olan hikmetlerin tecellî mahalli gördüler. Bundan dolayı o “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olduğundan Hak aynasıdır. Ve mutlak vücûdun bütün sıfatlarıyla berâber gayrılık elbisesiyle küllî rûh mertebesine tenezzülü dolayısıyla sâbit olan bu ilk mevcûd “hakkıyyet aynası”dır.

Şimdi mâdemki bu halîfe vücûd dâiresine dâhildir, salt yokluktan ibâret olan bâtılın ona yolu yoktur. Çünkü vücûd Hak; ve yokluk bâtıldır. Ve Hak ile bâtıl birdiğerinin zıddı olduğundan ebedî olarak bir araya gelemezler. Ve salt yokluk karanlıksal vehmedilmiş bir ma‘nâ olduğundan onda ne tecellî ve ne de keşf sâbit olmaz. Çünkü zuhûr ve açıklık ancak varlık içinde olur. Yoktan hiç bir şey çıkmaz. Şimdi mâdemki yoktan bir şey çıkmıyor, gerek melekût âleminde ve gerek mülk âleminde açığa çıkan her bir şey Hak olur.



SORU: Âlemde nefis ve şeytan gibi şerîat hükümlerine göre; ve vehmî vücûdlar gibi aklen bâtıl olan şeyler vardır. Açığa çıkan her bir şey nasıl Hak olur?

CEVAP: Bu şeylerin bâtıl oluşu i’tibârî işlerdendir; her birerleri izâfî olarak bâtıldır, hakîkî bâtıl değildir. Ve Hakk’a göre hikmet; ve şerîat hükümlerine ve akla göre ve bize göre bâtıldır. Bundan dolayı hakîkatte bâtıl yoktur, hep Hak’tır.

İşte bizim murâd ettiğimiz şeyi apaçık ortaya koyan delillere karşı çıkan bu gibi şüphelerin getirilmesi vardır. Ya'nî biz deliller getirmekle vücûdda açığa çıkan her şey Hak’tır dedik. Bu deliller, her şeyin Hak olduğunu îzâh etti. Fakat bu delillere karşı çıkarak birisi çıkıp yukarıda anlatılan soruyu sorar; ve meselâ, ilâve olarak: “Bu âlemde köpek ve domuz ve pislik gibi fenâ tabîatlı şeyler vardır. Bunlara da mı Hak diyelim?” der. Bu sorularıyla delillere karşı gelen şüpheler ortaya koyar. Oysa bu sorular hakîkate vâkıf olmamaktan kaynaklanır. Çünkü vücûdda kötü oluş ve iyi oluş i‘tibârî ve göreceli işlerdendir. Örneğin gül dediğimiz çiçek insanlara göre iyidir; fakat pislik böceğine göre kötüdür. Çünkü onun kokusundan bu hayvancık helâk olur. Bundan dolayı insana göre pislik ne ise, bu hayvana göre de gül öyledir. Ve diğer şeyler de buna kıyaslanabilir.

Şimdi halîfenin Hak aynası olmasında seçkinlere mahsûs bir sır vardır: Şöyle ki, onun Hak aynası oluşunu gerektirici sebep (Sav) Efendimizin “Mü’min kendi kardeşinin aynasıdır” hadîs-i şerifidir. Burada “kardeşlik” sözlüksel benzetmeden ibârettir. Çünkü araplar “ah ya’nî kardeş” kelimesini “misil” ve “benzer” ve “nazîr” ma'nâsında kullanırlar. Ve meselâ “Bedrin kardeşi” derler ki, bedrin nazîri ve misli ve benzeri demektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de de bunun örnekleri vardır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “leyse ke mislihî” (Şûrâ, 42/11) buyurur. Ve bu söz ile kendisini hem tenzih ve hem de teşbîh eder ve vasıflandırır. Çünkü ke mislihî” deki “kâf” cümlede anlamı kuvvetlendirici olarak kabûl edildiğinde “Onun benzeri bir şey yoktur” demek olur ki, bu, avâmın anlayışına göre sırf tenzîhtir. Çünkü bütün eşyâdan O’nun benzerinin oluşu kaldırılmış oluyor ve Hak onlardan münezzehtir deniliyor. Fakat “kâf” kuvvetlendime olarak sayılmadığında “leyse ke mislihî”nin ma‘nâsı “leyse misli mislihî” ya‘nî “O’nun benzeri bir benzer yoktur” demek olur. Bu da seçkinlerin anlayışına göre teşbîh ve vasıflandırmadır. Çünkü Hak hakkında ilk önce “benzer” isbât olunuyor; daha sonra o benzerden şeylerin benzerliği kaldırılıyor. Bu ise vücûdda ikilik ve benzerlik isnâdından başka bir şey değildir.

Ve aynı şekilde bu âyet-i kerîmenin devâmı “ve hüves semîul basîr” ya’nî “O işitendir, görendir” (Şûrâ, 42/11) sözü de hem teşbîh ve vasıflandırmayı; ve hem de tenzîh ve ferd kılmayı içinde bulundurmaktadır. Çünkü bu söz işitilince ilk anda avâmın aklına gelen man‘â, işiticilik ve görücülükte Hakk’ın halka ortak olmasıdır. Çünkü halk da işitir ve görür. Demek ki, işitmek ve görmek hassâlarını taşıyıcı olarak bir Hakk’ın ve bir de halkın vücûdu vardır. Bu vasıflandırmadır. Ve görmek ve işitmekte Hakk’ın halka benzemesi de benzetmedir. Fakat bu âyet-i kerîmede seçkinlerin anladığı tenzîh ve ferd kılma ma‘nâsı vardır. Çünkü “hüve ya’nî o” zamîrinin ilk önce söylenmesi ve “haber ya’nî o zamîrin sıfatları” olan “Semî’(İşitici)” ve “Basîr(Görücü)” kelimelerinin ta‘rîf harfi (el) ile söylenmesi tahsîslik ifâde eder. Bu şekilde ma'nâ “Semî' ve Basîr olan ancak Hak’tır; başka semî‘ ve basîr yoktur” demek olur ki, bu da tenzih ve ferd kılmaktır.

İşte yukarıda îzâh edilen Hakk’ın benzerliği bu küllî rûhun şehâdet âleminde mevcûd olan en sâf olanda veyâhut mevcûd olacak olan en sâf olanda ve en cilâlı olnda gözükmesi ve zuhûru indinde gerçekleşir. Ve o en sâf ve en cilâlı olan insân-ı kâmilin şehâdet âlemine âit taayyününde, Hak nefsî sıfatlarıyla değil, zâtı ile ve ma‘nevî sıfatlarıyla açığa çıkar. Çünkü imkân dâhilinde olan varlıklar sâfileşme ilâhî kânûnuna tâbi‘dir. Mâden bitki; ve bitki de hayvan; ve hayvan da insan; ve insan da insân-ı kâmil mertebelerine yükselmedikçe hayat ve ilim ve sem' ve basar ve irâde ve kudret gibi ilâhi ma‘nevî sıfatların kâmil tecellî mahalli olamaz. Bundan dolayı Hakk’ın benzerliği, hakkıyyet aynası olan bu ilk mevcûdun, sâfileşme kânûnuna tâbi’ olarak, gâyet sâflaşmış ve cilâlanmış olan gelmiş ve gelecek insân-ı kâmilde gözükmesi ve açığa çıkması indinde gerçekleşir. Ya'nî bu hakikati insân-ı kâmilin şehâdet âlemine âit kesîf taayyünü yüklenir.

Ve Hakk’ın onda açığa çıkışı dâhil olma ve birleşme yoluyla değildir. Çünkü bir olan hakîkî vücûdda adetlenme yoktur. Belki o latîf olan hakîkî vücûd zâtı ile ve sıfatlarıyla varlıksal mertebelerde kesîflikle açığa çıkar. Ve latîf bir şey’in kesîf mertebelerinde dâhil olma ve birleşme yoktur. Çünkü dâhil olma ve birleşme iki ayrı şey’in vücûdunu gerektirir. Hakk’ın varlıksal mertebelerde bu açığa çıkış nefsî ve zâtî sıfatlarıyla değildir. Çünkü kuddûs oluş ve samed oluş gibi ilâhî nefsî sıfatlar, vücûdu zorunlu olana mahsûstur. İmkân dâhilinde olanın Vâcib’e ayak basabilmesi, imkân mertebesinde bulundukça imkânsızdır. Ve Hak Teâlâ hazretleri o halîfeye cömertlik hazretinden tecellî eder, ya'ni ona ma'nevî sıfatlarıyla tecellîsi indinde aslâ cimrilik ve kesinti olmuş değildir. Bundan dolayı bu sıfatlardan hiç birisi onda noksan kalmaz. Ve onda bir sıfat noksan kalsa en mükemmel bir görünme yeri olamaz idi. Oysa insân-ı kâmil bir tâm ayna ve en mükemmel görünme yeridir. Nitekim bir kimse bir boy aynasına karşılık dursa, onun tamamen sûreti ve bütün halleri onda gözükür ve hiç birisi noksan kalmaz. Çünkü ayna gammâzdır. Mesnevi:

Tercüme: “Aşk, bu sözün dışarıya çıkmasını ister. Aynanın gammâz olmaması nasıl olur? Bilir misin, senin aynan niçin gammâz değildir? Çünkü onun yüzünden pas giderilmemiştir. Alâyiş pasından kurtulmuş olan ayna, Hudâ güneşi nûrunun ışığından dolu olur. Git, yüzünden pası temizle; ondan sonra o nûru idrâk et!”

Hak Teâlâ hazretlerinin bu kerîm olan açığa çıkışı hakkında Kur’ân-ı mecîdinde “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm” (Tîn, 95/4) ya'nî “Biz insanı gâyet güzel bir taayyünde ve bir şekilde hálk ettik” buyurur. Çünkü onun taayyünü ve insânî sûreti, Hakk’ın isimlerine âit toplayıcılık ile açığa çıkmasına müsâittir. Sen bu âyet-i kerîmedeki işâreti çok iyi düşünüp ma’nâsını derinlemesine araştır! Çünkü o ilâhî ma‘rifeti özleridir; ve ilâhî hikmetin pınarlarıdır. Her ne zaman sana ilâhi ma'rifette bir zorluk olursa insanı tetkîk et! O zorluğun n hallolur. “İkra’ kitâbek, kefâ bi nefsikel yevme aleyke hasîbâ” (İsrâ, 17/14) ya‘nî “Kendi kitâbını oku! Hesap görücü olarak o kitap nefsine bugün yeter.”



Ve Şeyh-i ârif Ebu’l-Hakem ibn Berrecân (ra) ona “imâm-ı mübîn” ta‘bîr etti. Ve o Hak Teâlâ’nın “Ve ketebnâ lehü fîl elvâhı min külli şey’in” ya’nî “Ve ona levhâlarda her bir şeyden yazdık” (A‘râf, 7/145) sözünde “külli şey’in” ya’nî “her bir şey” ile ta‘bîr olunan “levh-i mahfûz ya’nî muhafazalı levhâ”dır. Ve bu levh-i mahfûz her bir şeyin nasîhatı ve ayrıntısıdır. İşte Şeyh Ebu’l-Hakem (rahimehullâh)ın o levhâya “her bir şey” demesinin delîli budur. Ve onun buna yüklemesi, Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn” ya’nî “Ve her bir şeyi İmâm-ı Mübîn'de saydık“ (Yâsîn, 36/12) sözüne dayanmaktadır. Biz âlemin tamâmını, en aşağısını ve en üstünü insanda sayılmış bulduk. Bundan dolayı onu “imâm-ı mübîn” dedik. Ve onu Allah Teâlâ’nın indinde olan “imâm-ı mübîn”den tenbîh olarak aldık. Şimdi işte bu bizim ondan hazzımızdır. Onu tefekkür et ve iyice incele!

Seçkinlere mahsûs bir sır vardır. Hak Teâlâ “mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in” ya’nî “Biz kitapta hiçbir şeyden eksik bırakmadık” (En’âm, 6/38) buyurur, “min şey’in”den onun i'tibârı olan şey ancak insandır ki, âlemde herşeye üstün olur. Ve bu kendisi için lügatsal furkânî benzerlik sâbit olmayan bir mevcûd için ve bir mevcûdda geçerli olmaz. Şimdi benzerlik sâbit olduğunda “imâm”ın vücûdu geçerli olur. Ve imâmın vücûdu sâbit olduğunda da onun gayrı hakkında “imâmlık” bâtıl olur. “Lev kâne fîhimâ âlihetun illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya‘nî “Yerde ve gökte Allah’tan gayrı ilâhlar olsa idi, fesâda uğrarlardı.” Şimdi biz imâmlığı zorunlu olan şey sebebiyle bu “imâm-ı mübîn”e baktığımızda biz onu üzerinde bulunduğu sırları ve sıfatları zorunluluk arz eder bulduk. Böyle olunca biz dedik ki, o onun nefsinden midir, yâhut onun gayrından mıdır? Biz onu onun elinde emânet bulduk. Bundan dolayı “İnnallâhe ye’murüküm en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ” ya’nî “Muhakkak Allah Teâlâ emânetleri ehli olanlara teslîm etmenizi emreder” (Nisâ, 4/58)’i okuduk. Şimdi bizim için başlarda geçen Hak aynası parladı. Biz ”mü’min kardeşinin aynasıdır” sözünde “imâm-ı mübîn” sözünü bir araya getirdik ve meze eyledik. Ve bizim için hâriçte vâhid ya’nî bir çıktı. Şimdi ona ba'zıları “ayna” ve ba'zıları “imâm” dedi. Kitabî olarak “imâm” ve sünniyye olarak da “ayna”dır.

Ya'nî batı tarafının kutublarından biri olan ârif-i billâh Şeyh Ebu’l-Hakem b. Berrecân (ra) bu halîfeye “imâm-ı mübîn” ta‘bîr etti. Ve o imâm-ı mübîn Hak Teâlâ’nin “Ve ketebnâ lehü fîl elvâhı min külli şey’in” (A'râf, 7/145) ya'nî “Biz onun için levhâlarda her bir şeyden yazdık” sözünde “her bir şey” ta'bîr edilen “levh-i mahfûz ya’nî muhafazalı levhâ”dır. Çünkü halîfenin vücûduna her bir şeyin hakîkatinin yansıdığı yukarıda îzâh edildi.

Ve bu levh-i mahfûzda her bir şeyin nasîhatı ve ayrıntısı vardır. Çünkü onda ilâhî isimlerin gölgeleri olan sâbit ayn’lar yansımıştır. Bu sâbit ayn’lar bütün eşyânın hakîkatleridir. Ve her bir sâbit ayn, görünme yeri olduğu ismin hazinesinde mevcûd olan ayrıntısal hükümleri yüklenmiştir. Ve o hakîkatler kendilerine bağlanan eşyâyı kendi taraflarına da’vet edici olan nasîhatları kapsamıştır ki, bu nasîhatlar her birinin kendi bâtınından ve hakîkatinden şehâdet âleminde açığa çıkan görünme yerine ilhâm yolu üzere ulaşır. Nitekim bu hakikate işâreten Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve evhâ rabbüke ilen nahli” ya’nî “Ve Rabb’in arıya vahyetti” (Nahl, 16/68) buyrulmuştur. Ve bu vâridât şehâdet âleminde ilâhî hazînenin emîni olan insân-ı kâmil eliyle varış yerlerine dağıtılır. İşte Şeyh Ebu’l-Hakem (rahimehullah) hazretlerinin o “levh”e “her bir şey” ismini vermesinin delîli budur.

Ve onun bu levhi “imâm-ı mübîn”e yüklemesine gelince, bu ma'nâyı Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn” (Yâsîn, 36/12) ya'nî “Biz her bir şeyi imâm-ı mübînde saydık” sözünden alınmıştır. Mâdemki levh-i mahfûzda her bir şeyin nasîhatı ve ayrıntısı vardır; ve aynı şekilde her bir şey mâdemki imâm-ı mübînde sayılmıştır; ve halîfenin vücûdunda ise bütün eşyânın hakîkatleri yansımıştır; ve âlemin tamâmı, en aşağısı ve en üstü insanda sayılmıştır; bundan dolayı o insana “imâm-ı mübîn” denilmesi câiz olur. Ve işte biz bu ta'bîri Allah Teâlâ’nın indinde olan “imâm-ı mübîn” sözünden tenbîh olarak aldık. Ve bizim insan sûretinde taayyün edip, bu tecellîye mazhar olmaklık isti'dâdında mahlûk olduğumuz, o “imâm-ı mübîn” ta'bîrinden hazzımızdır.

Bilinsin ki, insan iki kısımdır: Biri kâmil, diğeri noksandır. İnsân-ı kâmilde bütün ilâhî isimlerin eserleri ve hükümleri fiilen açığa çıkar. Ve noksan insânda ise ba'zı isimlerin eserleri ve hükümleri fiilen zâhir ve ba'zıları nefsânî ve hayvânî sıfatları altında örtülü ve bâtındır. Bunlar, bir insân-ı kâmilin terbiyesi altında gerçekleşen seyr ü sülûk ve mücâhede neticesinde, nefsânî ve hayvânî sıfatlarının giderilmesiyle ortaya çıkar. Bundan dolayı bu kitapta bahsedilen “insan” ta'bîri “insân-ı kâmil”e dönüktür. Çünkü noksan insân her ne kadar sûrette insan ise de, sırette henüz hayvâniyyet mertebesindedir. Şimdi sen bu ma'nâyı kendi nefsinde tefekkür et ve iyice incele!

Bu beyânlarımızda seçkinlere mahsûs bir sır vardır. O da budur ki: Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in” (En‘âm, 6/38) ya'nî “Biz kitapta hiç bir şeyden eksik bırakmadık ve zâyi' etmedik” buyurur. “Min şey’in”den ibret alınacak olan şey ancak insandır ki, âlemde herşeye üstün olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhüm fîl berri vel bahri ve razaknâhüm minet tayyibâti ve faddalnâhüm alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ” (İsrâ, 17/70) ya'nî “Biz Âdemoğlunu kerem sâhibi kıldık. Ve onu karada ve denizde taşıdık. Ve onu, hálk ettiğimiz şeylerin çoğu üzerine mübâlağa ile üstün kıldık” buyrulur. Ya'nî hálk edilen şeylerin azı üzerine üstün kılmadık demek olur. Ve hálk edilen şeylerin azı ise bizim âlemimizin hâricindedir. Bundan dolayı bizim âlemimize göre insan gerek âlemimizde ve gerek âlemimizin hâricinde bulunan mahlûkların pek çoğu üzerine üstün kılınmış olur.

Ve bu her şeyin mevcûd bulunması husûsu kendisi için lügatsal furkânî benzerlik sâbit olmayan bir mevcûd için ve bir mevcûdda geçerli olmaz. Çünkü “Allah” bütün isimleri toplamış olan bir isimdir. Ve yukarıda îzâh edilen “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerifi gereğince Allah Teâlâ hazretleri insân-ı kâmilde zâtı ile ve ma'nevî sıfatları ile zâhirdir. Ve hakîkatte bütün mertebeler Hakk’ın vücûdundan ibâret olduğundan kur’ânî benzerlik sâbit değildir. Bu makam tenzîh makâmıdır. Velâkin mutlak zâtın gayrılık elbisesi ile açığa çıktığı insân-ı kâmil mertebesinde lügatsal furkânî benzerlik sâbittir. Ve bu makam da teşbîh makâmıdır. Çünkü insân-ı kâmilde eşyânın bütün hakîkatleri yansımıştır. Nitekim yukarıda çok kereler îzâh edildi. Ve insân-ı kâmil için lügatsal furkânî benzerlik sâbit olunca âlemde imâmın vücûdu geçerli ve sâbit olur.

Ve imâmın vücûdu geçerli ve sâbit olunca da, o insân-ı kâmilden başkası için “imâmlık” bâtıl olur. Çünkü her bir asırda “imâm” birdir, fazla olmaz. Çünkü âlemde tasarruf Hakk’ın vekîli olan insân-ı kâmile tevdî edilmiştir. Ve iki tasarruf edicinin varlığı câiz değildir. Nitekim bu ma'nâyı Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Lev kâne fîhimâ âlihetun illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya'nî “Eğer yerde ve gökte ilâhlar olsa ve her biri bir yön ile tasarruf etse, yerin ve göğün intizâmı bozulur idi” buyurur. Bundan dolayı iki tasarruf edicinin varlığının câiz olmadığı bu âyet-i kerîme ile sâbittir. Ve apaçık bir şeydir ki, dünyevî işlerde dahi akıllı kimseler bir işe iki müdür atanmasını uygun görmezler.

Şimdi biz imâmlığın îcâblarını gerektiren şey sebebiyle, ya'nî tasarruf kudreti sebebiyle bu imâm-ı mübîne baktığımız zaman, biz o imâmlığı, üzerinde bulunduğu sırları ve sıfatları zorunluluk arz eder bir halde bulduk. Çünkü tasarruf kudreti, ilâhî nefsî sıfatların dışında olan ilim, sem‘, basar, irâde ve kahır ve lütuf gibi bütün ilâhî ma‘nevî sıfatları taşımadıkça ve Muhyî ve Mümît ve Dârr ve Nâfi' ve Mâni' ve Mu'tî gibi isimlerin eserleri kendisinden fiilen açığa çıkmadıkça mümkün olmaz. Böyle olunca biz iyice bir düşünüp, acabâ bu tasarruf kudreti onun kendi nefsinden ve zâtından mıdır? Yoksa onun gayrından mıdır? dedik.

Ve bu derin düşüncemiz neticesinde biz onu imâmın elinde Hakk tarafından tevdî edilmiş emânet bulduk. Bu ma'nâya binâen “İnnallâhe ye’murüküm en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ” (Nisâ, 4/58) ya'nî “Allah Teâlâ hazretleri emâneti ehline teslîm etmeyi size emreder” âyet-i kerîmesini okuduk ve anladık ki, bize bu şekilde emir buyuran Hak, kendisinin emânetlerini de ehli olan halîfeye tevdî' buyurmuştur.



Şimdi bu beyânlardan yukarıda bahsi geçen “Hak aynası” âşikâr olup parladı. Biz “mü’min kardeşinin aynasıdır” sözü ile “imâm-ı mübîn” sözünü alıp bir araya getirdik ve birdîğerine meze eyledik. Bu bir araya getirme ve mezeden bizim için hâriçte, ya'nî âlemde vâhid ya’nî bir çıktı ki, o da insân-ı kâmildir. Şimdi o insân-ı kâmile ba‘zıları “ayna” ve ba'zıları da “imâm” dedi. Kitâbî olarak, ya'nî Allah’ın kitâbında geçen “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn” ya’nî “Ve Biz herşeyi imâm-ı mübînde saydık” (Yâsin, 36/12) âyet-i kerîmesinden alınarak “imâm”; ve sünniyye olarak ya'nî “mü’min kardeşinin aynasıdır” hadîs-i şerifinden alınarak da "ayna” denildi.

Ve onlardan ba'zıları ona “mufîz ya’nî feyz verici” ta'bîr etti. Ve şeyhimiz ve reisimiz Ebû Medyen şeyhlerin şeyhi (ra) onu söyleyicidir. Kendisine i'timâd edilen kimselerden bir çokları da bana onunla haber verdi. Buna yükleyenler, ne zamanki cisimleri karanlık hâneler ve karanlığı yoğun siyah bölgeler gördüler, onu rûhun nûru kapladığı zaman ışık verdi, güneşin nûrunun kapladığı vakitteki bölgeler gibi parıldadı. Ve zarûri olarak biliriz ki, Bağdâd’da olan nûr Mekke’de olan nûrun gayrıdır. Ve herhangi bir yerde olan nûr onun gayrında olan nûrun gayrıdır.

Daha sonra bu nûrların varlığı için sebebe baktık, ki Allah Teâlâ onları onunla değil, onun indinde hálk etti. Şimdi biz onu küre şeklinde, nûrânî bir cisim bulduk, ki ona güneş denir. Şimdi yeryüzünden ona karşılık gelen her bir yerde Allah Teâlâ bir nûr hálk eder ki, “güneş” olarak isimlendirilir. Şimdi güneşe karşılık olarak yeryüzünde hálk edilen her bir nûra “güneş” denildiği gibi, kendisiyle madde bedenler arzı parlamış olan her bir nûra da “rûh” denilmesi uzak ve imkânsız değildir. Nasıl ki her bir mekânın farklılığından dolayı, mekânların bu nûru kabûlü muhtelif olur, parlak cisimlerin nûru kabûlü donuk ve paslı cisimlerin kabûlü gibi olmaz. İşte böylece madde beden mekânlarının rûhun feyizlerini kabûlü, onların farklılığından dolayı muhtelif olur. Hayvanların onun feyizlerini kabûlü, insanın kabûlü gibi; ve insanın kabûlü de meleğin kabûlü gibi olmaz.

Eğer biz güneşe “mufîz ya’nî feyz verici” dersek doğru söyleriz. Ve ifâza ya’nî feyz vermenin hakîkati su hakkındadır; ve o, onun dışındakilerde mecaz olarak kullanılır. Ve onların indinde bu rûhların küllî rûha nispeti, şehirlerin vâlîlerinin “imâm ya’nî ülkenin önderine” nispeti gibidir.Ve bu şekilde eğer adâletle hareket ederlerse sevâp kazanırlar; ve eğer eziyet ile hareket ederlerse azâplandırılmış olurlar.

Seçkinlere mahsûs bir sır vardır: Senâsı celîl ve isimleri mukaddes olan Allah Teâlâ hazretleri “Ve eşrekatil ardu bi nûri rabbihâ” (Zümer, 39/69) ya'nî “Yeryüzü Rabb’inin nûru ile aydınlandı” buyurur. Burada rubûbiyyet i’tibârı, “ilk muallim”in efendiliğidir ve onun terbiyesi ve sebeb olmaklığının te'sîridir. Ve o Hak Teâlâ hazretlerinin tenbîh yolu üzere buyurduğu “Yâ eyyetühen nefsül mutmainneh / İrciî ilâ rabbiki” (Fecr, 89/27-28) ya‘nî “Ey mutmainne nefs, Rabb’ine dön!” sözünde kendisine döndürülmüş olandır. Ve bu Rabb’in nûru onun üzerine tenbîh olunmuştur. O da hayvânî rûhtur ki, hayvan ve insan onunla müşterektir.

Ve onda ölümün i‘tibârı bulutun örtmesi ve uykunun i'tibârı güneşin batmasıdır; ve gafletin i'tibârı hilâlin örtmesidir. Bundan sonra bil ki, “imâm” gâib olduğunda ona bedel vezîr geriye kalır; geceleri ayın feyz verişi gibi memleket üzerine feyz verir. Ve vezîrin maddesinin feyzi ve onun feyz vermesi mutmainne nefsin maddesine perde olan bitkisel nefse bakarak feyz verse de, imâmlığın feyz vermesi gibi değildir. Ve her ikisi, ya‘nî imâm ve vezîr, gâib oldukları vakit hükümlerin ilimlerinin yıldızları olan fıkıh âlimleri geriye kalır. Şimdi onların hayvânî nefsin ve yırtıcı nefsin ve onların kuvvetlerinin istilâsının kahrına feyz vermeye takâtları olmaz. Şimdi sen bu sırrı iyice düşün ve araştır! Sana ilâhî hikmet zâhir olur.

Ve tahkîk ehlinden ba'zıları o halîfeye “mufîz ya’nî feyz verici” ta'bîr etti. Ve şeyhimiz ve reisimiz Ebû Medyen şeyhlerin şeyhi (ra) da bu halîfeye “mufîz ya’nî feyz verici” ta'bîr buyurmuştur. Ebû Medyen Mağribî (ra) Hz. Şeyh-i Ekber’in şeyhidir. Şerefli ismi Şuayb bin Hasan’dır. Kendileri tahkîk ehlinin en büyüklerindendir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) yazdığı bir çok eserlerinde onların isimlerini bir çok yerde zikretmiştir. Hicretin beş yüz doksanında vefât etmiştir. Hz. Şeyh-i Ekber buyururlar ki: Bu “mufîz ya’nî feyz verici” ta'bîrini yalnız Ebû Medyen hazretleri gibi bir tahkîk ehlinden işitmedim. Bu ta'bîri diğer tahkîk ehlinden de işittim.

Ve halîfeyi bu “mufîz ya’nî feyz verici” ma'nâsına yükleyenler, ne zamanki cisimleri, karanlık hâneler mesabesinde ve karanlığı çok siyâh bölgeler olarak gördüler, o cisimleri rûhun nûru kapladığı zaman ışık verdi. Güneşin nûru kapladığı zaman yeryüzündeki bölgeler nasıl parıldar ve ışık verirse, karanlık cisim de rûhun nûruyla öylece parıldadı.

Ve gerçi ışığın kaynağı olan güneş bir olmakla berâber, zarûrî olarak biz biliriz ki, Bağdâd arâzîsi üzerine yayılan nûr, Mekke arâzîsi üzerine yayılan nûrun gayrıdır. Çünkü her ne kadar kaynak; bir ise de muhtelif mekânlara temâs eden ışık huzmeleri birdiğerinin aynı değildir. Bundan dolayı her hangi bir yerde olan nûr, o yerin dışında olan yerdeki nûrun gayrıdır.

Daha sonra biz bu nurların nasıl hâsıl olduğunu anlamak için onların icâb ettirici sebebine baktık ki, Allah Teâlâ o nûrları o sebeple değil, o sebebin indinde hálk etti. Ya‘nî güneş yeryüzündeki yerlerde gözüken nurların sebebidir. Fakat bu nûrların vücûdu için mutlaka güneş lâzım değildir. Hak Teâlâ güneş olmaksızın da nûr hálk eder. Fakat ilâhî âdet eşyâyı sebepler indinde ve sebepler perdesi arkasından hálk etmektir. Nitekim ayrıntısı yukarıda geçti. Bu nurların varlık sebebine baktıktan sonra onların sebebini yuvarlak ve nûrânî bir cismin vücûdundan ibâret bulduk ki, ona “güneş” denir. Ve yeryüzünün bu cisme karşılık gelen her bir yerinde Allah Teâlâ bir nûr hálk eder ki, ona “güneş” denilir. Ya‘nî işin aslında küre şeklinde ve nûrânî olan güneş denilen cisim bir maddeden ibâret olduğu halde, yeryüzünün muhtelif yerlerinde bu cisim sebebiyle hálk olunan muhtelif nurlara da “güneş” denilir. Örneğin şurada güneş var, burada yok ve orada var gibi ta‘bîrleri dâimâ kullanırız. Oysa güneşin zâtı o yerlerde değildir.

İşte bunun gibi kendisiyle madde bedenler arzı parlamış olan her bir nûra da “rûh” denilmesi câizdir; uzak ve imkânsız değildir. Her ne kadar “küllî rûh” birden ibâret ise de çok olan bedenlere onun nûru yansımış olduğundan onun her bir bedendeki yansımasına da “rûh” denir. Ve muhtelif mekânlar güneşin nûrunu muhtelif sûretlerde kabûl eder. Ve parlak cisimlerin nûru kabûl etmesi, donuk ve paslı ecsâmın kabûlü gibi değildir. İşte böylece madde beden mekânlarının rûhun feyiz verişini kabûlü, onların muhtelif oluşu dolayısıyla muhtelif olur. Örneğin rûhun feyiz verişini hayvânî bedenlerinin kabûlü insânî bedenlerin; ve insânî bedenlerin kabûlü de melekî bedenlerin kabûlü gibi değildir.

Bilinsin ki, güneş sistemimizi aydınlatan güneş bir olduğu gibi, bunları terkîb eden mâdenlere ve bitkilere ve hayvanlara ve insana yansıyan “rûh” dahi birdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “güneş” gibi “rûh” dahi tekil olarak zikredilmiştir. Ancak bu “rûh”un nûrunun yansıması hepsinde aynı eşit şekilde hissedilmez. Mâdenlerde hiç hissedilmez. Çünkü onların taayyünleri bu yansımayı kemâliyle kabûle müsâid değildir. Bundan dolayı rûhun eserleri onlarda bâtındır. Bitkilerde büyüyüp gelişmeleri dolayısıyla bir dereceye kadar hissedilir. Hayvânlarda daha belirgin ve insanda en belirgindir. Ve aynı şekilde insanın cismi kesîf ve melekler latîf olduğu için rûhun feyizlerini kabûlde eşit değildirler. Meleklerde rûha âit eserler insandan daha fazla belirgindir. İnsanda mekân ve yön kaydı olduğu halde meleklerde bunlar yoktur.

Bu îzâhlara göre, eğer biz güneşe “mufîz ya’nî feyz verici” dersek doğru söylemiş oluruz. Ve “ifâza ya’nî feyz verme”nin hakîkî ma’nâsı “taşırmak” demek olup su hakkındadır. Ve bu ta'bîr “su”dan başka olan şeyler hakkında “bol bol etrâfa dağıtmak” ma'nâsına olarak mecâzen kullanılmaktadır. Örneğin güneş ışığını bol bol etrâfına yaydığı için “ifâza ediyor” denildiği gibi, kendisine de “mufîz ya’nî feyz verici” denilir. Ve aynı şekilde “küllî ruh” eserlerini madde bedenler arzına bol bol yaydığı için “ifâza” ve “mufîz” ta'bîrleri onun hakkında da kullanılır.

Ve “küllî rûh”un her bir bedende gözüken eserine bir “rûh” denildiğinden, kerem sâhibi tahkîk ehli indinde bu rûhların küllî rûha nispeti, şehirlerin idâresine me’mûr olun vâlîlerin, memleketin tamâmı üzerinde bütünsel olarak tasarrufa sâhip olan “imâm ya’nî önder”e nispeti gibidir. O vâlîler kendilerine imâmdan yansıyan tasarruf sâyesinde, eğer halk üzerinde adâlet ve insâf çerçevesinde muâmele ederlerse sevâp kazanırlar. Ve eğer bu yansıyan tasarrufu kötü kullanıp eziyet ve zulüm ederlerse azâplanırlar ve mes‘ûl olurlar. Bu ifâdeler herkesin anlayacağı bir tarzdadır.

Fakat burada seçkinlere özel bir sır vardır. O da budur ki: Hak Teâlâ hazretleri “Yeryüzü Rabb’inin nûruyla aydınlandı” (Zümer, 39/69) buyurur. Âyet-i kerîmedeki “Rab” ta‘bîrinin kullanılmasından anlaşılan “rubûbiyyet” yukarıda ta‘bîr sebebi îzâh edilen “ilk muallim”in efendiliğidir. Ve onun âlemin en aşağısını ve en yukarısını terbiye etmesi ve halk üzerinde ilk sebep oluşunun te’sîridir.

Şimdi “ilk muallim” olan “halîfe”nin efendiliği ve rubûbiyyeti sâbit olunca, o halîfe Hak Teâlâ’nın tenbîh yolu üzere buyurduğu “Ey mutmainne nefs, Rabb’ine dön!” (Fecr, 89/27-28) sözünde kendisine döndürülmüş olandır. Ya‘nî mutmainne nefisler o halîfeye döner. Çünkü madde bedenler arzına yayılmış olan nûr, ondandır. Ve o “halîfe” ve “küllî ruh” asıldır. “Herşey aslına döner” kâidesince elbette fer‘in asla dönmesi gerekir.

Ve “bi nûri rabbihâ” ya’nî “Rabb’inin nûru ile” (Zümer, 39/69) halîfeden yayılmış olan nûra tenbîh eder. Ve “İrciî ilâ rabbiki” ya’nî “Rabb’ine dön!” (Fecr, 89/28) emriyle de aslî olan rubûbiyyeti dolayısıyla bu nûrun ona dönüşüne tenbîh buyrulur. Ve ona dönecek olan nûr, hayvânî ruhtur ki, hayvan ve insanın o rûhta müşterek oluşu vardır. Ve bu rûh sebebiyle karanlık kesîf cisim nurlanır.

Ve insanın hayvânî rûhunda üç i'tibâr vardır ki, birincisi “ölüm,” ikincisi “uyku” ve üçüncüsü “gaflet” halleridir. Ölüm dediğimiz itibâr güneşin önüne bulutların perde olmasına; ve uyku dediğimiz i‘tibâr da güneşin batmasına; ve gafletin i'tibârı da ayın yuvarlağının astronomi bilginlerince malûm olan örtmeden dolayı hilâl şeklinde görülmesine benzemektedir. Bu üç i'tibârdan her birinin bir çok ayrıntıları ve netîceleri mevcût ise de burada hepsinin anlatılması çok uzun olur.

Bundan sonra bilesin ki, “imâm ya’nî önder” gâib olduğu vakit onun makamına “vezîr”i geçer. O vezîr gecede ay gibi memleket üzerine feyz verir. Fakat vezîrin maddesinin feyzi ve onun feyz verişi mutmainne nefsin maddesine perde olan bitkisel nefse bakarak feyz verse de “imâmlığın” feyz verişi gibi değildir.

Bilinsin ki, insanda “tabîî nefs” ve “bitkisel nefs” ve “hayvânî nefs” vardır. Tabîî nefs cismin parçalarını birbirinden ayrılıp dağılmaya bırakmayan bir kuvvettir. Ve bitkisel nefs cismi üç eb‘âda, ya‘nî boy ve genişlik ve derinlik ve altı yöne çekip büyüten bir kuvvettir. Ve hayvânî nefs cisme tercihte bulunma ile hareket veren bir kuvvetten ibârettir. Ve tabîî ve bitkisel nefs bütün hizmetkârlarıyla berâber hayvânî nefse hizmet ederler. Ve her birinin hizmetlerini ve vazîfelerini burada saymak ve îzâh etmek uzun olur. Detaylarını isteyenler tahkîk ehlinin eserlerini ve bilhassa İbrâhîm Hakkı hazretlerinin Ma’rifet-nâme'siyle Mahmûd Şebüsterî hazretlerinin Mir’ât’ül-Muhakkıkîn ismindeki eserini incelesinler.

Şimdi bunlardan başka insanî nefste kazanacağı sıfatlar i‘tibârı ile yedi mertebe vardır ki, bunlar da “emmâre nefs,” “levvâme nefs,” “mülhime nefs,” “mutmainne nefs,” “râziyye nefs,“ “marzıyye nefs,” “kâmile yâhut bâkıyye nefs”dir. Her bir alttaki mertebe, kendi üstündeki mertebenin perdesidir. Şimdi emmâre, levvâme, ve mülhime mertebelerinde olan nefislerde hayvânî sıfatlar mevcût olduğundan i‘tidâl ölçüsünün dışına çıkarlar. Mutmainne nefs mertebesi ise bunların tersinedir. Bu mertebe bütün muâmelelerinde i‘tidâle yakındır. Şimdi yemeye ve içmeye yatkın olan bitkisel nefs —ki bunda tabîî ve hayvânî nefs ve diğer nefisler dâhildir— mutmainne nefsin maddesine perde olur.

Ve bunların hepsine feyz yukarıda îzâh edildiği üzere “ilk yardım edici” olan “halîfe” ve “imâm”dan gelir. O gâib olduğu zaman, onun vekîli ve vezîri olan kimseden gelir ise de, vezîrin alışı halîfeden olup zâtından olmadığından, onun feyzi, güneşten ışık almak sûretiyle yeryüzünü aydınlatan aya benzer. Ve ayın aydınlatması tabi’ki güneşin aydınlatması gibi değildir.

Ve her ikisi, ya'nî imâm ve vezîr, gâib olduğu zaman şerîat hükümleri ilimlerinin yıldızları mesâbesinde olan fıkıh âlimleri onların makāmına geçer. Ve gece karanlığında yıldızlar yeryüzünü aydınlatamadıkları ve karanlığı gideremedikleri gibi, o fıkıh âlimleri de gece karanlığına benzeyen hayvânî nefsin ve yırtıcı nefsin kahrına ve yırtıcı hayvanlara mahsûs olup insanlarda gözüken kuvvetlerin istilâsını gidermeye güçleri yetmez. Çünkü onlar yalnız harf ve ses ile hükümleri teblîğ edebilip ma‘nevî tasarruflara kādir değildirler.

Şimdi sen seçkinlere özel olan bu sırrı iyi düşün ve araştır; ve bu verdiğimiz düstûru fikren derinleştir ve netîcelerini idrâk eyle! Sen bu çerçevede tefekkür ettikçe gerek dünyevî memleketin ve gerek insânî memleketin idâresinde sana ilâhî hikmet zâhir olur ve açılır.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin