TAMAMLAMA
Ey kerîm efendi, idâren altındakilere muhabbet et! Ve her bir sınıfın kendisinin işine yarayacak olan verişleri onlara esirgemeden ver! Ve bu seni harâm olan şeylerden men’ eder. Mümkün olduğu kadar tâat hîbelerini onlara esirgemeden ver! Ve seni hâlife edeni hatırla ki, bir gün onların dilleri ve elleri ve ayakları onların aleyhine şehâdet eder. Muhakkak kulak ve göz ve kalbin her birinden sâhibinin ameli sorulur. İşte bu iki âyet sana tahsîs edilmişleri ve âmmeni kapsamına almaktadır. Ve yeryüzünde kibirlenerek yürüme! Ve şerîatın makbûl kıldıkları ile emret ve kabâhat ve haram olarak bildirdiklerinden men’ et! Ve emmâre ve levvâme nefsi soruştur! Ve yardımcını her bir ânda onlara lütfedici kıl! Ve mülkünün ve memleketinin köylerinin idâresini onları yönetir kıl! Çünkü onlar duyulara, ancak kendilerine aktarılan şeyi aktarırlar. Eğer hayır ise hayır olur; ve eğer şer ise şer olur. Şimdi bunun indinde memleketin sâlih olur; ve topladığın vergilerin artar; ve düşmanlarına karşı zafer kazanırsın. Şimdi himmetini ebeden en yakın olanın ıslâhına sarf et ki, çekişme ve kavgan ve zahmetin az olsun. Ve sâlihi fesatçının üzerine musallat et ki, onu ıslâh ede. Ve bunun şiddetli korku ile olmasından sakın ki, onların nefretleri artar. Şimdi Allah Teâlâ tarafından sana bu rahmettir ki, sen onlara mülâyim oldun. Ve eğer kötü ahlâklı olup kalbi katı ola idin, elbette onlar senin etrafından dağılırlar idi. Böyle olunca onları affet ve onlar için istiğfâr eyle! Ve onları hoş etmek için bu husûsta istişâre et! Çünkü nefisler kendisine ihsân eden kimsenin muhabbeti üzere yoğrulmuştur.
Ya'nî ey kerîm efendi ve ey halîfe olan rûh, idâren altında olan zâhir ve bâtın kuvvetlerine muhabbet et! Ve bunlardan her sınıfın işine yarayacak olan verişleri, onların her birine ayrı ayrı esirgemeden ver! Ve bu muhabbet ve verişler seni haram işlere girişmekten men’ eder. O kuvvetlere mümkün olduğu kadar tâât hîbelerini bol bol ihsân et! Ve bütün hallerde seni halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini hatırla ve yâd eyle ki, Kur’ân-ı Kerîm’de haber verildiği üzere, günlerden bir günde halîfe kılınan kimselerin idâresi altındakiler, ya‘nî dilleri ve elleri ve ayakları, onların icrââtı hakkında kendi aleyhlerine şâhidlik eder. Ve aynı şekilde Kur’ân’ın haberlerine bakarak muhakkak kulağın ve gözün ve kalbin her birinden, bunların sâhibi olan halîfenin ameli sorulur.
İşte bu bahsedilen “Yevme teşhedü aleyhim elsinetühüm ve eydîhim ve ercülühüm bimâ kânû ya’melûn” ya’nî “O gün onlara, onların dilleri, elleri ve ayakları yapmış olduklarına şâhitlik edecek” (Nûr, 24/24) ve “innes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûl” ya’nî “Muhakkak ki kulağın, gözün ve kalbin, onların hepsi, ondan mes’ûldürler” (İsrâ, 17/36) âyet-i kerîmeleri sana tahsîs edilmiş olan kuvvetlerin ve âmmen olan a'zânın hallerini kapsamına almaktadır.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin halîfeliğin dolayısıyla sana ihsân eylediği kudret ve tasarrufa mağrûr olup yeryüzünde kibirli bir şekilde yürüme! Ve idâren altındakilere şerîatın emrettiği bilinen şeylerle emret; ve şerîatın yasakladığı kabâhat ve haram şeylerden onları men’ et! Ve emmâre nefs ile levvâme nefsin hallerini dâimâ soruşturarak gözetim altında tut! Çünkü emmâre nefsin meyli dâimâ fenâ şeylerin tarafınadır. Ve levvâme nefs her ne kadar fenâ şeyleri kötülemek ve onlardan pişmanlık duymak sıfatını taşımakta ise de, yine fenâ şeylere bakmaktan kurtulmamıştır.
Ve yardımcın olan aklı devâmlı olarak sana tahsîs edilmiş olan kuvvetlerine ve âmmen olan a'zâna lütuf ile muâmele eder bir halde bulundur. Ya'nî şerîatın izin verdiği ni’metlerden ve mubâh olan şeylerden men' etme! Ve mülkün ve memleketin olan insânî vücûdun köylerinin idâresini, ya'nî köylerin olan a'zânı idâre eden bâtın ve zâhir kuvvetlerini, onları yönetir bir halde bulundur. Ya'nî vücûd a’zâlarından her hangi biri ilâhî sınırları aşarsa, onu o aştığı işten geri çekmek için kuvvetlerini o a‘zâ üzerinde tasarruf edici kıl! Örneğin gözün nâmahreme baktığı zaman tefekkür etme kuvvetini ona musallat et! Çünkü o köylerin olan a‘zâ duyulara, ancak kendilerine aktarılan şeyi aktarırlar.
Bilinsin ki, insan bu kesâfet âleminde çevresindeki mevcûdları ancak zâhirî beş duyusuyla hisseder. Ve bunlar insânî vücûdda mevcûd olan a‘zâlara bağlanırlar. Görme hissi göze; ve dokunma hissi vücûdun tamâmına; ve işitme hissi kulağa; ve koklama hissi buruna; ve tadma hissi ağıza bağlanır. Bundan dolayı duyulara aktarılan şey, çevrelerinden bu uzuvlara aktarılan şeydir. Bu aktarımlar, ya şerîat hükümlerine uygun olur veyâ aykırı olur. Şerîata uygun olması hâlinde bunun engellenmesi için akıl ve fikrin tasarruflarına gerek yoktur. Aykırılık hâlinde, o uzvu, ilâhî sınırlar içerisine çekmek için aklın ve fikrin vazîfesi, çâre tedârik etmek ve hîle yolunu kullanmaktır. Şimdi eğer kendi çevresinden a‘zâlara aktarılan şey meşrû‘ ve hayır ise duyulara da hayır aktarılır; ve eğer meşrû‘ olmayan ve şerr ise şerr aktarılır. Böyle olunca sen yukarıdaki îzâhlar içerisinde hareket ettiğinde vücûd memleketinin idâresinde sâlihlik hâsıl olur. Ve topladığın vergilerin, ya‘nî sâlih amellerin artar. Ve sâlih amellerin artınca, düşmanların olan hevâya ve onun yardımcısı olan şehvete üstünlük kazanmış olursun.
Şimdi himmetini ebeden en yakın olanın ıslâhına sarf et ki, mülkünde çekişme ve kavgan az olsun. Ve sana en yakın olan kalb ve ondan sonra bâtınî kuvvetler ve daha sonra a'zâdır. Ve sâlihi fesatçının üzerine musallat et ki, onu ıslâh etsin. İlk olarak kalbi ıslâh edersen bu sâlih olan kalbi fesatçı kuvvetler üzerine musallat edersin, onları ıslâh eder. Çünkü kalb sâlih olursa, kendisine ulaşan bozuk fikirlerin icrâsına meydân vermez; netîce olarak fikir ve inanç da doğru olur. Ve bâtıni kuvvetler sâlih olduğunda zâhiri kuvvetleri ıslâh ederler; ve onlar da a'zâyı ıslâh ederler. Ve bu ıslâh husûsunu i’tidâl üzere yap, onları şiddetli korku vâsıtasıyla yapma! Çünkü şiddetli korkudan onların nefretleri artar. Ve nefret ile olan amelde ihlâs bulunmadığı için fayda oluşmaz.
Rivâyet edilir ki, bir kimse Hz. Ömer (ra) efendimizin halîfeliği zamânında namaz kılar idi. Hz. Ömer onun çok acele kıldığı namazı beğenmedi; ve elinde kamçı bulunduğu halde ona, celâl ile, namazın olmadığını ve iâdesini emretti. O kimse korkusundan rükûnları düzgün olarak namazı iâde etti. Hz. Ömer onu seyretmekte idi. Namazın bitiminden sonra ona sordu: “Bak, şimdi namazı güzel edâ ettin! Evvelki namaz mı iyi oldu, şimdiki mi?” O kimse cevâben dedi: “Elbette evvelki namaz daha iyi idi.” Hz. Ömer: “Niçin?” diye sordu. O kimse: “Ben evvelki namazı Allah Teâlâ’nın rızâsı için gönlümün arzûsuyla edâ etmiş idim. Sonraki namazı kamçı korkusundan kıldım” dedi. Ve Hz. Ömer (ra) sükût buyurdu.
Şimdi ey halîfe! Kur’ân-ı Kerîm’de küllî rûh ve aslî halîfe olan (Sav) Efendimiz’e hitâben beyân buyrulan sıfattan senin dahi nasîbin vardır. O da budur ki, sana tahsîs edilenler ve âmmen hakkında olan muâmelende mülâyim olman Allah Teâlâ tarafından sana rahmettir. Ve eğer kötü ahlâklı olup kalbi katı olsaydın, elbette onlar senin etrâfından dağılırlar ve senin tasarrufun altına girmezler ve her biri bildiğini işler idi. Böyle olunca eğer onlardan muhâlefet olursa haklarında şiddetle siyâset etmeyip affet; ve onlar için istiğfar eyle! Ya'nî fenâlıklarının güzellikler ile örtülmesini taleb eyle! Ve onları hoş etmek için icrââtında onlar ile istişâre et! Ve tâkatlarine göre iş buyur! Eğer böyle yaparsan bu muâmele onlara güzel ve hoş gelir. Ve nefisler kendisine güzel muâmele eden kimsenin muhabbeti üzere yoğrulmuştur.
SİYÂSET
Ey kerîm efendi! Sana bir şeyi kendi yerinin dışına koymamak ve onların indinde bilinen vaktin dışında bir şey göstermemek yakışır. Ve belki o senin üzerine sağlam kılınmıştır. Ve alışılmışın dışında olağanüstü şeylerden sakın! Onun kabûlünün kuvvetli olması için, ancak ona ihtiyaç duyulması indinde âdetin dışına çık! Çünkü âdet, bu takdîr edilmiş işin açığa çıkması için, bu vakte şartları arttırır. Örneğin Allah Teâlâ yağma vaktinin dışında yağışla ve vaktinin dışında bulutu izâle etmede devamlılık üzere olarak âdetin dışına çıksa, bu ümîdsizliğe ve şükürsüzlüğe sebep olur. Şimdi onlar ihsân ile yeryüzünde azgınlık derler. Fenâ bir durumda nasıl olur? Ve eğer bir senede her hangi bir husûs için bunun benzeri gözükür ve âdetten vazgeçerse, sen onu tetkîk ile bulursun. Böyle olunca bu vasıflar ile ahlâklan! Senin için dünyâ yönünden ve âhiret yönünden selâmet oluşsun. Bir işe himmet eylediğin zaman “inşâallah” de! Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve lâ tekûlenne li şey'in innî fâilün zâlike gadâ / İllâ en yeşâallâhu” (Kehf, 18/23-24) ya‘ni “Birşeye azmettiğinde ‘ben onu yarın yaparım,’ deme! Belki ‘Allah Teâlâ dilerse yaparım,’ de!” Ve Allah üzerine yemîn etme! Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve lâ tenkudûl eymâne ba’de tevkîdihâ” (Nahl, 16/91) ya‘nî "Yemînlerinizi sağlamlaştırdıktan sonra o yemîni bozmayın!” Ve aynı şekilde buyurur: “Ve lâ tettehızû eymâneküm dehalen beyneküm” (Nahl, 16/94) ya‘nî “Yemînlerinizi aranızda mekr ve hîle edinmeyin!” Kötü arkadaşlardan kendini koru! Çünkü onlar paranı yerler ve senin etini ve kanını ateşe yaklaştırırlar. Sen ancak onunla dîninde artış bulduğun bir dosta arkadaş ol! Eğer dîninde onun sohbeti ile noksanlık olursa, şimdi o ne fenâ arkadaştır; ve o senin için en büyük düşmandır. Mülkünde ondan sakın! Çünkü o mülkünün harâb olmasına sebep olur. Ve senin hakkında bu kötü arkadaş senin hevândır. Hevâna cihâd eyle; çünkü o düşmanlarının en büyüğüdür. Ve Hak Teâlâ buyurur: “kâtilûllezîne yelûneküm minel küffâri” (Tevbe, 9/123) ya'nî “Size en yakın kâfirler ile savaşın!” Ve o sana kâfirlerin en yakınıdır. Şimdi onunla meşgûl ol! O seninle meşgûldür. Çünkü yırtıcı hayvanlar memleketinin köylerini yıkar ve sana dâimi ni’metlenme verir; hevâ ise senin dînini yıkar.
Ey kerîm efendi olan rûh! Sana yakışan, belki senin üzerine sağlam kılınmış olarak en lâzım olan şey budur ki, bir şeyi kendi yerinin dışına koymayasın! Ve idâren altındakiler indinde bilinen ve belirlenmiş olan vaktin dışındaki vakitlerde onlara bir şey göstermeyesin! Çünkü onlar alıştıkları şeye aykırı bir durum ve hareket görürlerse şaşırırlar. Çünkü âdet, bu sebepler âleminde, takdîr edilmiş bir işin açığa çıkması için bu vakte lâzım olan sebepleri ve şartları arttırır. Örneğin açlık yemek yemeye ve yemek yemek vücûdun kuvvetine ve vücûdun kuvveti dünyevî ve uhrevî mesâiye sebebdir. Ve bunların hepsi bu âlemde âdettir. Ve bu hallerin açığa çıkması ise takdîr edilmiş iştir. Bundan dolayı açlık vaktinde âdet olarak yemek yenilmesi lâzımdır. Böyle olunca âdete riâyet gerekir. Ve âdetin dışında çıkmaktan kaçınmalıdır. Çünkü bu âlem rûhânî neş’e üzerine değil, belki nefsânî neş’e üzerine mahlûktur. Örneğin rûhun görme ve konuşma husûsu her yönden olduğu halde, cismin görmesi ve konuşması ancak gözden ve dilden olur.
Şimdi ey kerîm, cisim âleminde sen kendi hâlini göstererek görme ve konuşma husûsunu, bilindiği şekilde göze ve dile vermeyip de, farz edelim elden ve ayaktan ve diğer a'zâdan gösterirsen onlar şaşırırlar; ve şaşkınlık kendi çevresine de yayılıp âlemin düzeni bozulur. Çünkü bu şeyleri kendi yerinin dışında koymuş olursun. Ve bir şeyi kendi yerinin dışına koymak ise zulümdür. Ve kerîm olana zulüm yakışmaz.
Ve idâren altındakilerin indinde bilinen ve belirlenmiş olan vaktin dışında onlara bir şey gösterme! Ve örneğin uyku vaktinde uyanıklık hâli gösterme! Bundan dolayı âdete aykırı hâl ve hareketten sakın! Ancak âdete aykırı bir şey gösterilmesine ihtiyaç duyulduğu vakit; ve örneğin senin hâl ve şânını inkâr eden ve fakat hidâyete isti’dâdlı olan kimseyi gördüğün zaman, âdetin dışında çık! Çünkü her zaman gözükmeyip böyle ihtiyaç hâlinde gerçekleşen bir hâlin kabûlü, bunu görenler üzerinde kuvvet ve şiddetle te’sîr eder. Örneğin Allah Teâlâ yağma vaktinin dışında, ya'nî yaz günü, devamlı bir şekilde kar ve yağmur yağdırarak âdetin dışında çıksa; veyâhut vaktinin dışında, ya'nî kış vaktinde, bulutu devâmlı bir şekilde izâle edip hiç yağmur veyâ kar yağdırmasa, bu âdetin dışına çıkma kulların ümîdsizliğine ve şükürsüzlüğüne sebep olur.
Şimdi kullar kendilerine Hakk’ın bol bol ihsânı geldiği vakit bile yeryüzünde azgınlık ve fesâd eder oldukları halde, böyle vaktinin dışında aşırı yağış veyâ hiç yağışın olmadığı fenâ bir durum olursa, artık onların hâli neye sürüklenir? Var kıyâs et!
Ve eğer bir senede yeryüzüne ve gökyüzüne âit hallerden her hangi bir husûs için bu beyân ettiğimiz şeyin benzeri gözükür ve Hak Teâlâ o husûsta âdetten vazgeçerse, sen onun netîcelerini tetkîk et! Kulların üzerinde nasıl te’sîrlerinin oluşacağını bulur ve anlarsın. Böyle olunca “Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” yüce emrine uyarak seni halîfe kılan Hakk’ın bu vasıfları ve ahlâkı ile ahlâklan ki, senin için dünyâ yönünden ve âhiret yönünden selâmet oluşsun.
Bir işi yapmaya himmet ettiğin ve kastettiğin zaman “inşâallâh” de! Çünkü bu sözün söylenmesi ilâhî üst irâdeden gaflette olmadığına işâret eder. Ve ilâhî kudret üst irâdeye ve ilâhî üst irâde de ilme ve ilâhî ilim de bilinenler olan sâbit ayn’ların kâbiliyyetlerine ve isti'dâdlarına tâbi‘dir. “Hakk’ın üst irâdesinin bağlandığı şey mevcûd olur; ve üst irâdesinin bağlanmadığı şey mevcûd olmaz” demektir. Şimdi bir şeye himmet ettiğin ve kastettiğin zaman, bu sırrı hatırlar ve düşünürsen o şeyin var edilmemesinden sıkıntı duymazsın ve mahzûn olmazsın. Çünkü bilirsin ki, o şeye Hakk’ın irâdesi bağlanmamıştır. Ve bu hakîkati Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve lâ tekûlenne li şey'in innî fâilün zâlike gadâ / İllâ en yeşâallâhu vezkur rabbeke izâ nesîte” (Kehf, 18/23-24) ya‘nî “Bir şeye azmettiğinde ben onu yarın yaparım deme; belki Allah Teâlâ murâd ederse yaparım de! Ve gafletle o irâdeyi unuttuğun vakit Rabb’ini zikret!” buyurur.
Ve Allah Teâlâ üzerine yemîn etme! Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve lâ tenkudûl eymâne ba’de tevkîdihâ” (Nahl, 16/91) ya'nî “Yemînlerinizi sağlamlaştırdıktan sonra o yemîni bozmayın!”Ve aynı şekilde buyurur:“Ve lâ tettehızû eymâneküm dehalen beyneküm” (Nahl, 16/94) ya'nî “Yemînlerinizi aranızda mekr ve hîle edinmeyin!” Çünkü bir şeyin takviyesi için Allah Teâlâ üzerine yemîn etmekte mahzûrlar vardır. Örneğin bir işi yapacağına yemîn ettiğin vakit, her işin gerçekleşmesinin ve açığa çıkmasının ilâhî üst irâdeye bağlı olduğunu unutmuş olursun; belki de senin yemîn ettiğin o işin gerçekleşmesine ilâhî üst irâde bağlanmamıştır. Bu şekilde o işi yemîn ile kuvvetlendirdiğin halde, engelleri ve yolunun kapalı oluşu sebebiyle yemînini bozmuş olursun.
Ve mâdemki her işin gerçekleşmesi ve gerçekleşmemesi Hakk’ın irâdesine bağlıdır; ve bu husûstaki ilâhî üst irâde senden perdelidir; bu perdelilik ile her hangi bir iş hakkında yemîn ettiğin vakit, o yemîni muhâtabını iknâ' etmek için ona karşı mekr ve hîle edinmiş olursun. Ve bu hâller ise yukarıdaki ilâhî emirlere aykırı bir hareket olur. Bu düştüğün çukurdan kurtulmak için Allah Teâlâ üzerine yemîn etmemek irfân yolu olur.
SORU: Ba‘zı hâdis-i şerîfler yemîn ile kuvvetlendirilmiş olduğu gibi, ba‘zı büyüklerden de sözlerinde yemîn olmuştur. Bunların yönü nedir?
CEVAP: Bunda iki yön vardır:
-
Birisi ilâhî üst irâdenin o husûsa bağlanması kendilerine açılmış olduğu için onu kuvvetlendirmek için yemîn buyrulmuştur.
-
Diğeri işin aslında gerçekleşmiş olan ve gerçekleşmesine ilâhî irâdenin bağlanması zâhir âlemde açığa çıkmasıyla anlaşılmış bulunan bir husûs için yemîn buyrulmuştur.
Şimdi Resûlullah (sav) Efendimiz’e eşyânın hakîkatlerini açılmış olduğuna şüphe yoktur. Bundan dolayı ba‘zı hâdis-i şerîfler bu sebepten yemîn ile kuvvetlendirilerek söylenmiştir. Ve ba‘zı büyüklerden de gerçekleşen bir husûs yemîn ile kuvvetlendirilerek beyân olunmuştur. Bu cümleden olarak İmâm-ı Alî (kerrem’Allâhü vecheh) efendimiz Hayber kalesini kendi kuvveti ile koparmadığına yemîn edip “Vallâhi Hayber kalesinin kapısını koparan ben değildim” buyurur. Ve Hayber kalesinin bir insânî ferdin kuvvetiyle koparılamıyacağı herkesin görüşünde açık bir husûs idi. Ve bununla berâber bu hârika herkesin gözü önünde gerçekleşmiş idi. Ve aynı şekilde şerîatte bir husûsun yapılmayacağına yemîn câizdir. Nitekim “Beyânlar iddiâ eden için ve yemîn inkâr eden kimse üzerinedir” kaidesi meşhûrdur. Çünkü iddiâcının gerçekleşeceğini iddiâ ettiği bir husûsun gerçekleşmeyeceğini beyân etmek ve onu yemîn ile kuvvetlendirmek, o husûsun gerçekleşmesine ilâhî üst irâdenin bağlanmamış ve bundan dolayı zâhir âlemde de açığa çıkmamış olduğunu beyân etmek demektir ki, bu yemînin bozulması düşünülemez.
Kötü arkadaşlardan kendini koru ve onlardan kaç! Çünkü onlar senin paranı yerler; ve etini ve kanını uzaklık ateşine yaklaştırırlar. Sen öyle bir dosta arkadaş ol ki, onun sohbeti sebebiyle dînindeki kuvvet artsın. Eğer kendine arkadaş edindiğin bir dostun sohbeti sebebiyle dîninde noksan ve bozukluk görürsen, o kimse sana pek fenâ bir arkadaştır; ve o kimse en büyük düşmanındır. Mülkünde ondan sakın! Çünkü o kimse mülkünün harâb olmasına sebep olur.
Ve senin hakkında bu en fenâ arkadaş senin hevândır. Hevâna cihâd eyle ve onunla dâimâ çarpışan ol! Çünkü o senin mülkünde düşmanlarının en büyüğüdür. Nitekim Hak Teâlâ “kâtilûllezîne yelûneküm minel küffâri” (Tevbe, 9/123) ya'nî “Size en yakın kâfirler ile savaşın!” buyurur. Ve senin hevân sana kâfirlerin en yakınıdır; çünkü mülkün olan cismindedir. Ve cisminin hâricinden sana aktarımlarda bulunan kâfirler tabi'ki ondan daha uzaktır. Böyle olunca gaflet etmeyerek dâimâ onunla meşgûl olup hallerini gözet; ve dâimâ gözetim altında tut! Çünkü o hevâ seni hiç bir vakit terk etmeyip seninle meşgûl olmaktadır. Bu hevâ âdî yırtıcı hayvanlardan daha zararlıdır. Çünkü âdî yırtıcı hayvanlar senin memleketinin köyleri olan a'zâlarını ve madde bedenini yıkar ve netîcesinde ölüm denilen hâl oluşur. Ve bu yüzden şehitlik mertebesine erişmen dolayısıyla dâimi ni’metlenme verir. Ve bu hevâ düşmanı ise, senin şehrin ve karargâhın olan kalbini bozarak dînini kökünden koparır.
Ey kerîm efendi! Yardımcına ve kapıcına vasiyyet ederim ki, senin vergilerinden ibâret olan sıfât cinsinden senin üzerine ancak kendisinde tahakkuk ettiğin bir sıfat dâhil olsun ki, o sıfat doğru ve zarurî olan iki önermenin neticesidir; ve kerîm ve dosdoğru olan iki asıldan bir fer'dir. Çünkü sıfât, onlar ile seni helâk etmek için, hevânın kendisine verdiği şeylerden, nefsin senin üzerine verdiği şeydir. Şimdi nefis onları, sana güzel bir sûrette olarak getirir. Oysa onların bâtını bunun tersidir. Hattâ eğer sen tecrübe edersen onun sıhhatini bulursun. Böyle olunca kendini muhafaza et! Sana bir sıfat geldiği ve sana dâhil olduğu zaman, apaçık delîller ve şerîat yönünden ve akıl yönünden ve âdet yönünden onun öncesine ve sonrasına bak; ve onu aklî görüş mihenkinde ve fikir mecrâlarında tecrübe et; ve onu ilim ölçeği ile tart! Ve firâset için belirlenmiş olan delîllerin sana verdiği şeyi onun hakkında sezinle! Şimdi eğer bir hayrı ta‘kîp ederse onunla hallen; eğer bunun tersi olursa onu katlet! Şimdi bu sıfat Resûlullah (sav)in “Dünyâdan ve onun sahte süslerinden sakınınız!” sözüyle dikkâtimizi çektiği sıfattır. Böyle olunca şey, ancak kendi aslının gereğini ta‘kîb eder ve ona döner.
Ey kerîm Efendi olan rûh! Yardımcın olan akla ve kapıcın olan fikre şunu vasiyyet ederim ki, senin beş duyundan hayâl hazînene bir takım vergiler toplanıp gelir ki, bu vergiler sıfât cinsinden olan şeylerdir. Sen bunlardan ancak hakikatine ulaşmak sûretiyle kendisinde tahakkuk ettiğin bir sıfatı hayâl hazînene koy! Çünkü senin bu tahakkuk ettiğin sıfat, doğru ve zarûri olan iki mantıksal önermenin geçerli netîcesidir. Ve biri Kur’ân-ı Kerîm ve diğeri hâdîs-i şerîfler olmak üzere kerîm ve dosdoğru olan iki asıldan bir fer‘dir. Örneğin kalabalıkta birisi ayağına basıp seni incitse, sende derhal bir gazab sıfatı peydâ olur; ve o kimsenin sûreti hayâl hazînene üzerine gazab olunmuş olarak dâhil olur. İşte sen bu vakit mantıkî bir kıyâs yapıp demelisin ki:
“Gazab sıfatıyla tahakkuk zemmedilmiştir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm gereğince öfekyi bastırmak övülmüştür. Ve her şer'îat hükümlerinden övülmüş olanların zıddı zemmedilmiştir. Öyle ise gazab sıfatı şer'îat yönünden zemmedilmiştir; ve bununla tahakkuk câiz değildir.” Veyâhut aksine bir kıyâs yapıp demelisin ki:
“Hilim ya’nî ağırbaşlılık ve nezâket sıfatı ile tahakkuk makbuldür. Çünkü bu sıfat Kur’ân’da ve hâdîslerde övülmüştür. Ve Kur’ân ve hadîste her övülen sıfatla tahakkuk makbûldür. Öyle ise hilim sıfatı ile tahakkuk makbûldür.”
İşte görülüyor ki, gazab sıfatı ile tahakkuk etmemek ve ağırbaşlılık ver nezâket sıfatı ile tahakkuk, hükümleri anlatılan mantıkî kıyâslarda verilen ikişer önermenin netîcesi olur. Ve bu netîce de Kur’ân ve Hadîs gibi dosdoğru ve kerîm olan iki asıldan bir fer' olmuş olur. Sana gelen sıfatlardan her bir sıfat hakkında uyanık olup, eğer böyle mantıkî kıyâs ile doğru bir hüküm vermeyecek olursan, sana dâhil olan fenâ sıfatlara yol vermiş ve onlar ile tahakkuk etmiş olursun. Bu ise senin hakkında zarardır. Çünkü sıfat dediğimiz şeyler öyle hallerdir ki, nefis onları senin düşmanın olan hevâ emîrinden alıp sana verir. Ve hevâ o sıfatlar ile seni helâk etmek ister. Ve nefis o sıfatları sana verdiği vakit, onları zâhiren sana güzel bir sûrette gösterir. Oysa onların bâtını ve hakîkati bunun zıddıdır ve çirkindir. Hattâ bu bizim sözümüzün sıhhatini, eğer sen kendi nefsinde tecrübe edersen sâbit bulursun. Böyle olunca nefsin verdiği sıfatlardan kendini koru; ve sakın onlar ile tahakkuk etme!
Şimdi sana bir sıfat geldiği ve sana dâhil olduğu zaman, apaçık delîller ve şer'îat yönünden ve akıl yönünden ve âdet yönünden onun öncesine ve sonrasına bak; ve onu aklî görüş mihenkine vur! Ve fikir mecrâlarında tecrübe et ve onu ilim ölçeği ile tart! Ve firâset ya’nî sezgi için belirlenmiş olan mantıkî delîllerin sana verdiği netîceyi o sıfat hakkında sezinle!
Örneğin nefis sana der ki: “Ramazan geldi, vücûdun zayıftır. Sana oruçlu olma sıfatı ile kıvam zarardır. Ve oruç tuttuğun zaman vücûdun büsbütün zayıf düşer, diğer farzları da edâ edemezsin.”
Bu görünüşte ma'kūl ve güzel görünür. Şimdi sen, nefsin bu hükmünü şerîata ve akla âit apaçık delîle tatbîk edersen çirkin bulursun. Ve meselâ nefse dersin ki:
“Ey nefis, ben şimdiye kadar her gün yedim içtim; vücûdum aynı zayıflık içinde idi; ve yemek ve içmek bu zayıflığa çâre bulamadı. Ve oruç büsbütün yemeyi ve içmeyi terk olmayıp bir günlük bir mes’eledir. Ondan sonra iftar edip vücûdu yeme ve içme ile takviye mümkündür. Özel olarak bende bir hastalık yoktur ki, oruç tutmamak câiz olsun. Hastalık olmadan oruç tutmamak kat’i olarak gelen habere aykırı bir harekettir. Ve kat’i habere aykırı her bir hareket ise isyandır. Öyle ise oruç tutmamak benim için isyân etmektir.”
Ve aynı şekilde, örneğin nefis der ki:
“Vücûdunu takviye için şarab iç! Çünkü dünyâ ve âhiret işleri bu vücûdun kuvveti ile olmaktadır. Ve şarâbın faydası ise Kur’ân’da geçmektedir. Ve her ne kadar hürmeti var ise de “zarûretler yasak olan şeyleri yapılabilir kılar” genel kâidesince senin için şerîat yönünden engel de yoktur.”
Sen bu hükmü aklî görüş mihenkine vurur ve fikir mecrâlarında iyice araştırır ve onu ilim ölçeği ile tartar da dersin ki:
“Ey nefis, Hak Teâlâ hazretleri “kulû minet tayyibâti“ ya’nî “temiz olanlardan yiyiniz” (Mü’minûn, 23/51) buyurur. Ve şarâb fenâdır, temiz değildir. Temizler arasında vücûdu takviye edecek birçok faydalı yiyecekler vardır. Bundan dolayı şarab içmek benim için aslâ zarûrî bir şey değildir ki mubâh olsun. Belki benim için şarab içmek isyandırr. Çünkü kat’i haberler ile yasaklanmıştır. Ve her kat’i haber ile yasaklanmış olan şeyi işlemek isyandır. Öyle ise şarab içmek isyandır. Ve şarabın faydası her ne kadar Kur’ân-ı Kerîm’de geçmekte ise de “ve ismuhumâ ekberu min nef’ihimâ“ (Bakara, 2/219) kat’i haberi ile günâhının faydasından daha büyük olduğu açıkça bildirilmiştir. Ve fenâlığı daha büyük olan faydalı bir husûsu tercih etmek, âhirette şiddetli azâba sebep olduğundan elbette onun terk edilmesi daha iyidir. Bundan dolayı şarab içmekten vazgeçmek daha iyidir.”
İşte görülüyor ki, nefsin hükümleri zâhirde faydalı ve güzel görünür. Fakat dikkâtli incelenirse onun tam tersi olan çirkin sonuçlar ortaya çıkar.
İşte nefsten gelen her bir sıfatı bu numûnelere tatbîk ederek düşün! Eğer bir hayrı ta‘kîp eder ve kıyâsın neticeleri hayırla netîcelenirse onunla tahakkuk et ve ziynetlen! Ve eğer dünyâ yönünden ve âhiret yönünden hayrın tersi olan şerr ile netîcelenirse, sakın o sıfatla tahakkuk etmeyip onu katlet ve imhâ et!
İşte katledilmesi gereken sıfat (Sav) Efendimiz’in “iyyâküm ve hazrâu'ddimeni” ya’nî “Dünyânın sahte süslerinden sakınınız!” hadîs-i şerîfinde bize tenbîh buyurduğu sıfattır. “hazrâu'ddimeni” aslında fenâ bir çevrede yetişmiş “güzel kadın”a söylenir ki, dış görünüşü gâyet güzel ve fakat bâtını olan ahlâkı gâyet çirkindir. Dünyâ da bunun gibidir. Zâhiri bezenip süslenmiş, fakat bâtını pistir. Bu nedenle “iyyâküm ve hazrâu'ddimeni” hadîs-i şerîfi dünyâdan ve onun sahte süslerinden dolaylı anlatım olur. Böyle olunca her hangi bir şeyin aslı ne esâsta ise o şey, kendi aslının o esâsını ta‘kîp eder ve ona döner. Ya‘nî başı hayır ise sonu da hayır olur. Çünkü Hâdî ismi hazretinden ulaşan bir sıfat, bu aslın gerekleri ne ise onu, ve Mudill ismi hazretinden gelen bir sıfat da bu aslın gereklerini ta‘kip eder. Ve her birisi kendi aslına döner. Çünkü bu iki asıl birdiğerinin zıddıdır. Bundan dolayı birinin gerekleri ve esâsı da diğerinin zıddı olur. Ve “İki zıt birarada olmaz” kâidesince onlardan çıkan hallerden hiç birisi diğerine dönmez, yine kendi aslına gider.
Dostları ilə paylaş: |