Gûya onların başına kuşlar konmuştur.
Onlarda zulüm korkusu değil, velâkin azamet korkusu vardır.
Bu makam ancak tâife-i melekûtiyye-i kerûbiyye hakkında geçerli ve sâbit olur. Ve onların dışındakilere gelince, şiddetli azâbın müşâhedesi onları nazlanmaktan engeller. Hak Teâlâ buyurur: “Kalblerin ve gözlerin döndüğü günde onlar korkarlar” (Nûr, 24/37). Ve yine buyurur: “Onlar üstlerindeki Rabb'lerinden korkarlar” (Nahl, 16/50). Ey efendi, sana isyân edene, onun mertebesi ve derecesinin yakınlığı kadar azâb eyle! Bâyezîd Bistâmî (ra)yi görmez misin? Allah Teâlâ için murâd eylediği bir emre mânî olduğunda, nefsine azâb için nasıl tam bir sene su içirmedi.
“Ey kerîm efendi!” (Bâtında rûha, zâhirde şartları kendisinde toplamış olan imâma hitâbdır). İşlerinde sana refâkat eden şefkâtli kardeşinden şehrin siyâsetini, ya‘nî memleketin zâhiren ve bâtınen düzenine bağlanan idâre usûlünü, dinle! Rûhun memleketi cisimdir ve imâmın memleketi bellidir. Memleketindeki ahâlîye bir şey ibraz etmeyi ve melekût ve ceberût ve şehâdet âleminden, senin vâsıl olmuşluk âleminde ve ayrılmışlık âleminde bir şey zâhire çıkmasını istediğin zaman, o idâre usûlü sana lâzım olur. Rûhun memleket ehli zâhir ve bâtın kuvvetleridir. Zâhir kuvvetler şehâdet âleminden ve bâtın kuvvetler melekût ve ceberût âlemindendir. Rûhun vâsıl olmuşluk âlemi yukarıda “şehir” ta‘bîr olunan kalb; ve ayrılmışlık âlemi “köy” ta‘bîr olunan duyulardır.
Şimdi yardımcın olan aklı (ki Allah Teâlâ o akıldan râzi olsun) bütün memleketinin ahâlîsine takdîm eyle ki, onların arasında senin makāmına geçsin. Ve senin onların üzerine tasarrufla olan tecellîni bildirsin. Onların nefislerinde ve zâtlarında senin heybetini ve celâlini ve ezici kuvvetinin azametini bildirsin. Fakat bu ihtâr ve bildirim o şekilde olsun ki, onun sebebiyle onların nefisleri ve zâtları senden nefretle senin heybet ve celâlinden kaçacak yer aramasınlar. Belki bu tecellîn onları, senin muhabbetine ve senden yardım talebine sevk etsin. Bundan dolayı yardımcın onlara senin heybet ve celâlini bildirdiği gibi, onların kalblerinde senin şefkatini ve lütfunu ve rahmetini ve cömertliğini ve keremini; ve sana karşı nazlanmalarına sebep olmayacak şekilde, senin onlar üzerine olan ihsanının büyüklüğünü bildirsin.
İşte bu iki şekil çerçevesinde olan tecellîn sebebiyle onlar sana büsbütün ümîtsiz veyâ büsbütün lâubâlî ve nâz ehli olarak değil, belki bu iki duygu kendilerinde orta halde olarak, i'tidâl ölçüsünde mülâki olurlar.
Eğer onlar sana karşı gevşeklik dâiresinde muâmeleye meyletseler, onların kalblerinde yerleşen ceberûtun ve çok büyük olan ezici gücün onları kabz eder ve sıkar; ölçüsüz gevşeklikten engeller. Ve eğer onlar senin heybet ve celâlinin üstünlüğüyle sürekli sıkı bir halde olmaya meyletseler, senin acımanın ve şefkatinin dikkâte alınması onlara rahatlama bahşeder.
Bu şekilde onlar heybet ve üns makāmında korku ve ümît arasında olup şiddetli azâbdan emîn ve azametten korkar bir halde bulunurlar. Bu hâl içinde onların hareketlerinde öyle bir sükûnet ve yavaşlama olur ki, gûyâ onların başına kuşlar konmuştur da az bir hareket ile uçacaklarından korkaklar. Onlardaki korku zulüm korkusu değil, azamet korkusudur. Ya'nî Efendi’mizin bize haksız yere kahrı yönelir diye korkmazlar; belki acıma ve şefkatini ve türlü ihsânını bildikleri halde, azametinin kemâli karşısında titrerler.
Bu makām beşerî kesâfetten sıyrılıp birlik denizinde gark olmuş olan ve kudsî hadîste beyân buyrulduğu üzere, Hak Teâlâ onların işitmesi ve görmesi ve diğer kuvvetleri ve a'zâsı olup mukarreb ya’nî yakınlaşmış meleklerin sıfatlarıyla vasıflanmış olan sınıf hakkında geçerli ve sâbit olur ki, onlara tâife-i melekûtiyye-i kerûbiyye denir. Ve “E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenûn” ya’nî “Muhakkak ki Allah'ın evliyâsına, korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?” (Yûnus, 10/62) âyet-i kerîmesi gereğince onlarda korku ve hüzün yoktur. Kulluksal vücûdları hakkânî vücûdda gark olmuştur. Fakat bu sınıfın dışında olan kimselere gelince, şiddetli azâbın müşâhedesi onları nazlanmaktan, ya'nî gevşemeye meylederek nazlanmaktan engeller. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Kalblerin ve gözlerin döndüğü günde onlar korkarlar” (Nûr, 24/37). Ve yine buyurur: “Onlar üstlerindeki Rabb’lerinden korkarlar” (Nahl, 16/50). Buradaki “üst,” mekânsal olarak üst değil “Ve hüvel kâhiru fevka ıbâdih” ya’nî “O, kullarının üstünde kahhardır” (En'âm, 6/18) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere ma'nevî üsttür.
Ey efendi olan rûh! Sana isyân eden kuvvetlere ve duyulara onların mertebesi gereğince ve derecesinin yakınlığı kadar cezâ et! Bâyezîd Bistâmî (ra)i görmez misin ve onun menkıbesini işitmedin mi? Bârî’nin rızâsı için yapılmasını istediği bir işe muhâlefet ettiği zaman, nefsine azâb ve cezâ için tam bir sene nasıl su içirmedi!
HİKMETLERİ KEMÂLE ERDİRME
Ey kerîm efendi! Nefsini dünyâdan ve onun ihtiyâcından tenzîh et; ve onu kendine ve idâren altındakilere hizmetkâr kıl! Allah Teâlâ’nın seni ona ehil kıldığı mevkînin yanında dünyâ nedir ki, o mevkî kendisine iki âlemin bağlılığından mukaddestir. Şimdi dünyânın bağlılığı nasıl olur ki! Allah Teâlâ ona buğz etti ve halk edilişinden beri ona bakmadı. Ve Nebî (sav)’in onu leşe ve çöplüğe benzetmesi sana kâfidir. Ve onun verdiği haber ile Allah Teâlâ’nın indinde o, sivrisineğin kanadı kadar değildir. Ve o lânetlenmiştir; ve onda olanlar lânetlenmiştir. Ancak Allah’ın zikri cinsinden olan şey müstesnâdır. Allah Teâlâ’nın zâhir bir nûr cevheri olarak halk ettiği senin gibi bir halîfenin himmetine, tamâmen veyâ göz ucu ile leşe veyâ çöplüğe bakmak veyâ ona saldırmak yakışır mı? Ve Hak Teâlâ buyurdu ki; “Ey dünyâ bana hizmet edene hizmet et; ve sana hizmet edeni hizmetinde çalıştır!” Şimdi Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! Senin mevkîni sana halîfelik veren tarafından, sana takdîr edilen şey, sana vefâ edinceye kadar dünyâ sana tâliptir. Bundan dolayı idâren altındakilere şefkat ile bezenmiş ol! Sana itâatkar kıldığı şeyi talep etmekte kısa kes! Ve kurtuluşuna ve emirler ve yasaklar ve sınırlardan sana teklîf ettiği şeyle meşgul oluşun sebebiyle nefsinin kurtuluşuna çalış! Böyle olunca dünyâdan yüz çevirmeyi üzerine gerekli kıl; Sen ona yönelsen de ondan sana gelen şey, ister istemez hizmetkâr olarak sana gelir ve sana ulaşır. Ve sen ondan yüz çevirsen de yine sana ulaşır. Ka‘bu’l-Ahbâr beyân eder ki, Allah Teâlâ Tevrât’ta zikretti ki:
“Ey Âdemoğlu, eğer benim sana kısmet ettiğime râzî olur isen kalbin ve bedenin râhat olur ve sen de övülen olursun; ve eğer benim sana kısmet ettiğime râzî olmazsan sana dünyâyı musallat ederim. Sahrâda vahşilerin hareketi gibi onda hareket edersin. Daha sonra yüceliğim ve celâlim hakkım için, sen zemmedilmiş olduğun halde ondan ancak benim sana takdîr ettiğim şeye nâil olursun.”
Şimdi beden ile kalbe râhatı yerleştir! Çünkü irâdesiz bir şeyin talep edilmesi geçerli olmaz. Çünkü araştırıp inceleme için o harekete geçiricidir. Ve irâde, senin âmmen için tasarruf eden hâssandır. Ve eğer mazmûnda bütünsel tasarruf ile tasarruf ederse, onun üzerine olan emirlerine uymaya hâzır olmaz. Ve onun bunlara uymaması durumunda, sen bu bölümde anlatılacak olan şey üzerine idâren altındakilere leîm ya’nî fenâ olursun.
Ya‘nî ey kerîm efendi olan rûh! Zâtını dünyâdan ve dünyânın ihtiyâcından serbest kıl; ve o dünyâyı zâtına ve idâren altında olan kuvvetlerine ve a‘zâna hizmetkâr eyle! Çünkü senin şehâdet mertebesinde açığa çıkman sendeki kemâ- lâtın açığa çıkartılması içindir. Ve hakîkatte dünyânın varlığı bu maksada hizmet içindir. Eğer sen dünyânın hükümlerine dalıp gidersen bu yüce maksad yitirilir. Oysa Allah Teâlâ’nın seni ehil kıldığı halîfelik mevkîine göre dünyâ nedir? Bu halîfelik mevkîi kendisine dünyâ ve âhiretin bağlılığından pâk ve mukaddestir. Çünkü hakîkatte seninle Hak arasında varlıksal mertebelerden hiç bir mertebe yoktur. Eğer dünyâya ve âhirete ilgi duyarsan, bunlar Hak ile senin aranda perde olur. Nitekim “Dünyâ âhiret ehline haramdır; ve âhiret dünyâ ehline haramdır; ve her ikisi de Allah ehline haramdır” buyrulmuştur. Hal böyle iken Allah Teâlâ’nın buğz ettiği ve halk ettiğinden beri hiç bir kıymet vermediği dünyâya bağlılığın nasıl olur?
Ve o dünyânın hiç bir kıymeti olmadığına delîl istersen, Nebî (sav) Efendimiz’in onu leşe ve çöplüğe benzetmesi kâfidir. Nitekim hadîs-i şerîfte “Dünyâ leştir; ve onun tâlipleri köpeklerdir” buyrulmuştur. Ve yine (Sav) Efendimiz’in “Eğer dünyâ Allah indinde bir sivrisineğin kanadı kadar olsaydı, ondan bir kâfire bir içim su vermezdi.” Ve “Dünyâ lânetlenmiştir, ve onda olan da lânetlenmiştir. Ancak Allah zikir cinsinden olan şey lânetlenmiş değildir” hadîs-i şerîfleriyle olan haberleriyle, Allah Teâlâ’nın indinde o dünyâ sivrisineğin kanadı kadar değildir. Ve o lânetlenmiştir, ya‘nî Hak’tan uzaktır; ve onda olan şeyler de lânetlenmiş ve uzaktır. Ancak dünyâda Allah zikri cinsinden olan şeyler lânetlenmiş ve uzak değildir.
Bilinsin ki, dünyânın lânetlenmiş ve uzak olması maddî uzaklık değildir, belki ma'nevî uzaklıktır. Çünkü dünya Hakk’ın vücûd mertebelerinden bir mertebedir. Ve Hak Teâlâ “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” ya’nî “Artık hangi tarafa dönerseniz dönün, Allah'ın vechi oradadır”(Bakara,2/115) âyet-i kerîmesi gereğince onda zâtı ve sıfatları ve isimleri ve fiilleri ile zâhirdir. Ve Hak Teâlâ “ve huve meaküm eyne mâ küntüm” ya’nî “Ve siz nerede iseniz O, sizinle beraberdir” (Hadîd, 57/4) âyet-i kerîmesi gereğince bütün görünme yerleri ile beraberdir. Bundan dolayı Hakk’ın berâber olduğu bir yerde lânet ve uzaklık yoktur. Uzaklık ancak bu hakîkatten câhil ve gâfil olanlara göredir. Çünkü câhil kendinin ve âlemin vücûdunu müstakil ve Hakk’ın vücûdundan ayrı görür. Ve bu görüşten tabi’ki uzaklık hâsıl olur. Ârif ise bu hakîkati bilişi ve onun bu bilgisinin Allah zikri cinsinden oluşu ve bu bilginin öğrenme mahallinin ise dünyâ oluşu yönünden, ona göre dünyâ için lânet ve uzaklık yoktur. Çünkü hadîs-i şerîf gereğince dünyâda Allah zikri cinsinden olan şeyler lânetlenmiş değildir. Şimdi ârifin bakışı böyle olunca onun dünyâ ile münâsebeti dünyânın “ayn”ı için değil, ancak Hak için olmuş olur.
Şimdi ey kerîm efendi! Allah Teâlâ’nın zâhir bir nûr cevheri olarak halk ettiği senin gibi bir halîfenin himmetine, göz ucu veyâ tam bakış ile sâdece aynından dolayı leş ve çöplük olan dünyâya kıymet verip bakmak ve ona köpekler gibi saldırmak yakışır mı? Ve dünyâya aynından dolayı kapılıp ona hizmetler etmek yakışır mı? Hak Teâlâ hazretleri “Ey dünyâ bana hizmet edene hizmet et; ve sana hizmet edeni hizmetinden çalıştır!” buyurmuştur. Çünkü dünyânın halk edilişinden kasıt olan şey kâmil ârifin zuhûrudur. Ve dünyâ bütün gereçleri ve ilâveleri ile ona hizmetkâr olmak için mahlûktur. Nitekim Hz. Sa'dî buyurur. Beyt:
Tercüme: “Bulutlar, rüzgârlar ve felekin ayı ve güneşi, eline bir miktar ekmek geçirmen ve gaflet ile yememen için hizmet içindedirler. Ve hepsi senin için hayranın ve itâatkârındırlar. Senin me’mûr olduğun hizmeti yerine getirmemen insâfın şartı değildir.”
Şimdi insanın me’mûr olduğu hizmet, ilâhî bilginin öğrenilmesi ve bu bilgi içerisinde ma'bûduna ibâdettir. Eğer bu istenileni terk edip çocuk eğlencesi mesâbesinde olan dünyâ işleriyle meşgûl olursan, dünyâ sana hizmetkâr olmaz, sen dünyâya hizmetkâr olmuş olursun. Oysa madde bedensel vücûdunun olgunlaşması için, dünyâdan sana lâzım olan şey ne ise, sana halîfelik mevkîini bahşeden ve seni halîfe kılan Hakk’ın ezelde kendi cânibinden sana takdîr etmiş olduğu o şey, sana yetecek miktarda gelip seni bulur. Bundan dolayı idâren altında olan duyulara ve a'zâna şefkât ile bezen; ve onları dünyâ işlerinde fuzûlî olarak zâlimâne işgâl edip yorma! Fakat “Mâdem ki dünyevî ihtiyaçlarım bana ezelde takdîr olunmuştur ve mutlaka bana gelecektir; o halde sebeplere teşebbüsü terk edeyim!...” de deme! Hakk’ın sana itâatkâr kıldığı bu ihtiyâçların talebinde kısa bir şekilde sebeplere teşebbüs eyle; ve bu talebde zahmet ve mübâlağa etme! Çünkü takdîr edilmeyen şey hakkında ne kadar zahmeti ve mübâlağayı tercih etsen sana gelmez, boşuna yorulmuş olursun.
Dünyânın hallerine bakarsan bu hâlin binlerce örneğini görürsün. Ve insan doğduğu günden beri hallerini muhâsebe edecek olursa görür ki, binlerce isteğinden ancak bir kaçına nâil olmuştur. Diğer halleri aklından ve hayâlinden geçmemiş olan şeylerdir. Mâdemki hâlin hakîkati budur, o halde talebde kısa kesip kurtuluşuna ve emirlerden ve yasaklardan ve sınırlardan Hakk’ın sana teklif ettiği şeyle meşgûl oluşun sebebiyle nefsini kurtarmaya çabala! Böyle olunca dünyevî görünme yerlerinden yüz çevirmeyi üzerine zorunlu kıl; ve külfeti tercih etmekle dünyâyı ısrarla talep etmekten vazgeç! Çünkü sen tam bir muhabbetle dünyâya yönelsen ezelde takdir edilmiş olan şey ne ise, ister istemez sana hizmetkâr olarak gelecek olan ancak odur. Ve ondan yüz çevirip zorâki olarak ve kısa keserek sebeplere teşebbüs etsen yine gelecek olan odur.
Bu hâli îzâh olarak, ashâb-ı kirâmdan Ka‘bü’l-Ahbâr (ra) Hak Teâlâ hazretlerinin yukarıda tercüme edilen Tevrât-ı şerîfteki hitâbını beyân eder. Şimdi sen bu hakikati bilerek, talepte kısa kesip idâren altında olan kuvvetler ve a‘zân hakkında şefkat ile muâmele edersen tabi’dir ki hem beden ve hem de kalb râhat eder. Şu halde sen beden ile kalbe râhatı yerleştir! Sen böyle yapınca ilk olarak kalbde bir takım boş emeller kesilir ve daha sonra o emellerin oluşması irâdesi gider. Çünkü irâdesiz bir şeyin taleb edilmesi geçerli olmaz. Ve irâde araştırma ve incelemeye sebep olmak için harekete geçiricidir. Örneğin gönülde zenginlik emeli olunca, irâde onun oluşması için gerekli sebeplere sarfedilir.
Ve irâde senin âmmende, ya‘nî kuvvetlerinde ve a'zânda tasarruf eden hâssandır, ya‘nî kalbindir. Ve eğer hâssan mazmûnda, ya'nî herhangi bir ma‘nânın oluşmasında gark olup bütünsel tasarruf ile tasarruf ederse âmmen, ya'nî kuvvetlerin ve a‘zân, o tasarruf altında zebûn olur. Ve sen hâssan olan kalbine emirlere ve yasaklara ve ilâhî sınırlara âit bir takım emirler vermiş olsan da, artık ona uymaya hâzır olamaz; çünkü başka bir ma’nâda gark olmuştur. Ve o senin emirlerine uymayınca, sen bu bölümde geçen ve ileride îzâh edilecek olan dört sınıftan, idâren altındakiler için leîm ya’nî fenâ sayılan sınıfa dâhil olursun.
Sakın sakın, emrin zâhirî yönünden mahbûbun ve matlûbun olan Hakk’ın isteğinin dışında bir şeye irâdenin bağlanmamasına çalış! Ve bâtının irâdesi, ilme sebep olan isteğin gerçekleşmesinden sonradır ki, bu gerçekleşen ilimde bunun üzerine öne geçmeseydi ve ona irâde bağlanmasaydı, bu vasıf ve esâsın dışında bir şey üzerine onun gerçekleşmesinde kendi nefsinde onun değişmesi câiz olmakla berâber, bu vasıf üzerine olmaz idi. Şimdi ne zamanki bu karar kıldı, biz dünyânın talebini ve ondan yüz çevirmeyi ve ondan olan kuvveti zarurî kılan rızık talebi cinsinden daha önce bahsedilen şey hakkında, senin âleminden ve vâlîlerinden anlamayan kimseye bir örnek verelim. Ve Hak Teâlâ “ve lillâhil meselul â’lâ, ve huvel azîzul hakîm” ya’nî “Allah Teâlâ için yüce mesel vardır ve O Azîz’ül Hakîm’dir” (Nahl, 16/ 60) buyurur. Şöyleki bir adam yüzünü güneşe çevirir, onun gölgesi arkasına düşer. Güneş tarafına yürüyünce gölgesi ona tâbi’ olur ve ona erişmez ve ona nâil olmaz. Ve tam dik olduğunda, ya'nî güneş tam dik olduğunda, feleğin kubbesi onun başı üzerindedir. Bir sır vardır ki, açılmaz ve yazılmak sûretiyle bırakılmaz. Ve o Hak Teâlâ’nın “Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ” ya’nî “Sonra da onu yavaş yavaş kısaltarak, Kendimize çektik” (Furkân, 25/46) sözünde mevcûddur. Daha sonra misâle dönüp deriz ki: Ondan sonra bu adam, eğer yüzünü gölgesine çevirip güneşe arkasını döner ve gölgesine yetişmek için yürürse o kimse gölgeye yetişemez. Ve güneşten olan hazzını da yitirir. Ve onlar şunlardır ki, Allah Teâlâ (celle zikruhû) haklarında: “erci’û verâeküm fel temisû nûrâ” (Hadîd, 57/13) ya'nî “Arkanıza dönünüz de bir nûr arayınız!" buyurdu. Ve o kimse gölgeden ancak iki ayakları altında olan şeye ulaştı. Ve o da onun güneşe arkasını döndüğünde kendisi için oluşur. Şimdi muhakkak bu adam ve güneş, Hakk’ın vücûdu ve dünyâ gölgesidir. Ve iki ayağının altında olan şey de, varlığı zarûrî olan yaşam gıdâsıdır. Ey kerîm efendi! Dünyâ ancak senin için halk edildi; ve Hak Sübhânehû seni onun için halk etti ve onun için vücûda getirdi. Ve eşyâyı senin için vücûda getirdi. Tevrât’ta indirdi ki: "Ey Âdemoğlu, eşyâyı senin için halk ettim; ve seni de kendim için halk ettim. Şimdi kendim için halk ettiğim şeyi, senin için halk ettiğim şeyde rezîl etme!” Ve Hak Teâlâ Kur’ân-ı azîminde buyurur: “Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya'budûn” (Zâriyât, 51/56) ya'nî “Cinleri ve insanları ibâdet etmeleri için halk ettim.” Benim onlardan istediğim şey rızık cinsindendir. Ve yine Hak Teâlâ buyurur: “Ve onun rahmetindendir ki geceyi sükûn ve râhat; ve gündüzü fazlından kazanç ve ticâret talebiniz için halk etti” (Kasas, 28/72). Ve yine Hak Teâlâ buyurur: “O Allah Teâlâ sizin için, sizin binmeniz ve onlardan yemeniz için en'âmı; ve binmeniz için zînet olarak atları ve katırları ve hımârları halk etti” (Mü’min, 40/79). Ve bunun benzeri sayılamayan şeylerden Kur’ân’da çoktur.
Ya‘nî ey kerîm efendi olan rûh! Emrin zâhiri yönünden, ya'nî şerîat olarak Nebî (as)’ın teblîğ buyurduğu teklîfî emir yönünden, mahbûbun ve matlûbun olan Hakk’ın isteği ne ise, senin de irâden, memleketin olan insânî cisimde o isteğe bağlansın! Sakın ve Allah’dan kork! Ve irâdenin Hakk’ın isteği olan teklîfî emrin ve şerîatın dışında bir şeye bağlanmamasına çalış.
Ve bâtının irâdesi, ya'nî Hakk’ın irâdî emri, Hakk’ın ilmine sebep olan isteğin, ya'nî kulun sâbit ayn’ının, ilâhî ilimde bilinmiş olan sûretinin sâbitliğinden sonradır. Bu olan, ya'nî kulun sâbit ayn’ı, ezelde ilâhî ilimde sâbitlik bulan hâl üzerine öne geçmeseydi ve o hâl üzerine ilâhî irâde bağlanmasaydı, bu sâbitlik bulan vasfın ve hâlin dışında bir şey üzerine o isteğin gerçekleşmesinde, işin aslında o isteğin değişmesi câiz olmakla berâber, zâhir âlemde bu vasıf üzerine olmaz idi.
Bilinsin ki, ilâhî ilimde her bir mevcûdun bir hakîkati ve bir sâbit ayn’ı vardır. Bu ayn’lar ilâhî isimlerin ilmî sûretleridir. Bunların ilâhî ilimde sâbitliği Hakk’ın mutlak vücûdunun kendi zâtında, kendi zâtına, kendi zâtıyla tecellîsi neticesinde olur. Ve bu tecellî netîcesinde ilâhî ilimde peydâ olan ayn’lar, hangi ismin sûreti olarak sâbit olmuş iseler, rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerinde de onların o sûretle zuhûr etmelerine ilâhî irâde bağlanır. Çünkü Hakk’ın kudreti Hakk’ın irâdesine ve Hakk’ın irâdesi de Hakk’ın ilmine ve Hakk’ın ilmi de Hakk’ın bilinenlerine tâbi'dir. Şimdi bir sâbit ayn ne vasıf ve esas ile Hakk’ın bilineni olmuş ise, onun şehâdet mertebesinde de, o sûretle açığa çıkması için Hakk’ın irâdesinin bağlanmasına “irâdî emir” derler. Bu irâdî emir ilâhî kazâdır. Ve ilâhî kazâ da, ya mübrem ya’nî kaçınılmaz veyâ muallak olur. Mübrem ya’nî kaçınılmaz kazânın değişmesi mümkün değildir; fakat muallak kazânın değişmesi câizdir. Şimdi ilâhî kazâ, kaçınılmaz olsun muallak olsun, mâdemki eseri şehâdet âleminde kul üzerinde ortaya çıkmıştır, işte bu zuhûra bakıp deriz ki, bu kulun sâbit ayn’ı, ilâhî ilimde bu vasıf ile sâbit olmuş ve ilâhî irâde de bu vasıf üzerine bağlanmıştır. Bu bahsin ayrıntıları Fusûsu'l- Hikem’de Üzeyr ile Ya'kûb Fassı’ndadır. Ve kulun bütün halleri içinde maddî ve ma'nevî rızkı da dâhildir.
Ne zamanki bu îzâhlar karar kıldı, şimdi biz dünyâ talebini ve ondan yüz çevirmeyi ve dünyâdan olan kuvvet ve ihtiyâçları zarûrî ve lâzım kılan rızık talebi cinsinden evvelce anlatılan şey hakkında, senin memleket reîslerinden anlamayan kimselere bir misâl getirelim. Ya‘nî insânın madde beden vücûdunun hayâtının devâmı rızka muhtâç olduğu için ve rızık dünyâ cinsinden bulunduğu için, insan dünyâyı hâsıl etmeye meyleder. İşte biz yukarıda bu meylin meşrû olan çerçevesini ve o meşrû olan çerçevenin dışında kalan hallerden yüz çevirmeyi ve dünyâyı talepte kısa kesmeyi îzâh etmiş idik. Şimdi de bu rızık talebi hakkındaki îzâhların daha iyi anlaşılması için bir misâl getirelim. Çünkü Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde “ve lillâhil meselul â’lâ” ya’nî “Allah Teâlâ için yüce mesel vardır” (Nahl, 16/ 60) buyurur. Bu âyet-i kerîme baş tarafıyla berâber şöyledir: “Lillezîne lâ yu’minûne bil âhıreti meselüs sev’i, ve lillâhil meselül â’lâ, ve huvel azîzül hakîm” ya‘nî “Âhirete îmân etmeyen kimse için fenâ mesel vardır. Ve Allah Teâlâ için yüce mesel vardır; ve O azîz ve hakîmdir.” Ya‘nî işlerin âkıbetini idrâk edip îmân etmeyen kimselerin halleri fenâ misâller ile izâh edilir. Ve Allah Teâlâ’nın koyduğu hakîkat hükümleri ise yüce misâller ile anlayışlara yaklaştırılır. Ve Hak Teâlâ işlerini yerli yerine koyan Azîz’dir. İşte Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu âyet-i kerîmeyi fenâ misâl ile yüce misâli toplamış olarak aşağıda açıklar ve tefsîr buyururlar:
Şöyle ki bir adam güneşe yüzünü çevirdiği vakit gölgesi arkasına düşer. Güneş tarafına yürüdükçe gölgesi kendisine uyarak hareket eder. Bu gölge aslâ kendisine ulaşmaz. Bu hâl takdîr edilmiş rızkın nerede olursa olsun kendisiyle berâber bulunduğunu idrâk etmeyen ve boş yere koşup yorulan kimse için fenâ bir misâldir. Ne zamanki güneş tam ortada, feleğin kubbesinde onun başı üzerinde bulunur, gölgesi uzamayıp ayağının altında kalır. Şimdi güneş Hakk’ın vücûdu ve gölge kulun vücûdu; ve güneşin tam tepede bulunması Hakk’ın zâtî tecellîsi olunca, bu tecellî indinde kulun gölge hükmünde olan vücûdu fânî ve Hak bâkî kalır. Ve Hak kulun gölge hükmünde olan vücûdunu kendi tarafına çekmiş olur. Hz. Şeyh buyururlar ki:
Burada bir sır vardır ki, konuşarak açılamaz; ve yazılmak sûretiyle de bırakılmaz. Çünkü zâtî tecellî hâlindeki fenâ bizzât hakîkatini yaşamaya âit bir mes’eledir. Bizzât hakîkatinin yaşanmasına âit olan bir hâli sözlerle ve yazmakla ile ifâde etmek mnümkün değildir. Örneğin cinsel gücü olmayan bir kimseye cinsel ilişkiyi söylemek ve yazmak ile anlatmak mümkün değildir. Ve bu zevkî ya’nî bizzât hakîkatinin yaşanması sırrı Hak Teâlâ’nın: “Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ” (Furkân, 25/46) sözünde mevcûddur. Bu âyet-i kerîme öncesiyle berâber şöyledir: “E lem tere ilâ rabbike keyfe meddez zılle, ve lev şâe le cealehu sâkinen, sümme cealneş şemse aleyhi delîlâ / Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ (Furkân, 25/45-46) ya'nî “Rabb’ini görmez misin? Gölgeyi nasıl uzattı? Ve eğer dileseydi onu sâkin kılardı. Gölgeyi uzattıktan sonra o gölge üzerine güneşi delîl kıldık. Ondan sonra da onu kendi tarafımıza yavaş yavaş kısaltarak çektik.”
Bilinsin ki, bu şerhin muhtelif yerlerinde de îzâh edildiği üzere Hakk’ın mutlak vücûdunun kendi zâtına, kendi zâtında, zâtı ile tecellî buyurmasıyla ilâhî isimlerinin ve sıfatlarının sûretleri ilminde peydâ oldu. Bu sûretler isimlerin gölgeleridir. Daha sonra mertebe mertebe tenezzül ile bu ilmî sûretlerin gölgeleri şehâdet âleminde en zâhir olarak ortaya çıktı. Âlem sûretlerinden her bir sûret hangi ismin görünme yeri olmuş idiyse, o ismin hazînesinde gizli olan hâller ve hükümler bu dünyâ âleminde ondan zamanla açığa çıkar. Ve bu hükümler ve eserler her görünme yerinin kendi hakîkatinin gölgesidir. Ve bu gölgeler bu âlemde ilâhî işlerden başka şeyler değildir. Ve Hakk’ın vücûd güneşi bunlar üzerine delîldir. Ne zamanki tercihli ölüm veyâhut kaçınılmaz olan ölüm ile kulun vücûdu hükmen veyâ fiilen fânî olur, bu ilâhî işler kendi aslı tarafına yavaş yavaş kısaltılarak çekilir. İşte bu misâl, Hak Teâlâ için yüce bir misâldir.
Daha sonra cenâb-ı Şeyh (ra) misâle dönüp buyurur ki: Daha sonra bu adam yüzünü gölgesine ve arkasını da güneşe dönüp gölgesine yetişmek için yürüse tabi'ki gölgesine yetişemez. Çünkü ortada iki gibi görünen ancak bir vücûd vardır. Ulaşma ise iki vücûd arasında olur. Ve o kimse gölgesine doğru yürüyünce güneşe yönelmekten olan hazzını da yitirmiş olur. Ya‘nî dünyânın vücûdunu bağımsız zannedip güneş gibi zâhir ve âşikâr olan Hakk’ın vücûduna yönelişini terk ederek bu vücûdun gölgesinden ibâret olan dünyânın arkasından koşan adam iki yönden eli boş kalır: Birisi ebeden gölgeye yetişemez; diğeri de Hakk’a yönelişinden olan hazzını da yitirir. İşte bu gaflet hâli için fenâ bir misâldir.
Ve bunlar o kimselerdir ki, Hak Teâlâ onlar hakkında ““erci’û verâeküm fel temisû nûrâ” (Hadîd, 57/13) ya'nî “Salt nûr olan Hakk’ın vücûduna arkanızı çevirip gölge olan dünyâya yönelip eli boş kaldınız. Bu halden kurtulmak için yüzünüzü Hakk’a çevirip O’ndan bir nûr arayınız!” buyurur. Böyle bir kimse gölgeden ancak iki ayakları altında olan şeye ulaşmıştır. Ve gölgeden kendisinin yetişebildiği miktâr, ister güneşe dönsün, ister arkasını çevirsin, her hâl ve zamanda kendisi için zâten hâsıl olmuş bir şeydir. Ve bundan fazlasına yetişmesine imkân yoktur. Eğer yetişmek için koşarsa, zâten elde olanı elde etmek için koşmuş olur ki, bu da abestir. İşte bu yüce ve fenâ misâl içinde güneş Hakk’ın vücûdu ve bu adam dünyâ gölgesidir. Ve iki ayağının altında olan şey de hayâtın devâmı için varlığı zarûrî olan yaşam gıdâsı ve rızıktır. İşte ey zekî okuyucu, bu misâle göre kendi hâlinin hakikatini iyice düşün.
Ey kerîm efendi olan rûh! Dünyâ ancak senin için halk edildi. Çünkü sen ma'nâsın; senin zâhir olman için sûret lâzımdır. Dünyâ ise sûrettir. Ve sûret ma'nâsız olamayacağı için Hak Teâlâ hazretleri seni o sûret olan dünyâ için halk etti; ve o sûrete bağlantın için vücûda getirdi. Ve sen isimlere âit toplayıcılığa mazhar olduğun için eşyâyı sana hizmetkâr kılmak üzere vücûda getirdi. Nitekim yukarıda îzâh edilmiş idi. Bu ma'nâyı te’yîd edici olarak Hak Teâlâ Tevrât-ı şerîfte indirip buyurdu ki:
“Ey Âdemoğlu, eşyâyı senin için halk ettim; ve seni de kendim için halk ettim. Şimdi kendim için halk ettiğim şeyi, senin için halk ettiğim şeyde rezîl etme!”
Çünkü insan isimlere âit toplayıcılığa mazhar olduğu için ilâhî sûret üzerine mahlûktur. Ve bu mazhar oluşu dolayısıyla Hakk’ın cemâline bir aynadır. Bundan dolayı Hak Teâlâ kendi cemâlini insân-ı kâmil aynasında müşâhede eder. Böyle olunca onu kendi için halk etmiş olur. Ve onun çevresindeki bütün eşyâ onun vücûdunun devâmı için hizmetkârdır. İnsan bu isti‘dâd üzere mahlûk iken, kendi hizmetkârları olan eşyâya kapılır ve Hakk’a arkasını çevirirse, tıpkı bakanın karşısına konulan bir aynanın bu bakana arkasını çevirmesi gibi olur. Ve netîcede kendi varlığından amaçlanmış olan gâye yitirilir.
Ve Hak Teâlâ bu hakîkati “Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya'budûn” (Zâriyât, 51/56) ya‘ni “Ben cinleri ve insanları ancak ibâdet etmeleri için halk ettim” âyet-i kerîmesinde beyân buyurur. Ve ibâdet bilgiye bağlıdır. Çünkü bilinmeyen şeye ibâdet edilmez. Ve ilâhî bilginin anahtarı kişinin kendi nefsine olan bilgisidir. Ve kişinin kendi nefsine olan bilgisi, yukarıda anlatıldı. Ya‘nî bu âlemde kendisi, kendi hakîkatinin gölgesidir. Ve hakîkati olan sâbit ayn’ı ilâhî isimlerin gölgeleridir. Ve ilâhî isimler isimlendirildikleri Hakk’ın aynıdır. Şimdi kişiye kendi hakîkatinden, maddî olsun ma‘nevî olsun, zaman içinde inen şey, onun bu âlemdeki rızkı cinsindendir. Onun için cenâb-ı Şeyh (ra) “Benim bu beyânlardan kastettiğim şey rızık cinsindendir” buyurur. Ve bu rızık cinsinden olan şeyleri beyân eden Kur'ân âyetleri sayısızdır.
Dostları ilə paylaş: |