İrade hüRRİyeti ve imam maturiDİ 4



Yüklə 1,43 Mb.
səhifə21/29
tarix17.11.2018
ölçüsü1,43 Mb.
#83149
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   29

II

MATÜRİDİ'DE İRADE

İmâm el-Mâtürîdî'nin irâde anlayışını ortaya koyabil­mek için, Allah'ın irâdesi ve kulun irâdesi olmak üzere iki kısım hâlinde ve daha önce de yaptığımız gibi küçük yan başlıklarla meseleyi arzetmeye çalışacağız, 883


A.Allah'ın İrâdesi:

Cenâb-ı Hak bizzat kendini vasıflandırdığı ezelî sıfat­larla muttasıftır. Bunlar 'ilim, hayat, semi', basar, kelâm, kudret, irâde sıfatları olarak zatî sıfatlardır. Bir de fiilî sıfat­lar vardır ki bunlar da tekvin, rahmet, terzîk gibi sıfatlar­dır. Mâtürîdî'ye göre gerek zatî sıfatlar olsun ve gerekse fii­lî sıfatlar olsun Cenâb-i Hakkın sıfatları olarak aralarında hiçbir fark yoktur. Hepsi de Allah'ın zâtı ile kaim ezelî ma­nalardır. Bunlar zâtının aynı dal değil gayrı da değillerdir.884

Bu noktada görülen tenakuzun gerçekte bulunmadığı­nı el-Fıkhu'1-ekber sârini 'Ali el-Kârî (1014/1606) şöyle açık­lamaktadır: Ona göre vücûd-i zihnî (zihinde var olan şey) ile vücûd-i haricî (hâriçteki gerçek varlık) yi farklı mütâlâa etmek lâzımdır. Zâtının aynı değildir demek, bu sıfatlar zi­hinde Cenâb-ı Hakkın zatından ayrı olarak birer mefhum şeklinde ayrı varlıklardır demektir! Gayn değildir, ibaresi ise bu sıfatların haricî varlıkları hakkında söz konusudur. Çünki Allahın sıfatlarının haricî âlemde zâtından ayrı müs­takil bir varlık olarak düşünülmesi mümkün değildir. 885Bu izah tarzı her ne kadar ibaredeki tenakuz görünümünü orta­dan kaldırıyorsa da sıfatların zatın aynı olduğu şeklindeki Mu'tezile görüşünün benimsendiğini ve fakat farklı bir izah tarzı getirildiğini düşündürmektedir.

Ehl-i sünnet, zatî sıfatlar konusunda müşterek görüşe sahiptirler. Fakat fiilî sıfatlar konusunda Mâtürîdî ile Eş'a-rî'nin görüş farkı olduğu kabul edilmektedir.

Daha Önce de kısaca arzettiğimiz gibi Eş'arîlerin fiilî sıfatların hadis olduğu görüşüne mukabil, Mâtürîdî bu sı­fatların da kadîm olduğu görüşündedir. 886

Bilahara gelen el-Bâkıllânî (403/1013), el-Gazzâlî (505/ 1111), er-Râzî (606/1209), et-Teftâzânî (793/1390) gibi Eş' arî âlimlerinin izahlarına bakıldığı takdirde bu konunun da «sıfatların zatın aynı da gayrı da olmadığı» meselesinde 'Alî el-Kârî'nin. yaklaşımı gibi bir yaklaşımla ele alındığım, gö­rüş ihtilafının farklı ibarelerden ibaret olduğunu, kasdedilen manaların hemen hemen aynı şeyler olduğunu söyleyenler vardır. Bu konuda Dr. Fethullah Huleyf, Kitâb et-Tevhîd mukaddimesinde yaptığı açıklamada Mâtürîdî'nin ibarele­ri ile el-Bâkıllânî ve el-Gazzâlî'nin ibarelerini karşılaş tırmakta ve bu sonuca varmaktadır.887 Ona göre Mâtürîdî bu konuylj la ilgili olarak Allah'ın tekvin, rahmet, rızık gibi fiilî sıfat­larının da onun ezelde muttasıf bulunduğu diğer zatî sıfatlarında olduğu gibi ezelî ve kadîm bulunduklarını, ancak bunların ma'lûm, makdûr, murâd ve mükevven vb. mefhum­larda olduğu gibi taalluk ettikleri şeylerin hadis olduğunu, bu sıfatların ise kendilerinin kadîm bulunduğu söylendiği zaman dolayısıyla bu eşyanın da kıdeminin anlaşılmama için, bu sıfatların hadislere taalluk zamanlarının zikredil­mesi gerektiğini söylemiştir. 888 el-Bâkıllânî de «fiilî sıfatlar­dan maksat Allah'ın daha bir fiil haline getirmeden Önce muttasıf bulunduğu bütün sıfatlardır. Binaenaleyh bunlar bu durumda kaldıkları sürece kadîmdir»889 demek suretiyle aynı manayı anlatmıştır.

Aynı konuda el-Gazzâli de aynı görüşü teyid eden yo­rumlar yapmaktadır. 890

Cenâb-ı Hakkın irâde sıfatının da dahil bulunduğu bu açıklamalardan anlaşılan netice şudur ki başlangıçta Mâtü­rîdî ve Eş'arî devirlerinde Eş'arî'nin Mu'tezile görüşleri is­tikametinde fiilî sıfatların hadis olduğu şeklinde pek de ba­riz görünmeyen kanaati karşısında müteahhir Eş'arîler bu görüşü daha vazıh ifadelerle dile getirmişler ve fakat ortaya çıkan problemi çözebilmek için tafsile girmişler, neticede Mâtürîdînin kaydettiği ve onlara göre farklı ifadelerle belirt­tiği görüş istikametinde bir yorum getirerek her iki mezhe­bin görüşlerini esasta tevhid etmişlerdir.891

îmâm el-Mâtürîdî'nin Allah'ın irâdesini, daima fiil ile birlikte ele aldığını görmekteyiz. 892

1. İrâde ve Fiil :

İmâm el-Mâtüridî'ye göre, görülen her fiilde irâde var­dır. Çünki irâde her gerçek failde bulunan bir vasıftır.893 Burada Mu'tezilenin «irâdenin fiil olduğu»894 şeklindeki görüşü­ne benzer bir durum müşahede etmekteyiz. Şu farkla ki, Mu'tezilede irâde, her hâl u kârda, fiilden önce olduğu halde Mâtürîdî irâdenin fiille beraber bulunduğunu söylemektedir. Ona göre, eğer irade fiille birlikte değil de, fiilden önce ise bu «irâde» ancak «temenni» manasını ifade eder ki Cenâb-ı Hak bundan münezzehtir. 895

Cenâb-ı Hakkın ezeldeki irâdesi «temenni» manasında olmadığına göre «ihtiyar» manasını ifade eder896 Çünki fiildeki ihtiyara baktığımız zaman, her ihtiyar sahibinin ay­nı zamanda bir irâde sahibi olduğunu müşahede etmekte­yiz. O halde irâde ve ihtiyar aynı manaları ifade eden iki ay­rı kelimeden ibarettirler. 897

Allah teâlânm irâde ve ihtiyar sahibi bulunduğunu bize gösteren yine Cenâb-ı Hakkın fiilleridir. Mahlukata baktığı­mız zaman bunların birbirlerinden farklı mahiyetlerde ve zamanlarda yaratılmış olması bize açıkça göstermektedir ki ortada bir «ihtiyar» vardır. Ve bu ihtiyar bize Cenâb-ı Hakkın ezelde «irâde» sıfatıyla muttasıf olduğunu göster­mektedir. Bu açıklamadan sonra iradenin «bir şeyin zama­nında var olmasını ihtiyar etmek» demek olduğunu söyleye­biliriz. 898 İhtiyarın ise muhtelif alternatiflerden birini ter­cih demek olduğu ortadadır. 899


2. Allah'ın irâde ve Meşîeti:

Kur'ân-ı Kerîmde Cenâb-ı Hakkın irâdesi kazan doğru­dan doğruya «irâde» kelimesiyle ve bazan de «meşîet» lafzıyla belirtilmektedir. Ve bunlar hep fiille ilgilidir. Kur'ân-ı Kerîmde şöyle buyurulmuştur:

«Allah kimi doğru yola koymayı irâde ederse onun kal­bini islâmiyete açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükse-liyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar».900

«Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklarda ğır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse (meşîet) ve kimi dilerse meşîet onu doğru yola koyar».901

«Biz dilersek (meşîet) herkese hidâyet verirdik) Eğer Allah dileseydi (meşîet) sizi bir tek ümmet yapardı. 902

«O dileseydi (meşîet) hepinizi doğru yola eriştirirdi». 903 îşte bu ve benzeri âyetlerde zikri geçen «irâde» ve «meşîet» hep Cenâb-ı Hakka nisbet edilmektedir. Ve bu âyetlerdeki bu lafızlar ne «rızâ» ve ne de «emir» e delâlet etmemek­tedir. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Şüphe yoktur ki buradaki «meşîet», beraberinde fiil bulunan bir meşîettir. 904

Cenâb-ı Hakkın irâdesinin ilim sıfatı ile birlikte müta­lâa edildiğini arzetmiştik. îşte bu âyetlerde zikri geçen irâde ve meşîet, zorlayıcı mânada «meşîet-i kasr ve cebr» gibi bir irâde değil, manası herkes tarafından belli olan ve fiille bir­likte bulunan meşîettir. 905Ve bu meşîet Allah teâlânm ezel­deki ilminde bulunan «malûm» atabidi. 906

Nitekim zikri geçen907 el-En'âm (6), 39, 125. âyetlerde ve «Bir şehri yok etmeyi dilediğimiz zaman, şımarık varlıklıla­rına, yola gelmelerini emrederiz, ama onlar yoldan çıkaslar. 908 Artık o şehir yok olmayı hak eder, biz de onu yerle bir ede­riz.»110 âyetinde geçen gurupların ilm-i ilâhî tarafından o sonuca ulaşacakları bilindiği için bu maluma tabi olarak öy­le irâde edilmiştir. 909

Cenâb-ı Hakkın irâdesi ma'lûm'a göre tecellî ettiği gibi va'adini gerçekleştirmek için «kulların fiillerine bağlı»

olarak da tecellî etmektedir.910 Şu âyetlerde durum böyledir:

«Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir. Siz onu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse ben size öğüt ver­mek istesem de faydası olmaz».911

«...İşte onlar Allah'ın kalplerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada rezillik onlaradır. Onlara âhirette de büyük azab vardır».912

îşte, Mâtürîdî'ye göre bu âyetlerde irâdenin ilâhî va'di gerçekleştirmek için kulların fiillerine tabi olarak tecellî et­tiği görülmektedir.

Bunun yanında ilâhî irâdenin «vâki olana tabi» bulun­duğunu da görmekteyiz. 913 Kur'ân-ı Kerîmde şöyle buyurul-muştur:

«Allah âhirette onlara bir pay vermemek istiyor. Onla­ra büyük azab vardır».914

«însan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister».915

İşte bu âyetlerde irâdenin vâki1 olana tabi bulunduğu görülmektedir. Bu da yine ilm-i ilâhî dahilinde bulunmak­tadır. 916

Âyetlerde geçen ilâhî irâdenin kullan zor altında bıra­kan, cebir manası taşımadığını ifade etmiştik. Nitekim şu âyetler bunu açıkça göstermektedir. 917

«Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi ina­nırdı».918

«Biz dilesek, herkese hidayet verirdik».919

Bütün bunlara rağmen Cenâb-ı hakkın irâdesi mutlak­tır. Ve her şeye hakimdir. Çünki o «dilediğini yapandır»920ve «Allah dilemedikçe onlar hiçbirşey dileyemezler».921 Bunun aksi caiz değildir. Nitekim «Allah'ın dilediği olur, dilemedi­ği olmaz» sözü meşhurdur. 922

imâm el-Mâtürîdî'ye göre irâde fiile taalluk ettiğine gö­re ilâhî irâdenin Allah'ın fiilleriyle birlikte mütalaa edilme­si gerekir. 923


3. Allah'ın Fulleri:

İmâm el-Mâtürîdî'ye göre Allah'ın fiilleri aslında onun «İhtiyar»ı demektir. 924 Ve kulun fiilinden başkadır. Çünki I kulun fiili Allah'ın fiilinin mef'ûlüdür, bunun için kulun fiili i Allah'ın fiili değildir. 925

Allah'ın fiili «ibda'» (yok iken var haline getirme) demektir. 926 Özellikle «halk» (yaratma) kelimesiyle İfade edilir. 927

Kur'ân-ı Kerîmde Cenâb-ı Hakkın «Herşeyin yaratıcı­sı»928 olduğu beyan buyurulmuştur. O halde Cenâb-ı Hak­kın fiili» «halk» (yaratma) ve «tekvin» (oluşturma) dır. Her, ikisi de irâde ile birliktedir ve vakti gelince hadis olacak ulan mahlûka taalluk etmek üzere ezelî ve kadîmdir. 929

Cenâb-ı Hak, sınırsız, mutlak kudretiyle tahakkuk eden fiili konusunda hiçbir kayıt altında değildir. O yaptıkların­dan sorumlu değildir. Çünki mutlak kudret bunu gerekti­rir.» O yaptıklarından sorulmaz, halbuki onlar sorulacaklar­dır»930 buyurulmuştur. 931

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, Mu'tezilenin dediği gi­bi, kulları için en hayırlı olanı (salah-aslah) yapmak zo­runda da değildir. 932Onun fiilleri mutlak manada «halk» ve «tekvm» den ibarettir. 933

Bu manada kulların fiillerini yaratan da Allah'tır. Yal­nız, cismin yaratılması ile fiillerin yaratılması arasında fark vanjır. Cismi yaratmak demek «yok iken onu var hali­ne getirmek» demektir. Halbuki fiillerin yaratılması «o fiil için kudret verilmesi» manasına gelir. 934

Allah'ın fiili olan halk, yok iken var haline getirmek de­mek olduğuna göre bu manada «halk» sadece Cenâb-ı Hak­ka tahsis olunur. Başkalarına nisbeti ise ancak mecaz sure­tiyle mümkündür. 935 Nitekim Kur'ân-ı Kerîmde, Peygambe­rin «ben size rabbinizden bir âyet getirdim. Ben size çamur­dan kuş gibi bir şey yaratıp ona üfleyeceğim»936 şeklinde hi­kâye edilen sözündeki «yaratma» (halk) ancak bu manada­dır. Aynı şekilde «Yoksa Allah'a Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi benzetti­ler?». 937 «Allah çocuk edinmemiştir. Onun yanında hiçbir tanrı yoktur. Olsaydı her tanrı kendi yarattığı ile beraber gider ve birbirinden üstün olmağa çalışırlardı.» 938 gibi âyet­lerde, Allah'tan başkalarına nisbet edilen «yaratma» (halk)» bazı yönlerdeki benzerliklerden dolayı, mecaz tarikiyle ol­muştur. 939

Cenâb-ı Hakkın yaratması «tekvin» şeklinde olmakta­dır. Kur'ân-ı Kerîm'de beyan buyurulduğuna göre «Bir şeyi dilediği zaman O'nun emri sadece o şeye «ol» (kün) demek­tir. Hemen olur940 Burada Cenâb-ı Hakkın «tekvin»i yayut yaratması «kün» lazma gerek olduğu gibi bir düşünceye kapılınmamalıdır. Yaratma hadisesi bir irâdedir, bir fiildir. Bunlar lâfızdan mücerred manalardır. Ancak Allah'ın yaratma irâdesindeki emrinin tahakkukundaki sür'ati gös­termek için böyle ifade buyurulmuştur941

Mutlak kudret sahibi Allah teâlânın fiillerinden sorum­lu tutulamıyacağım, onun hiçbir kayıt altında bulunmadı­ğını ifade etmiştik. Şu kadar var ki biz Allah'ın fiillerinde hep birer gayeye müteveccih olduğunu da müşahede etmek­teyiz. 942


4. Allah'ın Fiillerindeki Gaye :

Biz Cenâb-ı Hakkın fiillerinde hep hikmet müşahede et­mekteyiz. Aklı başında olan herkes de bunun böyle olduğu­nu görür ve düşünür. 943

«Hikmet» «herşeyde doğruyu bulmak ve lâyık oldu­ğu yere koymak» demektir. 944Bu mânâda «Hakim» doğruyu bulan, her şeyi lâyık olduğu yere koyan manasını ifade eder945

îşte, Allah'ın gereği gibi bilen, onun herşeyden müstağ­ni olduğu halde, herşeyin ona muhtaç bulunduğunu, gücü, kudreti ve hükümranlığının sonsuzluğunu ve dolayısıyla herşeyin maliki, yaratıcısı ve mutasarrıfı bulunduğunu hak­kıyla idrak eden bir kimsenin onun iyi veya kötü, ya da za­rarlı gibi görünen bütün fiillerinin bir sebebe, bir hikme­te bağlı olarak tecelli ettikleri hususunda şüpheye düşmesi düşünülemez. Zîra Allah, bizatihi hakimdir, ganîdir, herşeyl bilendir. Onun bir an için dahi hikmetten çıkması cehaletin kendisine arız olması ve dolayısıyla yaratıkların ihtiyaçları­nı bilmez hale gelmesi imkânsızdır. Bu da gösteriyor ki onun bütün fiilleri, bir hikmete, bir sebebe bağlı olarak tecelli et­mektedir, tnsan aklının ise bu hikmeti gereği gibi idrak et­mesi, kavraması mümkün değildir. 946

İmâm el-Mâtüridi'nin hikmet anlayışı, Eş'ari'de bulun­mayan, fakat Mu'tezilenin görüşlerine çok benzeyen bir görüştür. 947Ne var ki bu hikmeti, Mu'tezilenin «salah-aslah» meselesi gibi de anlamamalıdır. Çünki dînî konularda kul için aslan (en iyi) olmayan bazı şeyleri, imtihan maksa­dıyla, Cenâb-ı Hak yapmaktadır. Fakat bu o kul için «aslan» olmadığı halde yine «hikmet» eseridir. 948

Umûmi olarak üzerinde ittifak edilen husus, zulüm ve sefeh (ne yaptığını bilmezlik) in kötü, adalet ve hikmetin iyi olmasıdır. Bununla beraber belirli bir şeyin bir halde hik­met, diğer bir halde sefeh, başka bir durumda da adalet olur­ken, diğer bir durumda zulüm olması mümkündür. Meselâ insanın, doktorların tavsiye ettiği miktarda ilaç alması sıh­hati için faydalıdır, iyidir. Fazlası ise zararlıdır. Keza ye­mek, içmek, giyinmek vs. böyledir. Aslında bunlar yapılan itibariyle hikmetle, iyilikle, adaletle dolu oldukları halde, kullanılmalarında ifrata kaçıldiğı takdirde aym şeylerden zulme sefehe varan «kötü» elde edileceği muhakkaktır. în-sanlar için bile bu böyle olduğu gibi Allah'ın yarattığı her fiilin bir hikmete, bir sebebe bağlı bulunduğunu ve bunlann Kerîm, cömert, gani ve herşeyi bilen yüce Allah'ın adaleti, fazlı ve ihsanı gereği olduğunu kabul etmek mecburiyeti vardır949

însanlar için zararlı görünen maddeler ve canlıların yaratılmasında da bir hikmet vardır. Bunlar vasıtasıyla Al-laha itaatin sevabının lezzeti, ikabınm da acısı idrak edil­sin diye yaratılmıştır. Çünki insanoğlu fiillerinin sonucu na göre hareket eder bir tabiatta yaratılmıştır. Bu zararlı ve faydalı şeyleri gördüğü takdirde, amellerine verilecek ce­za ve mükâfatı da bunlara kıyas ederek idrak sahibi olur. Sonra bu çeşit meşakkatli şeyler insanoğlunu düşünceye sevkeder. Zararlıdan kaçınmak, faydalıya teveccüh etmek imkânını verir.

Faydalı ve zararlının, hayır ve şerrin bir arada tezad gerçekler şeklinde bulunması Cenâb-ı Hakkın vahdaniyyetinin de delilidir. Varlıkların, hayır, şer, fayda ve zarar yö­nünden farklı mahiyetlerde yaratılmış olması, bunları mü­şahede eden insanın, Allah'ın kudretinin azameti ve diğer sıfatları konusunda düşünmesini sağlar. İşte bu saydıkla­rımız ve saymadıklarımız gibi birçok husus, Allah'ın bize za­rarlı, kötü gibi görünen şeyleri yaratmasında da bir hik­met bulunduğunu göstermektedir.950

Allah'ın fiillerinde hep bir hikmet bulunduğuna göre kötü fiillerin, şerrin Allah'a nisbeti nasıl olacaktır? 951

5. Kötü Fiillerin Allah'a Nisbeti :

Cenâb-ı Hak herşeyin yaratıcısı olduğuna göre kulların da fiillerini yaratan odur. 952 Fakat biz bu fiillerin bir çoğu­nun kötülük vasfı taşıdığını görmekteyiz. Bu fiillerin Ce­nâb-ı Hakka nisbeti, ancak o fiillerin yaratılması yön ünden­dir. 953

Kur'ân-ı Kerîmde «Bilin ki, dünya hayatı oyun, oya­lanma, süslenme, aranızda Övünme ve daha çok, mal ve ço­cuk sahibi olmaktan ibarettir»954 buyurulmuştur. Bu âyetin zahirine bakarak, mülhidler, Allah niçin eğlence ve abes ile iştigal etsin, derler. Halbuki bu bir hikmete bağlı olarak böyledir. 955

Demek ki kötü vasıflı şeylerin yaratılmasının Allah'a nisbetinde, hikmet gibi iyi bir gaye vardır. Bu nokta da Mu'-tezile görüşüne benzemektedir. 956

İmâm el-Mâtürîdî'ye göre iyilik veya kötülük, mücerred yaratma fiilinde değildir. «İyi» veya «kötü», yaratman şeyle­rin taşıdığı vasıflardır. Bu yüzdendir ki yaratılan şeylerin taşıdığı kötü vasıflar Cenâb-ı hakka nisbet edilemez, ama bunların ona nisbeti sadece.yaratma ve takdir bakımından­dır. 957 Meselâ Kur'ân-ı Kerîmde «... Allah'ın insanları antması ve inkâr edenleri yok etmesi için, insanlar arasında bu günleri bazan lehe, bazan aleyhe döndürür dururuz»958âyetinde kâfirlerin, zâlimlerin elinde dönen dünyaya ait fiil­lerin de Allah'a nisbeti, hikmet ve yaratma yön ündendir. 959

Cenâb-ı Hak herşeyin yaratıcısı olmakla birlikte960 te-eddüben biz Cenâb-ı Hakkı kötü şeylerin yaratıcısı olarak tavsif etmeyiz. Allah teâlâ ancak adalet, hikmet, fazilet ve ihsan gibi iyi vasıflarla tavsif edilir. 961

îmâm el-Mâtürîdî'ye göre ma'sıyet ve şer Allah'ın ya-ratmasıyla vücuda gelmektedir ama bunların vücuda gel­mesinde kulun kasıt ve ihtiyân da vardır. 962 Fakat yaratıcı­sının Cenâb-ı Hak olduğuna bakarak bu kötülüğün doğru­dan doğruya Allah'a nisbetini gösteren ifadeleri kullanmak edebe aykırıdır. Allah herşeyin rabbi, bütün yaratıkların ilâhı ve herşey onun olduğu halde, kötülüklerin, çirkin olan şeylerin ve şeytanın ona isnad edilmesi uygun değildir. İş­te bundan dolayı küfrün ve ma'sıyetin Allah'ın kaza-kaderi ve iradesiyle meydana geldiğini söylemek mekruhtur. Bu­nun gibi insanların da hakikatte hernekadar iyi veya kötü, herşeyi yaratan Allah olduğu halde ona «ey kötülükleri ve iğrenç şeyleri yaratan» şeklinde hitapta bulunmaları, böy­le ifadeler Kullanmaları doğru değildir. 963

İmâm el-Mâtürîdî'nin bu konudaki fikirlerinin Eş'arî ile tam bir paralellik arzettiğini müşahede etmekteyiz. 964

Buraya kadar verdiğimiz izahatta, zaman zaman be­lirdiği gibi îmâm el-Mâtürîdî, eşya ve fiillerde hüsün, kubuh gi'bi vasıflar zikrettiği halde, bu vasıfların, eşyanın zatın­da mı bulunduğu yoksa ânzî nAlduğu, akıl ile mi, yoksa din tarafından mı belirtildiği gibi hususlara hiç girmemektedir. Mu'tezile tarafından daha önce bir nebze işlenmiş bulu­nan, müteahhir Eş'arî ve Matüridîler tarafından da. müna­kaşa mevzuu yapılan ve daha ziyade felsefî bir mahiyet ta­şıyan bu konuda İmâm el-Mâtürîdî'de, bu ölçüde sarih, fel­sefî bir görüş tesbit edememiş bulunuyoruz. Buraya kadar verdiğimiz izahata mesned teşkil eden ibareler dikkatle in­celendiğinde îmâm el-Mâtürîdî'nin eşyacTa bulunan fayda ve zarar vasıflarının bize göre olduğu ve mahiyetlerinde bu­lunduğu, fiillerimizdeki hüsün ve kubhun ise hem Cenâb-ı Hakkın tavsifiyle ve hem de aklımızın bunu idrak etmesiy-' le ortaya çıktığı görüşünü benimser bir tavır içinde olduğu sonucuna varmak mümkündür.

İmâm el-Mâtürîdî'nin Allah'ın irâdesi ve fiili konusun­daki görüşünü arzederken dikkati çeken bir husus da, bun­ların insanların fiillerine taalluk eden kısmında, insan irâ­desinin ve gücünün dahli bulunduğunu ihsas ettirmesidir. İşte, hürriyet ve irâde probleminin insan açısından nasıl ele alındığını ve bu konuda İmâm el-Mâtürîdî'nin neler dü­şündüğünü de anlamamız gerekmektedir. 965


B. Kulun İrâdesi:

Hürriyet ve irâde probleminin incelenmesinde akla ge­len en önemli noktalardan biri de insan iradesidir. Allah'a nisbetle kul adını alan insanın hür irâdeye sahip olup olma­dığı, bu irâdenin mahiyetinin ve fonksiyonunun ne olduğu ve ne derece serbest bulunduğu, meselenin üzerinde durul­ması gereken yönleridir. 966


1. Kulun trâdesi ve İhtiyarı:

İmâm el-Mâtürîdî'ye göre her fiil olan yerde bir irâde ve ihtiyarın bulunduğunu her failin, ayrılmaz bir vasıf hü­viyetiyle, irâdeye sahip olduğunu daha önce arzetmiştik. O halde, insanlardan da bir takım fiiller sadır olduğuna göre, onların da bir irâde ve ihtiyarı var demektir. Her ne kadar, kulun fiilini yaratan Cenâb-ı Hak ise de bu, kulun fiilin muhtelif alternatiflerinden birini «ihtiyar» etmesi sonucun­da meydana gelmiştir.967 Îmâm el-Mâtürîdî, Te'vîlafında, kulların fiilleri ve bunların sonucunda doğan sorumlulukla­rını hep onlara nisbet ettiği bu ihtiyara bağlamaktadır.968

Daha önce de kısaca arzettiğtmiz gibi Mâtürîdî irâdeyi fiil ile birlikte mütalaa etmekte olduğundan, fiillerinde ki­şinin kendisinin serbest olduğu şuurunda bulunmasını hür irâdesinin var olduğu sonucunda, delil olarak kullanmak­tadır. 969

Aslında hür irâdenin sırf düşünce, muhakeme ve mü­şahede ile ortaya konamıyacağı da bir gerçektir. Çünki Ce­nâb-ı Hakkın, âlemi yaratmasından beri geçen zaman önem­li rol oynamaktadır. Bu yaratılan âlemin bütün hâdiseleri zaman ve mekân içinde cereyan etmektedir. Bunun bir par­çası olan insanın ve hele onun şuur hallerinin, akan zaman içindeki durumunun tekrar geriye dönerek incelenmesinin imkânsızlığı ortadadır. Bizzat zamanın başlangıç ve sonu­nun da delillerle isbatı mümkün değildir. 970 Bu yüzdendir ki İmâm el-Mâtürîdî, insan irâdesinde hürlüğü, kendisinin hür olduğu şuuruna bağlamıştır. Bu noktada, daha önce Eş'arî'-de'de gördüğümüz, el-Kindî'de müşahede ettiğimiz, psikolo­jik izah tarzı dikkati çekmektedir.

Kuldan irâdeyi tamamen kaldırıp onu bu robot gibi mü­talaa eden cebr-i mutlak görüşü ile, tam zıddı, tefviz-i mut­lak görüşünün arasında ve fakat tefviz tarafında bir ek­lektizm getiren Mâtürîdî, insan irâdesi konusundaki görüş­lerini, insanların fiilleriyle birlikte ele alıp belirtmektedir. Biz de imamımızın bu usulüne uyarak Kitab et-Tevhid'inde takib ettiği sırayla görüşlerini nakletmeye çalışacağız. 971

2. Kulun Fiilleri ve İrâdesi :

İmâm el-Mâtürîdî'ye göre Allah teâlâ insanları yara­tırken onlara iyi ile kötüyü birbirinden ayırd etme gücü de

vermiştir. Aklen güzel ile çirkini ayırd edebilecek, iyi ve kötü davranışları farkedebilecek güç ve bilgiye sahip ola­rak yaratılan bu insanların yaratılmasındaki gaye de on­ları denemektir.972

İnsanFarm bu yaradılışında, zemmedilen şeyleri, «kötü», medhedilen şeyleri de «iyi »olarak telakki etmeleri sağlan mıştır. Ayrıca, daima iyiyi kötüye tercih edecek meyil ve­rilmiştir. Bundan sonra onların bu yaradılış ve meyillerine uygun olarak iyi olan şeyleri tercih etmeye, kötüleri de tak­bih etmeye davet edilmiştir. Böylece onların, teşvik edilen hususlarla, sakındırılan hususlarda malumat sahibi olma­ları istenmiştir. 973

Allah tarafından, insanlara bazı şeylerden nefret eden ve bazılarına meyleden tabiatlar verilmiş ve onlara, nefret ettiklerinin bazan sonuçları itibariyle güzel olduğu, meylet­tiklerinin de yine bazan sonuç itibariyle kötü olduğu, akıl­larına hitab edilerek, gösterilmiştir. Sonra, sonucu iyi olan ve fakat tabiatlarına hoş gelmiyen şeyleri benimseyebile­cek, tabiatlarına iyi, güzel geldiği halde sonucu iyi olmayan şeylere karşı koyabilecek kabiliyet de verilmiştir. 974

İşte insan bu vasıflarla yaratıldıktan sonra Allah tara­fından denemeye tabi tutulmuştur. Neticede insanların akıl­ları iyi ve kötünün hepsini birden görmüş; iyi amellere, gü­zel ahlâka «iyiyi seçme ihtiyarı» ile rağbet etmiş, bunların kötülerinden kaçınmıştır.

îmâm el-Mâtürîdî, insanın yaradılışı ve tabiatı konu­sunda yaptığı bu girişten sonra insanların tabi tutuldukları bu imtihanda eşit şartlar altında bırakıldıklarını, iyi ve kö­tünün onlara beyan edildiğini ifade etmektedir. Bu beyan sırasında bazılarının açıkça gösterildiğini, bazılarının da da­ha gizli, kapalı tutulduğunu, neticede kolay ve zor olmak üze­re iki tip imtihanın sonucunda hangilerinin daha akıllı ve faziletli olduğunun belirleneceğini söylemektedir. 975

Bundan sonra, yine, insan tabiatının özelliklerine ge­çen îmâm el-Mâtürîdî'nin görüşleri şöyle Özetlenebilir:

Allah teâlâ insanı yaratırken ona öyle bir tabiat ve mistir ki, bu tabiat hemen önündeki lezzetlere meyyaldir. Sahibini onlara çeker. Kendisinde bulunan şehvetler sebe­biyle sahibinin gözüne onları güzel gösterir ve tabîî, kendi­sine elem veren, yoran şeylerden de nefret ettirir. îşte bu yüzdendir ki insanın bu tabiatı, «güzel» ve «çirkin» değer­lendirmesinde aklının düşmanlarından biridir. Akim «gü­zel» veya «çirkin» olarak değerlendirdiği, sabit ve değişmez bir değer hükmüdür. Ama insan tabiatının güzel ve çirkin diye değerlendirdiği ise durumdan duruma değişir mahiyet­tedir. Bunda egzersiz ve perhizlerle kazanılan alışkanlıklar büyük rol oynarlar. Bu tıpkı bazı hayvanların, hatta vahşî hayvanların tabiatlarına ters düştüğü halde, bir takım eg" zersizlerle, insanların menfaatlerine uygun davranışları ka­zanmalarına benzer. Yine, insanlar arasında öldürmek, bo­ğazlamak, nefret edilen bir hadisedir ama zamanla ve eği­timle bu çok basit bir hâle gelebilir. îşte bunun içindir ki, akıl vasıtasıyla hüsün ve kubhuna hükmedilen şeyler hele bedîhî olan durumlarda, kesinlikle sabittir. Bu yüzden Ce-nâb-ı Hak insan tabiatının meylini değil de, aklı esas itti­haz etmiştir ve akl-ı selim sahibi olmayan kişilerle aynı ta­biatta yaratılmış olmalarına rağmen, akl-ı selim sahipleri­ni muhatap kabul etmiştir. Tabiatlarına ters düşse bile, akıllarının iyi gösterdiğine uymaları, kötü gösterdiğinden de kaçınmaları istenmiştir. Hüsün ve kubhun izahında fark­lı ibareler kullanılsa bile, güzel ve çirkin olan şeyler değiş­mez. Aklın hasen veya kabih olarak takdir etmesi esastır. İnsan tabiat ve meyillerinin verdiği hükümler ise muteber değildir.976

İmâm el-Mâtürîdî'nin bu anlayışındaki rasyonalizm ba-iz bir şekilde görülmektedir. Onun, insan tabiatmdaki düşmanı olduğu görüşü, kendisinden asırlar-;a sonra, ahlâk felsefesinde münakaşa edilmiş olan bir ko-Ludur, Mâtürîdî'nin bu noktadaki orijinalliği dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Bu açıklamalarıyla Mâtürîdî, ileride kulların fiillerini izah ederken kula nisbet edeceği irâde ve ihtiyân temellen-dirmek istemektedir. O açıklamalardan sonra daha iyi an­laşılacaktır ki, «ihtiyân iyi ile kötüden birinin tercih edil­mesidir.

Mâtürîdî, kulların fiilleri konusunda müslümânların muhtelif görüşleri benimsediklerini ifade etmektedir. Ona göre, bir kısım müslümânlar «kulların fiilleri gerçekte Al­lah'a nisbet edilir. Kullara nisbeti ise mecaz manadadır.» görüşündedirler. Çünki bunlara göre, gerçek manada, fiil­lerin Allah'a nisbetinin ba2i gerekçeleri vardır:



1 - Bazı fiillerin Allah'a nisbeti zaten zaruridir. Ya­ratma fiili gibi. Bu fiilin Allah'a mecazen nisbeti caiz değil­dir. Çünki gerçek fail ve kadir odur. Onu hiçbirşey âciz bıra­kamaz. Yaratma fiili başkasına nisbet edilirse bu Allah teâ-lâdan kudretin ve gerçek failiyetin selbi manasını taşır. Kul­larda görülen bazı durumların da yine esas failinin Allah ol­duğunda şüphe yoktur. Hayat, ölüm, uzunluk, kısalık, hare­ket, sükûn vb. gibi fiillerin Allah'a nisbeti Kür'ân-ı Kerîm­de açıkça beyan edilmiştir. Bu görüşte olanlar ta'zib konu­sunda da insanların, yaratma fiilini elinde bulunduran Al­lah'ın meşîetine kaldığını, onun dilediğini yapacağım söy­lemişlerdir.

2 - Fiillerin Allah'tan başkasına nisbeti fiilde ben­zerlik sebebiyledir. Halbuki Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîmde bu benzerliği nefyetmiştir: ((Yoksa Allah'a Allah gibi yarat­ması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki her şeyi yaratan Allah'tır.» [er-Ra'd (13), 16] âyetinde bu açıkça belirtilmiştir. (*).

Buraya kadar izah ettiğimiz, fiillerin gerçek manada kullara nisbet edilemiyeceğini savunan görüşe karşı îmâm el-Mâtürîdî, fiillerin gerçek manada kullara nisbet edilme­sinin, hem naklen, hem aklen ve hem de zarûreten gerekli olduğunu savunmaktadır977

Ona göre bu konuda iki çeşit nakli delil vardır:

1 - Emir ve Nehiyler.

2 - Va'd ve Va'îdler.

Bunların her ikisi de hem fiil denen şeylerdir ve hem de fiil yapmayı gerektirirler.978

Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de «Dilediğinizi yapınız»'" «Hayrı işleyiniz»979 buyurulmuştur. Ceza konusunda da «Böylece Allah onlara, hasretini çekecekleri işlerini göste­rir.», 980 «İşlediklerine karşılık olarak, sedefteki inciler gibi ceylân gözlüler vardır.», 981 «Kim zerre ağırlığınca amel iş­lerse...» 982 buyurulmuştur. Bu ve. benzeri âyetlerde kullar «amel işleyenler» şeklinde isimlendirilmiş ve onların emir, nehiy, va'd ve va'îd konularındaki işlerine de «fiil» ismi verilmiştir. Bunların Allah teâlâya izafeti halinde, kullar­dan bu izafetin kalktığı manası yoktur. Hatta bütün bu fiiller, yaratılması, yok iken var edilmesi manasına AUaha nisbet edilir. «Kesb» edilmesi ve «işlenmesi» manasına da kula nisbet edilir. 983

îmâm el-Mâtürîdî, burada, Allah'ın fiiline «halk» ku­lun -fiiline de «kesb» adını vermek suretiyle tek bir vakıa olan fiilin farklı açılardan isimlendirilmesini yapmış olmak­tadır. Te'vîlâtında bu manada «kesb» kelimesini kullanma­maktadır. Eş/arî'nin «kesb» kelimesini «hadis kudretin mak-dura taallûk etmesi» manasına kullanmasına mukabil, Mâ­türîdî bu kelimeyi, «kulun bir şeyi ihtiyar etmesi» şeklinde anlamaktadır. 984

îmâm el-Mâtürîdî, Te'vîlât «kesb» kelimesi yerine «kulun fiili» manasında, devamlı surette «ihtiyar» kelimesini zikretmektedir.985

Mâtürîdî, kula gerçek mânada fiil nisbet edilmesi ge­rektiği fikrini şöyle delillendirmeğe devam etmektedir:

Madem ki Cenâb-ı Hak bazı şeyleri emretmiş ve bazıla­rım da nehyetmiştir. Muhatapta bulunmayan bir fiille emir ve nehiy düşünülemez. Çünki Kur'ân-ı Kerîmde «Allah ada­leti ve ihsanı emreder»986 buyurulmuştur. Eğer muhatapta bulunmayan ve gerçek manada fiil olmayan bir fiille emir mümkün olsaydı, bugün verilen bir emirle dün veya geçen yıl bir işin yapılmasını istemek de mümkün olurdu. Böyle bir şeyin düşünülmesi bile abestir. Sonra, sonucunda sevap ve ikab terettüp eden emir ve nehiyleri, tâ'at, ma'sıyet ve her çeşit kötülükleri Allah'a izafe etmek de aklen hoş kar­şılanmayan bir şeydir. 987

Yine, mademki Cenâb-ı Hak dünyada itaat edenlere se­vap, âsî olanlara da ikab va'd etmiştir. O halde bu itaat ve isyan fiilleri kulun fiili olduğu takdirde ancak zikredilen karşılıkları alabilir. Sevap ve ikab ise gerçek olduğuna göre kulun bu fiillerinin de gerçek olması gerekir. 988

Birinin kendi şahsına hitaben emirler vermesi, kendi şahsına itaat veya isyan etmesi de düşünülemez. Nasü ki Cenâb-ı Hakkın, kul, zillete düşmüş, itaatkâr, âsî, düşünce­siz, zalim gibi isimlerle isimlendirilmesi de muhaldir. Halbu­ki Allah teâlâ bütün bu isimlerin hepsini emir ve nehiyleri-ne muhatap yaptıklarına vermektedir. Eğer bu isimler ger­çekte kendisinin olmuş olsaydı bu takdirde Cenâb-ı Hakkın, hem rab, hem kul, hem hâlık, hem mahluk olması gerekirdi ki bu durum aklen de naklen de kabul edilebilecek bir şey değildir. 989

Son olarak şunu da söylemek gerekir ki, herkesin kendi nefsinden bildiği gibi, yaptığı işlerde ihtiyar sahibidir, fa­ildir, kâsiptir. Bunun aksini iddia edenler Cebriyye görüşü­ne sahip olanlardır ki, kendilerinde gerçek fiil ve kavil bu­lunmadığını söyleyen bu adamların bu sözleri üzerine, on­larla konuşmanın da bir manası kalmaz. Çünki bu sözler de onların değil demektir.990

İmâm el-Mâtürîdî, Cebriyye'nin görüşlerine cevap teş­kil edecek tarzda bu açıklamaları yaptıktan sonra Mu'tezile'-nin görüşlerine geçmekte ve özetle şöyle demektedir:

Bir kısım müslümanlar da vardır ki bunlar, gerçek ma­nada kullara fiil nisbet ederler. Ve bu fiilleri ile onların âsî ve muttaki kişiler olduklarını kabul ederler. Bu fiilleri sa­dece başlangıç itibariyle Allah'a izafe ederler. Esas izafeti kullara yaparlar. Yani fiiller kullarındır. Fakat kulları ya­ratan da Allah'tır. Fiillerin Allah'a izafeti sadece bu mana­dadır, derler. Halbuki bu görüş, birçok noktalardan akla ters düşmektedir. Çünki fiillerin mutlak manada kula nis-beti kabul edildiği takdirde Allah'ın ıdlâli (saptırma), hidâ­yeti, koruması ('ismet), in'âmı (n'imet vermesi), hızlânı (rahmetinden uzaklaştırıp yalnız bırakması), kalbi mühür­lemesi, kolaylaştırması, kişinin kalbini genişletmesi-daralt-ması gibi hallerin varlığını izah imkânsızlaşmaktadır.

Bu hallerin, zıt şekilleriyle aynı anda var olması muhal­dir. Hidayet-dalâlet, doğruluk-eğriîik gibi zıt hallerin aynı anda kullara nisbeti de muhaldir. Çünki hallerden biri bu­lununca ötekinin de bulunması gerekir ki, bu düşünülemez. Nitekim bütün zıtlarıyla ve gerçek manasıyla Allah'a nis­bet edilen şeylerin, başkalarına izafe edilemiyeceği de mu­hakkaktır. Buradan ortaya çıkmıştır ki, kullardaki fiilin gerçeği, «kesbi» yönünden kullara, «halku yönünden AK lah'a nisbet edilir. 991

Burada Allah teâlâmn fiili gerçek manasıyla «yaratma» dır. Bu fiil Allah'a îzafe edildiği zaman «yok iken var etmek (inşâ') manası anlaşılır. Aynı kelime kula nisbet edilirse kulun yaptığı iş ve «kesb» anlaşılır. Ve kul için kullanılan «yaratma» kelimesi sadece mecazî bir mana taşır.992

«Halk» (yaratma) kelimesi hem kul hem Cenâb-ı Hak için, biri mecaz diğer hakikat manasında bile olsa, kullanıl­dığı içindir ki bu konuda Cebriyye ve Kaderiyye diye iki zıt fi­kir neş'et etmiştir. Ve bu yüzdendir ki her iki ucun da la­netlendiği müşahede ediyoruz. Çünki «mürcie» (burada ceb­riyye manasında kullanılıyor) bütün fiilleri Allah teâlâya terketmiş, kula hiçbir şey bırakmamıştır. Kaderiyye ise bu fiilleri sadece kulu yaratmış olması yönünden Allah'a nisbet etmiş ve fiil itibariyle Allah'a hiçbirşey bırakmamıştır. Lâyık olan gerçek (adalet) ise fiillerin hem Allah'a hem de kul­lara olmak üzere, ikisine birden nisbet edilmesidir. 993

İmâm el-Mâtürîdî'nin Cebir ve tefviz arasında tuttuğu orta yol, bu mânâdadır. Bir fiilin meydana gelmesinde ade­tâ iki fail mütâlâa etmektedir. 994Fiillerin aynı zamanda hem Allah'a ve hem de kullara nisbetini göstermek üzere, şöyle düşünmektedir. Fiillerin Cenâb-ı Hakka nisbet edilmesi ge­rekir. Çünki Cenâb-ı Hakkın bizzat kendisini tavsif ettiği medih sıfatlarıyla tavsifi gerçekleşmelidir. Kur'ân-ı Kerîm­de «O her şeyin yaratıcısıdır»995 «O herşey üzerine gücü ye­tendir» 996Duyurulmuştur. Bu âyetler karşısında Allah'ın geniş manada adalet ile de tavsifinin gerçekleşmesi için fiillerin aynı zamanda kullara da nisbet edilmesi gerekir. Kur'ân-ı Kerîmde «Rabbin kullara zulmedici değildir»997 «Allah'ın size bol rahmeti ve nimeti olmasaydı pek azınız bir yana şeytana uyardınız»998 buyurulmuştur. 999

Bu mantığı kullanan Mâtürîdî bu ikili nisbeti izah için kulların fiillerine iki açıdan bakmak lâzım geldiğini ifade etmekte ve şöyle izahlar getirmektedir:

Birincisi : Fiillerin bir yönü vardır ki, insan bu açı­dan baktığında, o fiillerin mahiyetini aklı ve idrakiyle kav­ramaktan âcizdir. «Bir şeyin yok iken var olması» yani ya­ratılıp ortaya çıkması hadisesini insan aklı ile tarif ve izah edemez. Zaman ve mekân içinde husule gelmiş olan fiili, in­san kendisi istese bile, zamanı geri çevirerek tekrar ede­mez, bu onun gücü dışındadır. İşte fiilin bu yönünün kula nisbeti düşünülemez.

İkinci yönü ise insanın akli ve idraki ile kavrayabildiği, «kasıd» ve «ihtiyar» larına bağlı olan yönüdür. Meşe- v lâ emir ve yasaklan icra için yapılan «hareket» ve «sükûnu gibi fiillerde insan, bunların kendi «kasd»ı ve güc»ü dahilin-üde meydana geldiğinin idraki içindedir1000Bu açıklamalardan iyice anlaşılmıştır ki birinci yönle­riyle fiiller, Allah'a ait, ikinci yönleriyle ise kullara aittir.

Burada İmâm el-Mâtürîdî'nin. psikolojide inceleme mev­zuu yapılan iradî fiileri tarif ettiği açıkça belli olmaktadır. [Bu fiillerin insana nisbetini sağlayan noktanın ise insanın «kasıd» ve «kudret»i olduğunu zikretmesi ise hayli dikkat çekici bir noktadır.

Fiillerin birinci yönüyle (halk) insana nisbet edilemiye-ceğini şöyle açıklamaktadır:

Fiillerin her ne kadar orLaya çıkışında münhasıran ku­lun kasdma bağlı bir görünüm varsa da buna bakarak on­ları yaratma yönünden kullara nisbet etmek mümkün de­ğildir. Çünki-bu hadiseleri aynen tekrarlamaya güçleri yet­memektedir. Buna rağmen bunları yine kula nisbet etmek, kâinatın hiçbirşey bilmeyen, gücü, kuvveti olmayan bir ki­şi sayesinde var olabileceğini kabul etmek gibidir Beşerde bulunmayan vasıflan beşere isnad etmekten farksızdır. 1001

îmâm el-Mâtürîdî'nin akan zaman içinde olup biten ve bir daha geri çevrilemeyen hadiselerin, insan gücünün dı­şında kaldığı için, insana nisbet edilemiyeceği görüşü de üzerinde durulması gereken noktalardan biridiiuf1

Mâtürîdî'ye göre yine öyle fiiller vardır ki bunlar bazan hasen bazan kabin vasıflarını taşımaktadırlar. Fakat bu fiil­leri ,işliyenler, gerçekte, fiillerinin hasen mi kabih mi olduğu­nu bilmemektedirler. Kendi kendilerine bu hususta verdik­leri karar, 'gerçekte aksine de tecellî edebilmektedir. Bazan iyi diye başladıkları'iş kötü sonuç vermektedir. Bu da göster­mektedir ki fiiller gerçekte (yaratma manasıyla) kullara nisbet edilemez.1002

Demek oluyor ki Mâtürîdî'ye göre kulların irâde, ki bu­na «kasıd» ve «ihtiyar» demektedir, ve kudreti haricinde kalan ıztırârı fiiller, doğrudan doğruya Allah'ın fiilleridir. Fakat kulların kasıd ve kudretleri dahilindeki fiillerde ise bunlar, yaratılmaları yönünden Allah'ın fiili, kasıd ve ih­tiyarı yönünden ise kulların fiilleridir. Şu da ilâve edilme­lidir ki, bu ikinci gurup fiillerin meydana gelmesinde hem Allah'ın irâde ve kudreti, dolayısıyla yaratması; ve hemde beraberinde kulun ihtiyarı ve kudreti birlikte bulunmakta­dır.

Kula gerçek manada fiilin nisbet edilmesi gerektiğini isbat ederken, ısrarla, kulların fiillerinin Allaîı tarafından yaratıldığını belirten Mâtürîdî1003 kulun fiilinde hem ku­lun irâdesinin ye hem de Allah'ın irâdesinin amil olduğu­nu ifade etmektedir. 1004 Ona göre kulun irâdesine bağlı olarak Cenâb-ı Hak bu fiilleri yaratır. 1005 Fiillerin Allah tarafından yaratılmasında insan cebir altında değildir, bu hususta hür irâde demek olan «ihtiyar» geçerlidir. 1006

İnsanın dahli olmayan birinci gurup fiilleri Cenâb-ı Hak şu âyetleriyle beyan buyurmuştur: ((O, gökleri ve yeri ya­ratandır. Zevcesi olmadan nasıl çocuğu olabilir. Oysa her-şeyi o yaratmıştır. Herşeyi bilen odur. İşte Rabbiniz Allah budur. Ondan başka tanrı yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öy­le ise ona kulluk edin O her şeye de vekildir»1007

«Şimşeğin çakması, neredeyse gözlerini alır. Onları ay­dınlattıkça ışığında yürürler ve üzerlerine karanlık basın­ca duraklarlar. Allah dileseydi işitme ve görmelerini gide­rirdi. Doğrusu Allah her şeye kadirdir».1008

Bu âyetlerde zikri geçen birçok fiillerin insan irâdesi ve gücü dışında meydana geldiği muhakkaktır. Fakat bunlar­dan başka bir ikinci gurup fiiller daha vardır ki bunlar bi­zim irâdemize ve gücümüze bağlı olan fiillerdir. İnsan bu fiillerinde serbest bulunmaktadır. Bu yüzdendir ki insanın bu cins fiilleri sonucunda ceza ve mükâfat gelmektedir. Ak­si takdirde Cenâb-ı Hakka zulüm isnad edilmiş olur ki Al­lah teâlâ bunu reddetmektedir:

«Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir, kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin kullara karşı zalim değildir».1009

Allah teâlâ kulların kendi fiillerini yapma ve iktisab et­me hürriyetine sahip olduklarım gayet açık bir şekilde be­lirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:

«Dilediğinizi işleyin, doğrusu o yaptıklarınızı gören­dir».1010

«Ey îmân edenler, rükû' edin, secdeye varın, rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki saadete erişesiniz».1011

İnsanların amellerine karşılık verilecek sevabı bildiren daha yüzlerce âyet1012 insanlara gerçek manada fiil nisbet et­mekte ve fiil ise irâdeyi gerektirmektedir. Zaten ancak iradî bir hareketten sorumluluk doğabilir. 1013

Tıpkı bunun gibi Kur'ân-ı Kerîmde Cenâb-ı Hakkın sev­gisini ve gazabını gerektiren âyetler de insanın hür irâdsiyle yapması gereken fiillerinin bulunduğuna delil teşkil et­mektedir.1014 Bununla birlikte bu fiillerin Allah tarafından yaratıldığını gösteren birçok âyet de vardır. 1015 Ki bu duru­mun nasıl telif edildiği daha önce arzedilen ifadelerle izah olunmuştur.

îmâm el-Mâtürîdî'nin fiil anlayışında irâde ve kudret mefhumlarını birlikte mütalaa ettiğini arzetmiştik. Kulun fiili bulunduğuna göre irâdesi de vardır ki bu irâde bir «ka­sidedir, bir «tercih» bir «ihtiyar» dir. O halde o fiili işleye­cek gücü de vardır. Bu mantıktan hareket eden Mâtürîdî'' nin kudret-istitâat anlayışına geçmeden şurasını belirtmek­te fayda vardır. Mâtürîdî, insan irâdesini, psikolojinin bir şuur hali olarak telakki ettiği irâde hadisesi, şeklinde ele almaktadır. Onun «kasıdn ve «ihtiyar» adını verdiği bu irâ­de, ;bugünkü psikolojinin irâde hareketinde kabul ettiği dört safhadan «tercih ve karar» safhasına tekabül etmektedir. 1016 Bu ise, Mâtürîdî'nin Eş/arî'nin irâde hürriyetindeki psiko­lojik telâkkisine nisbetle bugünkü psikolojiye daha yakın bir anlayış içinde olduğunu göstermektedir.

Burada bariz olan nokta şudur ki bu manadaki irâde bile Eş'arî'ye göre Allah tarafından yaratılmaktadır. Halbu­ki Mâtürîdî, müteahhir devirlerde «cüz'î irâde» adı verile­cek olan bu irâde anlayışında, bunun Allah tarafından ya­ratıldığına temas etmemekte ve sadece kula nisbet etmekle yetinmektedir. Bu noktada Mu'tezlie ile paralelliği aşikâr. 1017

3. Kulun Kudreti ve İstitâat:

Mâtürîdî'ye göre fiil kudretin semeresidir. Ve ancak fiil için vardır. 1018Gerçekten de fiil yapılmayacaksa kudre­tin hiç bir manası kalmamaktadır. O halde kudret nedir?

FiiHerdeki hüsün ve kubhu anlatırken, insan yaradılışı­na temas eden Mâtürîdî'nin ifadelerini hatırlatmakta fayda vardır. O, «Allah, insanı meyilleriyle birlikte yaratmıştır. Bunları kontrol edebilecek güçte akıl da vermiştir. Hüsün ve kubhu da beyan etmiştir. Akıl genellikle mücerred hüsün ve kubhu idrak edebilir. Meyiller «tabı1» ise önündeki naz­lara koşar. Akıl, insanı meyillerinin sürüklediği yönde git­mekten koruyabilir.» 1019 şeklinde açıklamalarda bulunurken aynı zamanda insana yaradılışında bir kudretin verildiğini de göstermiş oluyordu.

Bu müphem manadaki güç anlayışından sonra Kİtâb et-Tevhîd'de ayırdığı özel fasılda1020kulun kudreti konusun­daki görüşlerini tafsilatıyla anlatmaktadır. Biz aynı ifâde­leri Te'vîlât'ta da görmekteyiz. Şimdi bu izahları burada arzetmeğe çalışacağız. 1021

îmâm el-Mâtürîdî şöyle demektedir : «Bize göre kudret iki kısma ayrılır:

Birincisi, sebeplerin uygunluğu ve âletlerin sıhhatidir ki bu cins kudret fiilden önce bulunmaktadır. Fiillerin mey­dana gelişi her ne kadar kudretin bu nev'inin varlığına bağ­lı bulunuyorsa da bu cins kudretin o fiile tahsisen yaratıl­dığım söylemek mümkün değildir. Sebeplerin uygunluğu, âletlerin sıhhati, Allah'ın dilediği kullarına ihsan ettiği bir nimettir. Ve bu nimete sahip olan kullarından şükretmele­rini de istemiştir».1022

«İkincisi ise, sonucunda sevap ve ikâbın geldiği, hüsün ve kubuh gibi vasıflar taşıyan fiillerin meydana gelmesin­de âmil olan, fiille birlikte ve fiil için olan kudrettir. Bu kudret, bizzat fiilin meydana gelmesini sağlar».

Demek oluyor ki İmâm el-Mâtftirîdî iki çeşit kudret an­layışına sahiptir:



1 - Fiilden önce olan kudret, ki buna «istitâ'atü'1-es-bâb ve'1-ahvâl» demektedir.

2 - Fiille beraber olan kudret, buna da «istitâ'atü'1-ef-âl» demektedir.

Burada Mu'tezile'nin kudret anlayışına yakın bir gö­rüş müşahede etmekteyiz. Şu farkla ki Mu'tezile'de kudretin taallûk ettiği makdurlardan «başlangıç» (müptede') duru­munda olanlarda, kudretin fiile birlikte ve fakat zaman iti­bariyle hemen önce olması lâzım geldiği, «netice» olanlarda da -bu nev'in her iki çeşidinde de- kudretin fiilden ön­ce bulunduğu (Bk. Sayfa, 182-183) görüşüne mukabil,1023 Mâ-türîdî'de çok cüzi bir farkla, ikinci gurup istitâat, fiille be­raber bulunmaktadır. 1024

Eş'arî'nin kudret anlayışına göre ise epeyce farklılık göstermektedir. Daha önce de arzettiğimiz gibi (Bk. Sayfa, 206-210), Eş'arî kudretin fiilden önce bulunmasını kabul et­memekte kudreti fiille birlikte ve sadece o fiilin bir şıkkı için geçerli telâkki etmektedir. 1025

îmâm-ı A'zam başta olmak üzere Mâtürîdî de Mu'tezile gibi, kudreti'bazı hallerde fiilden önce, bazan da fiille bir­likte1026 kabul etmekte ve fiilin bütün alternatiflerine aynı kudretin geçerli olduğu görüşünü savunmaktadırlar. 1027Mu'tezilenin, mademki insanın gerçek fiili vardır, o hal­de kudreti de vardır1028 mantığını aynen Mâtürîdî'de de gör­mekteyiz. Mutlak manada kudretin Allah tarafından yara­tıldığı görüşünde ise Eş'arî ve Mu'tezile ile aynı görüşü pay­laşan Mâtürîdî, kudretin Allah tarafından bir nimet ola­rak ihsan edildiği kanaatini de Eş'arî1029" ile paylaşmaktadır.

İmâm el-Mâtürîdî, insan kudreti için yaptığı bu ikilîf taksime Kur'ân-ı Kerîm'den deliller getirmektedir. Cenâb-i? Hak şöyle beyan buyurmuştur:

«Azad edecek köle bulamayanın, ailesiyle temastan Ön­ce iki ay birbiri peşinden oruç tutması gerekir. Buna gücü yetmeyen, altmış düşkünü doyurur». 1030Bir başka âyette de şöyledir:

«Gücümüz yetseydi sizinle birlikte çıkardık».1031 Görülüyor ki bu âyetlerde zikri geçen kudret, fiille be­raber olan kudret değil, fiilden önce bulunan kudrettir, Çün-ki ne iki ay sürecek oruç fiilinde kudretin bu süre zarfında devamından söz edilmiştir ve ne de ikinci âyette, Cihad için gereken kudretin Cihad anındaki varlığından bahsedilmiş­tir: Her ikisinde de kudretin fiilden önce olduğu aşikârdır. 1032

Yine, Kur'ân-ı Kerîmde şöyle buyurulmuştur: «Güçsüzlere, hastalara ve sarfedecek bir şeyi bulunma­yanlara, Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe sorumluluk yoktur. İyi davrananlara sorumluluk olmaz. Al­lah bağışlayandır. Merhamet edendir. Binek vermen için sa­na geldiklerinde, size binek bulamıyorum, dediğin zaman sarfedecek birşey bulamadıkları için üzüntüden göz yaşı dö­kerek geri dönenlere de sorumluluk yoktur. Sorumluluk an­cak zengin oldukları halde senden izin isteyen, geride kalan kadınlarla bulunmağa razı olanlara ve Allah kalplerini mü-hürlediği için, bilmeyenleredir».1033

«Sizden, hür ve afif mü'min kadınlarla evlenmeğe güç yetiremiyen kimse, 1034ellerinizdeki mü'min cariyelerinizden

«Oraya yol bulabilen insana, cetmesi gereklidir».1035

Allah için Ka'be'yi haccetmesi gereklidir.

«Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler».1036 «Herkese ancak gücü nisbetinde teklifte bulunulur. 1037

Cenâb-ı Hakkın bu beyanlarında hep fiilin vukuundan önce gerekli olan kudretten bahsedilmektedir. Fiilden önce gerekli şartlar bulunmazsa, sebepler uygun olmazsa, âletler sağlam ve sıhhatli olmazsa, yapılan emir ve tekliflerin bir manası kalmaz. 1038

Fiille birlikte bulunan ikinci gurup kudrete de aelâlet eden âyetler vardır.

«Azab onlara kat kat verilir. İşitemezler, göremezler».1039

Mûsâ (a.s.)ın arkadaşına hitaben şu sözü: «Sen doğru­su benim yaptıklarıma sabra güc yetiremezsin»1040

«Ben sana yaptığım işlere sabra güç yetiremezsin deme­dim mi?». 1041

«îşte sabra güç yetiremiyeceğin işlerin işyüzleri bu­dur».1042

«Allah'a karşı gelmekten gücünüz yettiği kadar sakı­nın».1043

İşte bütün bu ve bunun gibi âyetlerde zikri geçen ve bahis konusu edilen istitâat, fiille birlikte bulunan istitâat-tir, Çünki bu kudretin ortadan kalkmasıyla fiil de ortadan kalkmaktadır. Daha doğrusu fiilin varlığı bu kudretin var­lığı ve devamına bağlıdır. 1044

Burada hemen ifade edilmesi gerekir ki her iki kudre­tin de bir arada bulunması halinde fiil zuhur eder. Fiilden önce bulunan kudret demek olan sebeplerin ve âletlerin elverişlüiği halinde, ancak, fiille birlikte bulunan kudret de eklenince fiil vukua gelir. Kulun fiili için bunun aksini dü­şünmek mümkün değildir.1045

Ancak Allah teâlanın fiilleri için böyle değildir. Cenâb-ı Hak yaratma fiilinde, her zaman belli sebeplere bağlı ola­rak yaratmaz, Bazen bunların dışında da yaratma fiilini ic­ra eder. Meselâ:

«Geceyi gündüze, gündüzü geceye geçirirsin. Ölüden di­ri diriden ölü çıkarırsın. Dilediğini hesapsız rızıklaridırırsın»1046 âyetinden bu anlayışı çıkaranlar vardır. 1047

İmâm el-Mâtürîdî'nin mutlak manada iki çeşit kudreti açıklaması sırasında verdiği izahattan anlaşılmaktadır ki kulun mükellefiyetindeki fiillerde de iki çeşit kudret söz ko­nusudur:



1 - İmkâna dayanan kudret, ki bu fiilden önce bulu­nan, sebeplerin, âlet ve vasıtaların, durumun uygun ve fii­lin meydana gelebilmesi için yeterli olması demektir. Böyle bir kudretin tahakkuku için bir takım şartların bulunması gerektiği muhakkaktır.

2 - Fiili kolaylaştıran, fiilin vukuunu sağlayan kud­ret, ki bilahara «kudret-i müyessire» denilen bu kudrete Mâ-türîdî «kudret-i müsehhile», «kudret-i muhaffife» demekte­dir. 1048 İşte bu kudretin varlığı halinde insan Cenâb-ı Hak­kın fazl ve inayeti ile muhatabı olduğu fiili icra eder. 1049 Bu­rada hemen söylemek gerekir ki teklif için esas olan bu bi­rinci çeşit kudrettir.

Kudretin Allah tarafından kula bir nimet olarak ihsan edildiğini daha önce arzetmiştik. Bu kudret bulunmadan teklifin yapılamıyacağı muhakkaktır. Bu, tıpkı gözü bulun­mayan bir adama «şuraya bak» diye emretmeye, yahut eli bulunmayan birine «elini uzat» demeye benzer. 1050 Bu yüzdendir ki birinci gurup kudret için delil olarak gösterilen âyetlerde zikredilen dstitâat» hep fiilden önce bulunan, şartların, imkânın uygunluğunu göstermektedir. Ve teklif için gerekli olan kudret de bu kudrettir. İkinci çeşit kudret ise, Allah tarafından fiille birlikte yaratılmaktadır.

Kulda fiilin teşekkülü için gerekli «kudret-i müyessire» nin de Allah tarafından yaratılması, kulun o fiil için kulla­nacağı, ihtiyarına, hırsına, meyline Çağlıdır.1051

Böylece Mâtürîdî'ye göre insanın ihtiyarî fiilleri, yani yapıp yapmamakta serbest olduğu fiilleri sebep, vesile gibi imkân ve şartların tam olarak hasıl olmasından sonra, or­taya çıkan alternatiflerden birini seçerek iktisab etmeye azmetmesi halinde bu kasıd ve ihtiyara bağlı olarak Allah'ın onda ikinci çeşit kudreti yaratmasıyla gerçekleşir. 1052

Kudreti Cenâb-ı Hak^yaratmış olduğu içindir ki bu ma­nada kulun fiilini de Allah yaratmış olmaktadır. 1053

Zaten hatırlanacağı üzere Mâtürîdî insanın yaratılma­sı ile fiilin yaratılmasını tefrik etmiş ve ,fiilin yaratılmasını «kudret vermek» olarak ifade etmişti. (Bk. Sayfa, 282).

Mâtürîdî'nin «teklîf mâ lâ yutak» konusunda Eş'arî İle farklı düşündüğünü müşahede etmiş bulunuyoruz. Daha ön­ce de arzettiğimiz gibi (bk. Sayfa, 210) EŞ'arî'ye göre teklîf mâ lâ yutak caiz olduğu halde1054 Mâtürîdî'ye göre bu mümkün değildir. 1055 Çünki insanın sorumluluğu, ceza ve sevaba müs­tahak olması ancak gücü dahilinde bulunan ve serbestçe seçebileceği mahiyetteki fiillerle mükellef olması halinde söz konusudur. Bu düşünceye bağlı olarak, insanda yaratı­lan kudretin de fiilin yalnız bir şıkkı için değil, bütün alter­natifleri için geçerli olması gerekir. 1056Bu noktada da Eş'arT-den farklı1057 düşündüğünü gördüğümüz Mâtürîdî'nin bu anlayışı kulun sorumluluğunu temellendirmek fikrine dayan­maktadır. 1058

4. Kulun. Sorumluluğu :

İmâm el-Mâtürîdî'nin kulların fiilinin teşekkülünde zikrettiği unsurlar göz önüne alınırsa, hangi noktada kulun sorumluluğunu temellendirdiği açıkça görülür. Her ne ka­dar Allah teâlânm kaza ve kaderi, mutlak kudreti ve iradesi ve buna inzimam eden kulun kudretini ve fiilini de yarat­ması göz önüne alındığı zaman, cebir tablosunun ortaya çık­tığı zannedilebilirse de Mâtürîdî'ye göre, bu durum, kulun sorumluluğu konusunda bir özür değildir. Çünki:



1 - Kullar Allah'ın takdirini, kaza ve iradesini bilmez­ler. Buna mukabil ihtiyar ve tercih sahibidirler.

2 - Meydana gelen şeylerin hepsi kullara yüklenerek muztar bırakılmış değillerdir. Kullar yaptıklarının aksini de yapabilirler ve herkes yaptığını terke gücü yeteceğini bi­lir.

3 - Hiç kimse fiili işlerken Allah'ın kazasını ve irade­sini hatırına getirmez. Bizzat kendisinin işlediğini bilir.1059

Burada açıkça görülmektedir ki İmâm Mâtürîdî insanın sorumluluğunu tamamen psikolojik açıdan ele almakta ve onun hür irâdesi demek olan «ihtiyar» ve «tercih» ine bağ­lamaktadır. Cebirden kurtulmak için, ayrıca, kuldaki kud­retin fiilin hem yapılmasına, başka türlü yapılmasına, hem de terkine geçerli olduğunu ve bundan daha önemlisi, ku­lun bunun böyle olduğu şuuruna sahip bulunduğunu ilâve etmektedir.

Daha önceki açıklamalarında da belirdiği gibi, kul bir fiili işlediği zaman bu fiilinden dolayı onun mükâfat veya cezaya, Övülme veya yerilmeye, müstahak olması onun mü­cerret fiilinin taşıdığı vasıflar sebebiyle değildir. Çünki in­sandan sadır olan herhangibir fiilin taşıdığı hüsün ve kubuh vasfı kulun sorumluluğu için yeterli bir sebep değildir. Bu fiilden dolayı mes'uliyetin terettübü, o fiil için kulun ihtiyârının azim ve kasdının, hırs ve meylinin bulunması şartı­na bağlı bulunmaktadır1060 Zira insan kötü bir fiili işlemeye azmettiği ve Allah da bu azme bağlı olarak onda bu fiili iş­leme kudreti yarattığı zaman, şüphesiz azmettiğinden do­layı, kudretini hayrı işlemeye, bizzat kendisi, sarfetmemiş olur. Ve bundan dolayı da sevap veya ikaba hak kazanır. 1061

Fiilin fiil olması itibariyle hayra da şerre de uygun ol­ması mümkündür. Meselâ bir yerden diğer bir yere gitme yahut hicret etme fiiline mücerret manada bir sevab veya cezanın terettüp etmesi düşünülemez. Burada esas olan, peygamber efendimizin «Ameller niyetlere göredir. Herkes niyetine bağlıdır. Kim Allah ve rasulüne hicret etmek ister­se şüphesiz onun hicreti de bunlar için olacaktır.» mealin­deki hadis-i şeriflerinde de açıkça belirtildiği gibi «kasıd»tır, «niyet» tir. 1062

İmâm el-Mâtürîdî'nin kulların fiillerindeki sorumlulu­ğunu onların «kesbine» bağladığını gösteren ifadeleri de vardır. Ne var ki sorumluluğun temellendirümesinde aynı kelimeyi, «kesb» formülünü, kullanan Eş'arî ile aynı ma­nayı kasdetmemektedir. Eş'arî'de kesb, ne olduğu tam anlaşılamamakla birlikte (Bk. Sayfa, 215-220), kesinlikle, fiilden önce bulunmayan ve sadece fiilin bir şıkkı için, fiille birlikte yaratılan kudretin makdura taalluk etmesi mana­sında kullanıldığı halde, Mâtürîdî'de bu kelime «ihtiyar» «kasıd» manasındadır. Ve fiilden önce de bulunması müm­kündür. 1063

Daha önce îmâm el-Mâtürîdî'nin irâde, kudret ve tek­vin sıfatlanın, ezelî ilim sıfatıyla birlikte mütâlâa ettiğini arz etmiştik. İnsanın hür irâdesini, fiillerinin yaratılmasını, bunun karşısında sorumluluğunu izah edebilmek için bul­duğu formüller ile Cenâb-ı Hakkın ezeldeki ilmini nasıl bağ-daştirabildiği önemli bir husus olarak ortada durmaktadır. Cenâb-ı Hakkın irâde ve kudretinin ilmine bağlı olarak makdura taallûk ettiği ve ezeldeki ilmi ile önceden, hadiselerin öyle olacağını bildiği için öyle takdir ettiği ve yarattığı görü­şünü savunan Mâtürîdî'nin1064 bu noktadaki fikirleri onun kaza-kader ile ilgili görüşlerinin işlendiği kısımda tafsila­tıyla ele alınacaktır.

Biz bu kısımda îmâm el-Mâtürîdı'nin kulun irâdesi, fiili ve sorumluluğu ile ilgili görüşlerini belirtmekle iktifa edivorue. 1065


Yüklə 1,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin