İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler


Bu beşinci bölüm yalnız imâma hâs olan isim hakkında ve imâmın sıfatları ve halleri beyânındadır



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə16/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   45

Bu beşinci bölüm yalnız imâma hâs olan isim hakkında ve imâmın sıfatları ve halleri beyânındadır

Muhakkak imâm, ancak dört vasfı taşıyan meliklerden biri olur ki: Bunlardan biri hem kendine ve hem de idâresi altındakilere cömert; ve biri hem kendine ve hem de idâresi altındakilere cimri, ve biri kendine cömert ve idâresi altındakilere cimri; ve biri kendine cimri ve idâresi altındakilere cömert olur. Bunların beyânı ileride başlı başına bir bölümde gelecektir.

Alemde ilâhî hikmet böyle geçerlidir ki, muhakkak âlem üzerinde yalnız halîfeye tahsîs edilmiş bir isim vardır ki, o isim başkasına verilemez. Halîfenin bu isim ile tek oluşu, zikredildiği zaman diğer insanlardan ayırt edilmesi ve bilinmesi içindir. Ve imâma mahsûs isim olmak üzere konulan kelimeden, âdet oluşu üzere imâmdan başkası anlaşılmaz. Ya‘nî geçerli olan âdet imamdan başkasının anlaşılmasına mâni'dir. Ve imâmın diğer insanlarla müşterek bir çok isimleri olsa bile, imâmlığı yönünden âdet olarak kendisine mahsûs olan kelime bu diğer isimlerden hiç birisi üzerine söylenmez.

Ve o isim “halîfe”dir. Meselâ halîfenin “Ahmed ve Mahmûd ve Ali” gibi diğer halk ile müşterek olan isimleri vardır. Fakat “halîfe” ismi ancak kendisine mahsûstur. Ve bu ismin, bu müşterek olan diğer isimler ile münâsebeti yoktur. Ve halîfenin bu tekliği, kendisini halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine tâbi olaraktan ve benzerlikten olmuştur. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri “İlâhiyyet” ismine mahsûs kılınmıştır ki, bu isimde kendisine aslâ iştirâk eden bir ferd yoktur. Hattâ biri “Allah” dediği zaman o kimsenin bu söylediğinden hakîkî fâil olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinden başkası anlaşılmaz. Görmez misin? Hak Teâlâ’nın ”a’budûllâhe” (Nisâ, 4/36) ya‘nî “Allâh’a ibâdet ediniz!” sözü indiği zaman, halk “Allah kimdir ki ona ibâdet edelim?” demediler. Fakat ne zamanki “uscudû lir rahmâni” (Furkan, 25/60) ya'nî “Rahmân’a secde ediniz!” denildi, Rahmân’ın rahmetten türemesi ve rahmetin kullara da kapsam oluşu i'tibârı ile halk “Rahmân nedir ki ona ibâdet edelim?” dediler.

İşte bunun gibi halka “Halîfeye itâat ediniz!” denilse, “Halîfe kimdir?” demezler. Fakat halîfenin ismi, farz edelim Abdullah olsa ve halka “Abdullâh’a itâat ediniz!” denilse, “Abdullah kimdir?” diye sorarlar. Bundan dolayı biz deriz ki, bu imâma hangi ismin hâs olduğuna bakıp, o ismi ona söyleriz. Böyle olunca Allah Teâlâ’nın “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeten” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Zikret şu vakti ki, Rabb’in meleklere yeryüzünde ben bir halîfe kılıcıyım, dedi” (Bakara, 2/30) sözünde ona verdiği bir ismin gayrını bulmayız ki, o isim de “halîfe”dir.

Ve Hak Teâlâ hazretleri o ismi ferd olarak sâdece kendisi için kullandığı için, bir zaman içinde halîfe cinsinden iki şahsın varlığını men’ eyledi de, bu husûsu Nebiyy-i zî-şânının lisânıyla “İki halîfeye bîat olunduğu vakit diğerini katlediniz!” sözüyle halletti ve kat’i olarak sonuçlandırdı.



Şimdi iki şahsın irâdesi birlikte olsa bile iki idâreci arasında, ya'nî idâre makâmında bulunan iki kimse arasında, mülkünü idâme etmek ve mülkün idâresini ayakta ve nizâm içinde tutmak geçerli olmaz; çünkü mümkün olmaz. Bu imkânın olmadığını Hak Teâlâ hazretleri “Lev kâne fîhimâ âlihetün illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/ 22) ya‘nî “Yerde ve gökte Allah’dan başka ilâhlar olsa idi, yer ve gök fesâda uğrar idi” (Enbiyâ, 21/22) âyet-i kerîmesinde beyân buyurdu. Açık sebebi budur ki, muhakkak iki halîfeden biri diğerinin yasakladığı şeyin aynı ile emreder. Örneğin halîfenin biri “Falan şeyden şu kadar kuruş vergi alınsın” diye emreder. Diğeri “Bu câiz değildir, alınmasın!” der. Bu ise birinin yasakladığı şeyin gayrı ile emretmektir. Oysa idâre altındakilerin bunlardan birinin emrine uyması gerekir. Bir şeyin hem yapılması ve hem de yapılmaması mümkün olmadığından birinin emrini ve diğerinin yasağını terk ederlerse cezâlandırılırlar. Ve eğer birinin emrini tutup diğerinin yasağını dikkâte almasalar, diğeri onları cezâlandırır; çünkü kuvvet sâhibidir. Sonuç olarak birine itâat ettikleri şeyin nefsiyle ve zâtıyla diğerine âsî olmuş olurlar. Bu durumda da kendisine isyân ettikleri kimse onları cezâlandırır. Eğer birinin emrini beğenip kendisine itâat ederlerse, diğerinin cezâlandırmasına engel olmak için, itâat ettikleri kimse üzerine onların yardım etmeleri zorunlu olur. İşte bu hâl tabi'ki savaşların ve fitnelerin çıkmasına sebep halîfeyi mülkün idâresinden başka işlerle meşgûl eder. Ve mülkün idâresi ihmâl edilmiş bir halde kalınca o mülk harâb olur. İşte bu açık ve tabîi sebeb için Hak Teâlâ hazretleri gerek âyet-i kerimede ve gerek Nebiyy-i zî-şânının lisânıyla ulaşmış olan hadîs-i şerîfte tek bir halîfe üzerine kat’i olarak haber verdi.

Şimdi eğer denilirse ki, biz işittik ki Allah Teâlâ “Ve huvellezî cealeküm halâifelardı” (En‘âm, 6/165) ya'nî “O Allah Teâlâ sizi yeryüzünün halîfeleri kıldı” buyurur. Oysa sen, o şer'an birdir, dedin, bundan dolayı ikisini birleştirmek nasıl olur? Biz deriz ki muhakkak halîfelik sırrı birdir ve o verâset yoluyladır; bu şahıslar onu mîras yoluyla edinir. Şimdi bir şahısta zâhir olduğu vakit, onunla vasıflanmış olan bu şahıs dâim oldukça, bu zaman içinde onun aynı ile diğer şahısta bu türden mevcûd olması şer‘an muhâl cinsindendir. Ve eğer o iddiâ ederse, o geçersizdir; ve onun iddiâsı reddedilmiştir; ve o bu zamânın deccâlıdır. Şimdi bu şahsın mevcûdiyeti kalktığında bu sır diğer şahsa geçer. Bundan dolayı onunla berâber “halîfe” ismi de geçer. İşte bunun için “halîfeler” denildi. Şimdi bu bölüme dikkat et ki, ben onda sırlar üzerine tenbîh ettim. Onların îzâhı üzerine tenbîhi kastettim. Bu kararlaştığı ve sâbit olduğu vakit, bu halîfe için onu halîfe bırakan kimsenin isimleriyle ahlaklanmak olur, tâ ki onun idâresi altındakilerin ahlâkında ve onların fiillerinde zâhir ola. Ve biz rabbânî isimler ile ahlaklanmanın ma'nâsını Keşfü’l-Manâ ‘an Sırri Esmâi’llâhi’l-Hüsnâ ile tercüme edilmiş olan kitabımızda anlattık.

Ya‘nî bizim beyânlarımıza i'tirâz olarak, birisi çıkıp da: “Sen şer'an halîfe bir olur, dedin; ve bunların şer’î delîlini de getirdin. Oysa biz Allah Teâlâ hazretlerinin ““Ve huvellezî cealeküm halâifelardı” (En‘âm, 6/165) ya'nî “O Allah Teâlâ sizi yeryüzünün halîfeleri kıldı” sözünü işittik. Bu şer’î delîle göre de halîfenin birden fazla olması gerekir. Birdiğerine aykırı görünen bu iki delîlin arasını birleştirmekle bu zâhirî tezat nasıl giderilir?” diyecek olursa, biz bu i'tirâza cevâben deriz ki:

Muhakkak halîfelik sırrı birdir, ya‘nî bölünmesi mümkün olmayan bütünsel bir ma'nâdır; ve o verâset yoluyladır, bu şahıslar onu mîras yoluyla edinir. Ya'nî ma'nâ sûret ile görüneceğinden, o bütünsel ma‘nâ bu sûretler âleminde bir şahıstan bir şahsa geçmek sûretiyle mîras yoluyladır. Ve bu mîras yolu evlâddan evlâda geçmek sûretiyle değil, belki yukarıda îzâh edildiği üzere zâhiren ve bâtınen imâmlığa mahsûs olan şartları taşıyan şahıslar arasında birdiğerine geçmek suretiyledir.

Şimdi bütünsel bir ma'nâdan ibâret olan bu halîfelik sırrı, şartları taşıyan bir şahısta gözüktüğü zaman, bununla vasıflanmış olan bu şahıs hayatta bulundukça, bu zaman içinde aynı ile diğer bir şahısta da bu halîfelik sırrının gözükmesi şer'an ve hakîkaten ve aklen muhâl cinsinden olan bir şeydir. Ve bunun şer'an ve aklen ve hakîkaten muhâl oluşu yukarıda îzâh edildi. Ve eğer şartları taşıyan bir şahıs mevcûd iken, diğer bir şahıs çıkıp da halîfelik iddiâ ederse, o şahıs geçersizdir; ve onun da'vâsı reddedilmiştir; ve o şahıs bu zamanın deccâlıdır. Ve “deccâl” “mübâlağa ile yalan söyleyen” ma'nâsınadır. Ve âhir zamanda böyle deccâlların ortaya çıkacağı nebevî hâdîslerde haber verilmiştir. Şimdi halîfeliği taşıyan kimse bu şehâdet âleminden intikâl etmek sûretiyle yok ve gâib olduğunda, bu halîfelik sırrı diğer şartları taşımakta olan diğer şahsa geçer. Ve bu sırrın geçişiyle berâber o şahsa “halîfe” ismi de geçer. Ve bu hâl böylece silsile şeklinde devâm eder. Bundan dolayı yeryüzünde bir çok halîfeler gelip gider. İşte halîfelerin bu şekilde birden fazla oluşundan dolayı “Ve huvellezî cealeküm halâifelardı” (En‘âm, 6/165) ya'nî “O Allah Teâlâ sizi yeryüzünün halîfeleri kıldı” âyet-i kerîmesinde çoğul kelime ile “halîfeler” buyruldu.

Şimdi ey zekî okuyucu! Bu bölüme dikkat et ki, ben bu bölümde ve bu bahiste bir takım sırlara işâret ettim; ve işâret ettiğim bu sırların ayrıca îzâhına girişmedim. Bizim beyânlarımızı idrâk eden zekî kişiler bunları çıkartabilir; ve yaşadığı zaman içindeki olayların akışına bakıp hâlin hakîkatini idrâk eder. Ve bu sırları dışına ve içine tatbîk eder. Her hangi bir şahısta bu halîfelik sırrı karar kıldığı ve sâbit olduğu zaman, bu halîfe kendisini halîfe kılmış olan Hak Teâlâ hazretlerinin ilâhî isimleriyle ahlaklanır. Ve bu ahlaklanma o halîfenin idâresi altındakilerin ahlâkında ve onların fiillerinde o ilâhî isimlerin hükümlerinin ve eserlerinin açığa çıkması içindir. Çünkü âlemin tamâmı ilâhî isimlerin ve sıfatların açığa çıkmasına mahsûs bir aynadır. Ve biz ilâhî isimler ile ahlaklanmanın ma‘nâsını Keşfü’l-Ma‘nâ ‘an Sırri Esmâi’llâhi’l-Hüsnâ ismindeki kitabımızda anlattık.

Ey kerîm olan efendi şerîatın üzerine koruyucu ol! Ve mülkünü ona hizmetkâr kıl ve aksini yapma ki, senin üzerine aksi olur. Ve insanda bahsettiğimiz âlemlerin tabakaları üzerine, kendisinden Allah Teâlâ’nın sana hîbe ettiği doğmakta olan zâhir hükümlere ve bâtın sırlara bakmaktan bir an bile gâfil olma! Daha sonra emir, yardımcısına doğru ilerler. Bundan dolayı kâtibine ve memleketinde olan her bir vâlîye bakış bu hâl üzerine olur. Öfkeyi yenmeyi ve büyüğe saygıyı ve küçüğe rahmeti ve ihsânda bulunanın ihsânını takdîri ve fenâlığa gözü kapamayı ve küçük günahları ve istemeden işlenen kusurları görmemezlikten gelmeyi üzerine lâzım kıl! Ve bu da gözün bir ân fuzûlî olarak bakmasıyla veyâhut dilin fuzûlî olarak söylemesiyledir. Şimdi öfke, istiğfâr ile ve kendisinde olan şeyden vazgeçmekle yenilir. Senelerce gözlerini yummayan veyâhut zamanlarca istiğfârsız duran kimse gibi olma! Ve büyüğe saygıya gelince, bâtında yaş için hazz yoktur. Ve büyüklük ancak şeref ve mertebe iledir. Ve küçüklük dahi bu ölçü üzeredir. Ve ihsânda bulunanın ihsânının takdîr edilmesine gelince, göz ve kulak gibi senin vâlilerinden bir vâli sana ihsân eylediği vakit, bunun üzerine onun makāmından ona bir çok lütufta bulunmak senin için olsun. Ve ona onun hatırlatılması yakışmaz. Ey kerîm olan efendi, sana şunu da vasiyyet ederim ki, mülkünde bir işi hemen yerine getirme, tâ ki bu işin âkıbetine bak! Eğer âkıbeti hayır ise icrâ et ve değilse kes! İşlerinde, ya'nî tâatta acele etme; çünkü illetler çoktur. Muhakkak nefis kendisine muhalefet edilmesi gereken emirden bir emir için tâat ile emreder. Ve bu nefs erbâbı indinde kendisinde ibret olan geniş bir kapıdır.

“Ey kerîm olan efendi” hitâbı “rûh”adır. Çünkü rûh “halîfe” olup kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı kerem sıfatını da taşıyıcıdır. Bu sebeple “kerîm” diye hitâb edildi. Ve halîfelik dolayısıyla vücûd mülkünün tasarruf edicisidir. Ve bütün kuvvetlerin reîsi olduğundan “Efendi” diye hitâb edildi. Varlık âleminin zâtî gereği ve isti'dâdının talebi olan ahmedî şerîatı muhâfaza et; ve mülkün olan insânî vücûdu onun muhâfazasında hizmetkâr kıl! Aksini yapma ki, senin üzerine aksi olur. Ya'nî şerîat hükümlerini muhâfaza etmekten sapma ve mülkün olan insânî vücûdu onun dışında bir hizmette kullanma! Eğer böyle aksini yaparsan, aslî makâmın ulvî âlem iken bu aslî makâma dönemeyip, o makamın aksi olan süflî derecelerde kalırsın. Çünkü nefis, vazîfesi şerîat hükümlerine muhalefetten ibâret olan hevâ emîrine tâbi’ olup da, sen de “Halîlem ya’nî nikâhlı hür eşimdir” diye nefis ile berâber olursan ilâhî yardımdan mahrûm olma çukuruna düşer ve hasret ve pişmanlık içinde kalırsın.

Ve bir an bile zâhir hükümlere ve bâtın sırlara riâyet husûsunda bakıştan gâfil olma ki, o zâhir hükümlerden ve bâtın sırlardan insanda bizim bahsettiğimiz âlemlerin tabakaları üzerinde, Allah Teâlâ’nın sana hîbe ettiği şeyler doğmaktadır. Ya‘nî insânda zâhir ve bâtın duyular vardır ki, bunlar hakkındaki ayrıntılar yukarıda beyân olundu. Ve bunlar halîfeye mahsûs bir takım pencereler ve kapılardır ki, zâhir duyulara bir takım zâhir hükümler ve bâtın duyulara da bâtın sırlar bağlanır. Ve bunların ikisinden de insanda mevcût olan âlemlerin tabakaları üzerinde Allah Teâlâ’nın sana hîbe ettiği şeyler, ya'nî isimlere âit verişler, doğar ve açığa çıkar. Bundan dolayı sen zâhir beş duyundan çıkan hükümlere ve bâtın beş duyuna ulaşan sırlara dikkat et! Bu isimlere âit verişler Hâdî ismi hazretinden mi, yoksa Mudill ismi hazretinden mi ulaşıyor? Böylece onların mâhiyyetlerine bakıştan gâfil olma!

Senin bu teftîşlerinden ve devamlı süren iç gözlemlerinden sonra, bu gözlemlerin yardımcın olan akla ilerler, ya‘nî ona işler ve geçer. Bundan dolayı kâtibine, ya‘nî hayâl kuvvetine ve memleketinde olan her bir vâlîye, ya’nî tasarruf edici kuvvetlerine, olan bakış ve dikkat bu hâl üzerine olur. Eğer çevrenin fiillerinden ve hareketlerinden sana hiddet istilâ ederse bu öfkeyi hazmetmeyi; ve büyüklere saygıyı; ve küçüklere merhameti; ve ihsân edici olan kimsenin ihsânını görüp takdîr etmeyi; ve gördüğün fenâlıklara karşı göz yummayı; ve halkın küçük günahlarından; ya‘nî yapmakta ısrar etmemek üzere onlardan çıkan kabahatlerden ve istemeden işlenen kusurları görmemezlikten gelmeyi üzerine vâcib kıl! Ve küçük günah ve istemeden işlenen kusurların îzâhı budur ki, göz bakılması câiz olmayan bir şeye fuzûlî olarak bakar; veyâhut dil söylenmesi uygun olmayan bir sözü fuzûlî olarak söyler. Şimdi öfkeyi hazmetmenin çâresi istiğfâr ve kendisinde hiddet olan şeyden vazgeçmektir. Sen senelerce gözünü yummayan veyâhut zamanlarca istiğfârsız duran kimseler gibi olma!

Ve büyüklere saygıya gelince, büyüklük her ne kadar zâhirde yaş itibarı ile olur ise de, bâtında yaş için haz yoktur; ya‘ni bâtında ve ma'nâda gençlik ve ihtiyarlık yoktur. Bâtında büyüklük ancak şeref ve mertebe iledir. Bâtındaki küçüklük dahi aynı şekilde bu ölçü üzeredir.

Ve ihsânda bulunanın ihsânını görüp takdîr etmeye gelince göz ve kulak gibi senin memleketinin vâlîlerinden bir vâlî sana ihsân ettiği, ya'nî şerîat hükümlerine uygun amel ettiği zaman, bu amel ve ihsân üzerine onların kendi makamlarından bu vâlîlere bir çok lütuflarda bulunmayı üzerine vâcib bil! Ve bu lütufların onlara hatırlatılması sana yakışmaz. Çünkü bundan nefsini temiz bilmeyi doğurur. Oysa Hak Teâlâ hazretleri “fe lâ tuzekkû enfüseküm” ya’nî “Öyleyse nefslerinizi temize çıkarmayın“ (Necm, 53/32) buyurmuştur.

Ve halîfenin insânî memleketteki kulak ve göz gibi vâlîlerinin ihsânına karşı, onun bol lütufları fiilen şükrüdür. Ve Seriyy Sakatî hazretleri Cüneyd Bağdâdî hazretlerine “Şükür hakkında ne dersin?” diye sordu. O hazret “Şükür Hak Teâlâ’nın verdiği ni'metler ile günahlara girmemendir” cevâbını verdi. Kulak ve göz gibi kuvvetler insânî vücûtta Hak Teâlâ’nın zâhirî ni’metleridir. Bunları şer’î sınırlar içerisinde kullanmak fiilî şükürdür. Ve onların her ânda şerîat hükümlerine uygun amellerde kullanılması devamlı olan fiilî şükür ve sürekli olan ihsândır.

Ve daha çok lütfun bir ma'nâsı da budur ki, bu gibi kuvvetlerin şer’î sınırlar içerisinde amelleri sağlam bir şekilde yerine oturunca, artık onların riyâzât ve mücâhedeler ile terbiye edilmesine ve “ve lâ tense nasîbekemined dunyâ ve ahsin kemâ ahsenallâhu ileyke” (Kasas, 28/77) ya'nî “Dünyâdan nâsibini unutma; ve Allah Teâlâ’nın sana ihsân eylediği gibi ihsân eyle!” âyet-i kerîmesi gereğince mubâh şeylerle ni’metlenmekten men' edilmelerine lüzûm kalmaz. Bu hâl onların ilâhî zâhirî ni’metlerle lütuflandırılmaları demek olur.

Ey kerîm efendi olan halîfe! Sana şunu da vasiyyet ederim ki, mülkünde işlerinden bir işin hükmünü derhâl uygulama ve icrâ etme! İlk olarak bu işin âkıbetini iyice düşün! Eğer bu düşünce netîcesinde, o işin âkıbetinin hayır olduğunu görürsen icrâ et! Aksi halde o işin icrâsından kaçın! İcrâsına me’mûr olduğun işlerinde, ya'nî tâat ve ibâdetlerde acele teennî eyle! Her hâtıra gelen ibâdeti icrâ edeyim diye acele etme! Çünkü illetler çoktur; ya'nî zahiri tâat ve ibâdet ve bâtını günah olan işler pek çoktur. Muhakkak nefis, zâhiri tâat ve bâtını günah olduğu için kendisine muhâlefet edilmesi gereken işlerden bir iş ile emreder. Bu vasiyyet nefis erbâbı, ya'nî nefsin illetlerini bilen kimseler indinde kendisinde ibret olan geniş bir kapıdır.

Meşhurdur ki, İmâm-ı Alî (kerremallâhü vechehû ve radıyallâhü anh) efendimiz bir savaşta kâfirin birini yatırıp öldürmek istedi. Kâfir gazâbından Hz. Alî (k.a.v) efendimizin pâk yüzüne tükürdü. Bu hâli müteâkip cenâb-ı Alî kâfirin öldürülmesinden vazgeçip onu serbest bıraktı. Kâfir bu hâle hayret edip dedi ki: “Yâ Alî, beni öldürmekten niçin vazgeçtin? Bunun sırrını bana îzâh et!” Sultânü’l-Muhlislerin sultânı İmâm-ı Alî efendimiz buyurdular ki: “Kâfirler ile savaş farz ve ibâdettir. Ve seni öldürmeye kalkıştığım zaman ancak bu farzı yerine getirecektim. Oysa sen yüzüme tükürünce nefsimde bir hiddet peydâ oldu. Eğer nefsimin bu hiddeti esnâsında seni öldürmüş olsam, ibâdet işin nefsimin arzûsunu da ortak yapmış olacaktım. Hak Teâlâ hazretleri ise “ve lâ yuşrik bi ibâdeti rabbihî ehadâ” (Kehf, 18/110) buyurup kendi ibâdetine hiç bir şeyin ortak koşulmamasını emreder. Bundan dolayı sûrette tâat ve ibâdet ve bâtında şirk ve günah olan bu işi icrâdan vazgeçtim.” Kâfir: “Yâ Alî, ne yüce dinin vardır!” deyip müslüman olmuştur. Bu kıssa Mesnevî-i Şerîf’in birinci cildinde cenâb-ı Mevlânâ (ra.) efendimiz tarafından hakîkatleri ve incelikleriyle beyân buyrulmuştur. Sonuç olarak zâhirde tâat ve bâtında günah olan bir çok işler Tezkiretü’l Evliyâ ve Nefehâtü’l-Üns ve Reşehâtü Ayni’l-Hayât gibi kitaplarda ev- liyâullâhdan naklen îzâh edilmiş ve ayrıntılı olarak anlatılmıştır.



Ey kerîm olan efendi! Sana şununla da vasiyyet ederim ki, idâren altındakiler için lemha-i bârık ve hayâl-i târikin gayrı tahallî etmeyesin ya’nî ziynetlenmeyesin! Çünkü onlar kusurlarından dolayı halîfeliğin değerini bilmezler. Bundan dolayı çok kere ziynetlenmenin devamlı oluşu sebebiyle edebsizlik ederler. Belki bunun dışında başka bir şey olmaz. Ve Allah Teâlâ rızkı kullarına bollaştırsa yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Velâkin dilediği miktâr ile indirir. Şimdi kabz makâmı üzerine tenbîh eyledi. Ve tahallî ya’nî ziynetlenme burada arasıra veyâ her bir hâdisede değil, ba'zı hâdisede tevhîdi zâhire çıkarmaktır. Çünkü sürekli olarak ziynetlenme hükümlerin ve din ile ilgili şeylerin devre dışı kalmasına sebep olur. Ve böyle olunca da mülk eninde sonunda harâb olur. Şimdi tevhîdden lemha-i bârıkın dışındakilerden sakın, sakın!

Ey kerîm olan efendi! (Rûh’a hitaptır ve zâhirdeki halîfe için de ma‘nâya hisse vardır) Sana şununla da vasiyyet ederim ki, idâren altındakiler ve tâbi’lerin için lemha-i bârık ve hayâl-i târikin dışında bir şey tahallî etmeyesin! “Lemha” “bir şeyin ansızın az görülmesi” ma'nâsınadır. “Bârık” “sür'atle şimşek gibi çakıp kaybolan şey”dir. “Hayâl-i târik” “gece göze görünüp sür'atle yok olan hayâl”dir. “Tahallî” “ziynetlenmek” ma‘nâsınadır. Ve biraz aşağıda beyân edileceği üzere cenâb-ı Şeyh (ra) burada tahallî ya’nî ziynetlenmek kelimesini “tevhîdi zâhire çıkartmak” ma'nâsında kullanmışlardır.

Şimdi rûhun idâresi altındakilerin kuvvetler ve a‘zâ ve organlar olduğu yukarıda îzâh edildi. Zâhirî halîfenin idâresi altındakiler de ona tâbi’ bulunan halktır. Zâhirî halîfenin ziynetlenmesi, diğer fertlerin ziynetlenmesine benzemeyeceği için böyle bir ziynetlenme ile zâhir olduğu vakit, kendi makāmının vahdetini zâhire çıkartmış olur. Bu ziynetlenme ve tevhîd dâimî olmamalıdır. Çünkü halk ilâhî bilgilerdeki kusûrlarından dolayı halîfeliğin değerini bilmezler. Bu ziynetlenmenin devamlılığı sebebiyle, kendilerinde bu hâle ülfet ve alışkanlık peydâ olacağından çok kere o makāmın yüce şânına hürmette ve riâyette edebsizlik ederler; ve belki dâimâ bu hâle cür’et ederler. Bundan dolayı idâre altındakilere karşı ziynetlenme ancak şimşek gibi bir anda çakıp kaybolan ve gece göze görünüp sür'atle yok olan hayâl türünden olmalıdır ki, o makāmın heybeti idâre altındakiler üzerinden gitmesin.

Rûhun ziynetlenmesine gelince, halîfeliği dolayısıyla kendisini halîfe kılmış olan Hakk’ın sıfatlarıyla zâhir olmasıdır. Ve bu zâhir oluş indinde kuvvetlerden zâhir olan sıfatların ve a'zâ ve organlardan çıkan fiillerin onlara izâfe edilmesi ve onların bunlara vehmî olan sâhip olmaklıkları kalmaz. Ve bu halde sıfatlar tevhîdi ve fiiller tevhîdi zâhir olur. Ve bu hâl varlık âleminde hakîkatin zâhir oluşudur. Ve bu hâlin devamlılığı şerîat ve hükümler mertebesi olan varlık mertebesinde aslâ câiz değildir. Çünkü kuvvetler ve a'zâ bu tevhîdin zâhire çıkarılması karşısında kendilerine mahsûs olan vazîfeleri yerine getiremez olurlar. Nitekim ilâhî meczubların hâli meydandadır.

İşte bu zâhire çıkarma ve tevhîdin zâhir oluşu ilâhî rızıklardan bir rızıktır. Eğer bu rızkı Hak Teâlâ kullarına bollaştırsa yeryüzünde azgınlık ederlerdi, ya'nî bu varlık mertebesinin hükümlerine riâyet edip kuvvetlerinin ve a'zâlarının konuluşları doğrultusunda kullanamazlardı. Velâkin Allah Teâlâ bu rızkı dilediği miktâr, ya'nî kulun isti'dâd ve kâbiliyyeti kadar indirir. Bu hâl Kābız isminin gereğidir. Bundan dolayı bu “Ve lev besetallâhur rızka li ibâdihî le begav fîl ardı ve lâkin yunezzilu bi kaderin mâ yeşâu“ ya’nî “Ve eğer Allah, kullarına rızkı genişletseydi, yeryüzünde mutlaka azarlardı. Fakat O, dilediği kadarını indirir” (Şûrâ, 42/27) ayet-i kerîmesi kabz makâmına işâret buyurur.

Ve bu bahiste bahsedilen tahallîden ya’nî ziynetlenmeden kasıt, arasıra veyâhut her bir hâdisede değil, hâdiselerden ba'zı hâdisede tevhîdi zâhire çıkartmaktır. Çünkü dâimâ ziynetlenmek ve tevhîdi zâhire çıkartmak yukarıda bahsedildiği üzere şerîat hükümlerinin ve dîn işlerinin devre dışı bırakılmasına sebep olur. Çünkü tahkîk ehli hazretleri “Eğer hakîkat zâhir olsa şerîat bâtıl olurdu” buyurmuşlardır. Bunun böyle olduğu hâl ve zevk ehli indinde güneş gibi bellidir. İlmî beyânı şudur ki, şerîat ikilik üzerine kurulmuştur. “Mürsil ya’nî Gönderici,” “resûl ya’nî gönderilen,” “mürselün-ileyh ya’nî kendilerine resûl gönderilen” gibi çokluklar lâzımdır. Bu ise Hakk’ın sıfatları ve fiilleri karşısında kula da sıfatlar ve fiiller isnâd edilmesini gerektirir.

Ve irâde, ilâhî sıfatlardan bir sıfat olduğu gibi, kula bağlanan sıfatlardan da bir sıfattır. Ve şerîat bakışında kul irâde sâhibidir; ve irâdesinden dolayı mes’ûldür. Bundan dolayı varlık âleminde ve bu şehâdet mertebesinde Hakk’ın irâdesi karşısında kula da irâde isbâtı lâzım gelir. Bu ise sıfatların tevhîdine aykırıdır. Fakat vücûdun varlık mertebesine tenezzülünün gereği bu hâl olduğundan şehâdet mertebesinde ikilik asıl ve tevhîd geçicidir. Ve geçici olan hâlin devâmı ise câiz değildir.

Ne zamanki kulun şehâdet mertebesindeki taayyünü ölüm dediğimiz hâl ile ortadan kalkar, bu taayyüne bağlı olan ibâdetler ve şerîat hükümleri de kalkar. Nitekim “Va’bud rabbeke hattâ ye’tiyekel yakîn” ya’nî “Ve yakîn gelinceye kadar Rabb’ine ibâdet et!” (Hicr, 15/99) âyet-i kerîmesinde bu hakîkate işâret buyrulur.

Sonuç olarak bu taayyün âleminde sürekli bir şekilde tevhîdi zâhire çıkartmak câiz değildir. Eğer olursa şerîat hükümleri devre dışı kalır. Ve şerîat hükümleri devre dışı kalınca, bu insânî mülk derhal, veyâhut yavaş yavaş harâb olur. Mülkün derhal harâb olması budur ki, kuvvetler ve a‘zâ düzenli bir şekilde hareket edemeyip çevresiyle uyumsuz olur. Ve bu uyumsuzluklar Hz. Mansûr ve Hindli Sermed-i Sermest ve benzerleri hakkında revâ görülen hallere sebep olur. Ve yavaş yavaş harâb olması budur ki, düzeni ve intizâmı bozulan kuvvetlere ve a'zâya günden güne bozukluk bulaşır. Ve bu bozukluk onun günden güne fenâsına sebep olur. Böyle olunca tevhîdden lemha-i bârıkın ya’nî şimşek gibi bir anda çakıp kaybolmanın dışındakinden, ya'nî tevhîdi devâmlı olarak zâhire çıkartmaktan sakın, sakın!

SİYÂSET

Ey kerîm efendi! Sana refâkat eden şefkâtli kardeşinden şehrin siyâsetini dinle! Memleket ehline ibrâz etmeyi ve melekût ve ceberût ve şehâdet âleminden senin vâsıl olmuşluk âleminde ve ayrılmışlık âleminde zâhire çıkarmayı istediğinde, sana lâzım olur. Şimdi yardımcı olan aklı (razıyallâha anh) bütün memleketinde takdîm eyle ki, onların arasında senin makāmına geçsin. Ve senin onlara olan tecellîni bildirsin. Ve onların nefislerinde senin heybetini ve celâlini ve ezici kuvvetinin azametini takdîr ve tesbît eylesin. Onun sebebiyle onların nefisleri senden nefret etmesin. Ve aynı şekilde onların kalblerinde senin şefkatini ve lütfunu ve rahmetini ve cömertliğini ve senin üzerine nazlanmaya sebep olmayan minnetinin büyüklüğünü bildirsin. Böyle olunca onlar sana salt itâatkâr ve salt sapmışlar olarak değil, belki ikisinin ortasında olarak, i'tidâl ölçüsünde mülâki olurlar. Eğer onlar sana karşı gevşeklik hâlinde olmayı isterlerse, senin ceberûtundan ve ezici kuvvetinin azametinden onların nefislerinde olan şey, onları kabz eder. Ve eğer kabz hâlinde olmayı murâd ederlerse, senin acımandan ve şefkatinden onların nefislerinde karar kılmış olan şey onları rahatlatır. Şimdi onlar heybet ve üns makāmında korku ve ümît arasında olup şiddetli azâbdan emîn ve azametten korkar olurlar.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin